30 Eylül 2022 Cuma

Sh**ting Stars (2022) ---> Yıldızlarla takılmak

 

Oh Han Byul, bir entertainment ajansında (buna Türkçe ne diyebilirim ki yani) halkla ilişkiler ekibinin lideri olarak görev yapan, oldukça çalışkan, görev bilinci mükemmel, kendini işine adamış bir hanım kızımız. Kendisi boy pos endam olarak aslında medya ile ilişkilerini yürüttüğü oyuncuların hepsinden çok daha dikkat çekici ve daha "star" görünmesine rağmen kimse onu öyle görmüyor dizinin dünyasında ve biz de öyle değilmiş gibi düşünmeye, kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz diziyi izlerken. Temelde işi ajansın oyuncularının arkasını toplamak. Gece gündüz demeden çıkan haberlerin, dedikoduların, skandalların önünü almaya, imajları zedelenmeden kurtarmaya çalışıyor ekibiyle birlikte.

Oh Han Byul'la kanlı bıçaklı olan, ajansın en süper starı Gong Tae Sung, bir yıldır (herhalde bir yıldı) hayır işleri yapmak için kaldığı Afrika'dan dönünce kızımızın gayet normale bağlayabilmiş olduğu hayatı yine tepetaklak oluyor. Oh Han Byul ile Gong Tae Sung aynı üniversitede okumuşlar, oradan sonra da biri başarılı bir oyuncu olurken öbürü de onun ajansının başarılı bir halkla ilişkilercisi olmuş. Ama kedi köpek gibi birbirleriyle dalaşıp duruyorlar. Kızımızın girl squad'ını oluşturan kankalarından biri ajanstaki menajerlerden biri olan Park Ho Yeong, ajanstaki kıdemlilerinden biri olan Yoon Jong Hoon'a platonik aşık ama bu abimiz onu minik kardeşi olarak gördüğünden bunun farkında değil. Diğer kankamız Jo Ki Peum ise cevval bir magazin muhabiri, sektörün en başarılılarından olduğundan çoğu zaman arsız patronunun skandal patlatma çabalarıyla kendi ahlaki değerleri arasında püskürüp duruyor. Bir yandan da pek güzel bir kızımız olduğundan ötürü pek şıpsevdi, bolca sevgilisi oluyor. Neredeyse her bölüm bir başka adamla yakıştırıp, geri ayırıyoruz. Oh Han Byul kızımıza aşık, ajansın hukuki işleri danıştığı firmanın başarılı ve karizmatik avukatı Do Soo Hyuk beyimiz var. Herkesin gıptayla baktığı avukat beyimiz de esas kızımıza kendi sessiz haliyle aşık aşık geziyor. Bu arada ajansın eski ve yeni oyuncularının maceralarını da tüm bu aşk geometrileriyle dolu ortamda izliyoruz.


Sh**ting Stars
, orijinal adıyla 별똥별 (bpuyoltdong bpuyol gibi okunuyor) Güney Kore'nin tvN kanalında 22 Nisan-11 Haziran arasında birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Türkçesi kayan yıldız, dizinin ismini yazarken hani sevimlilik olsun diye yıldız simgeleriyle yazmışlar gibi. (Ayrıca esas kızımızın isminin son kısmı da yıldız demek.) Diziye sırf başroldeki Lee Sung Kyung kızımız için başlamıştım, hafta hafta yayınlanırken izledim ama ancak şimdi yazabiliyorum. Lee Sung Kyung'u beni aşırı kötü yapan Cheese in the Trap (2016)'te görüp, çok sevmiştim. Sonrasında Weightlifting Fairy Kim Bok Joo (2016)'yu açıp hevesle izlemeye başladım ama pek çok diziye yaptığım gibi onun da son bölümlerini bir türlü açıp izleyemedim. Oysa pek sevimli, pek öğretici bir diziydi benim için. Diyeceğim o ki bu kızı çok seviyorum. O yüzden bu diziye de başladım ama hikaye ilerledikçe çoğunlukla beni ekrana çeken diğer karakterler ve oyuncular oldu. Hatta aslında hikayenin kendisi oldu ilgimi çeken. Hiç çekmeyeceğini düşündüğüm halde.

Dünyanın diğer yerlerinde nasıldır bilemiyorum ama Güney Kore'nin bu tv, sinema, müzik sektörlerinin işleyişi ve durumu hakkında sanıyorum 2016'dan beri azimli bir izleyici ve araştırıcı olduğum için belirli bir bilgi edinmiş durumdayım. Eğitim ve çalışma hayatım bu konulardan aşırı uzak bir alanda ve sektörde olduğu için normalde nasıldır bilebilecek bir halde değilim ama oralarda, o küçücük ülkede acayip deli bir ortam dönüyor gibi görünüyor. Diziler tabiki gerçeği olduğu gibi gösteren belgeseller değiller ama sonuçta gerçeğin büyük bir kısmından yola çıkıyorlar. Dizide tüm o işleyişin arka planını izlerken bir yandan dizi komedi olduğundan eğleniyorsunuz, bir yandan da benim durumumda, yok artık bu kadar da böyle olur mu diyorsunuz. İzlediğimiz tüm o dizilerin, tv programlarının arkasındaki insanların yaşadıkları insana pek çok şeyi sorgulatıyor. Yıldız oyuncuların mesela evlerinden burunlarını çıkarma lüksleri yok, herhangi biriyle görülmeleri, iki laf etmeleri durumunda her yerde haber oluyorlar. Bence haber olmalarını gerektiren bir durum yok diyorum ben siz de muhtemelen öyle diyorsunuz ama o ülkede insanlar bunu, sanki o oyuncu sokağın ortasına kusmuş gibi bir havayla karşılıyor. Eğer bir yıldızsan mükemmel bir heykel gibi öylece dikileceksin. Yıldız olamamış, işe yeni başlayan oyuncuların, adayların işi daha da kötü. Yıllardır gelen o intihar haberlerinin gerçekten de bir sebebi olduğunu görüyorsunuz. Yolun başındayken minicik bir rol alabilmek için, kendinizi gösterebilmek için, geliştirebilmek için her şeyi yapmak zorundasınız. İnsanın psikolojisi açısından çok aşırı bir yük ve kötülük tüm yaşadıkları.

Onların yanında işin daha da zor kısmını yüklenenler ise menajerleri. Oyuncular işin tüm psikolojik yükünü sırtlanmaya çalışırken menajerleri de adeta birer kişisel köle gibi peşleri sıra onları sırtlanıyor. Sabahın köründen gecenin bir vaktine kadar oyuncularının ihtiyaçlarına koşuyor, film dizi setlerinde onlara iyi davranıldığından emin olabilmek için ekipleri hediyelere yiyeceklere boğuyorlar, bir yandan tüm prodüktörlere, şirketlere gidip kendi oyuncularına rol verilmesi için yalvarıyorlar. Şöförlük yapıyor, bakıcılık yapıyor, hayatlarından vazgeçiyorlar.

