james franco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
james franco etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2016 Pazar

Homefront (2013)

Eski DEA ajanı Phil Broker, son görevinde işlerin biraz yoldan çıkmasıyla yaşadığı trajediden sonra küçük kızı Maddy ile birlikte hayatına yeni baştan, küçük bir kasabada başlamaya karar verir. Ama Maddy de Phil de küçük bir kasaba için pek normal tipler değildir. Eh bu kasaba da öyle en masum küçük kasaba portremize uyan bir yer değildir. Maddy'nin okulda kavga ettiği çocuğun annesi ve babası Phil'in üstüne gelince, sonra da Phil'den güzelce ağızlarının payını alınca çocuğun uyuşturucu bağımlısı annesi, Phil'in üstüne uyuşturucu üreticisi-satıcısı abisi Gator'ı salar. Gator'un da kendine ait planları devreye girince, Phil ve Maddy yine belayı peşlerine takmış olurlar.
İşte bu en sevdiğim türden filmlerden. Sağlam aksiyon, çelik gibi bir başrol, motivasyonu olan ve zeki görünen ama sonradan salak kalan kötüler, melek gibi güzel kadın yan rol, şeytanımsı seksi kadın yan rol ve habire dövüşler yumruklar tekmeler, savrulmalar...Ciddiyim ya. Hakikaten bayılıyorum böyle filmlere. İnsanı mutlu ediyor, eğlendiriyor, tamamen başka bir dünyada güzelce vakit geçirtiyor. Ben filmi en son yaptığım otobüs yolculuğunda izledim köye giderken. Kamil Koç'un sınırlı film seçenekleri içinde en makulu bu gibiydi bana göre. Aslında Jason Statham'a çok önyargılı yaklaştığımı fark ettim bu filme izleyince. Etrafımda bu adamı pek beğenen, böyle bir karizmatik hatta yakışıklı falan bulan insanlara denk geldikçe sinir olmuştum adama. Hayır yani ne buluyorsunuz ne buluyor olabilirsiniz diyerek. Şimdi de onlar gibi düşünmüyorum ama bir sempati duymaya başladım. Yani ben de öyle dövüşmek istiyorum ya! Adama çok saygı duydum ha. Bir de filmde ciddi anlamda rol yapma kırıntısı gösteriyordu, inanamadım. Normalde aksiyon starları tek tiptir, tekdüzedir, kamera karşısına geçer dövüşür, sert sert bakar, çıkarlar. Ama Statham'ın suratında bu filmde birşeyler vardı ya. Chuck Logan diye bir adamın kitabından bizim Slyvester senaryolaştırmış hikayeyi, her şey doğal olarak yılların tecrübesiyle tık tık tık yerine oturuyor. Bilindik o matematiğin içinde aslında her bir oyuncu bir değişik geldi bana bu sefer. Yani artık hep bir alışmışım herhalde daha anormal, daha bağımsız, daha farklı işlerde görmeye bu oyuncuları. Böyle en eski, en temel formülün içinde görünce bir değişik geldiler. Winona Ryder, Rachelle Lefevre, Kate Bosworth...Ama bu James Franco ile hala anlayamadığım bir şeyin içindeyiz. Spider Man'de görüp aşık olmuştum ben bu adam. Sonra Freaks and Geeks ile Tristan+Isolde ile izleye izleye doyamamıştım. Ama sonra bir noktada bir şey oldu. Bu böyle birşeyler yapmaya, herşeyi yapmaya başladı. Nasıl olduğunu anlamadan bir bakmışım nefret ediyorum, önüme çıkınca kazara, mazallah geçireceğim tokatı o derece nefret ediyorum. Gıcık oluyorum ya. Her gördüğüm yerde, filmde hep bizimle dalga geçiyormuş gibi hissediyorum. Hep o kendisi eğleniyor ve bizi kekliyor ifadesi var suratında. Ama bu filmi izlerken ona bile dayanabildim, teşekkür ederim Statham abi.
Diyeceğim o ki film iyi, güzel. Çok sıkıldığınız, ne yapacağınızı bilemediğiniz bir vakitte açın izleyin, içiniz ferahlasın. Yani bana öyle yapıyor, siz illa yok Fransız sineması izlerim yok Fellini'den geçemem diyorsanız o da sizin eğlence anlayışınız.

16 Ağustos 2011 Salı

Rise Of The Planet Of The Apes (2011)

Tek kelime söylüyorum : Vaovvv! Beklentilerimiz tavan yapmış halde girdik filme, ona rağmen süperdi diyebiliyorum. Uzun zamandır izlediğim, bu kadar büyük olmasına, saf gişe filmi olmasına rağmen bu kadar temiz bir şekilde şahane olan ilk filmdi. Büyüktü, evet. Senaryo, oyunculuklar, hikayenin ilerleyişi-gelişimi, ayrıntılar, mekanlar, görüntüler herşey tertemizdi ve büyük büyüktü. Ama en çok övgüyü efektler hak ediyordu. Hiçbir detayın sırıtmadığı ve Andy Serkis'in inanılmaz oyunculuğuyla birleşen teknolojik mucizelerin bütünü, bekleyebileceğimizin de üstündeydi. Uzun zamandır bu kadar kendini izleten, bir sürü duyguyu bir arada yaşatabilen bir film izlememiştim sinemada. (Tamam oturup ağlamaya başlamayacağım ama sadece gerçekten iyi bir film izlemiş olmanın verdiği o tarifsiz ruh hali içine girdim gene, toparlanıyorum hemen. Mantıklı konuşmaya geri dönüyorum.)
