28 Şubat 2011 Pazartesi

ÇANAK-ÇÖMLEK PATLADI

Cengiz Semercioğlu'nun bugünkü Hürriyet Kelebek'teki köşesinde bir yazı var: "Başbakan'ın Çanak-Çömlek Dediği". İlginç.


Başbakan’ın çanak-çömlek dediği
Başbakan Erdoğan, Yenikapı-Üsküdar arasını Boğaz’ın altından birleştirecek Marmaray projesinin neden geciktiğini anlatırken “Çanak, çömlek çıktı diyerek bizi 3,5 yıl oyaladılar” dedi...
Tarihi esere ancak sokaktaki adam çanak-çömlek küçümsemesiyle yaklaşabilir.

Başbakanlar ise yönettikleri ülkenin tarihini bu tür söylemlerle aşağılamamalı. Bir siyasetçi olarak kendisine dehak vermiyor değilim...
Şu Marmaray’ın, 12 Haziran seçimlerinden önce açılışı yapılsaydı...
Mayıs sonu gibi tam havalar ısınırken açılış töreni Ak Parti şenliğine çevrilseydi...
Marmaray dört dörtlük bir seçim yatırımı olsaydı... Ne güzel olurdu değil mi?.. Ama çanak-çömlek diyerek bunu engellediler!
Başbakan’ın çanak-çömlek dediği nedir biliyor musunuz?
- 36 adet gemi batığı... Dünya üzerinde, karada ahşap batık bulmak tam bir mucizedir. Yenikapı’da bu bulundu,eski Theodosius limanı ortaya çıktı. Bu gemiler tek tek belgelendi.
- Neolitik döneme yani M.Ö 8000’lere ait kalıntılar bulundu. Bu İstanbul’un tarihini değiştirip, 1000 yıl öncesindenbaşlattı.
- Yenikapı’da 13. yüzyıla tarihlenen bir kilise, Üsküdar ayağında 12. yüzyıla tarihlenen bir yapı bulundu.
- M.Ö 4 ve 13. yüzyıl arasında kalıntıların çıktığı “100 Ada” denilen bölgenin “yerinde korunmasına” karar verildi.Yani burada yapılacak olan istasyon bir “müze istasyon” olacak. Binlerce yıllık tarihin içinden geçerek metroya bineceğiz.
- Bölgede sadece arkeologlar değil, zoologlar, jeologlar, botanikçiler de dahil olmak üzere dünyadan pek çok bilim insanı çalıştı. Çünkü hayvan, bitki kalıntısı da dahil olmak muhteşem bir zenginlik ortaya çıktı.
- Bunun yanı sıra sayıları 10 binleri geçen sikke, keramik, heykel, mezar kalıntıları, Başbakan’ın deyimiyle çanak-çömlek bulundu.
- 2008’de dünya çapında bilimsel sempozyum düzenlendi, sergi açıldı, belgeselleri çekildi.
Tüm bunlar ortaya çıkmışken biz ne yapsaydık?
Allioni’de olduğu gibi üzerini kumla kapatıp metroyu geçirse miydik? Yoksa Taliban’ın yaptığı gibi tarihi eserleribombalayıp yola devam mı etseydik?..
Başbakan’ın dediği gibi bu yüzden proje 3,5 yıl gecikti, belki milyonlarca dolar zarar ettik ama bir tarihi dekurtardık...
İyi ki bu ülkenin bilim insanları var.

Roma farklı mı
Ben Başbakan Erdoğan’ın “Çanak çömlek diyerek bizi engellediler” demesi yerine...
“Marmaray 3,5 yıl gecikti ama İstanbul’da binlerce yıllık tarihin üzerine oturuyoruz. İğneyle kuzu kazıyoruz. Tarihi kalıntıları kurtararak Marmaray’ı inşa ediyoruz. Bu yüzden gecikiyoruz” demesini beklerdim...
Böyle dese ne kaybederdi?.. Tam aksine büyük puan toplardı. Hadi modern esere ucube dedi, bari tarihi esereçanak-çömlek demeyen bir başbakanımız var diye alkışlardık.
Bakın bizim gibi tarihin üzerinde oturan Roma’ya.
Ben ne zaman gitsem bitmeyen bir metro kazısı var Roma’da. 2015’te bitecek.
Bizim gibi su altından falan da geçirmiyorlar, kısa bir güzergahı 10 yılda bitirecekler. Ben 2005’te gittiğimdeRoma’da şu yazıyı gözlerimle gördüm: “Metro çalışması için arkeolojik kazı çalışması...” Metroyu kazmadan öncearkeolojik kazı yapıyor adamlar. Çok önemli tarihi eser çıkarsa ona göre güzergah belirliyorlar.
İstanbul’u çölün üzerine kurulan Las Vegas gibi inşa edemezsiniz...
Bu yüzden de “çanak-çömlek patladı” deyip geçemezsiniz.




27 Şubat 2011 Pazar

CAMELOT İLK BÖLÜM İNCELEMESİ:NASIL BAŞLADI?

Önceki gün bahsettiğim üzere Starz'ın Camelot'u ilk bölümüyle seyirci karşısına çıktı. Aylardır teaserları nette dönen dizinin ilk bölümü vaadedilen görüntüleri ve oyuncuları ile şimdilik hızını almaya başlamış bir şölen tadındaydı. Kurban mı yoksa sadece ezilmeye çalışılmış haklı bir kadın mı olduğu konusunda bir türlü bir mutabakata varılamayan Morgan Le Fey rolünde Eva Green resmen kendini bulmuş gibi. Kışkırtıcı, ürkütücü, tehdit edici ve bir o kadar da kırılgan, güzel görünüyor. Zaten ilk onunla tanışıyoruz. 15 yıllık manastır sürgününden sonra gelip, babası Uther Pendragon'dan kendisini yeniden saraya kabul etmesini istiyor. Ama kral kararlı, onu kovuyor. Bu sırada Morgan'ın, kendi annesinin ölümünden hemen sonra babasıyla evlendiği için ölesiye nefret ettiği kraliçe Igranie'le tanışmış oluyoruz. Claire Forlani iyi bir seçim gibi duruyor.
Babasına iyice içerleyen Morgan - ki bu sırada krallığın tek yasal varisinin kendisi olduğunu düşünüyor, Arthur'da hiçbir şekilde haberi yok- sihirle yüzünü değiştirip, kralı yemek yoluyla zehirliyor. Uther'ın ölüm döşeğinde Merlin yetişiyor ama onu kurtaramıyor. Joseph Fiennes'in çizdiği Merlin portresi oldukça değişik. Saçı kazınmış, oldukça dinç, orta yaşının en güçlü döneminde gayet de kendisi kral olabilecekmiş gibi bir Merlin ortaya koymuş Fiennes. Fiziksel olarak böyle olmasının yanısıra, bu Merlin kendi espri anlayışına sahip, genç görünse de sanki içinde kaldıramayacağı ağırlıktaki fırtınaları taşıyormuş gibi görünüyor. Fiennes'in bu Merlin'i ne kadar ileriye götürebileceğini hep birlikte göreceğiz.
Arthur'sa havai, kız peşinde bir delikanlı olarak gösterildi ilk bölüm itibariyle. Buna karşın yuvarlak masanın Sir Kay'i olacak Kay ise yere sağlam basan genç adam rolünde. Jamie Campbell Bower'ın Arthur'u ve Peter Mooney'nin Kay'i şimdilik idare eder.
Hikayenin ana hatları Le Morte D'Arthur'da anlatıldığı gibi. Bu bölümde Morgan kral Uther'dan ters yüz görünce onu zehirledi ve yerine geçme umuduyla Orkney Kralı Lot'a evlilik yollu yandaşlık önerdi. Ayrıca Igranie'ni sürgüne gönderdi. Bu sırada Merlin, seneler evvel bebekten götürüp Sir Ector ve karısına emanet ettiği Arthur'u bulmaya gitmişti. Tahta geçirmek üzere Arthur'u almaya gitti bu şekilde ancak Arthur, kardeşi olarak bildiği Kay'i de yanında götürmek istedi. Bu şekilde Merlin, Arthur ve Kay birkaç günlük bir yolculuğun ardından Roma döneminde yapılmış ancak artık harabe olarak duran antik Camelot kalesine geldiler. Merlin etrafa haber salmıştı, kral olarak tanınması için Arthur'un, istekli olanlar gelsin diye. Brastias, Leontes, Palamides ve Pelinor Arthur'a bağlılıklarını sundu. Ancak üvey kardeş Morgan ve onun müttefiki kral Lot kabul etmedi. Bu arada Arthur'un rüyası aracılığıyla meşhur Guinevere'i de görmüş olduk. Mists of Avalon'da seneler önce Morgan Le Fey'in çocukluğunu canlandırmış olan Tamsin Egerton, Guinevere olarak çok iyi şeyler yapacağa benziyor. Ormanda kendisine saldırdığı için öldürdüğü adam Lot'un oğlu çıkınca Arthur, annesi olarak bildiği Sir Ector'un karısının gözleri önünde Lot tarafından öldürülmesini izledi. Böylece taraflar birbirlerine açıkça savaş ilan etti. Tabi Kral Lot rolünde de James Purefoy var. (Ben bu adamı her görüşümde hep tanıdık birine benzetiyorum ama bir türlü çıkaramıyorum, hep böyle oluyor sanki aileden eş dost akrabadan biriymiş gibi.)
Bu arada dizinin yazarı olarak görünen isim Tudors'u bize 4 sezon izlettiren ve Cate Blanchett'lı Elizabeth filmlerinin de aynı zamanda yazarı olan Michael Hirst.
İlk bölümde taşları yerine koyan Camelot, bakalım bundan sonrasını ne yapacak?