Tüm bunları aslında benim anlattığım ciddiyette anlatmıyor elbette dizi. Onun hikayesi daha bir pofuduk, daha bir sevimli aşk hikayeleriyle bezenmiş halde. Esas kızımızla yıldız oyuncumuzun birbirleriyle didişmelerinden, mış mış bir çift haline gelmelerini izliyoruz. Bekleyebileceğiniz üzere birbirlerine açılmalarına kadar çok mutluydum, çok keyif alıyordum ama o aşamadan sonra onlardan soğudum. Sıktı ikisinin hikayesi. Oysa esas kızımızın yıllar boyu arka planda yaşadığı her şeyi izlerken içime oturmuştu, bunları ancak yaşayan biri hissetmiş biri yazabiliyor dedirtti. Özellikle o kısımlarda arkadan çalmaya başlayan Sondia ile Vincent Blue'nun sesinden "My Secret, My Everything" ile hönküre hönküre ağladığım zamanlar çoktu. Bu karakterle Lee Sung Kyung hakikaten süper bir iş başarmış dedirtti izlerken. Çünkü en başında böyle şeyleri hiç tahmin ettirmiyor insana.

Gong Tae Sung'u oynayan Kim Young Dae


Esas oğlanımız, yıldız oyuncu, aşırı yakışıklı (?!) Gong Tae Sung'u oynayan Kim Young Dae'yi ilk defa izledim. İzlediğim iki dizide minicik rollerde görünmüş ama hiçbir fikrim yoktu. Bu dizide izlerken en başta çok tuhaf geldi, tipi de hareketleri de. Önce tipi ile çizilmeye çalışılan allahım sabahlar olmasın dedirtecek yakışıklılıktaki oyuncu karakterini bağdaştıramadığımdan baya bocaladım. Sonra tüm oyunculuğu aşırı yapay geldi, her sahnede neden bu kadar yapay ve bu yapaylığı abartıyor diye bakınıyordum. Ama izledikçe, Lee Sung Kyung ile sahnelerindeki dinamiği yakaladıkça sinir bozucu bir sevimlilikle kabul ettim oyunculuğunu çünkü anladım ki böyle bir karakter oturtmuştu Gong Tae Sung için. Ama bundan sonra da pek yolunu gözlemem ne yalan söyleyeyim.



Ajanstaki kıdemli menajer abi ile minyon menajer kızımızın aşk hikayesi beni başından itibaren rahatsız etti. Hiçbir şekilde yakıştıramadım ve bence onlar da kendilerini inandıramadıklarından hiçbir şey geçmiyordu ekrandan. Tamamen bambaşka yazılması gereken bir hikayeydi diye düşündüm izlerken ve üşenmesem oturup yazacaktım. Esas kızımızın kankası olan minyon menajerin iş hayatı olarak yaşadıkları aslında başlı başına çok daha ilgi çekici ve başarılıydı. Oyuncuların peşinden koşması, zorlu oyunculara katlanması, yeni oyuncuları keşfedip başarılı olmaları için çabalaması harika yan hikayelerdi. Ve aslında kesinlikle çaylak oyuncusu ile çok daha fazla kimyası vardı. Çaylağı oynayan Lee Seung Hyub aslında N.Flying grubunun üyesi bir rapçi-şarkıcı. N.Flying Güney Kore boyband piyasasında değişik bir şeyler yapıp, pop rock söyleyen bir grup ve bu yüzden de ayrıca severim.


Esas kızımızın diğer kankası, gazeteciyi oynayan Park So Jin'i de ilk defa gördüm ve görür görmez vuruldum sanırım. O da Girl's Day grubunun üyesiymiş mesela, kız gruplarını dinlemeye pek dayanamıyorum o yüzden bilmiyordum. Sonrasında Alchemy of Souls'ta da gördüm kendisini ama zar zor göründüğü için hiç mutlu olmadım. Sonraki projesinde de yine yan rolde olacak gibi görünüyor. Onun karakterinin her bölümde bir başka erkekle bir macera yaşaması süper eğlenceliydi bu dizide. Ya da oyuncularla yaşadıkları, röportajları, haber peşine düşmeleri dizinin en eğlenceli sahnelerindendi.

Deneyimli yan rol oyuncularını ise bir dizide izlerken başka dizilerde de izlemek çok keyifli oluyor ayrıca. Mesela haftanın iki günü bu dizide Kim Dae Gon abiyle çok eğlenirken yarım bıraktığım Hometown Cha-Cha-Cha (2021)'yı da arada açıp orada da görünce çok seviniyordum. Ya da bu dizide ajans müdürünü oynarken aynı anda Bloody Heart(2022) dizisinde saraydaki bir hadımı canlandırıyor olduğunu bildiğim için Ha Do Gwon abi bir bölüme koşarak, tarihi kıyafetler içinde gelince çok eğlendim. Dizi ekibi ve senaristler de bu durumlarla dalga geçtiklerinden onu oraya öyle getirmişlerdi mesela :) Bu deneyimli yan rolcü abiler ablalar, yıl boyu milyon tane dizide görünüyorlar, her defasında çok farklı karakterlere hayat verip, yan rol küçük rol gibi görünmesine rağmen aslında hikayelerin can damarlarını oluşturuyorlar. Uzun yıllar azimli bir Güney Kore dizisi izleyicisi haline geldiğinizde artık bu abilerle ablalarla aile gibi oluyorsunuz, yılın büyük bir kısmını onlarla geçirmiş oluyorsunuz çünkü.

Nihayetinde Sh**ting Stars, sonu tahmin edilebilir olmasına rağmen çok sevimli, aslında işlerin iç yüzünü anlatmasına rağmen pamuk şeker hafifliğinde ve pembeliğinde izle ve iyi hisset hikayesi getiriyor ekranımıza. Bu tür hikayelerde olduğu gibi tabiki ilk 7-8 bölümden sonra sıkmaya ve saçmalamaya başlıyor, bu sırada yan hikayelerinin ve karakterlerinin başarısıyla izleyicisini son bölümlere taşıyabilmeyi başarıp, sonunda kendimize bir hediye olarak verebileceğimiz güzel bir hikaye sunuyor.

27 Eylül 2022 Salı

Caravaggio

Caravaggio, 1571-1610 yılları arasında yaşamış İtalyan bir ressam. Tam adı, Michelangelo Merisi da Caravaggio, Caravaggiolu Michelangelo Merisi. Resimleriyle ilk karşılaştığımdan beri öylece karşılarında durup, kaldığım bir ressam. Barok döneme yerleştiriyor onu sanat tarihi. Işık ve gölgeyi kullanışını hala inceliyorlar. Roma'daki Musei Capitolini'deki Good Luck'ı, Saint John The Baptist'i; Floransa Uffizi'deki Medusa'yı ve Sacrifice of Isaac'i, The Adolescent Bacchus'u, The MET'teki The Musicians'ı kendi gözlerimle görme şansım olduğu için mutluyum. Yukarıdaki video bence onun ve eserlerinin hakkındaki en iyi anlatım. Küratör Letizia Treves o kadar güzel anlatıyor ki ben sadece Caravaggio'yu sevdiğim için değil, tüm bir sanat tarihini anlatsa tabloların önünde günlerce kalkmadan dinlerim dedim. Bir yandan da üzülmedim değil kendime, gençliğimde böyle dersler alabilmiş, böyle şeyler öğrenebilmiş ve böyle şeylerin üzerinde çalışabiliyor olmam gerekirdi diye. Neyse, Londra'daki National Gallery'nin öğle yemeği konuşmalarından birine buyrun siz de konuk olun.

