27 Şubat 2011 Pazar

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 1)

Artık gelenekselleşmiş olduğu üzere, bu sene de En İyi Film Oscar'ı adaylarını metanetle izledik, keyfini çıkara çıkara çiğnedik, inceledik.

1) 127 Hours
Aron Ralston, nisan 2003'te bir haftasonu kimseciklere neresine gittiğini haber etmeden kanyona koşmaya, bisiklet sürmeye, tırmanmaya vs.ye gitmiş. Acayip güzel ve eğlenceli geçmekte olan gününün ortasında bir yarıkta birden ayağı bir kireç kayasına basmış, kayayla birlikte yarıktan içeri yuvarlanmış. Yuvarlanma esnasında da sağ eli ve yaklaşık olarak kolunun dirseğine yakın bir yerine kadar olan kısmı kayayla yarık duvarı arasına sıkışmış. Kolunu hiçbir şekilde oradan kurtaramadan ve kimsenin ruhu duymadan tam 127 saat geçirmiş orada. Sonunda dandik kör çakısıyla kolunu kesip, kendini oradan çıkarmış da kurtulmuş. "Miş"li geçmiş zaman, çünkü gerçek bir Aron Ralston var ve onun hikayesine dayanarak çekilmiş bu film. Danny Boyle yönetmen koltuğunda, filmin tamamında ekranımızda olan başrol ise James Franco'nun.
Film esasında kolunu kesme bölümüne gelene kadar beni gayet eğlendirdi ama ne zamanki o kolu o kesmeyen çakıyla delmeye, kemiğini kırmaya, sinirlerini koparmaya çabalamaya başladı, bende herşey aydınlandı. "Anaa, bu herif cidden orda. Sıkışmış, harbiden insan öyle orda kalıverse nice olur hali ya?" Afakanlar basmaya başladı nitekim. Hiç huyum olmayan klostrofobi hain yüzünü gösterdi. Oturduğum yerde nefesim kesilmeye başladı, hele Ralston o siniri parmağıyla evirdi çevirdi buldu, koparmaya girişti, bende film koptu. Normalde hiçbir şekilde hiçbir filmde (tamam hiçbir demeyelim de çoğunda) iğrenmem, korkmam. Yani bir şekilde o gerçek-değillik hissini kaybetmem, aklımın bir köşesi hep bilir o ekrandaki salçadır sudur yağdır. Bu sebeple 127 Hours'da da ilk 70 dakika boyunca aklım gayet iyi durumdaydı. Ne zaman o "gerçekten de yaşamış ulan bunu" gerçekliği yüzüme çarptı, o zaman da aklım görevinii bıraktı. Demek ki Danny Boyle, bu gerçeklik durumunu yansıtabilmiş Franco'yla birlikte. James Franco En İyi Erkek Oyuncu'yu almaz biliyoruz, film de ödülü almayacak zaten.
2) Black Swan
Kuğu Gölü balesinin hikayesini bu filmle öğrenmiş oldum önce onu diyeyim de günah çıkarmış gibi olsun, tam olsun. Onca zaman yok Kuğu Gölü yok Fındıkkıran yok Aida falan duyarken en sonunda bunu öğrendim. Zavallı kızı kötü büyücü beyaz kuğuya çevirmiş, birine aşık olursa büyü bozulacakmış. O da tabi durmamış aşık olmuş beyaz atlı prense ama siyah kuğu da pek fettanmış, ayartmış prensi. Beyaz kuğu da ya seninim ya kara toprağın demiş. Filmin anlattığı da bu. Bildiğiniz, bir bale topluluğunun bu oyunu sergileme çalışmaları. Evet, esasında durum çok basit. Zaten psikopat olan, ezikliğini içinde taşıyan annesiyle yaşayan bir balerini sen tut, kocaman bir stresin altına sok, ondan sonra da ne oldu efendim, kız kafayı yedi. 100 dakika boyunca da onun nasıl kafayı yediğini anlatırlar ondan sonra böyle.
Natalie Portman çok sağlam oynamış olabilir, Darren Aronofsky çok manyak çekmiş olabilir tamam. Bir türlü ekranda deliren birinin anlatıldığı filmlerin neden bu kadar "oha" şeklinde karşılandığını anlayamıyorum. Gayet normal durum bir durum halbuki. Yani herhangi bir final-zamanı-üniversite-öğrencisinin ya da ösym-öncesi-senesindeki-lise-öğrencisinin falan performansı da Oscar'lık o zaman. Hayır cidden, deliren bir insanı canlandırmak bu kadar zor mu? Amerikalılara öyle görünüyor galiba. Ya da belki hakikaten benim kıskançlığım tuttu. Biz küçükken anamız babamız bale falan bilmezdi, sınav dansı öğrendik biz hep. Ondan artık yaş ilerledikçe böyle şeyler ortaya çıkıyor.