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 2)

Bölüm 1'de kaldığımız yerden devam:
6) The King's Speech
Şimdiki İngiltere kraliçesi Elizabeth'in babası 6.George meğerse kekemeymiş. Taht hakkı balına buna düşmüş, bu yüzden de senelerce konuşma terapistinin yardımıyla olayı idare etmiş. Hikaye bu. Yine yaşanmış, gerçek bir durumu anlatan filmlerden. Bana öyle çok büyütülecek birşeymiş gibi gelmeyen bu hikaye, kendinden ve herşeyden ölesiye korkan bir kekemeden bir kral çıkaran Colin Firth'ün, yeteneğini sımsıcak ukalalığıyla birleştirip bir kralın tek dostu olabilmeyi başaran Geoffrey Rush'ın ve normalde ne kadar manyak olduğunu bildiğimiz kendi kişiliğini tamamen bırakıp adeta monarşinin tıkır tıkır düzeneği için doğmuş gibi davranabilen Helena Bonham Carter'ın gücünü arkasına alıp ortaya etkileyici olmayı başarabilen bir film olarak çıkmış. Beni gene öyle fazla "ooo, yuh,..."bilmem ne ettiren bir film olmadı. İstedim, olabilirdi de ama sanırım artık bu aslında kral olmak istemeyen ama olmak zorunda kalan, çok utangaç çok gözardı edilmiş ama içinde aslan yatan, en başına en kötü tercih gibi görünüp de esasında olayın sonunda en iyisi haline gelen olağanüstü insanların anlatımları beni sıktı. Ya da o kadar alıştım ki zaten böyle olmasına, müthiş işler başaran karakter gerçek de olsa, artık pek bir etkileyiciliği yok benim için. Bu yüzden filme hakkını veriyorum ama hikayeden dolayı değil. "Sinema"ruhundan dolayı.
Colin Firth neredeyse tek aday. Film de arkasına aldığı bu dalgayla ödül için güçlü bir aday. Javier Bardem'e artık ne yaptığında ödül verecekler, bilemiyorum.
7) The Social Network
Hikayeyi hepimiz biliyoruz. 84'lü Mark Zuckerberg adında bir çocuk, bilgisayarıyla oynarken Facebook dediğimiz şeyi yarattı ve artık dünya üzerinde hayat yok, facebook üzerinde hayat var. David Fincher'ın filmiyse tüm bu cazibenin arkasındaki birkaç senenin ve birkaç insanın hikayesini anlatıyor. Orda burda neden bu filme bu kadar yüklenildiğini anlayabilmiş değilim. Ne var yani facebookun kuruluşunu anlatıyorsa film? Bir İngiliz tahtı serüveni değil evet ya da kendini harap eden psikopat bir balerinin süzülüşü de değil. Aksine daha iyisi, bugünkü bir gerçeği gösteriyor tüm çıplaklığıyla. İnsan doğasının içini gösteriyor. Bugün, gençliğin nasıl yetişmiş olduğunu, derdinin neler olmaya doğru yol aldığını anlatıyor. Olayın gayet içinde bir insan olduğumdan dolayı belki, daha da çok koydu bana, bilemiyorum.
En iyi film dalında bir diğer olasılık. Altın Küre de aldı, artık Akademi şaşırtmaz herhalde.
8) Toy Story 3
Geçen sene en iyi film dalı aday sayısının 10'a çıkartılması ile açılan bir kategori bu. Ben öyle adlandırıyorum artık. Bir tane animasyonu da en iyi film adayları arasına yazıyorlar ama hiçbir şekilde orada olduğuna dair film his vermiyorlar. Hep birlikte bir görmezden gelme durumu. Akademi üyelerinin izlediğini bile sanmıyorum. Muhtemelen gönderilen cdlerin arasından ayıklayıp, çocuklarının torunlarının odasına koyuyorlar. Tamam ben de büyük bir animasyon fanı değilim, böyle insanlar olmasına rağmen. Tuhaf da bulmuyorum olmasını. Çünkü aklı başında hiçbir sinema izleyicisi animasyonun son on yıl içinde geldiği noktayı inkar edemez. Senaryo açısından bence her zaman ilerideydi animasyonlar ama artık her açıdan da böyle. Diğer "insanlı" filmler arasında ödül verilmesi bence de normal olmaz da, henüz...Ama şu da var ki izlediğim bu on film arasında beni ağlatabilen- evet ağlatabilen-  tek filmdi.


9) True Grit
Vahşi Batıda, daha doğrusu Amerikan İç Savaşı'nın bitiminin hemen ertesinde, 14 yaşındaki bir kız babasının katilinin peşinde orda oraya iz sürüyor, gangster kovalıyor, adam ikna ediyor, ticaret yapıyor ve 20-30 sene sonra bunu anlatıveriyor. Esasında çok etkileyici olabilecek bir hikayeyi, hem de elde oyuncu açısından en güzel malzemeler bulunurken nasıl böyle yapabilmiş Coen Biraderler ben çözemedim. Yani evet beğeneni çok, iyi de bir yandan bakınca ama bende uyandırdığı hiç bir yarım kalmışlık, bir tür al işte bir kaşık ama gerisi yok çanakta hissiydi. Anlamadım, denedim, filmi doğru düzgün izlemedim mi yoksa diye. Aklım başka bir yerde miydi falan dedim. Değildi, ciddi ciddi az geldi film. Vurucakmış gibi yapıp, geri çekildi. Dilimde de sadece Jeff Bridges'le Matt Damon'ı ve Josh Brolin'i izlemiş olmanın tadı kaldı.
En iyi film olmaz, Bridges'e de geçen sene ödül verdiler, en iyi kadın da Natalie'nin zaten.




10) Winter's Bone
İşte bu senenin beni en çok etkileyen Oscar adayı. İnanılmaz görüntüleri, sessizliği, gerçekliği, yanıbaşındaymışsınız gibi söylenen çalınan müziği ile -eğer ille de adaylar bunlarsa- ödülün verilmesi gereken tek film bence. Çoğunluğu önceden rol yapmamış yöre insanının oluşturduğu kadrosu...Ama özellikle Jennifer Lawrence.
17 yaşındaki Ree, psikolojik rahatsız annesi ve iki küçük kardeşinin tüm sorumluluğunun üzerine, uyuşturucu imal eden ve kaçak durumda olan babasının ipotek verdiği evlerini kurtarma çabasında, kendinden daha büyük ve çok acımasız bir dünyanın tam göbeğine dalıveriyor. Ne Catwoman o, ne de Wonderwoman. Sadece elinde amacı ve cesareti var. Ölesiye dayak da yiyor, en sert şekilde tehdit de ediliyor, göl dibindeki babasının cesedinden ellerini de kesiyor ama yılmıyor, bağırmıyor, şikayet etmiyor. Sessizce ekranda devleşiyor.
Aday olduğu 3 dalda da ödül verilmeyecek gibime geliyor.


Benim tahminlerim:
En İyi Film: The Social Network
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale

Ben olsam:
En İyi Film: Winter's Bone
En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence
En İyi Erkek Oyuncu: Javier Bardem
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Helena Bonham Carter
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: John Hawkes

Herşeyi bir yana, eğlenceli bir gece olsun hepimize. Amacı da bu değil mi zaten?

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 1)

Artık gelenekselleşmiş olduğu üzere, bu sene de En İyi Film Oscar'ı adaylarını metanetle izledik, keyfini çıkara çıkara çiğnedik, inceledik.