25 Eylül 2022 Pazar

Partner Track (2022) ---> Valla insan yoklukta izliyor


6 senedir çalıştığı koskocaman hukuk şirketinin "junior partner"ı, yani bir çeşit minik ortağımsısı olabilmek için amansız bir yarışın içindeyken tanıştığımız ve 20'li yaşlarının sonunda olduğunu düşündüğümüz Ingrid Yun, son derece çalışkan, başarılı, azimli, zehir gibi bir avukat olarak New York'un tozunu attırıyor. Aynı şirketteki yakın arkadaşları Rachel Friedman ve Tyler Robinson'ın ondan aşağı kalır yanı yok. Tabi bir de şirketin onlar gibi diğer genç ve başarılı junior partner adayları var, gıcık olanı, salak olanı, iyi kalpli olanı ile. Bu mücadele ortamına Londra'dan bir transfer daha geliyor pattadanak, prince charming ama azıcık emotional baggage'li olanından (aman yarabbi Türkçe değil şu an yazdıklarım lütfen yargılamayın beni, İngilizce de değil, böyle saçma sapan bir şey işte, dizinin etkisi). Davalar ardı ardına geliyor, herkes yarışta biraz daha öne geçebilmek için ortalığı yakıyor.

10 bölümlük bir Netflix dizisi olan Partner Track'in konusu böyle, Tayvanlı-Amerikalı yazar ve avukat(hah) olan Helen Wan'ın 2013'te yayınlanmış olan aynı adlı romanından uyarlanmış. Ortaklıklı falan gibi görüp de değişik gelmesin. Çünkü aslında tamamen aynı, o bildiğimiz hikayenin bir de böyle anlatalım versiyonu. Genç ve başarılı, henüz 30lu yaşlara erişmemiş ama onun gölgesinde titreyen, jiks gökdelenlerdeki ofislerinde takım elbiselerle topuklularla dolaşan, elinde kahve bardağı Manhattan sokaklarında taksilere el kaldıran bu seferki hikayede avukatların oluşturduğu ama her seferinde başka bir ortamda geçen (tıpkı bizim yaz dizileri gibi, ortada hep bir holding şirket var ama ne iş yaptığı değişiyor, ayakkabı tasarlayanından güneş gözlüğü tasarlayanına estetik merkezi olanından yazılım şirketi bile olanına kadar çeşitlenebiliyor biliyorsunuz), aslında saf ve iyilik dolu bir aile kültüründen gelip de başarı için burada çok çalışan, bu dünyaya ayak uydurmakla kendi olmak arasında bocalayıp, sonunda o dünyayı alt eden çok iyi kahramanın hikayesi. Yani aslında Hollywood etkisi altında 90larda ve 2000lerin başında büyüyen hepimizin bir gün içinde olacağımızı düşündüğümüz, bilinçaltımızdaki hikaye. Hepimiz fark etmesek de bir gün o Manhattan gökdelenleri arasında elimizde kahvemizle yürüyecekmişiz gibi düşünüyorduk, hadi kabul edelim. Sobanın çıtırtılarının geldiği evlerimizin her daim açık tvlerinde izlerken farkında olmadan o hikayelerdeki genç ve başarılı, kankalarıyla iş çıkışı barda takılan, patronunun bir aramasıyla sabahlara karşı çalışıp kocaman işler başaran, Noel tatilinde ailesinin ışıklı süsler takılmış evine gidip family drama'lara bulaşan o insanlar olacağımızı düşünüyorduk. Siz belki yapabildiniz, bilemiyorum. Belki zaten Y jenerasyonundan değilsiniz ve bunları hiç hayal etmediniz. Ama benimkisi kesinlikle o izlediklerimden çok aşırı farklı bir hayat oldu. Hem 20'lerimde hem de şimdi 30'larımda.


Bu yüzden diziyi ilk açtığımda tamamen o günlerin hatrına, o hayalleri hayal ederken hissettiğim ruh haline girebilmek adına izliyordum. Son zamanlarda Emily in Paris'in de etkisi bu yöndeydi bir anlamda benim için. Zamanında izlediğimiz HIMYM'dan biraz, Friends'tan çok az, azcık Younger'dan, biraz da ne bileyim Gossip Girl'den mesela tatlar alabilmek, New York havasını biraz soluyabilmek falandı amacım. 


Yoksa başroldeki Arden Cho'dan hiç hazzetmiyorum, Teen Wolf'ta hakikaten dayanılmazdı. Belki orada gençti, yeni başlıyordu dizi film işine falan demiştim (ki yeni de başlamıyormuş). Ama değilmiş. Kızda gerçekten hiç iş yokmuş. Çünkü aslında Netflix dizisi olmasının ve türlü zorlamalarla dolu olmasının hepsinden sıyırırsak, aslında gayet eğlenceli ve akıcı bir senaryosu var. Karakterlere yazılan diyaloglar, çözülen davalar, işlenen alt metinler aslında mantıklı, çoğu yerde eğlenceli, kendini izletir cinsten. Ama işte genel olarak bu dizi aslında bir Asyalı-Amerikalı genç kadının işteki çabalamaları ve romantik ilişkileri üzerine kurulu olduğu için ve o karakteri de dünyanın en yapay oyuncularından biri oynadığı için bina ortadan yıkık dökük oluyor. Ingrid Yun karakterini ve onun karşındaki Jeff Murphy karakterini oynayan iki oyuncuyu insan kürekle kovalamak istiyor. 


Onlar dışında herkes keyifle izleniyor, böyle bir şey olabilir mi? Hem de hangi tür bir dizi ortaya koymak istedikleri baştan belli olduğu için hiçbir şeyin çok abartılmadığı bir ortamda bu ikisi kasılarak, bayık bayık durarak, adeta evin bahçesinde evcilik oynarmış gibi sinirlerle oynuyorlar. Biliyorum çok bir oyunculuk ya da mantıklı bir senaryonun bekleneceği bir dizi değil önümüzdeki, öyle düşünerek izlemedim zaten. Ama tüm bunlara rağmen mesela Rachel'ın, Tyler'ın ve diğer gereksiz avukatların bile sahneleri tıkır tıkır akarken bu ikisinin ekranda daha fazla yer alması, zaten diziyi yemek yerken izlemek için açan bize, alacağımız o ufacık keyfe bir güzel ediyor.


Dedim ya hiç başka bir şey bekleyerek açmamıştım diziyi, tamamen o basic ergen hayallerimin hislerini geri yakalayabilmekti amacım. Ama buna rağmen sonlara doğru Rachel ile Tyler'ın ayrı ayrı yan hikayelerinde bile jenerasyonuma dokunan, doğru mesajlar içeren şeyler ortaya çıkmaya başladı. Dizinin tüm yüzeyselliğinin içinde bile, birileri böyle şeyler yazmayı başarabilmişti. 