Ben - ve sanırım muhatabı olduğum bu nesil - bu maymunların zeka gelişimi gösterdiği kıyamet senaryoları ile 2001'den sonra tanıştım - ve tanıştı - haliyle. Bir başka Tim Burton şaheseri olan "Planet of The Apes" bir görev için uzaya giden - kahraman amerikan - astronotlarının tesadüfen indiği bir zeki maymunlar gezegenine rastlamalarını anlatıyordu. Uzaylıların istilasına alışıktık, hem de her türden. Zeki robotların kıyamet günlerine daha alışıktık, hem de gayet insansı olanlarının. Ama maymunların tutup da cakalı cakalı ortada dolanmaları ya da insanları sanki evcil hayvanmış gibi kullanmaları da nesiydi? Tabiki biz yeni görmüştük ama 1968'de Pierre Boulle'nin romanından uyarlanan filmde görmüştü çoktan bunu dünya. 2001'de yaptıkları da bunun yeniden çevriminden başka birşey değildi. 1974'te de tv dizisi haline getirilen bu pek tutan senaryo, sene 2011'e gelindiğindeyse olayı bağlama gereği hissetti. Çünkü 2001'deki olağanüstü filmin sonunda kendimizi devasa sorularla dımdızlak ortada kalmış gibi hissetmiştik, maymun gezegeni gazisi Mark Wahlberg'le birlikte. Yüzbaşı Leo Davidson rolündeki Wahlberg, nihayet memleketim diye taşını toprağını öpmeye geldiğinde kendini, en az kurtulduğu cehennemin bin katı halinde bir dünyada bulmuştu.
İşte Rupert Wyatt'ın yönettiği bu sıfır kilometre filmde de bunu açıklamaya çalışıyorlar. Yüzbaşı Davidson'ın bıraktığı dünyaya ne oldu? Başka bir gezegeni ele geçirebilecek kadar evrimleşen maymunlar, dünyayı nasıl ele geçirdi? Daha doğrusu olayın başlangıcı neydi onu anlatıyor. Kanımca ele geçirilme aşaması bir başka gişe canavarına saklanmış vaziyette.
Herneyse, soruların cevabını diğer tüm "kötülüklerin" kaynağı oluşturuyor : İyi bir amaç uğruna yapılan kontrolsüz zevzeklikler. Sırf Alzheimer olan babasının erimekte olan aklına bir çare bulabilmek için kendini laboratuvara vermiş olan Will Rodman, nerdeyse başarılı olabilecek bir ilaç geliştiriyor. Tabiki deneklerimiz maymunlar. Bir kısım şanssız olay neticesinde yeni doğmuş bir yavruyu eve getirip, bakmak zorunda kalıyor Will ve bu arada ilacı da babasında denemeyi ihmal etmiyor. Yavru maymun büyüyor, adeta evin çocuğu kıvamında. Will'e bir veteriner hanım da ayarlıyor kaşla göz arasında. Bunamış baba da iyileşiyor az buçuk. Ama asıl dikkat çekici nokta en baştan ortaya çıkmayı ihmal etmiyor : Yavru maymunumuz ki bir ismi var lütfen, Sezar, annesine verilen akıl geliştirici ilacı aynen almış damarlarına. Çok pis zeki bu yumurcak da.
Ve onun felaketi de tamamen iyi niyetten oluyor bu arada. Nasıl olayın başlangıcı Will'in babasına duyduğu sevgiyse, Sezar'ın "dark side"a geçmesi de yaşlı babayı agresif komşudan kurtarmak için oluyor. (Ahh dark side ahh! Anakin'e yaptıkların yetmedi mi ha!)
Herşey güzel, herşey hoş. Ciddi ciddi gidin izleyin. 20th Century Fox'ın bizden gelecek paraya ihtiyacı yok ama belki James Franco'nun yüz ellinci doktorasını yapmasına veya Freida Pinto'nun başka bir Oscarlık Hint filminde oynamasına yardımımız dokunur, sevaptır.

5 Ağustos 2011 Cuma

Howl (2010)

Kural insanıyım. Tamamen. Eğer şurdan şuraya içinden 10'a kadar saymadan geçilmez diye bir kural varsa sayar geçerim. Şu işi kendi başına, kimseye sormadan yapmak gerek diyeyse kural, hakikaten de oturur kendi başıma yaparım. Ki bilirim bir yandan da, benim dışımdaki herkes ama herkes, önümüzde yer alan o kurala hiçbir şekilde uymamıştır. Ben de uymamak isterim, düşünürüm de uymamayı. Ama içimde çarklı bir mekanizma vardır o anlarda hep harekete geçen. Ben istesem de, beynim istese de, bir türlü uymamazlık edemem kurallara. "Liar Liar"daki Jim Carrey hesabı, birşey beni alıkoyar her türlü kanunsuzluktan.
Gerçek Allen Ginsberg-gençken
Ama hiçbir üniversitenin bağımsız olmadığı, kampüslerde polislerin gizli gizli gezdiği, genelkurmayın bile milli savunma bakanlığına bağlanmak istediği bir ülkede, ben bile yeteri kadar kuraldışı hale geliyorum. İnsanoğlu neden yüzyıllardır, binyıllardır bu şekilde bir çaba içine girmiş acaba? Tarihin her zamanında bir tür "herşeyi tek bir otorite altında toplama" durumu oluşmuş. Her dönemde, dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar tek bir şekilde düşünmeye, tek bir şekilde hissetmeye programlanmaya çalışılmış. Her zaman birileri çıkıp, tek bir güç olmaya çalışmış. Sanırım yeteri kadar anlaşılabilir bir durum. Tek başına çalışan bir akıl, tek başına farklı düşünceler üreten bir akıl, eğer kendi düşüncenizi diğer tüm akıllara kabul ettirmek istiyorsanız, oldukça tehlikelidir. Sadece kendinizin aşırı bir refah içinde yaşamasını istiyorsanız, bunu sorgulayacak akılların olması yine tehlikelidir. Herşeyi tek bir otorite altında toplayarak insanları yönetebilirsiniz, yönlendirebilirsiniz, sadece ve sadece sizin istediklerinizi yapmalarını sağlayabilir, böylece kendi yaşamınızı ve kendi yararlarınızı garanti altına alabilirsiniz.
Bunun için de insanların düşünmemesine ihtiyacınız vardır. Düşünmeyecekler, üretmeyecekler, birbirlerini haberdar etmeyecekler, eleştirmeyecekler, irdelemeyecekler ve anlamayacaklar ki otoriteniz sarsılmasın. Düşünmemeleri için de sınırlar getirmek zorundasınızdır. Sınırlarsanız, engellerseniz, yasaklarsanız düşünmezler. Üretmezler. Eleştirmezler.
