25 Ocak 2021 Pazartesi

3...4....

Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (şurada). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor. Lisede, belki de bu resim çizildikten aylar sonra aşırı anlamsız bir şey yüzünden küsüp, hayatım boyunca bir daha arkama dahi bakmadığım anlardan birini yaşamama sebep olan o zamanlarki en iyi dostlarımdan biri çizmişti. Resmin kenarına not düşmüş, 32 yaşında, dünyayı gezerken aynen böyle görünüyor olacakmışım. Neden o yaşı seçmiş, neden tam da öyle bir an seçmiş bilmiyorum. Büyük ihtimalle o da bilmiyor. Çizen insanlar genelde içlerinden öyle geldiği için çizer, onun da içine öyle doğmuş olmalı. Sabahtan akşama kadar okulda aynı sırayı, sonra akşam olunca gece yarılarına kadar dersanede de aynı sırayı paylaşınca aylarca, tüm o bik bik bik onu yapacağım bunu yapacağım orayı göreceğim şunu edeceğim diye bikbiklemelerimden kafasında böyle bir ben hayali oluşmuş olması çok normal şimdi geriye dönüp bakınca. Oysa 32 yaşımda, 2019 yılında, dünyayı gezmiyordum. O zamanlar o lise sıralarında aklımıza bile getirmeyeceğimiz bir şey olmuştum "bilgisayar mühendisi", çalışıyordum. Hem de düzenli bir işte, bir memur olarak. Ki yine o zamanlar biri dese bunu bana, yüzüne pıskırırdım. Oysa fen seçmiştim, 24 saat okulda, dersanede çılgınlar gibi fizik kimya matematik biyoloji testi çözüyordum. Neresinden yırtabileceğimi düşünüyordum bilmiyorum. Tam olarak hangi noktada "kendi hayatım" olduğunu düşündüğüm şeye geçebilmek için o keskin u dönüşünü yapabileceğimi düşünüyordum, hiçbir fikrim yok. Sadece inanıyordum, manyakça bir inancım vardı, o sınav geçecekti, benden istenen-beklenen şeyi okuyup bitirecektim ve padadadam! kendi hayatıma geçecektim. O kadar kolay, o kadar mantıklı görünüyordu. Çizgifilmlerde hani kalemle bir kapı çizerler de havaya, sonra o kapıyı açıp, istedikleri yere geçerler. Aynen öyle canlanıyor gözümde. Benden bekleneni, o yaşıma kadar tüm hayatım boyunca benden bekledikleri şekilde yaptığım her şeyle birlikte, gerçekleştirdikten sonra hadi bana eyvallah deyip, asıl benim olduğunu düşündüğüm hayata kapıyı çizip, gidiyorum. Hayalgücümün başıma bela olacağı hep gün gibi ortadaymış.

Yine geçmişe dönüp bakıyorum değil mi? Normalde zaten her günüm önceki yıllarımın kafamda dönüp durması şeklinde ilerlediği için, gece yattığımda önce tüm günüm, ardından dandanakan savaşına kadar tüm olaylar beynimde film gibi oynadığı için, son birkaç yıldır bu düşünüp durma işinden vazgeçirmeye çalışıyorum kendimi. Burada da o yüzden çoğunlukla geçmişi düşündüğüm, kendimi hırpalayıp durduğum yazılar yazmamaya çalıştım hatırı sayılır bir zamandır. Birkaç yıl önce başlayan ve hala üzerinde uğraştığım "büyüme" çabam bu. Ama bugünlük, sadece bu günlük, son bir kere daha geçmişe dönüp bakacağım. Çünkü biliyorum ki kafamda dönüp duran bir şeyi, en ufak düşünceyi bile yazmazsam, bir şekilde kağıdın ya da klavyenin üstüne dökmezsem, orada öylece dönmeye devam ediyor. Dönerken de beni delirtmeye tabi. En başından (küçüklüğümden yani, o başı kast ediyorum) hikayeler yazmaya başlamamın sebebi buydu zaten. Gün içinde, gece uyumaya çalıştığımda, rüyalarımda, habire filmler dönüyordu kafamda. Bazen masada yemek önümde saatlerce oturup kalıyordum, aklım bir hikayenin içinde o kadar gömülmüş oluyordu ki gerçeklikten kopmuş oluyordum. Hayal etmiyordum, kendileri öylece beliriveriyorlardı. Bilemiyorum belki daha ufak bir çocukken bile hayatımdan çok da memnun olmadığımdan (kabul ediyorum hep aşırı mutsuzdum), kafam kendini başka uydurduğu hayatların, maceraların içine atıyordu belki de. Ama yaşamam gereken bir hayat vardı - ne kadar nefret etsem de - ve yapmam gereken şeyler vardı, o yüzden devamlı o hikayelerin beynimi ele geçirmiş olmasına müsaade edemezdim. Bir noktada, kağıda geçirdiğimde beynimden çıktıklarını fark ettim. İşte o günden beri yazıyorum sanırım. Yazamazsam, deliriyorum. O yüzden şimdi de, bir an önce bu yazıyı yazmalıydım. Çünkü günlerdir kendi kendime konuşup, duruyorum. 