Dizi, içerdiği davaları tek tek her bölüm bir davayı alıp, işleyip, çözüme kavuşturma yoluyla anlatmayı seçmemiş olması ile de önce bir hımm sevmem herhalde dedirtti. Sonra sonra bölümler ilerledikçe, en başta alınan davaların ve onları oluşturan insanların genel konuya dahil olmalarını çok organik bir şekilde ayarlayabilmeleriyle takdiri kazanmadı değil. Yani aslında ortadaki büyük bir ana konuyu, yan konularla birbirine geçire geçire, destekleye destekleye son bölüme kadar geldiler ki bu aslında hikaye yazımında oldukça iyi şeyler yaptıklarını gösteriyor. En nihayetinde hemen hemen beklediğimiz şeyler olsa da, son bölümde tavan gibi görünebilen bir noktada bırakıp, ikinci bir sezon için hikayenin hem önünü açmış oldular hem de olur ya, yeni sezon onayı gelmezse iyi bir yerde bırakmış oluruz dediler. (2.sezon için henüz hiçbir şey söylenmedi bu arada)

17 Eylül 2022 Cumartesi

Alchemy of Souls (2022) - Ben böyle şey görmedim! İyi anlamda.

 




Hayali bir geçmişte ya da belki çoook uzak bir geçmişte, Daeho ülkesinin büyülü topraklarında gözü kara bir suikastçı, Naksu, güçlü büyücüleri, köklü büyücü ailelerinden gelen büyük büyücüleri tek tek öldürüyor. Ülkenin güçlü büyücü okulu Songrim'in başındaki Park Jin'in önderliğindeki büyücüler peşine düşüp, bir yerde Naksu'yu kıstırdıklarında yaralandığı için tek şansı kalıyor: 200 yıldır yasaklanan büyüyü yaparak, ruhunu başka bir bedene aktarmak. Ancak Naksu bu "ruhların simyası" adı verilen büyüyü yaparken, bir şeyler ters gidiyor ve seçtiği sağlıklı bedene değil, küçük bir köyden başkente gelmiş, fakir  kimsesiz, Mu Deok adlı, minyon, çelimsiz, üstüne üstlük bir de kör olan bir kızın bedenine girmiş halde buluyor kendini. Bu bedende niyeyse bir de büyü güçlerini kullanamadığını fark ediyor. Kaderin cilvesiyle karşılaştığı Jang Uk ile bir anlaşma yapmak zorunda kalıyor böylece. Mu Deok'un bedenindeki Naksu güçlerini geri kazanmaya çalışırken Jang Uk onu saklayıp barındıracak, karşılığında da küçükken enerji kapısı babası tarafından kapatıldığı için bir türlü büyü yapamayan ve Songrim'de eğitim alamayan Jang Uk'a eğitim verecek. Bu sırada bir yandan Songrim büyücüleri Naksu'yu aramaya ve kara büyüleri yapmaya devam eden gizli bir topluluğu ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bir yandan bu ruhların simyasını yapmaya devam eden gizli topluluk, hain emellerini gerçekleştirebilmek için türlü oyunlar ortaya koyuyor.

Güney Kore dizi dünyasının ünlü senaristleri Hong kardeşlerin en son işi olan Alchemy of Souls, Güney Kore'nin tvN kanalında (ve adı batasıca Netflix'te) 18 Haziran-28 Ağustos arasında her biri yaklaşık 1,5 saatlik 20 bölüm halinde yayınlandı. Dizinin ilk haberleri düşmeye başladığında haliyle Hong kardeşler yazdığı için hem önce bir acaba neymiş diye heyecan yaptım, hem de nasıl yazdıklarını bildiğim için biraz isteksizdim. Bundan önce yazdıkları dizilerden Big(2012)'in ilk bölümünü bile bitirememiş, çok ses getiren ve efsaneler arasına giren Hotel del Luna(2019)'nın da ikinci bölümünde kaybolmuştum. Çok güzel olduklarının farkına varıyor olsam da yazdıkları dizileri izleyemiyordum. Oysa The Master's Sun(2013)'ı, My Girlfriend is A Gumiho(2010)'yu, Hong Gil Dong(2008)'u izlemek istiyorum gerçekten. Bu yüzden bu diziye de bir heves başladım.

İlk başta tarihi bir sette geçiyor gibi göründüğü için mutlu olmuştum ki bu kurgusal bir tarihti. Peki dedim, en azından kostümler ve mekanlar var. Kılıçlar ve büyü var. Ama sonra baktım yerde değil, masalarda yemek yeniyor. Erkeklerin saçları idol konserine çıkar gibi kuaförde yapılmış, rengarenk. Kadın karakterlerin manikürleri, göz çevresi boncukları Gangnam'da dolaşır gibi. Tarihi dramaların manyağı olan bünyem alarm vermeye başladı, iteledim. Önce çok ciddi sahnelerle açılan dizi, komedinin dibine vurdu. Ya da olaylar döndü döndü, düğümler birbirine girdi aha dedim kelleler havada uçuşacak çok üzüleceğim, yok bakamıyorum. Ağzımı açık bırakacak şekilde o düğümleri çözüp, en olmadık yerde komediye vurdular. En komedi oluyor gibi görünen yerlerde arkada acayip zekice hamleler aldı götürdü. Jung So Min'i çok severim diye bakıyorum zannettiğim ortamda her bir karakterin oyuncusuna sarılacak duruma geldim. Özel efektlerin kalitesi ve sağlamlığı karşısında her bölüm ekrana yapışıp kaldım. İlk başta aslında ben ne izliyorum diye kafam bir hayli karışmış şekilde izledim, onda yalan yok. Hiç alışık olmadığım tarzda bir şeyler dönüyor gibiydi ama adını koyamıyordum. Sonradan tee yıllar önce üniversitede izlediğim bir Çin yapımı filmi hatırladığımı fark ettim. Bambu ağaçlarının arasında uçuşup, birbirlerine kılıç sallayan karakterler gözümün önüne geliyordu ama adını bir türlü hatırlayamıyordum (hala hatırlayamıyorum). Nette biraz bakınınca aslında bu türün Wuxia adı verilen bir Çin roman türü olduğunu gördüm. Yerçekimsiz ortamda tablo gibi dövüşler yani. Zaten birkaç bölüm izleyen herkes ilk önce bu eleştiriyi yapmış görünüyordu. Bunun benim için kötü bir yanı yoktu tabi, hiç bu türde Çin dizisi izlememiştim, zaten benziyor olmasının da benim için bir sakıncası yoktu. Sadece çok ama çok tuhaf geldi ilk başta. Çünkü beynimi ilk etapta tarihi bir drama izleyecekmişim gibi kodlamıştım farkında olmadan. Ama dedim ya, ilk birkaç bölümden sonra hiçbir şeyin önemi kalmadı, yarattıkları dünyaya hoop diye dalıvermiş buldum kendimi. Tüm yönleriyle etraflıca çizilmiş bir evren yaratmışlardı ve onunla birlikte sürüklenebiliyordunuz.