Daha doğrusu siz öyle sanırsınız. İnsanoğlunun aklı tarihin her döneminde çalışmaya devam etti. Bundan sonra da edecek büyük ihtimalle. Yani sınırlasanız da düşünürler, yasaklasanız da eleştirirler, engelleseniz de bir yol bulurlar. Ha siz göremezsiniz, duyamazsınız o ayrı. Otoritenin keskin Sauron gözlerinin altına inemediği örtüler vardır, dibine varamadığı delikler mevcuttur. Sonuçta insan, bu kadar alışık ve istekli olmasına rağmen, tek bir otoritenin ağır gücünün altında yaşayamaz. Bir şekilde farklılıklar, üretimler, düşünceler her zaman suyun altında boğulmaz, arada kafalarının çıkarıp kısa ama hayati nefesler alırlar.
Ginsberg olarak James Franco
Burdaki durum için birşey söylemeyeceğim de, ABD'de 1950'lerde böyle bir nefes alışın ufak belirtileri ortaya çıkmıştı. II.Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'nın enkazına karşılık Amerika kıtasının kuzeyinde insanlar gayet kurallara bağlı ve düzgün bir yaşam biçimi geliştirmişti. Kadının, çocuğun ve farklıların toplumdaki yerleri kesin çizgilerle belliydi. Tamam belki Elvis'in ve rock'n roll'un ritimleri her yanı sarmaya başlamıştı ama durum buydu. Bunun yanında kendini eğlenmeye, içkiye, otlara vermiş, hayattan ne beklemesi gerektiğini veya hayatın onun için ne ifade ettiğini çözmeye çalışan bir nesil de türemişti. Düzenin dışında, kendilerini yollara atan, caz melodileri arasında sorularıyla çözümler arayan bir kuşak. Düzenin ve konformlu hayatın dışındaki yeşil çayırları, bulutlu-yıldızlı gökyüzünü ve bitmeyen yolları arayanların ortaya koyduğu bu belirtiler daha sonra 60'ların sonuna gelindiğinde kendini büyük gençlik hareketlerine, dünyanın her bir yanında iyi veya kötü devrimlere, müzikte, sanatta, modada, yaşam felsefesinde tam bir düzensizliğe ve başkaldırıya dönüştürecekti.
Ama Jack Kerouac'ın1947-48'de Amerika'nın doğusu ve batısı arasında bir uçtan bir uca yaptığı yolculuk, Neal Cassady ile diğer yolculukları, New York Üniversitesi'nde Allen Ginsberg ve William S.Burroughs ile tanışması durumları gerçekleştiğinde henüz tüm bu düzensiz-başkaldırı oluşmamıştı. Kerouac !951'de oturup, 3 haftada "Yolda"yı yazdığında birşeylerin gelişi belliydi. Kerouac kendisi adlandırdı bu "kendi edebiyatlarını" ve yolculuklarını yapan kuşağı; "Beat Generation" dedi. Çevirmeye çalışırsak bir anlamda "yenilenler-yenilmişler kuşağı" olabiliyor bizim dilimizde.
2010 yapımı "Howl" filminde ise soruyorlar Allen Ginsberg'e "The Beat Generation ne demek?" diye. "Herhangi bir neslin yenilgisi söz konusu değil." diyor Ginsberg. "Bir grup adam sadece birşeyler yayınlamayı deniyorlar." Ginsberg bu "birşeyler yayınlamayı deneyen adamlar" arasında dahil olduğu "kuşağa" efsane haline gelmiş bir şiir kazandırmıştı bu cümleleri sarfederken. Howl (Uluma) şiiri 1957'de San Fransisco'da mahkemede salonunda didik didik edilirken o, mahkemeye bile gitmemiş, oturmuş karşısındakine-filmin aracılığıyla da bizlere- hayatını, sanatını, düşüncelerini, duygularını anlatıyor.
Rob Epstein ve Jeffrey Friedman'ın hem senaryosunu birlikte yazıp, hem de birlikte yönettikleri "Howl" bir yandan anlamsız bir şekilde sanatın, edebiyatın, müstehcenliğin ne olduğunun tartışıldığı mahkeme salonunu gösterirken, bir yandan Allen Ginsberg'ün tam o sırada kendini ve şiiri anlatışını iletiyor. İçiçe geçen mahkeme ve röportaj görüntülerinin aralarına serpiştirilmiş vaziyette de Ginsberg'ün Howl'u coşkuyla, duyguyla okuyuşunu dinliyoruz, mükemmel ötesi animasyon canlandırmalarıyla.
"Howl" o kadar güzel yapılmış, güzel yazılmış, özenle oynanmış ve mesajlarını o kadar temiz, kavgasız, baskısız ve gene de anlaşılır ileten bir film olmuş ki izlenesi, bir kere daha ve yine izlenesi. James Franco "127 Hours"la Oscar adayı olmasının yanında, "Howl"da hayatının her dönemini o kadar güzel yansıtıyor ki Ginsberg"ün, belki de bugüne kadar ortaya koyduğu en başarılı oyunculuk (tabiki Freaks&Geeks hali benim için bir numarada gene de.). Jon Hamm'in şiiri olabilecek en güzel şekilde savunduğu, avukat Jake Ehrlich karakteri öylesine düzgün ki Hamm'in temiz oyunculuğuna şapka çıkartılabilir. Ama bence onların yanında diğer avukat, şiirin yasaklanmasını savunan Ralph McIntosh rolünde David Strathairn harikalar yaratıyor.
O kadar "muzır" bulunan kitaplara ve dayatılan "filtre"lere inat, haydi biz de uluyalım, "Holy holy holy holy" diye...


