28 Ekim 2022 Cuma

나는 아프다


 Kafamda bir dolu düşünce, dönüp duruyor. O yüzden mantıksal olarak bir arada duran bir şeyler yazamayabilirim. Her gün eve giderken diyorum ki bu akşam bir şeyler yaz. Yazabilirsin. Eve girdikten sonraki ilk bir saat içinde bu his tamamen yok oluyor gerçi. Yazmayı geçtim, hiçbir şey, elimi bile kaldıramıyorum. Sabah evden çıkıp işe gelmek, tüm ruhumu  sömürüyor gibi hissediyorum. Onca yıl okula gittiğim zamanları düşünüyorum. Bir sürü derse gir, çık, bir dolu ödev proje hazırla, oradan oraya koştur, habire çene yarıştır, tüm gün sokaklarda dolan, bazı geceler sabahla. Ama yine de o zamanlar her şeyi nasıl olup da yapabiliyormuşum? İzlediğim dizinin filmin haddi hesabı yoktu. Şimdi sadece sabah çıkıp işe geliyorum ve bilgisayarın başında oturuyorum. Temelde yaptığım bu. Ama ruhum çekiliyor sanki. Yaşlılıkla bir alakası olamaz değil mi? Umudun tükenmesiyle ilgisi var bence. Üniversitedeyken en azından umudum var olmuş olmalı. Tamam şimdi buradayım ama oyunun bu seviyesini atlattıktan sonra yeşil çimenler var diyordum. Oysa şu an olduğum noktadan sonrası yok. Bu nokta en yanlış yer ve buradan sonrası ölüm. Ölmek değil ama öylece yok oluvermek istiyorum. Birden puf diye, hiçbir şey hissetmeden. Bundan sonra bir şey olacağı yok çünkü. Ara ara gelen pollyanna perileri aklımı karıştırdığında heyoo heleloyoo diye geziniyorum ama gerçekte aslında hiçbir şey olmayacağını biliyorum. 35 yaşımı da bitirmek üzereyim, bundan sonra memur olmaktan kurtulabilir miyim? Bu ülkeden kurtulabilir miyim ki?

Kafamın içi böyle olduğu için açıp, şarkılarda cevap arıyorum. Küçüklüğümden beri yaptığım bir şey, içinden çıkamadığımda içinde olduğum durumun, rastgele bir şarkı açıp, ne çıktığına bana ne dediğine bakıyorum. Yazıya başlamadan hemen önce açtığımda da Riptide çıktı. İlk duyduğumda aa ne güzel şarkı demiştim seneler önce. Ama o kadar çaldı, o kadar duydum ki artık böyle her gün yemekhanede çıkan soğumuş yemek gibi geliyor. 2013'te çıkmış. Hakikaten artık zamanı algılayamıyorum. Her gün, elimden kum taneleri gibi etrafa çılgınca savrularak geçiyormuş gibi geliyor. Wikipedia şarkı için coming of age love story diyor. Ne demeye çalışıyor o zaman müzik perileri bana şimdi? Vance Joy benimle yaşıtmış. Başka hiçbir şarkısını bilmiyorum, duymadım bile. Uzun yıllar futbol oynadıktan sonra şarkı söylemeye başlamış. Riptide'ın kendisi mutlu bir şarkı aslında, dinleyen herkese de mutluluk veriyor gibi görünüyor. Ama bana hüzünlü geliyor. Haa hatırladım. Bu hüzün hissi yüzünden dinlemeyi bırakmıştım. Melodisi akarcasına güzel geliyordu ama sözleri beni üzüyordu. Zaten her şey üzüyor beni. Üzgün şeyleri izleyemiyorum çünkü üzücüler. Mutlu şeyleri de izleyemiyorum çünkü o mutluluğa heves ettiğim için daha kötü üzülüyorum. Riptide da böyle. Zaten sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum, yani ne dediklerini biliyorum ama ne demeye çalışıyor, ne anlatıyor anlamıyorum.