Jung So Min'in o alttan alta gıcık eden ama kendini sevdiren oyunculuğuna yine bayıldım. Beni derinden etkileyen, favorilerimden biri olan Because This Is My First Life(2017)'tan beri hiçbir dizisinin doğru düzgün izleyemedim doğru. Bakıp bakıp kapattım hepsini. Ama umutluydum, bir gün yine beni etkileyen bir dizide oynayacaktı. Burada, senaryonun yazılışına uygun olarak tatlı-acı, yumuşak-sert, doğru-yanlış arasında şahane geçişlerle oynayışını izlemek çok keyifliydi. Karakter anlatımını iyi çözmüştü, bu sayede biz de çözebildiğimiz için çoğu yerde hep tahmin edebildiğimiz yalınlıkta oynadı.


Ki bu da beni hiçbir şekilde tahmin edemediğim bir karaktere getiriyor. Lee Jae Wook'u doğru düzgün hiçbir yerde izlememiştim. İzlediğim dizilerden birkaç tanesinde minicik ekranda görünmesinin dışında, delicesine sevdiğim, her kış izlemek istediğim When The Weather Is Fine(2020)'da yan rolde izlemiştim. Orada bile o küçücük rolde pasparlak parlıyordu. Burada ise acayip keyifli bir karakter yarattığını görünce izlemekten çok mutlu oldum. Her an ne yapacağı, ne tepki vereceği belli olmayan, her durumdan bir şekilde sıyrılabilen ama bir yandan güven veren, eğlendiren şahane bir karakter izlettirdi bize.


Bir de ilk defa izleme şansı bulduğum ve tanıştığım oyuncular vardı. Hwang Min Hyun mesela yakınlarda dağılan NU'EST grubunun üyesiymiş ve harika bir sese sahipmiş, dizideki en düzgün ve naif ama sıkmayan karaktere hayat verdi. Tanıştığıma çok sevindiğim Shin Seung Ho'yu kariyerinin belki de en manyak rollerinden birinde izleme şansım oldu. Veliaht prens olarak ortalıkta hep olmasını istediğimiz, adeta bir oyun değiştirici, yapıtaşı gibi hem de çok kahkahayı attıran, eğlencemizin yarısını ona borçlu olduğumuz mükemmel yazılmış bir karakteri canlandırdı. Park Jin karakteri ile Kim Do Ju karakterleri arasındaki dinamik izlemesi en keyifli sahneleri oluşturdu, çoğu zaman ulan buraya nereden geldik bir durun be ya dedirten cinsten ama aşırı eğlencelilerdi. Şu an hala Today's Webtoon'da izlediğim Im Chul Soo ise sonradan girip, vazgeçilmezimiz oldu. Sh**ting Stars(2022)'da çok sevdiğim Park So Jin'i küçük bir rol olsa da görmekten çok mutlu oldum. (Aslında o dizi daha önce yayınlandı ve haftalık izlemiştim ve onu önce yazmam gerekiyordu ama off işler güçler.)


Tüm yan karakterleri ve yan hikayeleriyle, müthiş yaratılmış evreniyle efsanelerin arasına çoktan katılan dizinin yarı yolundayken daha tabiki ikinci sezon haberi geldi. İkinci sezon haberiyle de Jung So Min'in rolünün bittiğine dair haberlerin dolanması ve ilk başta Naksu'nun asıl bedenini oynayan oyuncunun (Go Yoon Jung - Law School(2021)'da izlemiştim onu da, bir türlü yazamadığım dizilerden biri, orada pek güzeldi, zaten asıl işi modellikmiş) geri döneceğinin haberi ile biraz olayın nerelere varacağını çözmemiz üzdü ama olsundu, yolun sonu değil yolculuğun kendisi güzeldi. Zaten ben ilk açtığımda biliyordum ki bir Hong kardeşler dizisi size asla tatmin edici, mutluluk verici bir son sunmazdı. Neyse belki ikinci sezonda şaşırtırlar da bir kerecik daha olsun gerçek hayatta bulamadığımız mutluluğu kurgu evrenlerdeki büyülerde buluruz.

6 Eylül 2022 Salı

주문, 마녀와 가을 ---> ben bu sonbaharın büyüsünü çok yanlış anladım galiba

Orada doğmuş olsaydım ben de şimdi mavi kabanımla
Oxford sokaklarında sevimli sevimli dolanıyor olabilirdim.
Coğrafya kaderdir çocuklar.

Hava soğudu. Yılın o zamanına geldik yine. Sabahları yarı bulutlu yarı güneşli havada evden çıkınca birden buz dolabına çarpmış gibi olduğumuz, içeriye, dört duvar arasına her girişimizde sıcaktan bunaldığımız, güneşte durunca yanıp, gölgede içimiz üşümese bile açıkta kalan kollarımızın, tenimizin dışarıdan bir soğukluk var burada ama ne ola ki diye ikileme düştüğü, yazlıkları giyiyorum ama bir tuhaflık var bu işin içinde diyerek, o son kırıntılara tutunduğumuz mevsimdeyiz. Yapraklar yerlere düşmeye başladı bile. Sadece son iki gündür soğumuş olmasına inanamıyor insan. Oysa daha o iki gün öncesinde fırının içinde yaşıyor gibi olduğumuz gerçeği, çok uzak bir hayal gibi şimdiden.

Evet hava 30 derecenin altına düştüğü anda benim sonbahar romantik hüznü modum etkinleşiveriyor. Daha bir yalnızlık çöküveriyor üstüme, evimde kendimi sarıp sarmalayasım geliyor. Sanki iki gün öncesinde şortumla hoplayıp zıplayan ben değilmişim gibi bugün böyle kitaplık raflarıma hüzünle bakıyorum. Şaka bir yana, üstüme çöktü hakikaten o his. Birdenbire.