1) 127 Hours
Aron Ralston, nisan 2003'te bir haftasonu kimseciklere neresine gittiğini haber etmeden kanyona koşmaya, bisiklet sürmeye, tırmanmaya vs.ye gitmiş. Acayip güzel ve eğlenceli geçmekte olan gününün ortasında bir yarıkta birden ayağı bir kireç kayasına basmış, kayayla birlikte yarıktan içeri yuvarlanmış. Yuvarlanma esnasında da sağ eli ve yaklaşık olarak kolunun dirseğine yakın bir yerine kadar olan kısmı kayayla yarık duvarı arasına sıkışmış. Kolunu hiçbir şekilde oradan kurtaramadan ve kimsenin ruhu duymadan tam 127 saat geçirmiş orada. Sonunda dandik kör çakısıyla kolunu kesip, kendini oradan çıkarmış da kurtulmuş. "Miş"li geçmiş zaman, çünkü gerçek bir Aron Ralston var ve onun hikayesine dayanarak çekilmiş bu film. Danny Boyle yönetmen koltuğunda, filmin tamamında ekranımızda olan başrol ise James Franco'nun.
Film esasında kolunu kesme bölümüne gelene kadar beni gayet eğlendirdi ama ne zamanki o kolu o kesmeyen çakıyla delmeye, kemiğini kırmaya, sinirlerini koparmaya çabalamaya başladı, bende herşey aydınlandı. "Anaa, bu herif cidden orda. Sıkışmış, harbiden insan öyle orda kalıverse nice olur hali ya?" Afakanlar basmaya başladı nitekim. Hiç huyum olmayan klostrofobi hain yüzünü gösterdi. Oturduğum yerde nefesim kesilmeye başladı, hele Ralston o siniri parmağıyla evirdi çevirdi buldu, koparmaya girişti, bende film koptu. Normalde hiçbir şekilde hiçbir filmde (tamam hiçbir demeyelim de çoğunda) iğrenmem, korkmam. Yani bir şekilde o gerçek-değillik hissini kaybetmem, aklımın bir köşesi hep bilir o ekrandaki salçadır sudur yağdır. Bu sebeple 127 Hours'da da ilk 70 dakika boyunca aklım gayet iyi durumdaydı. Ne zaman o "gerçekten de yaşamış ulan bunu" gerçekliği yüzüme çarptı, o zaman da aklım görevinii bıraktı. Demek ki Danny Boyle, bu gerçeklik durumunu yansıtabilmiş Franco'yla birlikte. James Franco En İyi Erkek Oyuncu'yu almaz biliyoruz, film de ödülü almayacak zaten.
2) Black Swan
Kuğu Gölü balesinin hikayesini bu filmle öğrenmiş oldum önce onu diyeyim de günah çıkarmış gibi olsun, tam olsun. Onca zaman yok Kuğu Gölü yok Fındıkkıran yok Aida falan duyarken en sonunda bunu öğrendim. Zavallı kızı kötü büyücü beyaz kuğuya çevirmiş, birine aşık olursa büyü bozulacakmış. O da tabi durmamış aşık olmuş beyaz atlı prense ama siyah kuğu da pek fettanmış, ayartmış prensi. Beyaz kuğu da ya seninim ya kara toprağın demiş. Filmin anlattığı da bu. Bildiğiniz, bir bale topluluğunun bu oyunu sergileme çalışmaları. Evet, esasında durum çok basit. Zaten psikopat olan, ezikliğini içinde taşıyan annesiyle yaşayan bir balerini sen tut, kocaman bir stresin altına sok, ondan sonra da ne oldu efendim, kız kafayı yedi. 100 dakika boyunca da onun nasıl kafayı yediğini anlatırlar ondan sonra böyle.
Natalie Portman çok sağlam oynamış olabilir, Darren Aronofsky çok manyak çekmiş olabilir tamam. Bir türlü ekranda deliren birinin anlatıldığı filmlerin neden bu kadar "oha" şeklinde karşılandığını anlayamıyorum. Gayet normal durum bir durum halbuki. Yani herhangi bir final-zamanı-üniversite-öğrencisinin ya da ösym-öncesi-senesindeki-lise-öğrencisinin falan performansı da Oscar'lık o zaman. Hayır cidden, deliren bir insanı canlandırmak bu kadar zor mu? Amerikalılara öyle görünüyor galiba. Ya da belki hakikaten benim kıskançlığım tuttu. Biz küçükken anamız babamız bale falan bilmezdi, sınav dansı öğrendik biz hep. Ondan artık yaş ilerledikçe böyle şeyler ortaya çıkıyor.
Natalie'ye doğum hediyesini aynen verecekler zaten. Filmse almaz.
3) The Fighter
90larda boksör olmaya çabalayan Micky Ward'ın, onun bağımlı ve ipsiz sapsız eski boksör ağbisi Dicky Eklund'un ve onların 7-8 tane olan kızkardeşleri, bunların hepsini doğurmuş olan annesi, bir tane baba ve mahallelilerin hikayesi. Ayrıca da benim için normaldışı bir sinema tecrübemin kaynağı. Boksu ne kadar anlamsız buluyorsam o kadar da filmini izliyorum, bir gariplik var bunda ama neyse. Hikaye gene gerçek, karakterler gerçek, durum gerçek. Yalnız bu sefer hakikaten bir boks filmi gibi olmayan bir boksör filmi var karşımızda. Zavallı adam resmen rakiplerinden yumruk yemiyor da, ailesiyle eşiyle dostuyla dövüşüyor. İnsan izlerken bile "yeter ya, bırak git hepsini ne halleri varsa görsünler" diye bas bas bağırası geliyor. İşte bu yüzden, bu noktada filmin benim için güzelliği ortaya çıkıyor, Mark Wahlberg'in sessiz, sakin ama bas bas anlatan Micky Ward portresi. Kendisi hala o içi boş aksiyon filmi insanları arasında görülür akademi tarafından ama olsun. Christian Bale her zaman işini yapıyor zaten. Onu gördük, takdir edeceğiz demekle birşey olmuyor. Önemli olan bunları görebilmek sayın akademi üyeleri!
Filme vermeyecekler heykeli büyük olasılıkla. Bale'e ise neredeyse kesin. Tabi Geoffrey Rush araya girmezse.
(Müziklerini de pek beğendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Winter's Bone'la birlikte bu senekiler içinde en iyileriydi.)
4) Inception
Bu senenin Avatar'ı. Yüksek bütçeli, insanları en çok etkileyeni ama hiçbir ödül alamayacak olanı. Tabi beni utandırıp verebilirler de birkaç küçük birşey. Rüya içinde rüya içinde rüya...İnsanların rüyalarına müdahale etme durumu. Eminim herkesin aklına en azından bir kere düşmüş bir fikir. Ama para Nolan'da. Sinemayı işte bunun için yapıyorlar dedirten türden bir filmdi, iyiydi, hoştu, tadı yerindeydi. Ama ne olur artık Leo'yu bu yaşlarında görmeyelim. İnsanın kalbi elvermiyor görmeye, o Jack'imiz Dawson'ımız Leo'muzun böyle saçları geriye yalanmış İtalyan mafyası tipinde bir insan haline dönüştüğünü yaşlandıkça. Kader kısmet. Yapacak birşey yok. Marion Cotillard gördük en azından, içimiz aydınlandı. Joseph Gordon Levitt'in her daim takipçiyiz bu arada (bknz.HitRECJoe), Ellen Page'i  izlemek de keyifken.
5) The Kids Are Allright
Evli lezbiyen çiftimiz Nic ve Jules'un bir kızı, bir de oğulları var. Seneler evvel sperm bankasından yardımla. Çocuklar da zaman geliyor babayı bulalım mevzuuna giriyorlar. Biyolojik babayla görüşmeler başlıyor. Tanışma, iyi olma, ortamın karışması, kötü olma, işlerin eski haline dönmesi. Hikayenin gelişimi bu. Ama tuhaf bir biçimde filmin anlatmaya çalıştığı aile olma durumu ve bunun önemi. Ya da bana öyle etki etti. Değişikti, ama artık bir saniye daha Julianne Moore'un o kızıl suratını görürsem kusacağım. Hikaye anlatımı, oyunculuklar sorunsuz, temiz. Bence filmin iyi yanı Mia Wasikowska ve Mark Ruffalo. Nitekim Oscar için yetersiz.

25 Şubat 2011 Cuma

REBEL WITHOUT A CAUSE (1955)


Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


Her şeyin daha güzel olduğu zamanlar vardı, değil mi? 50-60 yıl öncesine ait bir şey gördüğünüzde siz de böyle düşünmez misiniz? Yani tabiki İkinci Dünya Savaşı'nı ya da ne bileyim ekmeğin karneyle dağıtılmasını kastetmiyorum ya da düşünmüyorum diyelim. İnsan nasıl geçmişine dönüp baktığında sadece iyi şeyler kalıyorsa aklında geriye hatırlanacak, tarihin öncesine de baktığımızda aynı şey gelmiyor mu başımıza? 50'lere gidince sizin de gözünüzün önünde o ince belli, dalgalanan uzun etekler, önlüğünü geçirmiş mutfakta tek kişilik fırın gibi çalışan anne figürleri (gerçi bu kısmı biraz ürkütücü gelebilir Stepford Wives imgesinden dolayı), ceket takım içerisinde erkekler, yeni yeni filizlenmiş asi gençlik idolleri, müzik-bolca rock'n roll-hem de en hasından...gelmiyor mu? Sanki herşey daha güzelmiş, sanki herşey daha bir canlıymış gibi hissettirmiyor mu dönüp bakınca, hangi on yıla olursa olsun?

Bana hep böyle geldiğinden midir nedir, 90'lardan önce yapılmış bir film gördüğüm her seferinde daha bir özen gösterme hali dadanır üzerime. Daha bir dikkatle gözlerimi dikerim ekrana, daha bir tapınırcasına takip ederim görüntü yönetmenini, her arkasını dönüp (karşısındaki oyuncuya tabiki, bize hep önlerini dönerler) o en acıklı konuşmasını yapan oyuncuyu.
Rebel Without A Cause da böyle, 1955'te James Dean'ın ölen efsaneler arasına katılmadan oynama fırsatı bulabildiği üç büyük filmden biri olarak beyazperdede yerini bulmuş. Elizabeth Taylor (o zamanlar genç olduğuna, hatta bir zaman diliminde gerçekten genç olmuş olabileceğine inanamıyorum hala gerçi, bu nesil onu hep kırış kırış bildi sonuçta) hamile olduğundan dolayı "Giant"ın çekimleri ertelenince James Dean de bir koşu gidip bizdeki ismiyle Asi Gençlik'i çevirivermiş. Yanında arz-ı endam eden bir 16 yaşının güzelliğinde Natalie Wood ile ekrandan buram buram İtalyanlığı kokan Sal Moreno ile birlikte, dünya kadar eski bir sorunu gözümüze bayram ettirircesine anlatarak hem de. Aile problemleri ya da problemli aileler ile bunun psikolojik etkileriyle boğuşmak zorunda kalan ergenler.