Cuma gecesi yine midem ağrıdı. Aslında tee önceki haftasonundan ötürü oldu olan her şey. Önceki hafta cuma akşamı Başkent Kültür Yolu kapsamında sergilenen müzikallerden birine (müzikal mi denir onu da bilemedim de değişik bir şeydi), Elektronika'ya gitmiştim. Her şey güzeldi, eve geç geldim, haftasonu ohh bana kaldı mis gibi evden çıkmam yatarım BTS'in Busan konserini izlerim, kendime gelirim diyordum, çünkü hafta içi yukarıda anlattığım gibi eve gelip ölü gibi bayılıyorum. Ve aylardır bekliyordum bu konseri. Canlı yayınlanacak ve bedava izleyebilecektim. O cuma gecesi mutlulukla, huzurla girdim yatağa. Ama gecenin birinde telefon çaldı. Abim. Büyük yeğenimi hastaneye götürmüşler, küçüğüne bakabilir miyim diye çağırıyor. Şimdi kendimi böyle bedenimden çıkıp, yukarıdan izlediğimde, böyle olaylara bir film izliyormuşum gibi dışarıdan baktığımda, diyorum ki bundan daha doğal ne olabilir? Çok mantıklı, çok normal bir şey bu. Gecenin bir yarısı, zor bir durumdalar ve kardeşleri de yardım ediyor. Gelip de dışarıda hiç tanımadığım biri anlatsa bunu bana, e tabiki onlar yardım isteyecek kardeş de edecek çok normal derim. Ama huup yukarıdan ruhum bedenimin içine geri dönüyor ve durup bakıyorum, olayın içindeyim, ölmek istiyorum. Abimlerle ilgili herhangi bir şeyi duymaya dayanamıyorum. İstemiyorum diye çığlık çığlığa bağırmaya başlıyor içimde bir şeyler. Ellerimle kulaklarımı kapatıp, etrafta çığlık atarak koşturmak istiyorum. İstemiyorum. İs-te-mi-yo-rum. Hiçbir şey. Kötülüklerini istemiyorum hayır, onlara bir şey olsun, üzülsünler ya da mutsuz olsunlar da istemiyorum. Sadece onlar öyle başka bir paralel evrende mutlu mesut yaşasınlar istiyorum. Ama ben hiçbir şekilde var olmamayayım, yok olayım istiyorum. Dayanamıyorum, dayanamadığım için istemediğim için kendime daha çok sinir olup, bu sefer daha da kötü hissediyorum. Sen ne kötü bir insansın niye böyle düşünüyorsun diye.

O gece yataktan fırlayıp pijamalarımla, yağmurlu havada araba sürdüm gece vakti. Tüm gece onların evinde bir de uyuyamadım köpekten ötürü. Sabah 9'da geldiler hastaneden. Gram uyku uyumadım. Tam 12'de konser başlayacaktı. Kahvaltı yapıldı, çocuklar bir türlü bırakmadı derken, o uykusuzlukla ve yorgunlukla yine araba sürdüm öğlen trafiğinde ve tam 11:58'de evden içeri girebildim. Hemen bilgisayarı açtım, ev buz gibi. Üstümde pijama, kafam başım yataktan ve yoldan gelmiş, doğru düzgün kahvaltı edememişim çünkü uykusuzluktan midem bulanıyor. Bir de üstüne canlı yayın uygulaması çöktü. İnternetten kaçak link ararken halının üstünde buz gibi yerlerde aç bilaç süründüm durdum su bile içmeden. Konser bittiğinde ben de bitmiştim, kendim için bir keyif, bir eğlence, bir mutluluk, huzurlu bir zaman geçirme olacak olan şey, sonunda benim dışımdaki nedenler yüzünden kocaman bir eziyete dönüşmüş oldu. Haftalardır evde kendim yemek yapıp yiyorum kuralımı bozmaya karar verip, tamam ulan bu durumda bari kendime bir güzelliği hak ettim dedim. Keşke demeseydim. Yemeğin yanında bulgur pilavı geldi. Yememeliydim. O gün yemedim de. Ama akıl sağlığım o kadar kötü ki iradem daha kötü. Ertesi gün kalan bulgur pilavını önüme alıp, bir kaşık attım ağzıma. Daha ilk kaşıkta nasıl olabilir diyebilirsiniz ama oldu. Film sahnesi gibiydi. Daha ilk kaşık bulgur mideme indiği anda bir yanma hissettim, soluk borum tıkanır gibi oldu, gözlerimi tabaktan kaldırıp dimdik karşıya baktım, yutkundum. Tüm beynim, tüm bedenim o anda bırak tabağı yeme derken, yemeye devam ettim. Çünkü, bilmiyorum. Sadece kötüyüm. Sadece kendime de kötülük yapmak istiyorum. Sadece saçma sapan şeyler yapıyorum. Kocaman bir bulgur pilavını yedim o gün.