34 yılın her bir anı aklımda dönüp duruyor. Yaşadığım her şeyi, yaşayamadığım her şeyi düşünüyorum, tartışıyoruz kendimle. Neler öğrendim, neleri öğrenemedim, nasıl başaramadım, neden başaramadım, neden bu kadar geç, neden bu kadar her şey bitti diye birbirimize dırdırlanıp duruyoruz kafamın içinde. Aman yarabbi o kadar her şey bitmiş gibi görünüyor ki...O kadar yolumu, rotamı, her şeyimi kaybetmişim gibi hissediyorum ki. Bir dizi izlemiştim tee ne zaman (2018'in yazında, şu dizi), anlatacaktım güya izledikten hemen sonra, yetiştirememiştim tabi herneyse, orada 17 yaşında bir kız kaza geçirip komaya giriyordu. 13 yıl sonra uyandığında, aklı anıları kişiliği 17 yaşındaydı hala, oysa birden kendini 30 olarak buluyordu. Diziyi izlerken karakterin hissettiklerini taa içimde hissetmiştim o zaman da, şimdi de öyle. Aynı şekilde hissediyorum çünkü, 12-13 yaşımda bir yerlerde donup kalmışım gibi, ondan sonra yıllar geçmiş ama ben o yılları hiç yaşamamışım da birden 30larımda uyanmışım gibi. Oysa şubatta 10 yıl olacak burada, Neverland'de yazmaya, anlatmaya başlayalı. Sadece burayı bile açıp bakınca aslında bir dolu yaşanmışlık, bir dolu hatıra olduğun görebiliyorum. Neler yaşadın diyorum kendime. Neler gördün. Nerelere gittin. Neler yaptın. Ne anılar biriktirdin, hepsi de acı verse de artık. Ne çok insanlar tanıştın, ne çok insanla ne çok şey yaşadın, hepsini düşünmek acı verse de. Ama aklımın içi, davranışlarım, hissettiklerim, tepkilerim, boyum bile (:p) 20 yıl öncesiyle aynı. Tıpkı dizideki gibi 20 yıl öncesinde bir gün komaya girmişim, buzluğa koyup dondurmuşlar aklımı gibi, pazartesi uyandım ve 34 yaşındaydım. Hala aynı düşünüyordum, aynı bakıyordum, aynı şeylerin hayalini kuruyordum. Bir yandan da kafamın içindeki diğer ben, bağırıyor bitti her şey, bitti bitti hayatın bitti diye tüm o 14 yaşındaki ben'e.

Oysa tam da kendimi tanımaya başlıyordum. Bunca yıl sonra ancak kendimi tanımam gerektiğini anlamaya başlamıştım. Gerçekten ne olduğumu, ne olmadığımı görmeye başlamıştım. O kadar uzun zaman boyunca o kadar fazla soru sordum, o kadar fazla cevap aradım ki artık bulmuş olsam bile bir şey ifade etmiyor. Bulmadım tabi cevapları orası ayrı da, hani bulmaya doğru giden yolun başlangıcını gördüm diyebiliyorum. Oysa ne çok aradım. Neden bu kadar mutsuzum, neden bu kadar başaramıyorum, neden bu kadar elime yüzüme bulaştırıyorum diye okumadığım, araştırmadığım şey kalmadı. Tüm o zodyaklar, burçlar, yükseleni alçalanı, Çin'i Kelt'i, sayıları topla çıkar böl, psikoloji bunu diyor felsefe şunu diyor, reenkarnasyon, kitaplar kutsal kitaplar,...bir türlü asıl aradığım şeyi söyleyen yoktu. Neden böyleyim ve nasıl düzeltebilirim? Asıl benim olan hayata, o benim olduğuna inandığım hayata nasıl geçebilirim? Aksine, mesela burçların, doğduğum anda ve konumda yıldızların gezegenlerin oluşturduğu şeylerin söylediklerine hiçbir şekilde uymuyordum. Uymuyorum. Uymak isterdim ama uymuyorum. Hatta daha da ilginci, burçlarımın benim için söyledikleri, olduğumu söyledikleri şey olmayı çok isterdim, içimden olmak istediğim şeydi onların söyledikleri hep. Ama değilim, tam tersiyim. Hadi buyur buradan yak, bu nasıl olabilir? Böyle olmayı nasıl başarmış olabilirim? Tamam burçlara inanmayın, demeye çalıştığım o değil zaten. Bir açıklaması var mı diye baktığım şeylerin bile bu kadar ters çıkıyor olması da bir tuhaflık, çok büyük bir yanlışlık olduğunu göstermiyor mu? Varoluşumla ilgili koskocaman bir hata olmuş gibi. O kış günü, o hastanede doktorların kaybettik gözüyle bakmalarına rağmen doğmuş olmamda aşırı bir yanlışlık var gibi.