carl solomon
için
i
gördüm kuşağımın en iyi beyinlerinin çılgınlıkla yıkıldığını, histerik çıplaklıkla açlıktan geberdiğini,
zenci sokakların şafağında gördüm onları bozuk kafalarıyla mal ararken,
gecenin makinesinde yıldızlı dinamo ile eski cennetsel bağ için yanıp tutuşan melek kafalı hipsterler,
yoksulluk ve paçavralar ve sahte gözlerle şehirlerin üstünde yüzen sıcak suyu
olmayan ucuz odaların doğa üstü karanlığında yükseğe doğrulup sigara içerken jazzı seyredenler,
yaradan’ın cennetinde zihinleri apaçık olanlar aydınlatılmış ucuz çatı katlarında
ve yeraltlarında muhammed’in dolaşaduran meleklerini görenler,
arkansas ve blake-ışığı trajedisi arasından parlak ifadesiz halüsinatif gözlerle
bilgi savaşının üniversitelerinden geçip gidenler,
akademilerden delilik ve ahlaksızlığa düzdükleri methiyeleri kafatası üzerindeki
pencerelerde yayınladıkları için tekmeyi yiyenler,
parasını çöp sepetlerinde yakarak ve dehşeti duvardan dinleyerek tıraşsız
odalarda don gömlek sinenler,
apış arasındaki marihuanayla laredo’dan dönerken new york’da içeri tıkılanlar,
ucuz otellerde ateş yiyenler ya da paradise alley’de terebentin içenler, ölüm, ya
da geceden geceye gövdelerini arafta bırakanlar,
düşlerle, ve uyuşturucularla, uyandıran kabuslarla, alkol ve sik ve sonsuz taşaklarla,
ürperen bulutların emsalsiz kör sokakları ve canada ve paterson’un kutuplarına
doğru sıçrayan aradaki zamanın hareketsiz dünyasını aydınlatan aklın şimşeği,
geçitlerin peyote dayanışması, arkabahçe, yeşil, ağaç, mezarlık sabahları, çatı
katlarında şarap kafası, kafaları iyi olduğu esnada çıktıkları zevk gezilerinde
mahallelerin dükkanlarının vitrinlerinde trafik ışıkları gibi yanıp sönen neonlar,
güneş ve ay brooklyn’in sert kışının alacakaranlığındaki ağacın titremesi, esrar
külünün laneti ve aklın yüce ışığı,
hayvanat bahçesi ışığının iç karartıcı parlaklığında boğazları paramparça ve
kasvetli beyinleri örselenmiş,
benzedrine boğulmuş halde rayların ve çocuk seslerinin gürültüsü arasında titreyerek
battery’den bronx’a sonsuz bir gidiş için kendilerini yeraltında zincirleyenler,
gece boyunca bickford’da loş ışığın altında dibe vurmuşçasına gömülüp
kalanlar ve dışarı çıkanlar ve gün ortasında ıssız fugazzi’de bayat bira içerek
otomatik plak çalarda çatırtıları dinlemeye mahkum olanlar,
yetmiş saat durmaksızın konuşarak, parktan mekana, mekandan bara, bardan
bellevue’ye belleuve’den müzeye, müzeden brooklyn köprüsüne
ayın ötesinde/ki empire state’in pencere pervazlarından sarkan yangın
çıkışından atlayan platonik belagatçilerin yitik bölüğü,
olayları ve anıları ve anekdotları ve görme zevkini ve hastane şoklarını ve
cezaevlerini ve savaşları bağırıp çağırıp fısıldayıp kusarak konuşanlar,
yedi gün yedi gece harap olmuş anımsamalarıyla parıldayan gözlerle
kaldırımların üzerini örten mağlup sinagog eti,
artlarında atlantic city hall’ün belirsiz resminin kartpostalını iz bırakıp
zen new jersey’i terk ederek hiçbir yere doğru gözden yitenler,
kederli doğunun sıkıntı veren terlemesiyle tanca’nın kemik gıcırdatanları,
çin’in migreninden mustarip, iç karartan döşemesiyle newark’ın boktan bir
odasında esrarın etkisiyle pelte-k-leşenler,
geceyarısı demiryolu boyunca oradan oraya amaçsızca gidip gelen yurtsuzlar,
hiç kalp kırmadan çekip gidenler, gece, yükvagonlarında yükvagonlarında
yükvagonlarında sigaralarını yakanlar,
eroin için para sızdırmaya çalışarak dalavereyle, yalnızlık hissi veren
çiftliklerinden geçenler büyükbabanın,
kansas’ta kozmosun tinlerinde vızıldayıp ayaklarına değin titrediklerini
hissettiklerinde plotinus poe st. john üzerine kafa yorup haç çıkarıp telepati,
bop ve kabala ile uğraşanlar,
idoha sokaklarından birbaşına geçip giderek düşsel kızılderili meleklerle düşsel
kızılderili melekleri arayanlar,
parıldadığında baltimor çılgına dönüp doğaüstü esrimeye dalanlar,
etkisiyle kış gecesinin ortasında sokak ışığının küçükkent yağmurunun
oklahoma’nın çin göçmeni herifleriyle limuzinlerde takılanlar,
houston’da aylak ve aç cansıkıntısıyla yalnızlığın jazz seks ya da çorba için takılanlar
amerika ve sonsuzluk hakkında tartışmak için parlak ispanyolların peşinden gidip,
afrika’ya giden bir gemiye çaresiz kapağı atanlar,
artlarınca chicago’nun mekanlarında yakılmış şiirlerin külünden lav işçi
tulumlarının gölgesi ve döküntülerden başka hiçbir şey bırakmayarak mexico
volkanlarında gözden yitenler,
batı kıyısı’nda f.b.i’ı soruşturarak sakallı ve kısa pantolonlu büyük barışçıl
gözleri ve cinsellik kokan koyu derileriyle hatların ötesinde bildiri dağıtıp yeniden ortaya çıkanlar,
cigaralarını üstlerinde söndürerek kapitalizmin ot tezgâhını protesto edenler,
staten island feribotu bastırdığında korkunç sesini wall’un ve bastırdığında los
alamos’un korkunç seslerini feryat ederek çırılçıplak soyunarak union
meydanı’nda kıyakkomünist bildiriler dağıtanlar,
beyaz okullarında yerleşmiş çetelerin doğrulttukları makineler karşısında çıplak
