1 Eylül 2014 Pazartesi

sokaktan ve hayatın içinden

Çalıştığım yer hemen hemen yarı açık cezaevi gibi olduğundan şehrin merkezine gitmek, alelade bir sokakta yürümek, şapşal şapşal bulutlara bakmak, toplu taşıma araçlarını kullanıp hayretlere düşmek, bir şey alırken kasiyerin görevlinin suratına bakabilecek dahası iki çift laf edebilecek kadar sürenin elinde olduğunu bilmek türünden şeyler yaşadığımı hissettiriyor, o kadar aciz durumdayım. Her neyse işte, bu sebeple nelerle karşılaşıyor, şaşırıyorum bilseniz siz de bana şaşırıp kalırsınız.
Az önce terzideydim misal. Terzi Zafer Amca. Bu ona ikinci gidişim. İlkinde tamamen tesadüfen şansımı denemiş ve ona denk gelmiştim, hayatımda şansı tutturduğum nadir anlardan biridir herhalde. Şimdiye kadar iyi biri olarak göründü gözüme. Dahası kötü herhangi bir titreşim de almadım ondan, ufak ekibinden ve kutu kadar dükkanından. Bugün de yine elbise vermeye gittim. Malum, ben tam bir hobbit olduğumdan ve de elbiseleri elflere göre ürettiklerinden üzerinde dikiş oynamamış birşey giyemiyorum nerdeyse. Yalnız bu seferkinde boy kısaltmanın yanında daraltma da olacaktı. Terzi amca gayet elinde iğneyle yan taraflarımdan tuttururken bel bölgesindeki açıklığa karşı şöyle birşey dedi : E bunun altına birşey giyeceksin herhalde demi? Keşke şuraya o andaki bakışlarımı ve yüz ifademi koyabilseydim. Kekeledim ama toparladım sanırsam. "Eee, ee, nereye?" şeklindeki ilk tepkimin üzerine "burası böyle niye açık kalmışki?" deyince o, haliyle toparladım durumu. Bıraktım terzi amca tek omuzlu elbisenin içine atlet giyeceğimi düşünüp, akıl sağlığını korusun.
Tek o da değil. Sabah okula kayıt olmaya gideyim dedim (o da ayrı bir konu aman yarabbi resmen ne yapıyorum ben ne yapıyorum ben diye ellerim havada koşturuyorum amaçsızca, ama içimden). Tabi en son Hacettepe'nin Hindistan trenlerinden hallice otobüslerindeki rezilliklerimi bir yılın üzerinde bir zaman önce çekmiştim, unutmuşum ne menem birşey olduğunu kampüslere ulaşabilmenin sıkı bir kondisyon gerektirdiğini. Lanet olsun kimse çıkıp da gel seni her gün okula bırakayım arabayla nolur demiyor! Bir saatin üzerinde bekleyip dolmuşa burnumu bile sokamayınca taksiye bindim. Taksici abiye "bu dolmuşlar kampüse giriyor mu?" diye sormamla başladı herşey. Taksici abiye göre bu insanlar kıymet bilmiyordu, hele o odtülüler tam nankördü. Hem onların oradaki yola karşı çıkmışlardı, hem de şimdi gelmiş bilkent'in ordaki yola dava açmışlar durdurmuşlardı. Ne geçiyordu ellerine. Bu yolları sonra en çok onlar kullanıyordu. Hayret birşeydi ya! Adam o kadar uğraşmıştı eskişehir yolunu rahatlatmak için, otobüsleri bile kaldırmıştı kızılay'a giden, metroyu getirmişti, odtüden geçen yolu yapmıştı acayip rahatlamıştı eskişehir yolu. Bunlar bir de güya üniversitede eğitim gören insanlar, bilimsel çalışmalar yapan insanlar olacaktı! Ve ben fark ettim ki o konuşurken, çok pis olmadığım biri gibi görünebiliyorum. Katılmadığım birşeyi rahatça savunabiliyorum. Anında satabiliyorum. Şakası bir yana, belki de bazen hakikaten olabileceğimiz kadar objektif olmamız gerekiyor. Tek bir açıdan, tek bir taraftan bakmaktan bıkmıyor muyuz? Kızılay'a giden (ki orası neresi diyenler var, inanın çok şanslısınız orasının neresi olduğunu bilmediğiniz için, bu bozkırın ortasında yaşamıyor olduğunuz için - gene de söyleyeyim Ankara'nın merkezi oluyor) otobüsleri kaldırıp, metro aktarması yapmış olması pek sevgili başGanımızın baya bir sinirime dokunmuş durumda, evet. Pek çok kişinin de. Ama taksici abinin de dediği gibi belki trafiği azaltmaya yaramıştır, bilemem. Ben bahtsız bir yaya olarak şunları görüyorum bu durumdan: Bomboş belediye otobüsleri, cama yapışmış organizmalar şeklinde insanlarla dolu giden özel halk otobüsleri, ümitköy'deki metro istasyonuna zombilerden kaçıyormuşuzcasına koşturan insanlar, duraklarda hala durumu bilmediğinden saatlerce otobüs bekleyen ve sinir küpüne dönmüş insanlar, ulan bir de aktarma parası alıyorlar diyen hayrete düşen insanlar - ki başganımın bizi soymasına hala şaşıran insanlara şaşıran insanlar. Peki trafik rahatladı mı? Taksici abi öyle diyor.
Okul konusundaysa tamamen katastropik bir hale düşmüş durumdayım. Bilkent'i gördükten sonra dedim ki içimden aman yarabbi buraya 18 yaşımda gelseymişim altıma edermişim korkudan - şimdi de farklı değilim orası ayrı - ama çok da iyi olurmuş. İnsan burada neler olmaz ki, neler başarmaz ki nerelere ulaşmaz ki. Ama altında arabası varsa! Hay edeyim ben böyle işin içine. Bileydim böyle olacağını işe ilk girdiğimde 3 yıl önce, bir araba alır sürer dururdum. Harcamazdım onca parayı, kalmazdım şimdi böyle dımdızlak. Hayır o kampüsün içinde insanın bir yerden bir yere gitmesi mümkün değil arkadaş. Hele kampüse ulaşması daha büyük dert. Valla her anında kaçmak istedim sabah, ne yapıyorum ben burada diye. Yarın ingilizce sınavlarının ilkine gireceğim ama hala tam kararımı verebilmiş değilim. Ufacık bir sebebe bakıyorum iyi hadi madem işe geri döneyim dememi sağlayacak.
Ben işe de gitmek istemiyorum ki. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Evde oturmak istiyorum, odamdan çıkmadan dizi izlemek istiyorum, çıkıp parka kitap okumak istiyorum, amaçsızca dolaşmak istiyorum sokaklarda, bulutlara bakmak istiyorum, rüzgar essin saçımı karıştırsın istiyorum, alt geçitte mendil satan çocukla konuşmak istiyorum, onu oradan kaldırmak eline bir top verip parka yollamak istiyorum, kızılayda adım başı yerde sürünen "suriyeliyim lütfen yardım edin" yazan kağıtlarla oturan insanlar için birşeyler yapmak istiyorum, artık annemle konuştuğum her telefondan sonra kapat tuşuna basar basmaz tutamadığım gözyaşlarım olmasın istiyorum.
Ne pazartesi ama. Hem de eylülün 1'i. Sanki Hogwarts'a başlamışız, bu yukarıdakilerin hepsi kabus, uyanmışız McGonagall'ın dersine geç kalıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...