winona ryder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
winona ryder etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2016 Pazar

Homefront (2013)

Eski DEA ajanı Phil Broker, son görevinde işlerin biraz yoldan çıkmasıyla yaşadığı trajediden sonra küçük kızı Maddy ile birlikte hayatına yeni baştan, küçük bir kasabada başlamaya karar verir. Ama Maddy de Phil de küçük bir kasaba için pek normal tipler değildir. Eh bu kasaba da öyle en masum küçük kasaba portremize uyan bir yer değildir. Maddy'nin okulda kavga ettiği çocuğun annesi ve babası Phil'in üstüne gelince, sonra da Phil'den güzelce ağızlarının payını alınca çocuğun uyuşturucu bağımlısı annesi, Phil'in üstüne uyuşturucu üreticisi-satıcısı abisi Gator'ı salar. Gator'un da kendine ait planları devreye girince, Phil ve Maddy yine belayı peşlerine takmış olurlar.
İşte bu en sevdiğim türden filmlerden. Sağlam aksiyon, çelik gibi bir başrol, motivasyonu olan ve zeki görünen ama sonradan salak kalan kötüler, melek gibi güzel kadın yan rol, şeytanımsı seksi kadın yan rol ve habire dövüşler yumruklar tekmeler, savrulmalar...Ciddiyim ya. Hakikaten bayılıyorum böyle filmlere. İnsanı mutlu ediyor, eğlendiriyor, tamamen başka bir dünyada güzelce vakit geçirtiyor. Ben filmi en son yaptığım otobüs yolculuğunda izledim köye giderken. Kamil Koç'un sınırlı film seçenekleri içinde en makulu bu gibiydi bana göre. Aslında Jason Statham'a çok önyargılı yaklaştığımı fark ettim bu filme izleyince. Etrafımda bu adamı pek beğenen, böyle bir karizmatik hatta yakışıklı falan bulan insanlara denk geldikçe sinir olmuştum adama. Hayır yani ne buluyorsunuz ne buluyor olabilirsiniz diyerek. Şimdi de onlar gibi düşünmüyorum ama bir sempati duymaya başladım. Yani ben de öyle dövüşmek istiyorum ya! Adama çok saygı duydum ha. Bir de filmde ciddi anlamda rol yapma kırıntısı gösteriyordu, inanamadım. Normalde aksiyon starları tek tiptir, tekdüzedir, kamera karşısına geçer dövüşür, sert sert bakar, çıkarlar. Ama Statham'ın suratında bu filmde birşeyler vardı ya. Chuck Logan diye bir adamın kitabından bizim Slyvester senaryolaştırmış hikayeyi, her şey doğal olarak yılların tecrübesiyle tık tık tık yerine oturuyor. Bilindik o matematiğin içinde aslında her bir oyuncu bir değişik geldi bana bu sefer. Yani artık hep bir alışmışım herhalde daha anormal, daha bağımsız, daha farklı işlerde görmeye bu oyuncuları. Böyle en eski, en temel formülün içinde görünce bir değişik geldiler. Winona Ryder, Rachelle Lefevre, Kate Bosworth...Ama bu James Franco ile hala anlayamadığım bir şeyin içindeyiz. Spider Man'de görüp aşık olmuştum ben bu adam. Sonra Freaks and Geeks ile Tristan+Isolde ile izleye izleye doyamamıştım. Ama sonra bir noktada bir şey oldu. Bu böyle birşeyler yapmaya, herşeyi yapmaya başladı. Nasıl olduğunu anlamadan bir bakmışım nefret ediyorum, önüme çıkınca kazara, mazallah geçireceğim tokatı o derece nefret ediyorum. Gıcık oluyorum ya. Her gördüğüm yerde, filmde hep bizimle dalga geçiyormuş gibi hissediyorum. Hep o kendisi eğleniyor ve bizi kekliyor ifadesi var suratında. Ama bu filmi izlerken ona bile dayanabildim, teşekkür ederim Statham abi.
Diyeceğim o ki film iyi, güzel. Çok sıkıldığınız, ne yapacağınızı bilemediğiniz bir vakitte açın izleyin, içiniz ferahlasın. Yani bana öyle yapıyor, siz illa yok Fransız sineması izlerim yok Fellini'den geçemem diyorsanız o da sizin eğlence anlayışınız.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Bram Stoker's Dracula (1992)