Yeni yeni anlamaya başlıyorum aslında yanlışlıkları. Böyle zar zor doğunca, sonra da habire hasta olunca, ufak çelimsiz bir kız çocuğu olunca habire korunarak büyütülüyorsunuz. Her şeyden korunarak, ailenin en küçüğü olarak üzerinize sevimli, akıllı uslu bir rol yükleniveriyor. Bana verilen rol böyleydi, herkes benden akıllı olmamı, çok çalışmamı, herşeyi olması gerektiği gibi yapmamı bekliyordu. Ne eksik ne fazla. Kurallara uy, fazlasını hayal etme ama azını da yapmana müsaade yok, sen zaten daha azını yapamazsın ki. O yüzden hep ortalama oldum. Bukowski'nin bir sözü var, "I wanted the whole world or nothing.". Ben de dünyayı istiyordum ama sadece elimdekiyle yetinmem gerekiyordu. Bu yüzden sonunda hiçbir şeyim olmadı. Olanı da kaybettim. Çünkü tüm dünyayı alacak bir insanı yetiştirebilecek bir ailede doğmamıştım, önümde o kadar kötü örnekler vardı ki...Sonunda annemin bir başka versiyonu haline geldiğimi fark ediyorum. Son birkaç yıldır bunu fark ettikçe daha da ürküyorum kendimden. Halbuki yıllar oldu artık annemle ve babamla yaşamıyorum. Oysa ne kadar ayrı kalırsam o kadar derine işlemiş şeyler su yüzüne çıkıyor. Hatta hatırlamadığım anneannemin bile davranışlarını aldığımı görüyorum anlattıklarında. Keşke o diğer insanlar gibi olabilseydim, hani benim en büyük rol modelim annem falan diye gururla anlatan. Aksine benim en büyük korkumdu bu, tüm çocukluğumu gençliğimi kapkara bir mutsuzlukla dolu bir evde, habire bağıran bir baba ve onun hörhörlerinden korkup sinen, ağlayan, kendine acıyan, ezilen bir annenin ortasında geçirdikten sonra. Bir videoda izledim, hani şu sıralar taktığım grup vardı ya onun videoların birinde işte, bir şeyler yapıyorlardı. Bir tanesi bitiremedi yaptıkları şeyi, diğerleri bitirdi ve acele ederlerken o şey dedi, bu tür şeyler için zaman ihtiyacım olduğunu biliyorsunuz. Gayet kendinden emin. Ukala veya kızgın bir şekilde değil, gayet ortada olan bir gerçeği ifade eder gibi. Ve yapmaya devam etti. Kendi hızında. Kendi bildiği şekilde. İçimde bir şeyler boğazıma oturdu. Hayatım boyunca annemle birlikte babamın hızına yetişmeye çalıştığımızı fark ettim. Annem, babamdan önce diğer herkes için acele etmişti, bir noktadan sonra babam için koşturmuştu. Ben de onunla birlikte. Tüm hayatımızı ona göre ayarlamıştık. Babam bugün markete gidelim dedi, kahvaltıdan hemen sonra aşağı inip arabaya oturur şimdi, haydi koşturalım. Gittiği yerden dönecek haydi yemek hazır olmalı, koşturalım. Erkenden yattı, aman ses yapmayalım. Uzun yola gidiyoruz, bir an önce gittiğimiz yere varmak istiyor aman arabayı durdurmayalım tuvalete varınca gideriz. Tüm bu koşturmanın ortasında hiçbir şeye dikkat etmemeye, hiçbir şeye önem vermemeye başlıyorsunuz. Diğer insanların önem verdiği, dikkat ettiği şeylere. Evden çıkarken güzel giyinmek veya saçını taramak veya makyaj yapmak gibi. Eve bir şey lazım olunca o şeyin güzel veya estetik görünmesi için uzun süre aramak, bakınmak, değerlendirmek, düşünmek taşınmak yerine bir şey lazım hemen alalım hah şu pratik şu ucuz diyerek koşturmak gibi. Tüm hayatımı babamın hızına yetişelim, aman kızmasın bağırmasın diyerek, her hareketimle onu memnun etmeye çalışarak geçirmişim gibi. Benimle gurur duysun, aman zayıf görünmeyeyim güçlü durayım. Yaptıklarımı takdir