Sonbahar bir yandan da sihirli bir şeyleri çağrıştırıyor ya, aklıma A Discovery of Witches düşmüştü. Yine evren benimle oynamaya başladı tabi. Bugün iş yerinde Ali de diziden bahsetmeye başladı. İlk anda bir erkeğin o diziyi izlemiş olmasına şaşırdım, tüm önyargılarım bana böyle şeyler düşündürtüyor çünkü. Şey gibi düşünün, bir erkek Jane Austen okumaz ya da Twilight izlemez gibi geliyor ya. Aynı mantıkla bu da öyle geliyordu bana. Sonra Ali'nin baya beğendiğini hem de sadece diziyi izleyerek beğenmiş olduğunu görünce gerçekten şaşırdım. Bir yandan da bu ara aklıma düştükten hemen sonra konusunun geçmesine şaşırdım. Evren yine bana dil çıkarıyor gibime geliyorken üstüne bir de stajyerlerimizden bir tanesi tarot kartlarını getirmişti, bana tarot baktı ve söyledikleri, o goygoy ortamında bile, ulan nasıl yani dedirtti. Daha önce demiştim ya bir ara, (hay allahım burada böyle 11 yıldır yazıyor olunca artık neyden nerede bahsettim ne kadar bahsettim bilemiyor hale geldim) A Discovery of Witches'deki hikaye okurken bana kendimi düşündürttü diye. Diana'nın anne babası, o küçükken, güçlerinin ve kaderinin hayatının sonraki aşamalarında onu zor duruma düşürmemesi için, bir anlamda onu koruduklarını düşünerek, güçlerini kullanamamasını sağlayacak şekilde büyü yapıyorlar. Bir yaşa kadar çok iyi bir şekilde büyü gücü gösteren Diana, o günden sonra büyürken hep güçsüz bir cadı olduğunu düşünerek, buna inanarak büyüyor. Her yaptığı büyü ters gittiği veya en basit büyüleri bile yapamadığı için kötü bir cadı olduğunu düşünüyor. Ailesi tarafından üstüne bir çeşit koruma kalkanı gibi oturan o büyü yüzünden, hiçbir zaman gerçek Diana olamıyor yani. Sonunda gerçeği öğrenip, üstündeki büyüyü kaldırmaya ve kendi gücünü açığa çıkarmaya başladığında ise adeta parıldamaya, ışıldamaya başlıyor. Zincirlerinden kurtuluyor ki aslında bu zincirler de ona en sevdikleri tarafından yine sevgilerinden ötürü konulmuş oluyor halbuki. Kitapları okurken 4 yıl önce, kendim için de - belki biraz egoistlikle - aynı şeyi düşünmüştüm. Ailemin, sevgilerinden ve başka türlüsünü bilmediklerinden düşünemediklerinden ötürü beni yetiştirme şekilleriyle, büyütme yöntemleriyle etrafıma sardıkları o görünmez zincirlerin, duvarların arasında neredeyse 30 yıl geçirmişim gibi geliyordu. Son birkaç yıldır, tüm bunları fark edebildiğim ve anlayabildiğim zamandan beri ben de kendi kendime bu koruma büyüsünü kırmaya, kendi büyümü ortaya çıkarmaya çalışıyorum bir anlamda. Büyürken bana bilmeden yükledikleri tüm o travmalardan, korkulardan, önyargılardan, mutsuzluklardan kurtulmaya çalışıyorum. Çoğu zaman bir arpa boyu yol alamadığımı düşünüyorum. Hala o zincirlerin içinde debeleniyorum. Ve hep sanki ben de o kalkanın içinden çıkabilsem Diana gibi olacakmışım gibi geliyor. Gerçek ben olabilecekmişim gibi, bir zamana kadar her fotoğrafta kimseye aldırmadan kocaman gülümserken sonsuz mutlu görünen o küçük çocuk geri gelecekmiş gibi, o çocuk hayal ettiği ve aslında yaşaması gereken hayatı böylelikle elde edebilecekmiş gibi geliyor.

İşte bugün bu diziden bahsetmemizin üzerine bir de tarot kartları önümde dizi dizi açılırken enerjini alamıyorum dedi bana stajyerimiz. Kapatmışım enerjimi dışarıya, vermiyormuşum. Korumaya almışım kendimi. Yirmili yaşlarımın başında bir şeyler olmuş ve o zaman kapatmaya karar vermişim.  O bir şey olma şeyleri çok daha öncesinde başladı beybisi diyecektim de gülümseyebildim sadece. Yirmili yaşlarımın başında sadece son noktasıydı, şalter o zaman attı bence. Ama tuhaf değil mi bu da? Önce aklıma ADoW hikayesi geldi, sonra diziyi yarım bırakmıştım devam edeyim dedim kendi kendime, sonra Ali ondan bahsetti, ardından da tarot kartları bunları söyledi. Neden her şey ve herkes sadece farkında olduğum şeyleri tekrar tekrar gösteriyor, işaret ediyor, üstüne parmak basıyor? Sevgili evren, bana bunları söylemene gerek yok diye bağırasım geliyor. Ben bunları biliyorum zaten. Bana bir türlü algoritmayı vermiyor hiçbiri. Sorun bu, çözüm bu demeniz gerekiyor. Önce gün doğumunda iki zeytin yaprağını çiğneyeceksin, sonra ilk dolunaya kadar her akşam yatmadan önce başının üstünde iki tur döneceksin, ilk dördün geldiğinde de bir kağıda zincir resmi çizip, yakıp, dumanına güney yönüne savuracaksın niye demiyor hiç kimse? Niye böyle değil sorunlarımın çözümü? Dolunayda erik ağacına kırmızı ip bağlayıp, düğüm atınca ertesi gün öğlen vakti boyum 175 olsun mesela. Yok mu böyle çözümler ya?

Off gene işim çakralara kaldı galiba. Sonunda avatar aang'e döneceğim o olacak.

4 Eylül 2022 Pazar

Downton Abbey: A New Era(2022) --- Herşeyin bitişi mi yeni bir başlangıç mı?

 1928 yılının Britanya'sında Downton Abbey arazisinde işler herkes için biraz daha değişiyor gibi görünüyor. Aslında yıllardır ayaklanmaya başlayan bu değişiklikler, sonunda yepyeni bir dönemin kapılarını açıyor. 1912'den beri bizimle olanlar, bayrağı bir sonraki nesle devrederken, dışarıdaki dünya Downton'ın içine de sızıp, aristokrasiyi ve hizmetli sınıfını yıllardır içinde yuvarlandıkları değişikliklerin gerçekleştirdiği başka bir evrene taşıyor.


Bizim için 2010 yılının Eylül'ünde, Downton Abbey evreni için 1912'nin Nisan'ında başlayan yolculuğun geldiği - şimdilik - en son noktada, adından anlaşılacağı gibi yeni bir çağın kapı eşiğindeyiz. 1928 yılında bir yandan Hollywood ve sinema dünyası, Downton'a sızıyor, bir yandan tüm açık kalmış meseleler çözüme kavuşuyor. Eski bir dönemi kapatmak için ne gerekliyse, senaryo onu yapmaya çalışıyor. Eski dönemin timsali gibi, yıkılmadan hep orada duran Lady Violet'e veda ediyoruz bu yüzden mesela, Julian Fellowes da Maggie Smith'in hayat verdiği bu karaktere bizim de ne anlamlar yüklediğimizi bildiğinden, böyle yapmakta çok büyük fayda görmüş olmalı. Lady Violet'e eski bir gençlik aşkından kalan miras, Fransa'nın güneyinde mükemmel bir villa, bu filmin iki ana konusundan biri. Downton sakinlerinin bir kısmını film boyunca Fransız Rivierası'na yolluyoruz. Diğer yarısı ise evde kalırken, Hollywood ile tanışıyoruz. Bir film ekibi, çekim yapmak için Downton'ı seçiyor ve asilliği olan her Britanyalı aile gibi Crawleyler'in de parası olmadığından akan çatıyı yaptıramadıklarından, kabul ediyorlar. İlk başta Downton Abbey dizisinin çekimleri de Highclere Kalesi'nin çatısının yenilenmesine yaradığından çok manidar olmuş hikayenin bu kısmı gerçi.