ve titrek ağlayarak yere yığılanlar,
düzüşmeksizin haykırarak sevişmekten, “zıkkım”lanmaktan ve oğlancılıktan
başka hiçbir şey yapmadıkları için bir suçu olmayıp polisaraçlarında mest olmuş
halde enselerinde dedektifler bitenler,
metroda dizlerine vurarak uğuldayanlar ve elyazmalarına bir göz atıp siklerini
pantolonları üstünden sıvazladıkları için uzayıp gitmesi istenenler,
bi işleri olmadığından azizimsi motorculara götlerini siktirip zevk çığlığı atanlar,
meleksi insanlıklarıyla uçanlar ve uçuranlar, atlantik ve karayip aşklarını okşayan denizciler,
gülbahçelerinde, halk parklarının çimlerinde ve mezarlıklarda önüne gelen
herkese özgürce spermlerini attırarak sabah akşam otuzbir çekenler,
durmaksızın hıçkırarak tükenenler, kıkırdayıp coşarken sarışın & çıplak bir
melek artlarında belirdiğinde deşmek için onları palasıyla, bir türk hamamının odasında mahvolanlar,
aşkoğlanlarını kaderin şirret üç ihtiyar kaşarına, heteroseksüel doların tek gözlü
kaşarına, dölyatağından göz kırpan ve kıçını kırıp oturmaktan,
dokuma tezgâhındaki aydınlanmış altın sarısı ipleri kırpmaktan başka bir şey
yapmayan tek gözlü kaşara kaptıranlar,
doyumsuzca ve esriyerek çiftleşenler bir bira şişesiyle bir sevgiliyle bir sigara
paketiyle bir mumla ve yataktan düşenler,
ve zemin boyunca yuvarlanıp salonu sürüklenerek devam edip duvarın dibine
yaslanarak son amcık vizyonuyla nihayetinde kendinden geçenler ve bilincin
son attırımından sıyrılarak gelenler,
günbatımında milyonlarca kızın amcıklarını akıtanlar ve sabah yeri gözleri
kıpkırmızı olsa da gündoğumunun deliğini de sulandırmaya hazır olanlar,
ahırlarda götleri alevlenenler ve göllerde çıplak olanlar,
sayısız çalıntı gecearabasıyla colorado’da bir boydan bir boya orospulukla hayat sürenler,
n.c, bu şiirin gizil kahramanları, yarakadam, denver’ın adonis’i, yemek vakti
arkabahçede sayısız kıza döşeyerek akıtanlar, sinemanın arka koltuklarında
takanlar, sarsakça yan yana dizilenler, dağların tepelerinde mağaralarda bildik;
sıska garson kızlarla ıssız yol kenarlarında oynaşanlar- elbiselerini yukarı
sıyırarak & bilhassa kıyı benzin istasyonları tuvaletlerinde “tekbencilik”
yapanlar & memleketin çokça ıssız yollarında; solgun demode büyük leş
sinemalarında, düşlerini değişenler, ansızın manhattan’da uyananlar ve
kendilerini bodrum katlarından dışarı atarak, kalpsiz macar şarabının
tüketmişliği ve 3. caddenin demir düşlerinin dehşetiyle işsizlik maaşlarını almak
adına, büroya dek tökezleyerek yürüyenler,
tüm bir gece boyunca karla kaplı iskelelerde kan dolmuş ayakkabılarıyla
yürüyüp, east river’da arzu dolu esrar odalarının kapılarında açılması için bekleşenler,
hudson kanyonunun dik kayalıklarına kurulu evlerinde ayın savaş zamanı
ışığına benzeyen projektörün mavi ışığında büyük intihar dramaları yaratanlar &
başlarında defne taçlarıyla unutulacak olanlar,
düşlerinde kuzugüveci yiyenler ya da bowery nehrinin çamurlu sularında yengeç lüpletenler,
sarma kâğıdı ve kötü müzikle mal satıcılarının arabalarında sokakların romansına ağlayanlar,
bir köşede oturup köprü altının karanlığında nefes alanlar, tavan aralarında
klavsenle orgazm olanlar,
teolojinin turuncu sandığıyla tüberkülozlu bir göğün altında alevlerle taçlanmış
harlem’de altıncı katta öksürüğe boğulanlar,
gece boyunca sihirli sözlerle esriyip sallanıp yuvarlanarak bir şeyler
karalayanlar, tan ağarmasının sarılığında anlamsızlığın şiirini yazdıklarını görenler,
salt bitkisel bir krallık düşleyip de çürümüş hayvanlar ciğer yahnisi yürek paça
pancar çorbası ve meksika pizzası pişirenler,
bir yumurta peşinden et kamyonlarının altına dalanlar,
saatlarını çatılardan fırlatarak zaman dışı sonsuzluğu seçenler & sonraki on yıl
boyunca her gün çalar saat sesine uyananlar,
art arda en az üç defa bileklerini kesip de başarılı olamayan ve vazgeçip
mecburen içinde yaşlanıp mızmızlanacakları bir antikacı dükkânı açanlar,
kurşuni dizelerin patlamaları & cepleri dolmuş modacıların kafa ütüleyen
safsataları & reklamcılığın ibnelerinin nitrogliserin çığlıkları & zeki editörlerin
fesatlığının zehirli gazında madison avenue’da uyduruk elbiseleri içinde
yanarak tükenenler, ya da mutlak gerçek’in taksicilerinin sarhoşlukla çarpıp yere devirdikleri,
brooklyn bridge’den atlayanlar, bu gerçekten oldu ve yitik adımlarla
yürüyenler çin mahallesinin büyüsünde ruhları kendinden geçenler
yol boyu çorba & yangın kamyonları, beleş bira yok,
umutsuzluk içinde pencerelerden dışarı country söyleyenler, metro kapılarından
fırlayanlar, pislik passaic durağında atlayanlar, zencilerin üzerine atılanlar, tüm
sokak boyu ağlayanlar, yalınayak şarapkadehi kırıkları üzerinde dans edenler,
1930'ların avrupasının nostaljik tükenmiş alman jazz fonograf kayıtlarını
paramparça edenler, viskiyi tüketip inleyerek ıstırap içinde iğrenç tuvaletlerde
çıkaranlar, kulaklarında inlemeler ve uğultusu devasa buhar kazanlarının.