Hikaye bir gece vakti o ünlü sahneyle başlıyor. Jim Stark bir yolun ortasında kırık dökük birkaç oyuncak parçasının yanına uzanıyor. Ardından polis merkezinde buluyor kendini. Gecenin bir vakti sokakta reşit olmayan bir genç tek başına ve körkütük sarhoş bulununca ne yapılır? Tabiki çocuk bölümüne götürülür karakolun. Burada o gece babasıyla kavga edip evden kaçan Judy ve kuşları vurduğu için oraya getirilmiş Plato ile karşılaşıyoruz. Jim'in derdi, devamlı dır dır edip her şeyi karıştıran büyükannesi ve annesine gıkını çıkaramayan babası arasında kalıyor olması. Daha güçlü, daha örnek olacak bir baba figürü istiyor Jim yetişkinliğinin arifesinde. Ama o belaya bulaştıkça ailesi daha çok karışıyor ve yeni bir yere taşınmakta buluyor çözümü.
Judy ise babasından isteği ilgiyi göremeyen, her şeye "olur bu yaşta önemli değil" diyerek bakan annesinden de birşey alamayan bir kız. Evde babasının küçük kızı olarak kalmak istiyor. Ama ailesinden göremediği ilgiye karşılık da dışarıda kendini şımarık bir kız olarak gösteriyor. 
Plato lakaplı John Crawford ise babası annesiyle onu terk edip, annesi de kendini gezmelere tozmalara verince bakıcısıyla kocaman bir evde kalmış, sevgi yerine para görmüş üzgün bir çocuk sadece. Ama bunlar - pek çok kere gördüğümüzden biliriz ki- zehirli bileşenlerdir ve sonucu karakteri psikopatlığa vardıran şiddete ve tutarsızlığın alasına götürür. Nitekim John'a da aynı işlevler gördürtülüyor. Üstüne üstlük her zamanki kendini beğenmiş popüler çocukların bir araya geldikleri ve yeni çocuğu ezmeye çalıştığı çetemsi gruplar, bıçaklı kavgalar, araba yarışları, polisler, kovalamacalar eklenince hikayeye her şey tastamam oluyor.


Dean'in gözümüzün önüne her gelişinde, ekranda sürüp giden o  parçalanan, parçalandıkça mücadele eden, mücadele ettikçe büyüyen delikanlı anlatımı insana sanki sırf bunun için, bu anlar için gökten indirilmiş ve vazifesini gördükten hemen sonra vakit kaybettirmeden geri alınmış gibi geliyor.

"Öleceğim sahnenin çekildiği gün, James beni hiç gözünün önünden ayırmadı, devamlı iyi miyim diye kontrol ediyordu." demiş Sal Moreno daha sonra. Öyle zamanlardı işte Rebel Without A Cause zamanları. Her şeyin daha farklı olduğu zamanlar...

DIE WELLE (2008)

Wikipedia
Film, Almanya’da bir lisede proje haftası çerçevesinde bir hafta boyunca her bir öğretmenin bir konu anlatmasını ekrana taşıyor. Rainer Wenger öğretmenlerden biri ve proje haftasında “anarşizm” konusunu anlatmak istiyor. Çünkü kendisini bu konuya daha yakın hissediyor, ancak şansına ona anlatması için “otokrasi” konusu düşüyor. Rainer bundan önce hiç hoşlanmıyor, çünkü otokrasi hiç onaylamadığı, hatta kendi hayat görüşü içinde tümüyle karşı olduğu bir konu, ama sınıfta öğrencilerle konuya girdikçe işler hiç tahmin edemediği yerlere doğru gidiyor. Hem öğrencileri hem de onun için sonuçları çok değişik bir deneyim oluyor. 
Rainer önce her normal ders gibi, otokrasinin ne olduğunu sorarak ve tanımını yapmaya çalışarak konuya başlıyor. Herkesin kendi ait olduğu veya ait olarak gördüğü gruba göre belirttiği, yaptığı tanımlar var. Sınıfın kendini diğerlerinden daha bilgili gören entelektüel geçinenleri “monarşi gibi bir şey mi?” türü yakın cevaplar söylüyor. Sınıfın komik olarak görünenleri “kraterlerde yapılan araba yarışları mı?” diyerek görevlerini yerine getiriyorlar bir anlamda. Sınıfta, geneli itibariyle okulda böyle gruplar var. Kendi kendilerini adlandırmasalar da çevrelerinin öyle gördüğü ve kendilerinin de öyle görünmek istediği gruplar. Okul gazetesinde çalışan bilmişler, tiyatro oyunu çıkarmaya çalışanlar, siyah giyinip hayattan bıkmış gibi takılanlar, hiç bir gruba dahil olamayanlar, öne çıkanların arkasına saklananlar gibi. Tüm bu çeşitlilik gösteren grupların hepsine birden Rainer, otokrasi hakkında sorular yöneltiyor. “Nereye doğru gider? Nelere yol açar? Sebepleri nelerdir?” türünden sorulara kendi fikirlerini belirten öğrencilerin ardından konu Almanya’da yaşanmış en iyi örneğe – Hitler ve Nazi Almanya’sına – geldikten sonra Rainer tüm filmin en önemli sorusunu soruyor: “Peki bu bir daha yaşanır mı?” Herkes aralarındaki farklılıklara rağmen hemfikirdir: “Artık çok bilinçliyiz. Bir daha böyle bir şey olması mümkün değil.” Rainer bu noktada onlara bu otokratik yönetimin nasıl oluştuğunu anlatmaya başlıyor. Ama sözlerle değil, ne yaptığını fark ettirmeden aslında herşeyin nasıl da masum başlamış olabileceğini yaşatarak.
Öncelikle onlara disiplinin ve itaatin gücünü gösteriyor. Kaykılarak oturulmayacaktır, söz hakkı istemeden ve ayağa kalkmadan konuşulmayacak, sözünü dinledikleri otoriteye (yani kendisine) saygı gösterilecektir. Normalde hiç de kabul ettirilebilecek şeyler gibi görünmemesine rağmen, Rainer disiplinin gücüyle hepsine tek tek nasıl söz dinletebildiğini gösterir. Bu bir anlamda toplumsal eylem ile etkileşimin gücüdür. Önce öğretmenin sözünü dinleyenlerin bireysel güçleri dinlemeyenleri de etkiler ve bu etkileşim ile sınıfın geneli öğretmenin otoritesine uymaya başlar. Sonraki adım kendilerini birleştirecek bir düşünce yaratmaktır. Bu da başka bir grubun olduğunun ve onlara karşı durulması gerektiği düşüncesinin oluşturulması ile mümkündür. Bu yüzden diğer sınıfa – anarşi konusunu işlemekte olan sınıfa – karşı olduklarında anlaşırlar. Bu düşünce onları birleştirir, bir grup oldukları bilincini aşılar. Böylece dışarıda önceki düşünceleri ne olursa olsun, ait olmuş oldukları daha küçük ölçekli gruplar ne olursa olsun, artık birbirlerini diğer gruplardan koruyup kollama, birbirlerine arka çıkma durumuna gelirler.
Diğer adım aradaki farklılıkları ortadan kaldırıp, birey olmaya dair düşünceleri yok etmek ve kendini gruba ait hissetmenin tamamlanmasıdır. Bunun için tek tip beyaz gömlek giyme kararı alınır. Rainer kendilerine bir isim bulmayı önerir. Gömlek, isim derken iş paylaşımıyla simgeler yaratılmaya başlanır: isimlerine uygun bir logo, web sitesi ve en sonunda bir selamlaşma şekli. Simgelerin yaratılması ve kabullenilmesiyle grup artık kendi dışında da hızla yayılan bir güç haline gelir.
            Rainer’in otokrasi konulu derslerine katılan öğrencileri zaman zaman ders dışındaki ve zaman zaman da dersteki hareketleriyle birlikte tanıyoruz. Marco, Rainer’in antrenörü olduğu su topu takımının yıldız oyuncularından biri. Kendi ailesinden hiç memnun olmayan Marco, neredeyse tüm zamanını kız arkadaşı Karo’nun ailesiyle geçiriyor. Onun ailesini mükemmel aile olarak görüyor, Karo’nun babasını neredeyse kendi babası gibi kabul ediyor. Karo’nun ailesi çocuklarını yetiştirmede oldukça özgürlükçü denilebilecek bir yol benimsemişler. Toplumcu olmaktan ziyade daha çok bireyci düşünen ve çocuklarını da toplum içinde birer birey olarak var etmek üzere özgür yetiştirmişler. Bu durum Karo’da biraz kendini içinde bulunduğu her toplulukta öne çıkma, sözünü dinletme ve ezilmiş, sessiz olarak gördüklerine arka çıkma gururu şeklinde kendini göstermekte. Bu yüzden sınıfta yaratılan “Dalga” akımını sorgulamaya başlayanlardan birisi de o oluyor. Marco ise kız arkadaşının bu öne çıkan kişiliğinin ardında kendini geri planda tutmayı tercih eden, kendi düşünmeden onun kararlarına uyarak akışına bırakmayı seçmişken; Dalga ile birlikte kendini bir yere bir düşünceye ait hissetmeye başlıyor. Kendi gücünün ve kendi kararlarının, bu sayede de diğerleriyle – kız arkadaşı dışında anlaşabileceğini keşfettiği diğerleriyle – birlikte hareket ettiğinde hayatının diğer alanlarında da büyük bir potansiyeli olduğunu fark ediyor.
            Sınıftaki herkesin Rainer’in kurduğu bu Dalga’ya tepkisi ve katkısı değişiyor. Tamamen başından itibaren karşı olup, durumun nereye gittiğini fark eden Mona dersi bırakıyor. Bunun yanında ailesi tarafından fark edilmeyen ve gereksindiği ilgiyi göremeyen Tim ise kendini tamamen Dalga’ya kaptırıyor. Dalga, ona daha önce sahip olamadığı kimliği, grubu, saygıyı ve arkadaşları veriyor. Normalde tuhaf görülen, ezik duran, çok çabalamasına rağmen bir türlü istediği arkadaş grubuna dahil olamayan Tim, daha ilk dakikalarında Dalga’nın ve Rainer’in otoritesinin sağladığı güven verici aitlik hissine dört kolla sarılıyor. Film ilerledikçe Dalga’nın en sadık üyesi haline geliyor. Hatta bu anlamda kendini liderin korunmasına adayacak kadar ileri gidebiliyor. Tim’in bu sorgusuz sualsiz itaat etme isteği, büyük oranda ailesinin yarattığı boşluk ve sosyal çevresinde sağlayamadığı ilgisizlikten kaynaklanıyor. Tim karakterinde meydana gelen anominin etkisi kendini filmin sonunda gerçekleşen intiharla gösteriyor. Rainer’in Dalga hareketini sonlandırdığını ifade etmesi üzerine bu öğrencileri birleştiren toplumsal bütünlüğün dağılması, Tim’i de bir anda kendini bağlayan ve ait hissettiren kuralların yıkıldığına inandırıyor. Ağzına dayadığı silahın tetiğini çekerek de anomik intiharın bir örneğini sunmuş oluyor.
            Bu türden hiç bir düşüncesi olmayan sıradan bir öğrenci topluluğunu, böylesi bir şekilde faşizmle yönetilecek kadar bir araya getiren nedenlerin bu açıdan bakıldığında tek tek topluluğu oluşturan bireylerin, kendi kişisel durumlarının ve konumlarının yarattığı etkilerin birbirini tamamlaması ve etkilemesi olduğunu görüyoruz. Tiyatro çalışmalarında arkadaşlarına laf dinletemeyen , otokrasinin gücüne başvuruyor. Kendini geri planda tutan, etliye sütlüye karışmayan, grubun kendine sağladığı gücü ve desteği kullanarak yaptığı sporda başarılı oluyor. Toplumdan ve ailesinden dışlanmış olan, grubun içinde olduğunda kendine bir yer ve dostlar buluyor. Yani bir anlamda, bu bireylerin her birinin kendileriyle birlikte taşıdıkları zaaflar, eksikliğini hissettikleri şeylerin yarattığı boşluklar, hırsları vb. olmasa böyle bir grubun varlığına da ihtiyaç duymayacaklar. Güç timsalinin bile kişisel ezikliği, sonuna kadar karşı olduğu bir yönetim biçimine karşı kendini bırakmasına sebep oluyor. Rainer’in kendini karısına, meslektaşlarına karşı zayıf hissetmesi; öğrencilerin saygısına bayılmasına yol açıyor. Yönettikçe, sözünü dinlettikçe bundan daha çok zevk almaya başlıyor. Sonunda karısının da büyük etkisiyle olanları, yaptıklarının farkına vardığında Dalga’ya son vermek istiyor. Ama böylesi toplumsal hareketler liderlerini kaybettiklerinde bile takipçilerini vazgeçiremediklerinden, o da öğrencilere kendi kendilerine yaptıklarını göstermeye çalışıyor.
            “Dalga” inandığımızın aksine toplumsal birlikteliğimizin bilincimize ya da bildiklerimize bağlı olmadığını, aksine bizi birleştirebilecek ve bu yolla manipüle edebilecek başka normların da olduğunu gösteriyor.