Natalie'ye doğum hediyesini aynen verecekler zaten. Filmse almaz.
3) The Fighter
90larda boksör olmaya çabalayan Micky Ward'ın, onun bağımlı ve ipsiz sapsız eski boksör ağbisi Dicky Eklund'un ve onların 7-8 tane olan kızkardeşleri, bunların hepsini doğurmuş olan annesi, bir tane baba ve mahallelilerin hikayesi. Ayrıca da benim için normaldışı bir sinema tecrübemin kaynağı. Boksu ne kadar anlamsız buluyorsam o kadar da filmini izliyorum, bir gariplik var bunda ama neyse. Hikaye gene gerçek, karakterler gerçek, durum gerçek. Yalnız bu sefer hakikaten bir boks filmi gibi olmayan bir boksör filmi var karşımızda. Zavallı adam resmen rakiplerinden yumruk yemiyor da, ailesiyle eşiyle dostuyla dövüşüyor. İnsan izlerken bile "yeter ya, bırak git hepsini ne halleri varsa görsünler" diye bas bas bağırası geliyor. İşte bu yüzden, bu noktada filmin benim için güzelliği ortaya çıkıyor, Mark Wahlberg'in sessiz, sakin ama bas bas anlatan Micky Ward portresi. Kendisi hala o içi boş aksiyon filmi insanları arasında görülür akademi tarafından ama olsun. Christian Bale her zaman işini yapıyor zaten. Onu gördük, takdir edeceğiz demekle birşey olmuyor. Önemli olan bunları görebilmek sayın akademi üyeleri!
Filme vermeyecekler heykeli büyük olasılıkla. Bale'e ise neredeyse kesin. Tabi Geoffrey Rush araya girmezse.
(Müziklerini de pek beğendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Winter's Bone'la birlikte bu senekiler içinde en iyileriydi.)
4) Inception
Bu senenin Avatar'ı. Yüksek bütçeli, insanları en çok etkileyeni ama hiçbir ödül alamayacak olanı. Tabi beni utandırıp verebilirler de birkaç küçük birşey. Rüya içinde rüya içinde rüya...İnsanların rüyalarına müdahale etme durumu. Eminim herkesin aklına en azından bir kere düşmüş bir fikir. Ama para Nolan'da. Sinemayı işte bunun için yapıyorlar dedirten türden bir filmdi, iyiydi, hoştu, tadı yerindeydi. Ama ne olur artık Leo'yu bu yaşlarında görmeyelim. İnsanın kalbi elvermiyor görmeye, o Jack'imiz Dawson'ımız Leo'muzun böyle saçları geriye yalanmış İtalyan mafyası tipinde bir insan haline dönüştüğünü yaşlandıkça. Kader kısmet. Yapacak birşey yok. Marion Cotillard gördük en azından, içimiz aydınlandı. Joseph Gordon Levitt'in her daim takipçiyiz bu arada (bknz.HitRECJoe), Ellen Page'i  izlemek de keyifken.
5) The Kids Are Allright
Evli lezbiyen çiftimiz Nic ve Jules'un bir kızı, bir de oğulları var. Seneler evvel sperm bankasından yardımla. Çocuklar da zaman geliyor babayı bulalım mevzuuna giriyorlar. Biyolojik babayla görüşmeler başlıyor. Tanışma, iyi olma, ortamın karışması, kötü olma, işlerin eski haline dönmesi. Hikayenin gelişimi bu. Ama tuhaf bir biçimde filmin anlatmaya çalıştığı aile olma durumu ve bunun önemi. Ya da bana öyle etki etti. Değişikti, ama artık bir saniye daha Julianne Moore'un o kızıl suratını görürsem kusacağım. Hikaye anlatımı, oyunculuklar sorunsuz, temiz. Bence filmin iyi yanı Mia Wasikowska ve Mark Ruffalo. Nitekim Oscar için yetersiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...