geçmişin seyahatlerinin otoyollarından aşağı uçar gibi birbirlerini golgotha’ya
taşırcasına yol alanlar hapis-yalnız uyanık veya birming- ham jazzın vücut buluşu,
sonsuzluğu bulmak için benim bir vizyonum ya da senin bir vizyonun ya da
onun bir vizyonu var mı diyerek tüm ülkeyi arabayla yetmişiki saatte katedenler,
denver’a yola çıkanlar, denver’da ölenler, denver’a geri dönenler & boşyere
bekleyenler, denver’ı bekleyenler & kuluçkaya yatanlar & denver’da yalnız
kalanlar ve sonunda zamanı keşfetmek için uzayıp gidenler & şimdi denver bu
kahramanları için yalnızlıktan sıkkın,
ruh bir saniyeliğine de olsa saçlarını halelendirene dek ışığıyla umutsuzca
katedrallerde dizleri üzerine çökerek birbirlerinin kurtuluşu ışık ve sineler için yakaranlar,
parçalanmış zihinleriyle altın gibi kafaları yüreklerinde gerçeğin tılsımı
cezaevinde imkansız suçlar için beklerken alcatraz’a tatlı blueslar düzenler,
bir alışkanlığı yetiştirmek için mexico’ya ya da rocky dağlarına buddha’yı
yumuşatmaya ya da oğlanlar için tanca’ya ya da kara lokomotif için güney
pasifik hattı’na ya da narkissos için harvard’a mezarlıktaki papatya öbekleri
için woodlawn’a çekilenler,
radyoyu hipnotizmayla suçlayarak akılsağlığı davası açılmasını talep edenler
ama delilikleriyle elleriyle kararları askıda bırakan bir jüriyle kalakalanlar,
new york şehir kolejinde dadaizm sunumu yapanların üzerine patates salatası
atanlar ardından tıraşlı kafalarıyla ve intiharın soytarı söyleviyle akılhastanesinin
granit basamaklarında lobotomiye kuvvetle istek duyanlar,
ve bunun yerine kendilerine insülin ve metrazol şok terapisi elektrikli su terapisi
psikoterapi meşguliyet terapisi masa tenisi & hafıza kaybının somut boşluğu sunulanlar,
katatoni içinde kısasüreliğine duralarken şakası olmayan bir karşıkoyuşla
yalnızca sembolik bir pinpon masasını devirenler,
yıllar sonra kandan peruklarını saymazsak geriye kel dönenler, doğunun
kaçıkkent koğuşlarında salt delirmişlerde zuhur eden kötü kader esriklik
içerisinde parmakla(n)mak,
pilgrim state’in rockland’in ve greystone’un kokuşmuş koridorları, ruhlarının
gölgeleriyle ağızdalaşına girenler, geceyarısı aşkın topraklarında-dolmen setleri
üzerinde- bir başına sallanıp yuvarlanarak, yaşam düşü bir kabus, vücutları ay
denli ağır taşa dönenler,
nihayetinde anayla******, ve ucuz apartman dairesinin penceresinden
fırlatılmış son fantastik kitap, ve sabahın 4ünde kapatılmış son kapı, ve cevaben
şiddetle duvara çarpılmış son telefon, ve zihinsel mobilyası son parçasına dek
boşaltılmış son döşeli oda, gömme dolapta tel askıya iliştirilmiş kağıttan sarı bir
gül, ve bu düşsel bile olsa, hiçbir şey ama küçük umut dolu bir sanrı işteah,
carl, sen güvende değilken ben de güvende değilim, ve şimdi sen gerçekten
zamanın tüm pisliğinin içindesinve
bundan dolayı buz tutmuş sokaklar boyunca koşanlar, elips katalog metre
titreşen düzlem kullanımının simyasındaki ani parıldamaya takıntılı,
hayal kurup bitiştirilmiş imgeler boyunca zaman ve uzayda somutlaştırılmış
geçitler açanlar ve 2 görsel imge arasında ruhun başmeleğini kapana kıstıranlar
ve doğadaki elementlerin özlerini birleştirip pater omnipotens aeterne
deus’nun heyecanıyla coşup bir sıçrayışta bilincin ismini koyup çizgisini belirleyenler,
yoksul beşeri nesrin ölçü ve söz dizinini yeniden yaratmak için ruhlarında
kafalarındaki çıplak ve sonsuz düşünüşün ritmini uyumlu kılacak ikrarı
reddederek huzurumuzda dilleri tutulmuş ve zeki ve utançla titreyerek ayakta dikilenler,
zamandaki kaçık serseri, ve kutsanmış melek, bilinmeyen, yine de ölümden
sonraki zaman boyunca söylenecek ne varsa koyanlar ortaya,
ve jazzın hayaletimsi giysisiyle orkestranın altın rengi nefesli borularının
gölgesinde yeniden dirilerek doğrulanlar ve amerika’nın çıplak zihninin aşk için
çektiği ıstırapları, kentleri son radyosuna varasıya paramparça eden eli eli
lamma lamma sabacthani çığlığıyla üfleyenler saksafonu
parçalanarak vücutlarından çıkartılmış yaşam şiirinin saf kalbiyle ki bin yıl
afiyetle yenir.
ii
alüminyum ve çimentodan nasıl bir sfenkstir ki kafataslarını açıp parçalamış
beyinleri ve imgeleri yiyip bitirmiş?
molok! yalnızlık! pislik! çirkinlik! külkovaları ve elde edilemez dolarlar!
merdiven diplerinde çocuk çığlıkları! ordularda hıçkırarak ağlayan
oğlançocukları! parklarda gözüyaşlı ihtiyar adamlar!
molok! molok! kabus molok! sevgisiz molok! zihinsel molok! molok ezici yargıcı insanların!
molok akıl almaz zindan! molok kurukafa bayrağı çekilmiş ruhsuz hapishane ve
elemlerin kurultayı! yapıları yargı olan molok! savaşın sayısız taştan abidesi
molok! sersemlemiş hükümetler molok!
zihni salt bir makine olan molok! damarlarında kan yerine para dolaşan molok!
parmakları on ordu olan molok! göğsü kendi cinsinin etini tüketen bir dinamo
olan molok! kenarlarından dumanlar tüten bir gömüt olan molok!
molok gözleri binlerce kör pencere! uzun sokaklarında ebedi yahovalar gibi
gökdelenler dikilen molok! sis içindeki fabrikalarında düş kurup cavlağı çeken
molok! devasa bacaları ve antenleriyle kentleri taçlandıran molok!
sevdası sonsuz petrol ve taş olan molok! ruhu elektrik akımı ve bankalar olan
molok! yoksunluğu dehanın sureti olan molok! yazgısı cinsiyetsiz bir hidrojen
bulutu olan molok! molok adı us olan!
molok içinde yapayalnız oturduğum! kendinde melekleri düşlediğim molok!
molok delirdiğim! sikemiciyim molok’ta! aşksız ve erkeksizim molok’ta!
molok ruhuma çok önceleri giren! molok içinde gövdesiz bir bilincim ben!
molok beni doğal esrikliğimden korkutan! kendimden geçtiğim molok!
uyandığım molok! gökyüzünden boşalan ışık!