Sonraki hafta boyunca boğazımda bir bilye var gibiydi. Karnım yine şişti. Kötüydüm ama en azından midem ağrımıyor diye düşünüyordum. İradem yine kanepenin altına kaçtığı için birkaç gün de üst üste dışarıda yedim. Sonunda en büyük salaklığı da perşembe günü yaptım. Günlerdir dışarıda yediğim için dolapta öylece kalmış olan tavukla taze fasülyeyi yedim eve gelip. Üstüne de birkaç tane incir tatlı gibi olur dedim aldım elime incir tabağını ama dedim ya kendimi yiyerek öldürmeye çalışıyorum. Aldığım incirlerin hepsini yedim tek oturuşta. Perşembeyi cumaya bağlayan gece, üç buçukta ağrıyla uyandım. Daha önceki iki seferde de mide ağrısı çok kötüydü ama bu sefer ölümden daha kötüydü. Tir tir titreyerek, odamla banyo arasında kusarak, öğürerek, ağrıdan ikiye katlanmış olarak, inleyerek ağlayarak saatler geçirdim. O gece, hayatımın en uzun gecelerinden biriydi. Ambulans çağırmaya bile mecalim yoktu, bir ara ağrıdan bayılacağım zannettim. Keşke bayılabilsem de hissetmesem artık diye dua ettim. Ama bayılmadım ve ağrı da geçmedi. Bir yandan lavaboya bir yandan klozete, tüm bir hafta boyunca yediklerimi çıkardım durdum. Bir hafta boyunca içimde kaldıklarını, o gece çıkarırken bütün halinde gördüğüm için hepsini, biliyorum. Geçen senenin sonundan itibaren bende bir şeyler feci bozuldu. Bunu ocaktan beri diyordum ama artık eminim. Yediğim şeyleri öğütmüyorum. Sonunda çıkarabildiğimde ise hepsini çıkaramıyorum, çıkanlar da öğütülmemiş çıkıyor. Karnımda basketbol topuyla yaşamaya devam ediyorum. Midem de ara ara böyle kendini ağrı ile ortaya koyuyor. Ama gelin görün ki gastroentrolog, hiçbir şeyin yok sadece çok yiyorsun diyor.

O yüzden çarşamba gününe yine şansımı denemeye karar verdim. Bu sefer bir devlet hastanesinin dahiliyesinden randevu aldım. Bir de tabi dermatologun roaccutane tedavisi sonrası verdiği merhemi kullanma sürem de bittiği ve hitler bıyıklarımın izleri gene de geçmediği için dermatologumdan da randevu aldım. Çarşamba öğleden sonra işe gitmem, güzelce doktor randevularımı hallederim diyordum. Evrenin benim için çok başka planları varmış. Çarşamba sabahı kalktığımda leyla gibiydim, ateşim vardı. Durup dururken. Öncesinde hiçbir şey yokken. Herkes tişörtle gezerken ben ağustos bittiğinden beri palto giyerken. 3 haftadır kombiyi son gaz yakarken. Sinirden bayılacaktım bu sefer de. O halde arabayı çıkarmayı göze alamadım. Mecburen servise atıp kendimi, işe gittim. İşyerinde öğlene doğru boğazım da acımaya başladı ama gene fena sayılmazdım. Çünkü sabah evde birkaç tane hap içmiştim. Öğlende çıkıp önce dermatologa gittim. Bıyık izlerimin daha yüzeyde göründüğünü söyledi. Bu yüzden önce kremlerle geçirmeye çalışacakmışız. 3 tane krem verdi, her akşam yatmadan bir saat önce sürüp, bekleteceğim. Ocak'ın sonuna kadar deneyeceğiz, bir ilerleme olmazsa...Unuttum yine. Off ya her seferinde doktorun yanına girdiğimde ses kaydı açayım diyorum unutuyorum. Çünkü dediği her şeyi unutuyorum. Kendisine de diyorum, ben unuturum not alayım diyorum, yok ben yazıyorum şimdi buraya kağıda sana vereceğim diyor. Şu an yazdığı kağıda bakıyorum ve Ocak'ın sonu için ne demişti bilmiyorum. Sonra bir de Nisan sonu dedi ama ona ne dedi onu da hatırlamıyorum.

