Ahh Eylül...Yazın bitiyor olduğunu, kocaman bir yazı heba ettiğimizi hatırlatan ama bir yandan da gizemlerle dolu, sihirli, yandan gülümsemeli, hınzırlıkla dolu sonbaharın geldiğini gösteren Eylül. Aslında her sene gelişini hem ötelemeye çalıştığım, inkar ettiğim, hem de dört gözle beklediğim ay Eylül. Bu yüzden belki de çoğu sene burada gelişini kaçırdığım bir ay olmuş. Bu yarı kürede yaşadığım için haliyle her şeyin toparlandığı, başladığı, haldur huldur yola koyulduğu bir zaman olduğu için çoğu durumda o kadar yolunu gözlüyor olsam da nasıl gelip, ilerlediğini fark edemeden geçirmişim. Neverland'in ilk Eylül'ünde, hemen ikinci günü benim için çok önemli olan bir film hakkında, altına kendim de imza atabileceğim bir mektup paylaşmışım, Damon Lindelof'un Indiana Jones and The Raiders of The Lost Ark filmine mektubunu: I Love.Always Have.Always Will. Henüz işe başlamamış, hayatta bu kadar yenilmemiş bir hayalperest olarak, romantikmişim haliyle. Sonraki yıl, bilgisayar mühendisi olarak çalışmamın ilk yılında, bir yandan elimden kaymakta olan arkeoloji yüksek lisansına tutunurken kendimi iş yerinin kütüphanesinden aldığım kitaplara vermiştim. Sherlock Holmes kitaplarına sarmışım, meşhur dizinin de iki sezonu yayınlanmış o zamanlar, tam havamdaymışım. Eylül'ün 9'unda ancak yazmışım, Çizgi roman Baskerville Laneti ve tvdeki Sherlocklar Watsonlar. Aynı zamanda "Elementary" dizisinin de yeni başladığı dönemlermiş, vay be. O diziyi de bir türlü izleyememiştim o zamanlar. Bazen bazı şeylerin zamanı, yeri bir türlü gelmiyor ya, öyle bir durum. Halbuki azcık bile bakabildiğim zamanlarda pek keyif almıştım. Tamam o zaman bunu not ediyorum, Elementary maraton yapılacak :)
2013'te ise, belki burada en başından beri benimle beraberseniz bilirsiniz, büyük karanlığım içinde Eylül'ün gelmesi gitmesi pek umrumda olmamış, 12'sinde yalnızca şunu paylaşmışım: “She had always wanted words, she loved them; grew up on them. Words gave her clarity, brought reason, shape.”
2014'ün 1 Eylül'ünde, şimdi düşününce acı acı gülümsediğim şeyler yapıyor ve düşünüyormuşum. İş yerinden ayrılacak, aileme karşı çıkacak cesaretim olmadığını içten içe bilmeme rağmen, yine üniversite sınavına girmiş, üstüne bir de Bilkent'i burslu kazanmış, kayıt olmaya gidiyordum. Vay be. Tek sorunum arabam ve param olmaması gibi görünüyordu gözüme, şimdi ikisi de var ama gençliğim yok, hayata geç kaldım. Sokaktan ve Hayatın İçinden'de "Ben işe de gitmek istemiyorum ki. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Evde oturmak istiyorum, odamdan çıkmadan dizi izlemek istiyorum, çıkıp parka kitap okumak istiyorum, amaçsızca dolaşmak istiyorum sokaklarda, bulutlara bakmak istiyorum, rüzgar essin saçımı karıştırsın istiyorum, alt geçitte mendil satan çocukla konuşmak istiyorum, onu oradan kaldırmak eline bir top verip parka yollamak istiyorum, kızılayda adım başı yerde sürünen "suriyeliyim lütfen yardım edin" yazan kağıtlarla oturan insanlar için birşeyler yapmak istiyorum, artık annemle konuştuğum her telefondan sonra kapat tuşuna basar basmaz tutamadığım gözyaşlarım olmasın istiyorum." diye yazmışım. İlahi ben.
2015'te ise biraz geekliğim yüzeye çıkmış, Eylül'ün gelişini ilk günden anlatmışım Eylül'ün Getirdikleri'nde. Sanırım işten istifa ettiğim, yeniden yüksek lisansa başlıyor (veya başlayacak?) olmamın umudunun üstüne, ülkede ve dünyada olan kötülükler oturmuş. Hayal meyal hatırlıyorum ama hatırlamak da istemiyorum. O yazıdan öğrenmek istediğim tek şey, Eylül isminin üzümden geldiği. Üzüm zamanı olduğu.