Bir önceki filmde de olduğu gibi, şurada da yazdığım gibi, yine bir sinema filmi özelliği gösteremiyor bu film de. Ama 6 sezon boyunca izlediğimiz dizi bölümleri havasını da taşımıyor. Onlar kadar güzel veya anlamlı da olamıyor yani. Kullanılan filtre, kamera vs. bile bir tuhaf, bir değişik duruyor. Hikaye anlatımı açısından da bir akış yakalayamıyor. Bir önceki filmde herkesin sadece görünmek için kameranın şöyle bir önünden geçtiğini söylemiştim. Burada da ikişer üçer karakterler bir noktada durup, birbirlerine bir iki cümle söylüyor. Resmen yönetmen "cut!" demeyi unutmuş, uyumuş gibi hissettiriyor. Karakterler böyle minik minik skeçler gibi oynuyorlar bölümlerini, kamera öylece kalıyor, onlar susuyor, ama oynamıyorlar çünkü sahne bitmiş oluyor, eh hadi söyledim lafımı gidelim gibi bakıyorlar. Sonra hop diğer skeçe atlıyoruz. Hikayenin anlattıkları da aşırı klişeleşiyor. Dizideki o incelikten, o içe işleyen soğuk gibi görünen ama samimi incelikten yoksun her şey. Mary ile Edith birbirlerine gıcık olmalı, o zaman normal konuşmanın ortasında birbirlerine küfretsinler denmiş mesela. İki oyuncu da durup birbirlerine saçma sapan bir cümle söylüyorlar ama zerre duygu ya da oyunculuk göstermeden, sonra sahne devam ediyor. Sanki diziyi izlemiş biri oturmuş senaryonun başına, hımm şimdi bu karakterin şöyle bir iş becermesi lazım, şu karakterin de mutlaka böyle bir söz söylemesi lazım diye yazmış. Karakterlerin asıl "karakteri" ne bundan bihaber bir şekilde yazılmış. Lady Violet'in hiçbir şekilde söylemeyeceği, yapmayacağı şeyleri dan dun söyleyişine şahit oluyoruz mesela. Ya da sırf dizide Violet'in o meşhur efsaneleşmiş laflarından ettirebilmek için durup ikonik bir şey söyletmeye çalışıyorlar, ama ne o etkisi var o lafın ne de konuya uygun düşüyor. 


Dahası herkese bir partner bulalım kaygısı. Ortalık Twilight'a dönmüş resmen. Her bir karaktere, neredeyse masada duran tabağa bile bir partner bulma kaygısıyla herkesi çift çift haline getirebilmek için cumburlop gelişen yan hikayelerle dolu ortalık. Zaten hemen hemen her sezonda Mary'e yeni bir love interest oluşturma klişesine de girişiyorlar durduk yere. Hayır yani o zaman daha mantıklı bir arka plan oluşturup, şimdiki kocasından kurtarsaydınız da film yapımcısı adamla yaptıkları tüm o muhabbetler, hikaye gelişimleri bir işe yarasaydı. Ya da hizmetlilerin olayların en çetrefilli anında hayati müdahaleler yapması olayını zorlayıp, bakın işte minik Daisy'miz gene işe yaradı diye ortaya fırlatmaları gibi durduk yere hiç inandırıcı veya gerekli gelmeyen şeylerin olmasına ne demeli? Senaryonun fikri güzelken, ilerleyişi ve ortaya konması o kadar zorlama ki nereden tutulursa tutulsun elde kalıyor. Hayır bu filmi de tüm diziyi yaratan Julian Fellowes yazmış görünüyor anlamadım ki. Ohh parayı çap ettim nasıl olsa deyip, asistan ordusuna mı yazdırdı ya.



Tüm bunlara, Lord ve Lady Grantham'ın hakikaten de hastalıklı ve yaşlanmış görünmelerine bile, rağmen ben tabiki zevk aldım izlemekten. Downton'ın benim için önemini ve yerini biliyorsanız anlıyorsunuzdur. Böylesine her beklediğimi karşılayabilmiş başka bir dizi, bu alanda, olmadı şimdiye kadar. Bu yüzden nasıl saçma çekilirse çekilsin yine severek ve mutlu olarak izleyeceğim. Yine Lady Mary'nin kıyafetlerinden gözlerimi alamamaya, evdeki eşyalara ah keşke benim olsa diye bakıp kalmaya, yemyeşi bahçede dantelli şemsiyemle beş çayına kalmaya, Mrs.Hughes ile Carson'ın şirinlik abidesi kulübesine özenmeye devam edeceğim.

1 Eylül 2022 Perşembe

구월 - “I used to love September, but now it just rhymes with remember.”

 Ahh Eylül...Yazın bitiyor olduğunu, kocaman bir yazı heba ettiğimizi hatırlatan ama bir yandan da gizemlerle dolu, sihirli, yandan gülümsemeli, hınzırlıkla dolu sonbaharın geldiğini gösteren Eylül. Aslında her sene gelişini hem ötelemeye çalıştığım, inkar ettiğim, hem de dört gözle beklediğim ay Eylül. Bu yüzden belki de çoğu sene burada gelişini kaçırdığım bir ay olmuş. Bu yarı kürede yaşadığım için haliyle her şeyin toparlandığı, başladığı, haldur huldur yola koyulduğu bir zaman olduğu için çoğu durumda o kadar yolunu gözlüyor olsam da nasıl gelip, ilerlediğini fark edemeden geçirmişim. Neverland'in ilk Eylül'ünde, hemen ikinci günü benim için çok önemli olan bir film hakkında, altına kendim de imza atabileceğim bir mektup paylaşmışım, Damon Lindelof'un Indiana Jones and The Raiders of The Lost Ark filmine mektubunu: I Love.Always Have.Always Will. Henüz işe başlamamış, hayatta bu kadar yenilmemiş bir hayalperest olarak, romantikmişim haliyle. Sonraki yıl, bilgisayar mühendisi olarak çalışmamın ilk yılında, bir yandan elimden kaymakta olan arkeoloji yüksek lisansına tutunurken kendimi iş yerinin kütüphanesinden aldığım kitaplara vermiştim. Sherlock Holmes kitaplarına sarmışım, meşhur dizinin de iki sezonu yayınlanmış o zamanlar, tam havamdaymışım. Eylül'ün 9'unda ancak yazmışım, Çizgi roman Baskerville Laneti ve tvdeki Sherlocklar Watsonlar. Aynı zamanda "Elementary" dizisinin de yeni başladığı dönemlermiş, vay be. O diziyi de bir türlü izleyememiştim o zamanlar. Bazen bazı şeylerin zamanı, yeri bir türlü gelmiyor ya, öyle bir durum. Halbuki azcık bile bakabildiğim zamanlarda pek keyif almıştım. Tamam o zaman bunu not ediyorum, Elementary maraton yapılacak :)

2013'te ise, belki burada en başından beri benimle beraberseniz bilirsiniz, büyük karanlığım içinde Eylül'ün gelmesi gitmesi pek umrumda olmamış, 12'sinde yalnızca şunu paylaşmışım: “She had always wanted words, she loved them; grew up on them. Words gave her clarity, brought reason, shape.”