Oradan çıkarken kafam iyice ağırlaşmıştı. Ateşimin yeniden yükseldiğini titreme nöbetlerimden anlayabiliyordum. Ama pes etmeyeceğim diye inat ettim. Hazır şans bulmuşum uzun zaman sonra Korelee'ye gidip, şöyle burnumda tüten lezzetlerinden yiyecektim. Bir çarşamba öğleden sonrası, saat 13:30-14:30 arasında neyseki önünde sıra yoktu. Madem hastayım, menünün yenilerinden tavuk çorbasını deneyeyim dedim. Açgözlülük edip bir de sotteok sotteok istedim. Seottok'un ilk şişi gayet iyiydi, geri kalan iki şişi yememeliydim. Ama üstte de dedim ya, kafamda irade, mantıklı düşünme diye bir şey kalmadı. Tavuk çorbasını bitiremedim. Ateşim iyice yükseldi. Gene de kendime sinirlenerek dahiliye randevuma gitmek için çıktım. Şehrin öbür ucunda, eve gidip arabayı mı alsam dedim. Ama mecalim yoktu. Doğru kararlar veremiyordum. Zombi gibi Güvenpark'a yürüdüm, arada yolun kenarında bulduğum yerlere çöktüm. Kafam o kadar hülyalıydı ki yoldan bir taksi çevirmeyi bile düşünmedim. Doktor randevuma gitmeliyim diye tekrar ederek, yürüdüm. Hastaneye giden dolmuşa bindim. Önce oturdum, zor nefes alıyordum. En azından hastaneye kadar biraz kendime gelirim diye düşünmüştüm. Tabiki hamile biri bindi ve yer verdim. Ayakta bayıldı bayılacak 1 saat yol gittim.

Hakikaten kendime bunları nasıl yapabildiğime inanamıyorum. Sırf bunun için halbuki bu hayata katlanıyorum. Yani öğrenciyken, ailemden harçlık alırken katlandığım sefil hayatı bir daha yaşamamak için sırf bu nefret ettiğim işi yapıyorum. Sırf para için, param olursa artık içine doğduğum sosyal sınıftan kurtulabileceğimi düşündüğüm için bu tiksindiğim hayata tamam diyorum. Ama yine de, ne yaparsam yapayım, kendimi o sefilliğin içinde buluyorum. Tüm gençliğim boyunca her defasında kendime söz vermiştim, bir daha böyle otobüste dolmuşta sürünmeyeceğim, bir daha böyle bir şey yemek istediğimde cebimde para yok diye vazgeçmek zorunda kalmayacağım, bir daha böyle sırf param ucuzuna yettiği için beğendiğim değil de gram hazzetmediğim giysileri giymeyeceğim. Sırf bunlar için her sabahın köründe buz gibi havada kendimi dışarı atıp, o işe gidiyorum. Ama gelin görün ki yine kendimi sefalete düşürüyorum.

Dahiliyeci de pek bir şey bulamadı bu arada. Mide ağrılarım ya da şişen göbeğim için irritabl bağırsak sendromu olabilir dedi, bir şurup ve bir hap verdi. Bunlar 15 gün içinde işe yaramazsa, gastroentrolojiye yeşil kayıt mı ne açıyorum dedi, ona gidebilirmişim. Doktordan çıktıktan sonra asıl sefaletim başladı. Şehir hastanesinden herhangi bir toplu taşıma aracıyla çıkabilmek mümkün değil. Durakta beklemeye başladım herkesle, gelen otobüslerin hepsi dolu geliyor. Nerede dolduklarını bilmiyorum. Ortalık hindistan gibi, herkes birbirini eziyor. Bu arada bir de Tuğba'ya söz vermişim tiyatroya geleceğim diye, ona yetişmem gerekiyor, ayakta duramıyorum, otobüs dolmuşa binemiyorum, taksiler dolu. Yolun ortasına kendimi boylu boyunca atacaktım. Vallahi. Yeter artık bu hayat bana göre değil çıkışımı istiyorum diye bağıracaktım. Ateşten titreye titreye, hastanenin etrafında yürümeye başladım. Bu otobüsler nerede doluyorsa orada bekleyeceğim diye. Her yerim ağrıyor, kafam suyun içinde gibi, yürümeye ve geçen otobüslere bakmaya devam ettim. Gene de bulamadım nerede dolduklarını. Kafam önüme düşmeye başladığı bir yerde bindim bir tanesine. Ama ayakta. Ama salamura vaziyette. İnsanlarla o kadar yapışıktım ki iyi dedim en azından yere düşmem bayılırsam. Gene de Odtü'nün oraya geldiğimde ölecek gibiydim, kendimi attım otobüsten. Metroya binip, Kızılay'a öyle vardım sonunda.