AGORA (2009)





Çember içinde çember...Hypatia ve öğrencileri, Serapium'un yanıbaşındaki sınıflarında Mısır'ın tozlu taşlarında otururlarken buna anlam vermeye çabalıyorlar. Dünyamız evrenin merkezindeyse ve diğer gezegenler de onun etrafında dönüyorlarsa nasıl oluyor da bu gezegenlerin parlaklıkları ve büyüklükleri değişiyor? Ya da boşluğa bıraktıkları bir mendil yere doğru düşerken onları da böylesine yeryüzüne bağlayan ne? Tabiki henüz ne Kepler ne Newton doğmuş, ne de Galileo kör olmuş. Oturdukları yerden henüz yeterince kirlenmemiş, yapay ışıklarla mahvedilmemiş gökyüzüne gözlerini dikip, olanca meraklarıyla düşünüyorlar. Bir yerlerde bir cevap olmalı, bir yerlerde bir açıklama olmalı...


Alejandro Amenabar da miras aldığı böylesi bir merakla Malta'da gökyüzüne bakarken düşünmeye, araştırmaya başlamış Hypatia'dan 1700 sene sonra da olsa. Gökyüzüyle ilgili bir dolu araştırmasından sonra  Hypatia'nın ismiyle karşılaşmış ve karar vermiş, bu unutulmuş bilim insanlarını anlatmaya. İnsanoğlunun en başından beri duyduğu içinde hissettiği dizginlenemez bilme ve anlama çabasını göstermeye.


Bu sebeple tarihler M.S.391'i gösterirken henüz tam anlamıyla yakılıp yıkılmamış İskenderiye'deyiz. Amenabar'ın kamerasının ucunda, karmakarışık olmuş bir şehir ve o şehrin gelgitlerinde inanılmaz bir performansla damarlarımıza işleyen Davus rolünde Max Minghella'yı (The Social Network'ün Divya Narendra'sı olarak da geçtiğimiz yıl izleme şansımız oldu), bilmeye ve öğrenmeye adanmış bir hayatın büyülediği Hypatia olarak da Rachel Weisz'ı görüyoruz.

24 Şubat 2011 Perşembe

BEN MASUMUM! (BÖLÜM 3)

Ben Masumum Bölüm 1 ve Ben Masumum Bölüm 2 den sonra devam ediyoruz:

11 - Alaska (1996)




Alaska'ya taşınan yalnız bir babanın büyüttüğü iki kardeş, Sean ve Jessie ara sıra babalarına diklenmekte ara sıra da yaşadıkları yere-hayata gazel okumaktadırlar. Ama bir gün işi uçakla büyük şehirden Alaska’ya tuvalet kağıdı vs. taşımak olan babaları yolda kaybolunca çıkarlar onu aramaya. Ağbi - kız kardeş Alaska’nın bembeyaz dağlarında, masmavi dereler geçen ovalarında yaylalarında türlü maceraları yaşarlarken aile olmaya ve hayata dair bir sürü şey öğrenirler. Bana etkisi: Etkilenirim tabi! Bizim de ağbimiz var sonuçta. Üstüne üstlük bu dağlara tırmanma, Alaska - vahşi doğa - doğal hayat olayları da çocuk zihnine az kıyım uygulamaz yani. ”Into the Wild”a kadar gider bunun sonu. Tek problem: Ben üniversiteyi dc lerle cc lerle ancak 5 yılda bitirebildimdi.

12 - Tom & Huck (1995)



"Tom Sawyer" değerini ancak belli bir yaşa gelince anlayabildiğimiz bir hikayedir. Çocukken okuruz, dinleriz, izleriz belki ama anlamayız. Tom nasıl düşünürse biz de o yaşlarda öyle düşünürüz. Ayrıca nedendir bilmiyorum hala, Huck Finn benim için hep daha özeldi. Büyük ihtimalle bu filmi de benim için mühim etken haline getiren bir diğer sebepti sanırım. 2008'den beridir de daha bir çok koyuyor bu film bana zaten. Bana etkisi: Fragmanın da dediği gibi "The original bad boys". Kendime bir diğer kahraman edinme durumu, Huckleberry Finn.

13 - Cutthroat Island (1995)



Kesikboğaz Adası'ndaki hazinenin peşindeki korsanlar. İzlediğim belki de ilk korsan filmi olabilir. Tamam ilk olmasa bile beni en etkileyeniydi diyebilirim. Bir kere ortada güçlü mü güçlü kadın bir korsan var, babasından devraldığı hazine arama işinde oradan oraya koşturuyor, ortalığı yıkıyor yakıyor ve kılıç sallıyor, tüm adamlara kafa tutuyor. Eh tabi bir de korsanlık kısmı işin en güzel yanı. Bana etkisi: Korsan maceralarını keşfetme. Güçlü kadın fikirlerinin akabinde savaşan kadın imgesinin oluşması. Denizci olmayı bile düşünmüşlük.

