27 Şubat 2011 Pazar

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 2)

Bölüm 1'de kaldığımız yerden devam:
6) The King's Speech
Şimdiki İngiltere kraliçesi Elizabeth'in babası 6.George meğerse kekemeymiş. Taht hakkı balına buna düşmüş, bu yüzden de senelerce konuşma terapistinin yardımıyla olayı idare etmiş. Hikaye bu. Yine yaşanmış, gerçek bir durumu anlatan filmlerden. Bana öyle çok büyütülecek birşeymiş gibi gelmeyen bu hikaye, kendinden ve herşeyden ölesiye korkan bir kekemeden bir kral çıkaran Colin Firth'ün, yeteneğini sımsıcak ukalalığıyla birleştirip bir kralın tek dostu olabilmeyi başaran Geoffrey Rush'ın ve normalde ne kadar manyak olduğunu bildiğimiz kendi kişiliğini tamamen bırakıp adeta monarşinin tıkır tıkır düzeneği için doğmuş gibi davranabilen Helena Bonham Carter'ın gücünü arkasına alıp ortaya etkileyici olmayı başarabilen bir film olarak çıkmış. Beni gene öyle fazla "ooo, yuh,..."bilmem ne ettiren bir film olmadı. İstedim, olabilirdi de ama sanırım artık bu aslında kral olmak istemeyen ama olmak zorunda kalan, çok utangaç çok gözardı edilmiş ama içinde aslan yatan, en başına en kötü tercih gibi görünüp de esasında olayın sonunda en iyisi haline gelen olağanüstü insanların anlatımları beni sıktı. Ya da o kadar alıştım ki zaten böyle olmasına, müthiş işler başaran karakter gerçek de olsa, artık pek bir etkileyiciliği yok benim için. Bu yüzden filme hakkını veriyorum ama hikayeden dolayı değil. "Sinema"ruhundan dolayı.
Colin Firth neredeyse tek aday. Film de arkasına aldığı bu dalgayla ödül için güçlü bir aday. Javier Bardem'e artık ne yaptığında ödül verecekler, bilemiyorum.
7) The Social Network
Hikayeyi hepimiz biliyoruz. 84'lü Mark Zuckerberg adında bir çocuk, bilgisayarıyla oynarken Facebook dediğimiz şeyi yarattı ve artık dünya üzerinde hayat yok, facebook üzerinde hayat var. David Fincher'ın filmiyse tüm bu cazibenin arkasındaki birkaç senenin ve birkaç insanın hikayesini anlatıyor. Orda burda neden bu filme bu kadar yüklenildiğini anlayabilmiş değilim. Ne var yani facebookun kuruluşunu anlatıyorsa film? Bir İngiliz tahtı serüveni değil evet ya da kendini harap eden psikopat bir balerinin süzülüşü de değil. Aksine daha iyisi, bugünkü bir gerçeği gösteriyor tüm çıplaklığıyla. İnsan doğasının içini gösteriyor. Bugün, gençliğin nasıl yetişmiş olduğunu, derdinin neler olmaya doğru yol aldığını anlatıyor. Olayın gayet içinde bir insan olduğumdan dolayı belki, daha da çok koydu bana, bilemiyorum.
En iyi film dalında bir diğer olasılık. Altın Küre de aldı, artık Akademi şaşırtmaz herhalde.
8) Toy Story 3
Geçen sene en iyi film dalı aday sayısının 10'a çıkartılması ile açılan bir kategori bu. Ben öyle adlandırıyorum artık. Bir tane animasyonu da en iyi film adayları arasına yazıyorlar ama hiçbir şekilde orada olduğuna dair film his vermiyorlar. Hep birlikte bir görmezden gelme durumu. Akademi üyelerinin izlediğini bile sanmıyorum. Muhtemelen gönderilen cdlerin arasından ayıklayıp, çocuklarının torunlarının odasına koyuyorlar. Tamam ben de büyük bir animasyon fanı değilim, böyle insanlar olmasına rağmen. Tuhaf da bulmuyorum olmasını. Çünkü aklı başında hiçbir sinema izleyicisi animasyonun son on yıl içinde geldiği noktayı inkar edemez. Senaryo açısından bence her zaman ilerideydi animasyonlar ama artık her açıdan da böyle. Diğer "insanlı" filmler arasında ödül verilmesi bence de normal olmaz da, henüz...Ama şu da var ki izlediğim bu on film arasında beni ağlatabilen- evet ağlatabilen-  tek filmdi.


9) True Grit
Vahşi Batıda, daha doğrusu Amerikan İç Savaşı'nın bitiminin hemen ertesinde, 14 yaşındaki bir kız babasının katilinin peşinde orda oraya iz sürüyor, gangster kovalıyor, adam ikna ediyor, ticaret yapıyor ve 20-30 sene sonra bunu anlatıveriyor. Esasında çok etkileyici olabilecek bir hikayeyi, hem de elde oyuncu açısından en güzel malzemeler bulunurken nasıl böyle yapabilmiş Coen Biraderler ben çözemedim. Yani evet beğeneni çok, iyi de bir yandan bakınca ama bende uyandırdığı hiç bir yarım kalmışlık, bir tür al işte bir kaşık ama gerisi yok çanakta hissiydi. Anlamadım, denedim, filmi doğru düzgün izlemedim mi yoksa diye. Aklım başka bir yerde miydi falan dedim. Değildi, ciddi ciddi az geldi film. Vurucakmış gibi yapıp, geri çekildi. Dilimde de sadece Jeff Bridges'le Matt Damon'ı ve Josh Brolin'i izlemiş olmanın tadı kaldı.
En iyi film olmaz, Bridges'e de geçen sene ödül verdiler, en iyi kadın da Natalie'nin zaten.




10) Winter's Bone
İşte bu senenin beni en çok etkileyen Oscar adayı. İnanılmaz görüntüleri, sessizliği, gerçekliği, yanıbaşındaymışsınız gibi söylenen çalınan müziği ile -eğer ille de adaylar bunlarsa- ödülün verilmesi gereken tek film bence. Çoğunluğu önceden rol yapmamış yöre insanının oluşturduğu kadrosu...Ama özellikle Jennifer Lawrence.
17 yaşındaki Ree, psikolojik rahatsız annesi ve iki küçük kardeşinin tüm sorumluluğunun üzerine, uyuşturucu imal eden ve kaçak durumda olan babasının ipotek verdiği evlerini kurtarma çabasında, kendinden daha büyük ve çok acımasız bir dünyanın tam göbeğine dalıveriyor. Ne Catwoman o, ne de Wonderwoman. Sadece elinde amacı ve cesareti var. Ölesiye dayak da yiyor, en sert şekilde tehdit de ediliyor, göl dibindeki babasının cesedinden ellerini de kesiyor ama yılmıyor, bağırmıyor, şikayet etmiyor. Sessizce ekranda devleşiyor.
Aday olduğu 3 dalda da ödül verilmeyecek gibime geliyor.


Benim tahminlerim:
En İyi Film: The Social Network
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale

Ben olsam:
En İyi Film: Winter's Bone
En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence
En İyi Erkek Oyuncu: Javier Bardem
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Helena Bonham Carter
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: John Hawkes

Herşeyi bir yana, eğlenceli bir gece olsun hepimize. Amacı da bu değil mi zaten?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...