molok! molok! robot apartmanlar! görünmez banliyöler! hazine çatıkları! kör
sermayeler! şeytansı endüstriler! hayaletimsi uluslar! mağlup edilemez
tımarhaneler! granit yaraklar! canavarca bombalar!
onlar cennete kaldırırken molok’u parçaladılar sırtlarını! kaldırım taşları,
ağaçlar, radyolar, daha bir dünya şey! zaten varolan ve hep içinde olduğumuz şehri cennete kaldıranlar!
vizyonlar! kehanetler! halüsinasyonlar! mucizeler! esrimeler! amerikan nehrinde batıp gitti!
düşler! tapınmalar! aydınlanmalar! dinler! bir gemi yükü duygu zırvası!
kirişikırmalar! nehrin diğer tarafına! evirip çevirmeler ve çarmıha germeler!
tufana kapılıp gitti! yükselmeler! anlık tanrı görümleri! umutsuzluklar! on
yılın hayvani çığlıkları ve intiharlar! bellekler! yeni aşklar! kaçık nesil!
zamanın kayalıklarından aşağı!
gerçek kutsal kahkaha nehirde! gördüler her bir şeyi! vahşi gözler! kutsal
haykırışlar! çekip gittiler eyvallah deyip! atladılar çatıdan! ıssızlığa! el
sallayarak! yanlarında çiçeklerle! nehre doğru! sokağa!
iii
carl solomon! seninleyim rockland’da
benden daha kaçık olduğun
seninleyim rockland’da
fazlasıyla tuhaf hissettiğin
seninleyim rockland’da
annemin gölgesine öykündüğün
seninleyim rockland’da
on iki sekreterini öldürmüş olduğun
seninleyim rockland’da
o görünmez nüktedanlığınla güldüğün
seninleyim rockland’da
aynı korkunç daktiloda büyük yazarlar olduğumuz
seninleyim rockland’da
vaziyetin ciddileştiği radyodan bildirilen
seninleyim rockland’da
kafatasındaki melekelerin zeka asalaklarını artık içeri sokmadığı
seninleyim rockland’da
utika’nın evlenmemiş kadınlarının göğüslerinden karnını doyurduğun
seninleyim rockland’da
bronx’un kartal bedenli kadınlarının vücutlarında kelime oyunlarıyla eyleştiğin
seninleyim rockland’da
cehennemin dipsiz kuyularında asıllı bir pingpong maçını kaybettiğinden
deligömleği içinde feryatlar ettiğin
seninleyim rockland’da
katatonik bir halde takıldığın piyanonun başında ruhun masum ve ölümsüz
olduğunu donanımlı bir tımarhanede asla imansız ölmemesi gerektiğini
söylediğin
seninleyim rockland’da
elliden fazla elektroşokla ruhunun hac yolunda gerildiği çarmıhtan bedenine asla
yeniden dönmeyeceği
seninleyim rockland’da
doktorlarını akıl hastalığıyla itham edip ulusalcı faşist golgotha’ya karşı
sosyalist ibrani devrimi entrikaları çevirdiğin
seninleyim rockland’da
long islang göğünü yarıp insanüstü kabrinden çıkararak yeniden dirilteceğin
kendi yaşayan insan isa’nı
seninleyim rockland’da
yirmi-beş-bin çılgın yoldaşla hep bir ağızdan enternasyonel’in son kıtasını
söylediğimiz
seninleyim rockland’da
birleşik devletleri öpüp sarmaladığımız çarşaflarımız altında o birleşik
devletlerin alışkanlık yaptığı öksürüğüyle gece boyu bizi uyutmayacağı
seninleyim rockland’da
seninleyim rockland’da
rüyalarımda üzerinde bir deniz yolculuğunun damlalarıyla yürüdüğün
amerika’da bir batı gecesinde gözyaşlarınla otoyol kavşağındaki kulübemin
kapısına vardığın
                san francisco 1955–56
(Altıkırkbeş yayınındaki Şenol Erdoğan çevirisi)

27 Şubat 2011 Pazar

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 1)

Artık gelenekselleşmiş olduğu üzere, bu sene de En İyi Film Oscar'ı adaylarını metanetle izledik, keyfini çıkara çıkara çiğnedik, inceledik.

1) 127 Hours
Aron Ralston, nisan 2003'te bir haftasonu kimseciklere neresine gittiğini haber etmeden kanyona koşmaya, bisiklet sürmeye, tırmanmaya vs.ye gitmiş. Acayip güzel ve eğlenceli geçmekte olan gününün ortasında bir yarıkta birden ayağı bir kireç kayasına basmış, kayayla birlikte yarıktan içeri yuvarlanmış. Yuvarlanma esnasında da sağ eli ve yaklaşık olarak kolunun dirseğine yakın bir yerine kadar olan kısmı kayayla yarık duvarı arasına sıkışmış. Kolunu hiçbir şekilde oradan kurtaramadan ve kimsenin ruhu duymadan tam 127 saat geçirmiş orada. Sonunda dandik kör çakısıyla kolunu kesip, kendini oradan çıkarmış da kurtulmuş. "Miş"li geçmiş zaman, çünkü gerçek bir Aron Ralston var ve onun hikayesine dayanarak çekilmiş bu film. Danny Boyle yönetmen koltuğunda, filmin tamamında ekranımızda olan başrol ise James Franco'nun.
Film esasında kolunu kesme bölümüne gelene kadar beni gayet eğlendirdi ama ne zamanki o kolu o kesmeyen çakıyla delmeye, kemiğini kırmaya, sinirlerini koparmaya çabalamaya başladı, bende herşey aydınlandı. "Anaa, bu herif cidden orda. Sıkışmış, harbiden insan öyle orda kalıverse nice olur hali ya?" Afakanlar basmaya başladı nitekim. Hiç huyum olmayan klostrofobi hain yüzünü gösterdi. Oturduğum yerde nefesim kesilmeye başladı, hele Ralston o siniri parmağıyla evirdi çevirdi buldu, koparmaya girişti, bende film koptu. Normalde hiçbir şekilde hiçbir filmde (tamam hiçbir demeyelim de çoğunda) iğrenmem, korkmam. Yani bir şekilde o gerçek-değillik hissini kaybetmem, aklımın bir köşesi hep bilir o ekrandaki salçadır sudur yağdır. Bu sebeple 127 Hours'da da ilk 70 dakika boyunca aklım gayet iyi durumdaydı. Ne zaman o "gerçekten de yaşamış ulan bunu" gerçekliği yüzüme çarptı, o zaman da aklım görevinii bıraktı. Demek ki Danny Boyle, bu gerçeklik durumunu yansıtabilmiş Franco'yla birlikte. James Franco En İyi Erkek Oyuncu'yu almaz biliyoruz, film de ödülü almayacak zaten.