14 - Last Action Hero (1993)




Danny'nin sihirli biletinden ben de az istememiştim zamanında. Öyle ya en sevdiğin oyuncunun, tüm filmlerini defalarca izlediğin karakterin dünyasına adım atabildiğini ya da filmin ilerleyen kısımlarında olduğu gibi o karakterin senin dünyana seninle birlikte geldiğini düşünmek, her film manyağı çocuğun hayal edebileceği birşey değil mi? (Ya da benden gerçekten normal olmayan birşeyler vardı.) Bana etkisi: Baktım filmlerin içinde yaşayamıyorum, ben de hepsini kafamın içine hapsettim, bedenim bu boyutta olsa da aklım hep diğer boyutlarda gezinip durdu.

15 - My Girl 2 (1994)




Evet, evet tamam, ilk filmde hepimiz ağladık Thomas J. öldüğünde, o film bir şahaneydi, muhteşemdi. Biliyorum, farkındayım. Ama ben ikincisini hep daha çok sevdim. Elimde değil. Vada'nın o 13 yaş bilgelikleri, asilikleri, denediği ve yaptığı şey, herşey ama herşey bana daha çok dokunuyor. Bana etkisi: "Baba artık 13 yaşındayım sanırım kendi evime çıkmamın vakti geldi." "Harçlıklarımı biriktirdim, uçak biletlerini de ayarladım, ben şu kadar km uzağa gidiyorum."

Son bölümde görüşmek üzere.

21 Şubat 2011 Pazartesi

İLİŞİK-SİZ-LEŞ-MEYE ÇALIŞMAK

Kanımca John Rambo bile gelse, bu Türkiye'de bir üniversiteden ilişiğini kesme-kaydını alma türünden işlemleri gerçekleştiremezdi. Bitap düşer, kampüsün orta yerinde kör çakısıyla bileklerini kesiverirdi.
Hayır ilk defa yapmıyorum bu işi, üniversiteden mezun olabildim mi acaba paranoyaları arasında bir de kütüphane-sağlık merkezi-sosyal tesis-ıvır zıvırdan elindeki kağıda imza ve mühür alabilme çalışmasını daha önce denemiştim. Gayet acınasıydı. 5 yıl boyunca bir kere bile içine girmediğim, kapısının önünden toplasan yılda iki kere geçtiğim kütüphaneyle bir işim kalmadığını belgelemek için hoop kütüphaneye imza attırmaya gitmiştim. Normalde doktora gitmeyeli 10 seneyi geçmişken okulun sağlık merkezine adımımı atmayacağımı ise kağıda tabiki yazamazdım. Onun için de sağlık merkezini bulmam gerekiyordu, bulmuştum. Böyle en az 6 tane imza boşluğu olan bir kağıdı elimde günlerce ordan oraya dolaştırmıştım. Sonuç: Aldım o diplomayı ama benden aldıkları 60 TL'nin yanında benim onlardan en az 5 katı işçilik parası almam gerekiyordu.
Bugün bir kere daha aynı döngüye girmek zorunda kaldım. Bu kez mezun olmadım, sadece kaydımı sildirmek üzerinde düzinelerce damga olan zavallı lise diplomamı geri alabilmekti isteğim. "Bir dönem okudum ama bıraktım. Yüksek lisansa geçiyorum, belgelerimi geri alabilir miyim?" Çıkış işlemleri için fotokopi kağıt. Ama ben gene burda olacağım zaten, yüksek lisansı burada yapıyorum, sadece o diplomayı alıversem ne olacak sanki? Yoo çok şey olur, önce adamakıllı kaydını sildirmeli, ilişiğini kesmelisin. İyi keselim. "Bu kağıdın üst kısmını sen dolduracaksın, gerisini imzalat." Bir kağıda bakmamayı hiç bu kadar istememiştim. Kütüphane,sağlık merkezi,öğrenci evleri,yurt merkezi...Yüzde 90'ının yerini dahi bilmiyorum, sadece bir dönemdir bu kampüsteyim zaten. Adımımı bile atmadığım yerle nasıl bir ilişkim olabilir ki kesmeye çalışayım? O kadar bilgisayar çağı bilmem ne demeye bayılıyor herkes, hani nerde? Oturdukları ofisten bilgisayarı açıp,sistemlerine baksalar nereye borcum harcım var-yok görseler de buyur belgelerin deseler olmuyor mu? Öyle bir sistem yok mu yoksa? Aaa, gerçekten ayıp. Habire insanı alt eden beyinler üretme yarışındalar da bir üniversitenin tüm birimlerini ve öğrenci işlemlerini birbirine bağlayabilen, bilgilerini içerebilen bir sistem yapamıyorlar mı? İki saniyelik işlem değil mi bu?
--Diplomamı geri istiyorum.
--Adınızı alayım. Tamam, bir saniye. (Tık tık, şık şık, tııırt) Buyrun.
Ama olmuyor demek ki. Ben de sabah boyu bir güneş yiyip terleyip, bir buz gibi Ankara rüzgarı yiyorum, tüm kampüsü bir aşağı bir yukarı arşınlıyorum, nerenin yetkili olduğunu benden daha iyi bilmeyen yetkililerin çabalarıyla labirent oynuyorum ve sonunda 60 yaşında Uzak Doğu'yu fethetmeye çalışan Rambo kıvamında kendimi otobüse atıyorum. Neden? Öğle tatili olmuşmuş, bire kadar imza atamazlarmış.
Kızgınım,yorgunum. İçimden bu geliyor:

20 Şubat 2011 Pazar

ÇİT ÇİT KALDIRIMLAR

Bilmediğim bir kuralı-kanunu daha öğrenmiş oldum bugün ziyadesiyle. Haftalık spor olsun niyetine yürüyüşümü gerçekleştirirken öğlen, yürüdüğüm hat üzerindeki tüm kaldırımlarda bir şey gözüme çarptı. Bir şey de değil, birçok şeyler. Adım başı, gelişigüzel, hatta oldukça empresyonist bir halde; belediyenin özenle her yıl söküp yeniden döşediği kaldırımların üzerindeki çekirdek kabukları. Hani şu bizim ayçiçeğinin tohumlarından geriye kalanlar.
Evet, her yerdelerdi. İstisnasız, bastığım her kaldırımın üzerinde. Anlam veremedim o sırada, kendimi hafiften tepeme atıştırmaya başlamış yağmura odaklarken. Sonra tam sağlık ocağının önündeki kaldırımı da atlatmış, parkın yanındakine geçmiştim ki gözlerim beynime soruyu yöneltti: "Niye böyle her kaldırımda çekirdek var ki? Bu insanlar özellikle mi atmış bunları? Ya da biri bir gece elinde çekirdek poşetiyle kaldırımların hepsine serpiştirmiş. Yo yo başka bir açıklaması olamaz. "
Ama vardı. Yine aynı sırada, kafamı kaldırdım ve karşımda hepsinin de önlerinde tuttukları avuçlarında çekirdek dolu 3 kişi - ortada bir anne, iki yanında iki küçük çocuk - belirdi. Aynı kaldırımda karşılıklı yürüyorduk. Ben mantıklı bir açıklama ararken onlar son sürat yedikleri çekirdeklerin kabuklarını kah elleriyle kah direkt dudaklarının ucundan tükürerek yere savuruyorlardı. Evet, kaldırıma. Sanki kendi aralarında görünmez bir kim daha çok kabuk saçacak yarışması varmış gibi. O anda benim için de herşey aydınlandı tabi.     Tıpkı dekolte giyeni taciz etmek gibi çekirdeği özellikle sokakta yemek ve kabuklarını bulabildiğin her yere tükürmek de benim bilmediğim ama öğrenmiş olduğum bir kanundu.
Mesudum, bahtiyarım. Bugün de boş durmadım, memleketin engin bilgi-görgü sahibi insanlarından birşeyler öğrendim.

TERAPİ NİYETİNE "PAPER ROUTE"

Gecenin bir vakti o kadar iyi geliyor ki. Bir de güzel dolunay var, tüm gün yağmurdan sonra gökyüzü pürüzsüz, alabildiğine açık şimdi. Benden söylemesi.

19 Şubat 2011 Cumartesi

BEN MASUMUM! (BÖLÜM 2)

Ben Masumum Bölüm 1 de başladığım sıralamama devam ediyorum:

6 - Karate Kid 1-2-3 (ama 4 değil 5 de değil)



Annesiyle yalnız kalmış,yeni bir yere taşınmış sorunlu ergenimizin gene en az kendisi kadar sorunlu ihtiyar bir japondan karateyi ve dolayısıyla hayatı öğrenmesi;önce öğretmen-öğrenci,sonra baba-oğul ardından erkek erkeğe dönüşen ilişkileri.Bu jenerasyonda hangimiz Bay Miyagi'nin hayaliyle yaşamadı ki?Bana etkisi:Dövüş sanatlarına (aile tarafından aynı şiddetle engellenen) müthiş bir ilgi,Bay Miyagi'yle bir gün gelip de çalışacağına dair saçma bir inanç,tabiki karate yapmaya çalışma. "Always my sensei..."

7 - Back To The Future 1-2-3




Kelimelerin kifayetsiz kalması bu demek herhalde...

8 - Hook (1991)



Peter Pan büyümüştür ama Kaptan Kanca onu unutmamıştır.Peter da büyüse Robin Williams gibi olurdu kesin.Bana etkisi:Söylemeye bile gerek görmüyorum bu noktadan sonra.