Ama bitmedi. O çarşamba günü, bitmek bilmedi. Tuğba'yla buluştum, bir saat pizzacıya yürüdük. Yine neden taksiye binmediğimi anlayamıyorum, çünkü yürümeyi geçtim nefes alacak halim yoktu. Pizzacıdan çıktık, bir bardak çay azcık gözlerimin önündeki sis perdesini aralayınca dedim bir kafede bir bardak daha içip, en azından tatlı birşeyler yersem mutlu da olurum. Sonunda tiyatro salonunda koltuğuma oturduğumda sanırım ruhum bedenimden ayrılmıştı. Bir buçuk saat ara vermediler. Burnum tamamen tıkandı, nefes alamıyordum ama başımı dik tutmak zorundaydım. Sonunda ara verdiklerinde çıkmak istedim. Eve gitmek istedim. Yatağıma uzanıp, huzurla ölmek istedim. Oyun da aşırı iyiydi, Tuğba'ya çok mahçup hissettim.

Gene de perşembe sabahı işe gittim. Çünkü önceki cuma da midem ağrıdığı için gitmemişken kendimi ayıp olur diye gaza getiriyordum. Hem de gece yatmadan önce o kadar çok hap yuttum ki sabah ayakta durabiliyordum. Belki de bir günlük bir şeydi, iyileşmiş olabilirdim dedim. Perşembe günü, dün öğle yemeğinden sonra ateşim yeniden fırladı. Ofisteki sandalyemde zangır zangır titreyerek uzandım. Sonra oda arkadaşım gelip, arabayla eve bıraktı. Dün akşam eve geldiğimden beri yataktayım. Ara ara ateşim yükseliyor, titriyorum. İlaçları içiyorum körlemesine, sonra düşüyor. İyi hissedip kalkıp yiyecek bir şeyler alıyorum, yedikten sonra bir süre daha iyi oluyorum. Sonra yine kafam bulanıyor, yatakta baygın yatıyorum. Tüm gece bilgisayar göbeğimin üstünde Run BTS izledim. Arada halüsinasyon görmüş bile olabilirim ateşten. Bir de dün akşam kendimi yatağa attığımda nefes aldıkça kaburgalarım acımaya başladı. Tüm gece böyle azcık derin nefes alsam sağ tarafım boynumdan omzuma oradan kaburgalarıma doğru acıdı. Bugün şimdi gün boyu da hapşıramadım. Tam geliyor, hapşıracağım, birden acıyla kaburgalarımı tutuyorum, o anda hapşırık geri kaçıyor.

Midemin ağrıdığının ertesi günü Kore Kültür Merkezi'nin kuruluş yıldönümü etkinliği vardı. Oraya gittim. Etkinliğin ortasında ağrımaya başlarsa diye korkarak. Orada üşüttüm galiba ya. Duş almam gerekiyordu evden çıkabilmek için, leş durumdayım. Duş alıp, oraya gittim. Etkinlik de bahçedeydi. Gerçi gündüz güneşli bu aralar ama ekim ayında açık hava sonuçta. Baya üşüdüm, en son ısıtıcının dibine yapışıp, konseri oradan izlemeye başladım (Kingdom konseri vardı). Ama o kadar buz gibi olmuştum ki konserin yarısında çıkmak zorunda kaldım. Zaten orada olduğum sürece aklımda devamlı düşüncelerin dolanmasına engel olamamıştım bir de. Gençler ne güzel dedim, yeni nesil nasıl böyle bakımlı, kendine dikkat ediyor diye ağzım açık bakakaldım. Kendi neslimin o yaşlardaki halini gözümün önüne getirdiğimde ne kadar perperişan geziniyormuşum dedim. Bir de tabi yine o geç kalmışlık hissi, ben ne yapıyorum hissi, ben her şeyi kaçırdım hayatım bitti hissi yüreğime gelip çöreklendi. Halbuki oraya da mutlu olmak, keyifli zaman geçirmek için gitmiştim.

Bir şeyler daha anlatacaktım, aklımdaydı. Off her şeyi biriktirince böyle oluyor. Artık hasta olmak istemiyorum ya. Kafaca da bedence de.

1 yorum:

  1. Geçmiş olsun. Tüm ilaçları bırakıp bütünsel tıp uzmanına görünmenizi tavsiye ederim. Ankara için Gökşin hanım olabilir mesela. http://www.goksinbalim.com.tr/iletisim

    YanıtlaSil

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...