2014'ün 1 Eylül'ünde, şimdi düşününce acı acı gülümsediğim şeyler yapıyor ve düşünüyormuşum. İş yerinden ayrılacak, aileme karşı çıkacak cesaretim olmadığını içten içe bilmeme rağmen, yine üniversite sınavına girmiş, üstüne bir de Bilkent'i burslu kazanmış, kayıt olmaya gidiyordum. Vay be. Tek sorunum arabam ve param olmaması gibi görünüyordu gözüme, şimdi ikisi de var ama gençliğim yok, hayata geç kaldım. Sokaktan ve Hayatın İçinden'de "Ben işe de gitmek istemiyorum ki. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Evde oturmak istiyorum, odamdan çıkmadan dizi izlemek istiyorum, çıkıp parka kitap okumak istiyorum, amaçsızca dolaşmak istiyorum sokaklarda, bulutlara bakmak istiyorum, rüzgar essin saçımı karıştırsın istiyorum, alt geçitte mendil satan çocukla konuşmak istiyorum, onu oradan kaldırmak eline bir top verip parka yollamak istiyorum, kızılayda adım başı yerde sürünen "suriyeliyim lütfen yardım edin" yazan kağıtlarla oturan insanlar için birşeyler yapmak istiyorum, artık annemle konuştuğum her telefondan sonra kapat tuşuna basar basmaz tutamadığım gözyaşlarım olmasın istiyorum." diye yazmışım. İlahi ben.

2015'te ise biraz geekliğim yüzeye çıkmış, Eylül'ün gelişini ilk günden anlatmışım Eylül'ün Getirdikleri'nde. Sanırım işten istifa ettiğim, yeniden yüksek lisansa başlıyor (veya başlayacak?) olmamın umudunun üstüne, ülkede ve dünyada olan kötülükler oturmuş. Hayal meyal hatırlıyorum ama hatırlamak da istemiyorum. O yazıdan öğrenmek istediğim tek şey, Eylül isminin üzümden geldiği. Üzüm zamanı olduğu.

2016'da ise Roma'dan Yorgunlukla bildirmişim :) Ahh zavallı, salak ben. Eylül'ün ancak 22'sinde yazabilmişim. O zaman da dediğim gibi "Ama öyle bir sele kapılıp gitmişçesine geçirdim ki günleri.", keşke bir işime de yarayabilselermiş o günler. 2017'de haliyle, Roma'dan gittim gördüm ve yenilmiş döndüğüm için, işsiz güçsüz, evde tek başıma minimum yaşam koşullarında idare ettiğim için, şu an hayatımın büyük bir bölümünü kaplayan bu kara deliğe düşmüştüm. Kore deliğine. "yazılmış belki de en sevimli dostluk hikayesi, ikinci güney kore dizim: A Gentleman's Dignity (2012)"'de hala onca yıl sonra, onca diziden sonra favorim olarak kalmaya devam eden diziyi anlatmayı seçmişim Eylül'ün yarısı çoktan kaybolmuşken. 

2018'de Eylül'ü bir kitap ile açmaya karar vermişim, Jason Segel ve Kirsten Miller'dan "Otherworld". Her yeni bir işe başladığımda kendimi kitaplara vermiş olmam tesadüf mü sizce de? Yoksa bilinçaltımın, kendi sağlığını koruma şekli mi? 2019'da tam artık yaşlandığım, eleğini asmış Bilbo Baggins'e döndüğüm belli oluyor, Autumn seemed to arrive suddenly that year. The morning of the first September was crisp and golden as an apple.diye yazmışım. O kadar zaman geçmedi aslında üstünden ama sanki onları yazan ben ile şimdi ben arasında milyonlarca yıl varmış gibi.

Meşhur 2020'nin Eylül'üne kitapla başlamışım, "Jan Wallentin'den Strindberg'in Yıldızı". Evden çalışabiliyor ve kitaplar okuyabiliyor olmanın kıymetini bilemediğimi hatırladıkça kahroluyorum. Geçen sene ise ahahah:D Ay allahım gülesim geldi. Eylül başladığında vertigo ile kafam bozuk, ilk defa psikiyatriste gittiğim için kafam hakikaten de bozuk iken yazmışım Terapi'yi.


O yüzden bu sene sanırım Eylül ayının çiçeklerinden bahsetsem uygun düşecek gibi. Sonuçta ben de artık doğadaki çiçeği böceği çeken beyaz saçlı teyzelere döndüm sayılır. Şaka şaka. Beni çiçeklerden çok, o çiçeklere dair mitolojiler, hikayeler ilgilendiriyor. Biraz da o yüzden çekiliyorum çoğu şeye. Eylül ayının asıl çiçeği Yıldızpatı. Aslında hemen hemen her yerde görebileceğimiz çiçeği büyük ihtimalle siz de benim gibi papatyaya benzetip, ama niye renkli ki bu diyerek geçip gidiyorsunuz (o derece ilgiliyim yani bitkilere düşünün:D ). Papatya ailesinden ama 600 farklı türü var. İngilizcesi Aster, Latince Astrum'dan geliyor. Yıldız demek, yıldıza benzer şeklinden ötürü. Zor topraklarda büyüyebiliyor, soğuklara donlara karşı koyabiliyor ve bir sürü değişik renkte olabiliyor. Çoğunlukla sonbahar geldiğinde açtığı için Eylül ayının ve Başak burcunun çiçeği olarak görülüyor. Yunan mitolojisine göre Astraeus ile Eos'un kızı olan tanrıça Astraea'nın gözyaşlarından oluşmuş yıldızpatı çiçekleri. Demir Çağı'nda insanlığın kaos ve zalimliğinden bıkıp, göklere yükselip, Başak takımyıldızını oluşturmuş Astraea, adaleti, masumluğu, saflığı simgeleyen bakire tanrıça olarak kimine göre insanlığın haline üzüldüğünden, kimine göre gökyüzündeki yıldızların azlığına üzüldüğünden gözyaşı dökmüş ve gözyaşı damlaları da düştükleri yerlerde yıldızpatı çiçeklerini oluşturmuş.


Eylül ayının bir diğer çiçeği ise Gündüz Sefası. Bu çiçek isimlerini Türkçe'ye kim kazandırıyorsa tebriği hak ediyor aslında, Morning Glory'yi mesela böyle kazandırmış bize. Pembeden more ve maviye uzanan değişik tonları olan çiçeğin eski zamanlarda pek çok kullanım alanı varmış. Azıcık kafa yaptığından ötürü o tür şeylerde kullanılmasının yanısıra, hani şu bildiğimiz Goodyear'ın yaratıcısı Charles Goodyear amca şimdiki halini icat edene kadar, Mezopotamya'da kauçuğu sertleştirip sağlamlaştırmak için kullanılıyormuş.


Bir diğer çiçek de Eylül'e özgü olan Unutmabeni çiçeği. Yıldızpatı saflığı, Gündüz Sefası acılı boşuna aşkı, Unutmabeni çiçeği de aşkı hatırlamayı simgeliyor. Neşeli, canlı, hayat dolu yazın bitiminde sonbaharın kendisi gibi biraz yalnız, biraz kendi kendine kalmış, oturmuş unutulmuş aşkların saflığını düşünen Eylül ayı gibi.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...