9 - The Sandlot (1993)




Yeni bir mahalleye taşınan sessiz bir çocuğun kendine arkadaş grubu edinmesi ve muhteşem geçen bir yaz tatili.Bana etkisi:Nasıl Little Giants'la amerikan futbolu diye birşey olduğunu öğrendiysem Sandlot'la da beyzbolun varlığıyla tanıştım.Ayrıca bu bitmeyen  çocukluk nostaljisi.

10 - The Jungle Book (1994)




Benim zamanımın Tarzan'ı:Mogwli.Hayvanlar tarafından büyütülen bir çocuğun insanlar tarafından keşfi hikayesi.Bana etkisi:Ordan oraya,ağaçtan ağaca hoplayıp zıplayıp gidebileceğim fikri,hayvanlardan korkmama aksine onlara Mogwli bakışı atıp konuşmaya çabalama.

Gene devam edeceğiz tabi.

18 Şubat 2011 Cuma

BEN MASUMUM!

Çocukluğumdan aklımda yer edinen ve dolayısıyla halen daha gelişmekte olan kişiliğimin temellerini (arızalı da olsa) atmış olan filmler seçkisi yapasım vardı, hiç durmadım : (sıralamanın ifade ettiği tek şey aklıma geliş anı)

1 - Little Giants (1994)




Toplumdan dışlanmış çürüklerin ve eziklerin de herşeyde iyi,güzel,şanslı doğmuş olanlara karşı birşeyleri başarabileceğine dair ütopik fikirler.Bana etkisi:Eziklik psikolojisi ve IceBox kızımız. "Futbol oynamak için iyi olmanız gerekmez.Futbolu oynamak istediğiniz için oynarsınız."

2 - The Secret Garden (1993)



O yaşta kim hayal etmezdi ki gizli bir bahçe bulmayı? Bana etkisi: Mary Lennox gibi başına buyrukluk,insanlara düşmanlık,soğuk durma,içine kapanma ve yalnızlık.

3 - Now & Then (1995)



Dört kız arkadaşın seneler sonra bir araya gelip çocukluklarını hatırlaması, hala çocuk olan birine de pek çok şey ifade edebiliyormuş demek ki.Bana etkisi: Yazar olma isteği,ruh çağırma şeyleri,erkekleri yumruklayabilecek kızların mevcudiyeti.

4 - Gold Diggers:The Secret of Bear Mountain (1995)



Büyük  şehirden küçük kasabaya taşınan kızımsı kızın,erkeksi bir kızla dostluğu ve hazine avcılığı yapışları.Bana etkisi: Nasıl kız gibi olunacağını artık tamamen unutma ve yavaştan maceraperestlik kokuları.

5 - Only The Strong (1993)



Capoeira! Hangi sarsak Türk gencini çocuğunu capoeirayla tanıştırmadı ki Mark Dacoscas? Bana etkisi:Temelsiz bir ellerimin üstünde tepem aşağıda durup,bacaklarımla karşımdakine tekme sallayabileceğim fikri.Tekrarlıyorum,oldukça temelsiz bir fikirdi,hala da öyledir.

Burda ara veriyorum ki devamı merak uyandırsın,hem de browserlarımız açılırken zorlanmasın.

Günün(benim için) Anlam ve Önemine İstinaden

17 Şubat 2011 Perşembe

BİR KENTPARK SİNEMASI MACERASI

Hikayemiz bir salı günü öğleden sonrası Eskişehir yolu üzerindeki Kentpark AVM'de geçiyor, öncelikle onu belirteyim. Yıllık Oscar adayları izleme maratonuma devam ediyordum bu bahsi geçen salı günü de. Inception, The Social Network, The Kids Are Allright cepteyken yolumu The Fighter'a çevirmiş, biletimi almış, sinemanın ortasında dikiliyordum. Annemle atıştırmalık neler alabileceğimize karar verememişken yan tarafımızdaki salonun kapısında dikilmekte olan iki çalışanı göz ucuyla görüyordum.Sonra biz kararsız halde kendi salonumuza doğru yönelmiştik ki deminkilerden bir tanesi koşarak geldi ve işte görevini yerine getirmeye çalıştı: 'Salonunuz hangisi? Şöyle gideceksiniz.Birazdan kapıyı açarız.' Oturduk beklerken, bir çift salonun kapısını açıp girdi. Bu eleman gene bir koşu gelip, onlara bilet falan sordu. Sonra bizlere,dışarıda bekleyenlere kapıyı açıp, girebileceğimizi belirtti.
Belirli bir süre herşey normal gitti. Film cuma günü vizyona girmiş,salı günü olduğu için arkamızda birkaç çift, önümüzdeki sırada bir çift ve sonradan gelen ön tarafa oturan bir genç grubu ile en fazla 15 kişilik salon ekibi tamam. Perdede bir deri bir kemik Christian Bale ile boş boş bakan bir Mark Wahlberg var. Güzel. Yaklaşık 30-40 dakikanın sonunda çat! sesiyle birlikte filmin sesi gitti. Önce herkes şaşkındı,kimseden ses çıkmadı.Sonra yavaş yavaş durumun farkına varıldığından gülmeler,konuşmalar ("biz seslendirelim haydi keh keh"),yakınmalar,oflamalar puflamalar başladı.En arkadakiler projeksiyon odasının camına vurdu falan ama birşey yok.Neredeyse 20 dakika boyunca hiç bir tepki yok. Dahası artık biz de alışmıştık,filmi öyle izlemeye devam ediyorduk.Sonunda dayanamadım,kalkıp haber vermek için kapıya yöneldim(Bu arada perdenin tam önünde yere yuvarlanan bendim, evet o benim hatta.). Dışarıda da kimse yok.Sonunda çalışan odalarının olduğu yerde bir tek kişiye rastladım."Filmin sesi çıkmıyor." dedim. "Sesi mi? Sesi çıkmıyor." deyip benden daha da şaşkın bir vaziyette kalkıp,koşturdu.Salona geri döndüm.Film arası gelmeden kesmek zorunda kaldılar.Bir 15 dakika onu halletmelerini bekledik.Filmi geri başlattıklarında Allahtan ses giden yerden başlattılar da,telafi edebildik.Ama hayır,bununla bitmedi çilemiz.Gerçek film arası vaktinde film gene durdu.Bir 10 dakika da onu bekledik.Film devam etmeye başladı.İzliyoruz herşeye rağmen.Ta ki Christian Bale'in çökük suratının ortasında bir yuvarlak belirene dek.Önce siyah hatlı bir çember belirdi,ardından ufak alevler gördük perdede.Sonra tüm film şeridi gözümün önünde yanıp,düşerken sessizce izledik salondakiler olarak.Tabi gene bir koşu görevli çağırmacalar,beklemeler...O filmi gene de bekledik,izledik ve çıktık o salondan.Artık sinema aşkı mıydı, kafalarımız mı uyuşmuştu yoksa cidden azimli miydik...işte onu bilemiyorum.
Sonuçta Kentpark'ın sinema dekorasyonu güzel.O avizelerden birini söküp,sırtlanıp götüreceğim eve.Nasıl olsa ortamı yarattım mı bilgisayardan da film izlesem aynı hesap.En azından burda film şeridi yanmıyor.
Böyle demişken bir de bilgisayar yanıyor muymuş:D

ORDA YAYLALAR VAR UZAKLARDA

Büyük olasılıkla hepsi Braveheart’ın suçu. Çocukluğumun en güzel çağında her gün sabah ve akşam Cine5’in yayınlayıp durması ve benim de yapacak başka bir işim olmamasından dolayı oturup izlemiş olmamın suçu. Mel Gibson’ı hiç bir zaman sevmedim, hala daha ağzıyla kuş tutsa bana yaranamaz (biliyorum kendine çok dert ediyor). Ama bu, ona tıpatıp uydurularak yapılmış William Wallace heykelini görme isteğime bir etkide bulunmuyor. Ya da “Freeeeeedoooooooom!!!” nidasının hala kulaklarımda yankılanıyor oluşunu gölgeleyemiyor.
NG'den İskoçya-Loch Ness 
            Suç mu? Anlamsız bir İskoçya ve İskoç sevgisi. Doğduğun, büyüdüğün, yaşadığın yerlere kilometrelerce uzaklıkta ve dahası hiç de gitmediğin, bağlantın olmayan bir yeri nasıl sevebilirsin değil mi? Neden seversin? Bu topraklarda yaşamış atalarımın da herhangi bir diplomatik ilişkileri bile olmayan(en azından benim bildiğim tarihe göre) bir ülke sonuçta. Orda, uzakta, avuç içi kadar bir adanın kuzeyinde.
            Sadece Cesur Yürek’in etkisi olamaz tabi. Freud’un bir miktar aklı varmış, her birşey çocuklukta işlenirmiş bünyeye. Şeker Kız Candy’nin ağlaya ağlaya koşturduğu yağmurlu gecenin sabahında karşısında gördüğü hayal gayda çalan, etekli(sonradan kilt olduğunu öğrenecektim tabi) bir Anthony’ydi. Hello Sandybell’le senelerce jenerikte gayda çalan Sandybell’i izlediğimin farkında bile değildim mesela. Hele o 20.yy.ın neon ışıklı sokaklarında kılıcını sallayan ölümsüz İskoçyalı (Highlander)’ya ne demeli? Yavaş yavaş beynimi oymuşlar da haberim olmamış. Ta ki beline kadar inen kıvırcık koyu renk saçları ve sürme çekilmiş masmavi gözleriyle Attila rolünde bir Gerard Butler’ı karşımda görene dek. O zaman bir dürtüldüğümü hatırlıyorum. Gerard Butler ismini araştırıp, bulmuştum. İskoç diyordu. İyi, peki dedim. Ama onunla kalmadı. Jane Austen aşkıyla üç kez gittiğim Pride&Prejudice’da bir şok daha yedim. James Mcavoy. Gene yazıyordu, İskoç diye. Yeter ama artık dedim ben de. Dünyada kaç milyon millet var, niye niye?
            Sorunun cevabı bu adamları, bu insanları çıkaran yerde. Ciddi İngilizlerin hemen üstünde, yemyeşil yaylalar, ırmaklar göller arasında yaşar İskoçlar. Hiç gitmesem de, hiç bir tanesiyle tanışmamış olsam da bu, sıcak olduklarını hissetmem normal değil. Yani tuhaf bir sempatiklikleri var. Dünyanın en güzel milleti değiller, en akıllıları da değiller ya da filmin aksine en cesurları da. Ama kendilerine has bir sıcaklıkları var. Sanki şimdi çıkıp gitseniz, bir İskoç barına girseniz, hemen “Ooo Duncan abi nassın ya?” deyip, kolunuzu göbekli, kızıl sakallı bir abinin omzuna atıverip, muhabbete başlayabilecekmişsiniz gibi bir his. Sanki hiç yadırgamayacaklarmış, sanki hemen gülüp şakalaşmaya başlayıverecekmişsiniz gibi.
            Bilmem, tuhaf bir his yani. Oturup, Ewan Mcgregor’a derdimi anlatasım geliyor James Mcavoy tırnaklarını yerken, o derece yani. “Şimdi Ewan abi, ne olacak bu Beşiktaş’ın hali?”