etsin, aman bir şeyler hissettiğimi anlamasın. Bir şeyler hissetme. Sakın duyguların olmasın. Aman sinirlenmesin, koştur. Neden bu kadar korktuğumu anlayamıyorum. Anlıyorum aslında, çocuksun korkuyorsun. Sonra yaşın büyüyor ama hala çocuksun. Korkuyorsun. Korkuyordum. Daha yeni yeni kendime hatırlatabiliyorum, amaaan kızsın nolmuş diye. Amaaan sinirlensin, ne olacak. Onun ne düşündüğünün ne önemi var? Onu memnun etmenin ne anlamı var? Kendime her defasında bunları hatırlatıyorum. Ve hiç kendi hızımda yaşayamadığım hayatıma dönüp bakıyorum. Benim de her şeyi kendime göre yapma şeklim, yapma hızım varmış. Her şeyi hemen düşünmek, hemen anlamak zorunda değilmişim. Yeni yeni görüyorum. Saçımın güzel görünüp görünmediğinin önemi varmış mesela, "ben" önem veriyormuşum. Buna önem vermemde hiçbir sakınca yokmuş.

Ahh buraya nereden geldik? Offf. Korkaklığıma kadar geldik mi? Tüm bunlar korkak bir ben yaratıyor işte. Korkarak, sinerek büyüyünce o kadar korkuyor oluyorsunuz ki mücadele ruhu falan kalmıyor ortada. Hiçbir şey için mücadele etmiyorum ben mesela. Şu Martian(2015) diye bir film vardı ya hani yine Matt Damon'ın kurtarıldığı. Onu sinemada izlerken boğulacak gibi olmuştum. Ben öyle bir durumun saniyesinde kendimi yere atıp, boylu boyunca uzanıp ölmeyi beklerdim çünkü. Zorluk gördüğüm her noktada bırakıveriyorum ben. O kadar korkuyorum ki her şeyden, başarısızlıktan, bir yerimin acımasından, dalga geçilmekten, eleştirilmekten, bağırılmaktan, karşı çıkılmasından, her şeyden, hiçbir şeyi denemiyorum o yüzden. Denemeden her şeyden vazgeçiyorum. Hiçbir şeyin peşinden koşmuyorum, nasıl olsa elde edemeyeceğim diye. Hayallerimin hiçbirini neden yapamadığımı anlıyor musunuz yani? Ben hayatım boyunca hiçbir şeyin peşinden azimle, sabırla, vazgeçmeden ilerlemedim. Çok istedim, orası ayrı. Bazı şeyleri aşırı istedim, o kadar istedim ki yokluklarından canım acıdı. Ama o acıya rağmen bile, peşlerinden azimle gidemedim. Çünkü durduğum yerde acı çekmek, yolda ilerleyip acı çekip başarısız olacak olmamın acısından daha iyi geliyordu. Korkuyordum. Hiçbir şey için mücadele etmedim. İstediklerimi başaran, istediklerini başaran insanları izliyorum ya şimdi, izliyoruz ya hepimiz. Senelerce hepsini kıskanmakla geçirdim zamanımı. Beddua etmekle, haset etmekle geçirdim. Hiçbiri hak etmiyordu o şeyleri, nasıl gelmişlerdi oralara? Sinirden çatlıyordum. Oysa "çalışmanın" önemini yeni anlıyorum. O hakir gördüğüm, inşallah her şeylerini kaybederler diye beddualar ettiğim internetteki insanların her birinin bir şekilde bir şey için aşırı çalışmış olduğunu anlıyorum. Benim bildiğim, anladığım şekilde çalışmak olmasa da sonuçta bir şeyin peşinde çaba göstermiş olduklarını görüyorum. Benim bu tek boyutlu hayat algımla bildiğim tek şey çalışmak, ders çalışmak, işinde çok çalışmak falan ya hani, başka bir çaba türünü bilmiyorum. Oysa oturup, en güzel selfieyi çekmek için saatlerce, günlerce elinde telefon kendi fotoğrafını çekmek de bir çabaymış. Sonuçta bir hedefin var ve onu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapıyorsun. İşte ben yapmıyorum. Korkuyorum, gururuma yediremiyorum, yapmıyorum. Tüh aslında tam da çok çalışmanın önemini anlamışken yaşımın geçmiş olması...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...