2016'da ise Roma'dan Yorgunlukla bildirmişim :) Ahh zavallı, salak ben. Eylül'ün ancak 22'sinde yazabilmişim. O zaman da dediğim gibi "Ama öyle bir sele kapılıp gitmişçesine geçirdim ki günleri.", keşke bir işime de yarayabilselermiş o günler. 2017'de haliyle, Roma'dan gittim gördüm ve yenilmiş döndüğüm için, işsiz güçsüz, evde tek başıma minimum yaşam koşullarında idare ettiğim için, şu an hayatımın büyük bir bölümünü kaplayan bu kara deliğe düşmüştüm. Kore deliğine. "yazılmış belki de en sevimli dostluk hikayesi, ikinci güney kore dizim: A Gentleman's Dignity (2012)"'de hala onca yıl sonra, onca diziden sonra favorim olarak kalmaya devam eden diziyi anlatmayı seçmişim Eylül'ün yarısı çoktan kaybolmuşken.
2018'de Eylül'ü bir kitap ile açmaya karar vermişim, Jason Segel ve Kirsten Miller'dan "Otherworld". Her yeni bir işe başladığımda kendimi kitaplara vermiş olmam tesadüf mü sizce de? Yoksa bilinçaltımın, kendi sağlığını koruma şekli mi? 2019'da tam artık yaşlandığım, eleğini asmış Bilbo Baggins'e döndüğüm belli oluyor, “Autumn seemed to arrive suddenly that year. The morning of the first September was crisp and golden as an apple.” diye yazmışım. O kadar zaman geçmedi aslında üstünden ama sanki onları yazan ben ile şimdi ben arasında milyonlarca yıl varmış gibi.
Meşhur 2020'nin Eylül'üne kitapla başlamışım, "Jan Wallentin'den Strindberg'in Yıldızı". Evden çalışabiliyor ve kitaplar okuyabiliyor olmanın kıymetini bilemediğimi hatırladıkça kahroluyorum. Geçen sene ise ahahah:D Ay allahım gülesim geldi. Eylül başladığında vertigo ile kafam bozuk, ilk defa psikiyatriste gittiğim için kafam hakikaten de bozuk iken yazmışım Terapi'yi.
O yüzden bu sene sanırım Eylül ayının çiçeklerinden bahsetsem uygun düşecek gibi. Sonuçta ben de artık doğadaki çiçeği böceği çeken beyaz saçlı teyzelere döndüm sayılır. Şaka şaka. Beni çiçeklerden çok, o çiçeklere dair mitolojiler, hikayeler ilgilendiriyor. Biraz da o yüzden çekiliyorum çoğu şeye. Eylül ayının asıl çiçeği Yıldızpatı. Aslında hemen hemen her yerde görebileceğimiz çiçeği büyük ihtimalle siz de benim gibi papatyaya benzetip, ama niye renkli ki bu diyerek geçip gidiyorsunuz (o derece ilgiliyim yani bitkilere düşünün:D ). Papatya ailesinden ama 600 farklı türü var. İngilizcesi Aster, Latince Astrum'dan geliyor. Yıldız demek, yıldıza benzer şeklinden ötürü. Zor topraklarda büyüyebiliyor, soğuklara donlara karşı koyabiliyor ve bir sürü değişik renkte olabiliyor. Çoğunlukla sonbahar geldiğinde açtığı için Eylül ayının ve Başak burcunun çiçeği olarak görülüyor. Yunan mitolojisine göre Astraeus ile Eos'un kızı olan tanrıça Astraea'nın gözyaşlarından oluşmuş yıldızpatı çiçekleri. Demir Çağı'nda insanlığın kaos ve zalimliğinden bıkıp, göklere yükselip, Başak takımyıldızını oluşturmuş Astraea, adaleti, masumluğu, saflığı simgeleyen bakire tanrıça olarak kimine göre insanlığın haline üzüldüğünden, kimine göre gökyüzündeki yıldızların azlığına üzüldüğünden gözyaşı dökmüş ve gözyaşı damlaları da düştükleri yerlerde yıldızpatı çiçeklerini oluşturmuş.
Eylül ayının bir diğer çiçeği ise Gündüz Sefası. Bu çiçek isimlerini Türkçe'ye kim kazandırıyorsa tebriği hak ediyor aslında, Morning Glory'yi mesela böyle kazandırmış bize. Pembeden more ve maviye uzanan değişik tonları olan çiçeğin eski zamanlarda pek çok kullanım alanı varmış. Azıcık kafa yaptığından ötürü o tür şeylerde kullanılmasının yanısıra, hani şu bildiğimiz Goodyear'ın yaratıcısı Charles Goodyear amca şimdiki halini icat edene kadar, Mezopotamya'da kauçuğu sertleştirip sağlamlaştırmak için kullanılıyormuş.
Bir diğer çiçek de Eylül'e özgü olan Unutmabeni çiçeği. Yıldızpatı saflığı, Gündüz Sefası acılı boşuna aşkı, Unutmabeni çiçeği de aşkı hatırlamayı simgeliyor. Neşeli, canlı, hayat dolu yazın bitiminde sonbaharın kendisi gibi biraz yalnız, biraz kendi kendine kalmış, oturmuş unutulmuş aşkların saflığını düşünen Eylül ayı gibi.