2) Black Swan
Kuğu Gölü balesinin hikayesini bu filmle öğrenmiş oldum önce onu diyeyim de günah çıkarmış gibi olsun, tam olsun. Onca zaman yok Kuğu Gölü yok Fındıkkıran yok Aida falan duyarken en sonunda bunu öğrendim. Zavallı kızı kötü büyücü beyaz kuğuya çevirmiş, birine aşık olursa büyü bozulacakmış. O da tabi durmamış aşık olmuş beyaz atlı prense ama siyah kuğu da pek fettanmış, ayartmış prensi. Beyaz kuğu da ya seninim ya kara toprağın demiş. Filmin anlattığı da bu. Bildiğiniz, bir bale topluluğunun bu oyunu sergileme çalışmaları. Evet, esasında durum çok basit. Zaten psikopat olan, ezikliğini içinde taşıyan annesiyle yaşayan bir balerini sen tut, kocaman bir stresin altına sok, ondan sonra da ne oldu efendim, kız kafayı yedi. 100 dakika boyunca da onun nasıl kafayı yediğini anlatırlar ondan sonra böyle.
Natalie Portman çok sağlam oynamış olabilir, Darren Aronofsky çok manyak çekmiş olabilir tamam. Bir türlü ekranda deliren birinin anlatıldığı filmlerin neden bu kadar "oha" şeklinde karşılandığını anlayamıyorum. Gayet normal durum bir durum halbuki. Yani herhangi bir final-zamanı-üniversite-öğrencisinin ya da ösym-öncesi-senesindeki-lise-öğrencisinin falan performansı da Oscar'lık o zaman. Hayır cidden, deliren bir insanı canlandırmak bu kadar zor mu? Amerikalılara öyle görünüyor galiba. Ya da belki hakikaten benim kıskançlığım tuttu. Biz küçükken anamız babamız bale falan bilmezdi, sınav dansı öğrendik biz hep. Ondan artık yaş ilerledikçe böyle şeyler ortaya çıkıyor.
Natalie'ye doğum hediyesini aynen verecekler zaten. Filmse almaz.
3) The Fighter
90larda boksör olmaya çabalayan Micky Ward'ın, onun bağımlı ve ipsiz sapsız eski boksör ağbisi Dicky Eklund'un ve onların 7-8 tane olan kızkardeşleri, bunların hepsini doğurmuş olan annesi, bir tane baba ve mahallelilerin hikayesi. Ayrıca da benim için normaldışı bir sinema tecrübemin kaynağı. Boksu ne kadar anlamsız buluyorsam o kadar da filmini izliyorum, bir gariplik var bunda ama neyse. Hikaye gene gerçek, karakterler gerçek, durum gerçek. Yalnız bu sefer hakikaten bir boks filmi gibi olmayan bir boksör filmi var karşımızda. Zavallı adam resmen rakiplerinden yumruk yemiyor da, ailesiyle eşiyle dostuyla dövüşüyor. İnsan izlerken bile "yeter ya, bırak git hepsini ne halleri varsa görsünler" diye bas bas bağırası geliyor. İşte bu yüzden, bu noktada filmin benim için güzelliği ortaya çıkıyor, Mark Wahlberg'in sessiz, sakin ama bas bas anlatan Micky Ward portresi. Kendisi hala o içi boş aksiyon filmi insanları arasında görülür akademi tarafından ama olsun. Christian Bale her zaman işini yapıyor zaten. Onu gördük, takdir edeceğiz demekle birşey olmuyor. Önemli olan bunları görebilmek sayın akademi üyeleri!
Filme vermeyecekler heykeli büyük olasılıkla. Bale'e ise neredeyse kesin. Tabi Geoffrey Rush araya girmezse.
(Müziklerini de pek beğendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Winter's Bone'la birlikte bu senekiler içinde en iyileriydi.)
4) Inception
Bu senenin Avatar'ı. Yüksek bütçeli, insanları en çok etkileyeni ama hiçbir ödül alamayacak olanı. Tabi beni utandırıp verebilirler de birkaç küçük birşey. Rüya içinde rüya içinde rüya...İnsanların rüyalarına müdahale etme durumu. Eminim herkesin aklına en azından bir kere düşmüş bir fikir. Ama para Nolan'da. Sinemayı işte bunun için yapıyorlar dedirten türden bir filmdi, iyiydi, hoştu, tadı yerindeydi. Ama ne olur artık Leo'yu bu yaşlarında görmeyelim. İnsanın kalbi elvermiyor görmeye, o Jack'imiz Dawson'ımız Leo'muzun böyle saçları geriye yalanmış İtalyan mafyası tipinde bir insan haline dönüştüğünü yaşlandıkça. Kader kısmet. Yapacak birşey yok. Marion Cotillard gördük en azından, içimiz aydınlandı. Joseph Gordon Levitt'in her daim takipçiyiz bu arada (bknz.HitRECJoe), Ellen Page'i  izlemek de keyifken.
5) The Kids Are Allright
Evli lezbiyen çiftimiz Nic ve Jules'un bir kızı, bir de oğulları var. Seneler evvel sperm bankasından yardımla. Çocuklar da zaman geliyor babayı bulalım mevzuuna giriyorlar. Biyolojik babayla görüşmeler başlıyor. Tanışma, iyi olma, ortamın karışması, kötü olma, işlerin eski haline dönmesi. Hikayenin gelişimi bu. Ama tuhaf bir biçimde filmin anlatmaya çalıştığı aile olma durumu ve bunun önemi. Ya da bana öyle etki etti. Değişikti, ama artık bir saniye daha Julianne Moore'un o kızıl suratını görürsem kusacağım. Hikaye anlatımı, oyunculuklar sorunsuz, temiz. Bence filmin iyi yanı Mia Wasikowska ve Mark Ruffalo. Nitekim Oscar için yetersiz.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...