JOHNNY ANGEL

John Christopher Depp II, dünyanın bildiği adıyla Johnny Depp, 1963 yılının bir 9 Haziran gününde Kentucky-ABD’de doğmuş. İnternetteki milyonlarca ya da hatta milyarlarca mı demeli, kaynakta böyle yazıyor. Önemli değil, çünkü benim için “Johnny”nin tam olarak ne zaman doğduğunu ben dün gibi hatırlıyorum.
            Sene 2000. Aylardan ne onu tam olarak bilemiyorum tabi. Eve büyük ısrarlar sonucunda bir bilgisayar girmiş. Odamın güneş vurmayan bir köşesinde masanın üzerine kurulu bir HP. Henüz Windows 98 diye birşey var, hatta kasanın hemen üzerine yerleştirdiğimiz modem denen aletten Superonline bağlantısına ulaşırken telefon çevirme sesleri geliyor. Öyle ki internete giriyorsanız bütün ev ve alt-üst kattakiler öğrenmiş oluyor. Henüz Google milyar-trilyon dolarlık bir müessese değil, hotmailden eposta adresi almayı bilmiyorum, IRC’ı okumuşum ama bir türlü kafam basmamış, msn diye birşey yok, Mark Zuckerberg ise henüz lisede. Dolayısıyla bilgisayar ve internet kombinasyonunu yeni yeni keşfetme halindeyim. Babamın işyerinde cdlere yazdırdığı müzikleri falan dinliyorum evde. Hatta bilgisayarda izlediğim ilk müzik klibi Nathalie Cordone’un Hasta Siempre’si.
            Birşey daha keşfediyoruz o sırada babamla. O, Maltepe pazarından korsan film cdsi alabileceğini, ben de filmleri bu yolla sinemaya gitmeden de izleyebileceğimi. Çeşitli film isimleri yazıyorum gazeteden bakıp kağıda ve evden çıkmadan babamın eline tutuşturuyorum. Vizyondaki filmler oluyor bu sebeple henüz takip ettiklerim, eskilere-efsanelere giremiyorum. Bulabildiğini getiriyor o, ben de karanlık odamda bilgisayar ekranından izlemenin tadıyla tanışıyorum.
            “Sleepy Holow”u bu dönemde büyük ihtimalle gazetede görüp, korku filmi diye seçmiş olmalıyım. Ya da belki babam pazarda bulup getirmiş olabilir, bilemiyorum bu nokta karanlık. Aydınlık olansa o cdyi koyup izlediğim zaman. Evet korku filmiydi az buçuk. Kesik kafalar vardı etrafta, kesilip biçilen cesetlerle. Bir de başsız bir atlı vardı, gecenin karanlığında ortaya çıkan. Ama daha da ilginç birşey vardı. Ichabod Crane. Olayları araştırmak için köye gönderilen dedektif. Henüz o zaman bunun bir Washington Irving hikayesi (The Legend of Sleepy Hollow)olduğunu, 1820 senesinde yayınlandığını falan bilmiyorum. Film güzel, ilginç ama o başroldeki adam pek sarsak pek bir komik geliyor. Filmi izlerken onun hakkında düşündüğüm tek şey bu oluyor. Öyle ya zamanın ruhuna uygun olarak(o zamanlarki beğeni çizgim Hollywood gençlik filmleri tiplemelerinin oluşturduğu bir yükseklikte olduğu için) ne kafasına tas geçirilmiş gibi bir saç kesimi var, ne boyu posu, film zaten koyu, kaşının gözünün rengini de bilemiyorum. Eh bir de zaten Brad Pitt’i biliyorum o zamanlar ve karşımda bir Brad Pitt yok. Kısacası öyle görüntüsünden vurulacağım, ilgimi çekecek bir adam da yok karşımda. Doğal olarak o tür bir etkilenme hissetmiyorum. Hayır, hayır, daha kötüsü oluyor. Johnny’yi bir kere kanıma karıştırmış oluyorum bilmeden. Yavaşça, hissettirmeden nüfuz ediyor.
            En doğru tanımı budur. Johnny kanınıza girer. Öyle ahım şahım bir tipi yoktur en başta. Tamam göbekli, kel, dişleri dökülmüş veya çarpık çurpuk bir adam değildir ama bir ne bileyim best model da değildir. Sokakta gördüğünüzde ‘aman yarabbi’ demez gözleriniz. İlk bakışta yakışıklı bile gelmez. Daha doğrusu önbelleğiniz bilincinize öyle söyler. Ki bu sırada bilinçaltınıza mesajı yollamıştır Johnny. Üstünden dökülen karmançorman giysileriyle taranmamış saçlarının altından bakan gözleri ciddidir. ‘Seni ciddiye alıyorum.’ der gibi bakar ve neredeyse üstünüzdeki derinin, etin, kasın delindiğini hissedersiniz o bakışlarla. Ama o ağzında yuvarladığı kelimeleriyle, geriye çekilip büzülen çenesiyle de başka birşey daha söyler: ‘Kimin ne düşündüğü umrumda değil.’ Sizi sırf insan olduğunuz için sonuna kadar ciddiye alan o duruş, hayatı da sırf hayat olduğu için bir o kadar ciddiye almamaktadır. Bu yüzden defalarca ama defalarca aynı dersi öğretmeye çalışır. Ichabod Crane olup, kör inançlı insanlar arasında tüm engellere rağmen deney gözlüklerini takıp, cesetleri inceler. Dean Corso olup, korksa da merağının ve gerçeğin peşinden gider. Edward Scissorhands olup, kim ya da ne olduğuna, nasıl göründüğüne bağlı olmaksızın sevebilmenin güzel ve acı tarafını gösterir. “Bir bisiklet ve bir elma arasındaki farkı sana bir başkası söyledikten sonra yaşamanın ne anlamı var ki? Eğer bir bisikleti ısırıp,bir elmayı sürmeye kalkarsam,işte o zaman farkı anlarım.” der Axel Blackmar. Sorunlu ailesiyle aşkın önüne açtığı yeni ufuklar arasında bocalasa da annesinin ‘parlayan zırhlı şövalyesi’dir Gilbert Grape. Kızılderili Nobody’nin William Blake’i olur sonra, aklın vahşi batısında siyah beyaz yolculuklara çıkar. Gitarının melodisiyle ayrıma karşı tavrını koyan bir çingenedir Roux, aynı zamanda insanlığın işlediği günahlara ağlayan Cesar gibi. Buna rağmen günahlarına aşıktır Kont Rochester. Ama gene de ne yaparsa yapsın, ne olursa olsun dünyada, Sam şapkası ve bastonuyla Joon’u ve bizi gülümsetmeye devam eder; tıpkı Sir J.M. Barrie’nin gözlerimizi kapayıp, sadece ‘inanmamızı’ istemesi gibi.
            “Tuhaf olmaya çalışmıyorum. Sadece ne yapıyorsam onu yapıyorum.” der Johhny de. Mesajı gayet açıktır: Sadece kimsen o ol. Kimin ne dediğine, ne düşündüğüne bu kadar önem verme. Bu sebepledir ki karakterlerine içinden birşeyler katar. Artık onlar senaristin yazdığı veya yönetmenin söylediği karakterler değildir. Hepsi birer Johnny’dir. Bu yüzden sevilir Johnny de zaten, aşık olunur, hayran olunur, kıskanılır. İster istemez bilinir, o perdedeki adam aslında Johnny’dir. Ve söylemeye çalıştığı da ‘benim gibi olun’ değildir. ‘Kendiniz gibi olun.’ dur. ‘Başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına boyun eğmeyin. Ve en önemlisi siz de onları yargılamayın.’

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...