Büyükler için yazılmış, büyükler için sahne sahne çizilmiş bir masal bu. Kan dolu, cinsellik dolu, acı ve vahşet dolu bir masal. Wojciech Kilar'ın her bir sahnesinde üstünüze üstüne gelen müziğiyle titreyip, izlediğiniz her bir doğaüstü görüntünün bilgisayarda değil, gerçek el emeğiyle yapıldığını bildiğiniz bir masal.
Kitabı okumamış olanlar için söyleyeyim, Bram Stoker'ın 1897 tarihli romanı ne vampirler hakkında yazılmış ilk şey, ne de son. O kendi Dracula'sını yazdığında zaten yaklaşık 20 yıldır Avrupa edebiyatında vampir sesleri duyulmaktaymış. Stoker'ın yaptığı, oldukça şaşaalı bir biçimde, Dracula'ya bir geriplan, bir tarihi zemin ve kendinden sonraki neredeyse tüm vampir sanatı etkileyecek teoriler vermek olmuş gibi duruyor.
Bunca yıllık vampir okuyucusu ve izleyicisiyim (şurada), gene de kitabı okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Stoker her şeyin başladığı yerdi, temellere inmiştim ve hiç bu kadar zevkli olmasını beklemiyordum. Günlükler ve mektuplarla, gazete küpürleriyle anlatıyordu hikayesini Stoker. Tarihi araştırmalarını olduğu gibi yansıtmıştı yazınına, ama bu durum yazdıklarını sıkıcı değil daha da ilginç, daha da akıcı yapıyordu.
Coppola'nın da yaptığı tam olarak bu. Stoker'ın tarzını almış, aynen kullanmış. Üstüne o da kendi "tarihini", arkaplanını katmış. Avrupa'ya yürüyen Osmanlılar'la savaşan, kiliseye hizmet eden, delicesine aşık olan, acı çeken, trajediler yaşayan bir Kont Dracula çıkarmış ortaya. Yaptığı onca eklemeye karşın gene de romana en sadık denilebilecek bu uyarlamada Coppola, romandaki şekilde anlatmış bize hikayeyi.
Bol bol sesli anlatımlar var - bu background voice ya da voiceover türü şeylere ne deriz bilemedim ama anladınız siz -, karakterlerinden mektuplarından dinliyoruz ve izliyoruz olayları. Oldukça karanlık atmosferi filmin, öyle de olmasını bekliyoruz zaten, ama renkler alabildiğine yumuşak. Açılış sekansındaki 1462 yılı sisli ve kırmızı, gölgelerle doluyken, 1897 yılının Londra'sı mavili siyahlı, yine sisli bir Victoria Dönemi şehri.
Film anlatımındaki güzellik ve müziklerindeki etkileyiciliğinin yanında benim için tam bir Gary Oldman şovu oldu. Johnny için "versatile actor" demeyi çok severler ama Gary Oldman bu işin ustası, kitabının yazarı.
Onun gibi başka her bir filmde, her bir karakterde farklı bir ses tonu, farklı bir aksan, farklı bir yüz kullananı var mıdır, bilemiyorum. (tamam belki vardır ama ben daha ancak 500 küsür film izledim, görmemiş de olabilirim) Coppola Dracula'yı hangi şekle sokmak istemişse girmiş, bunun yanında o kadar etkileyici o kadar hipnotize edici de olabiliyor ki bunun için doğmuş diyorsunuz.
Vampir algımızı getirdikleri yerde, hepimiz ister istemez alabildiğine çekici, inanılmaz güzellikte, ağız sulandıran, kendimizden geçirten, doğanın en kötü, en şeytani yaratığı olsa da içinde sevgi gibi birşeyler olan bir figür bekliyoruz. Kötülüğün güzelliğine kapılmak istiyoruz. Gary Oldman'ın Kont Dracula'sı da bunu veriyor bize, henüz 34 yaşının verdiği karşı konulmaz cazibesiyle hem de.
Film zamanında en iyi efekt, en iyi makyaj, en iyi kostüm dallarında Oscar almış, belki de en iyi vampir filmlerinden biri. Winona Ryder'ın tv filmi olacak diye yazılan senaryoyu Coppola'ya götürmesi ile çekildiği söylenen filmin oyuncu listesi sonraki 10 yılda Hollywood'un tepesine oturacak isimlerle dolu.
Altın çağını yaşayan Winona'nın dışında o zaman sırf genç kızları çeken yakışıklı biri olsun diye seçilen Keanu Reeves, dönemin en büyüklerinden Anthony Hopkins, Tom Waits, Billy Campbell, Cary Elwes ve Richard E.Grant var. Lucy Westenra için seçilen yeni isim Sadie Frost tamamen hayalkırıklığı olsa da Dracula'nın gelinlerinden biri olarak ufaktan gördüğümüz daha yolun başındaki bir Monica Belluci hoş bir sürpriz oluyor.
fenere bayıldım da buradaki
Sonuçta 128 dakikalık bir Dracula efsanesi izliyoruz. 2 saat insanın gözünü korkutsa da bir kez içine girdik mi masalın onunla birlikte uçuyor, gidiyoruz. Alttan alttan çok acıklı bir aşk hikayesi, büyük bir adamın trajik yaşamını izliyor olsak da eğleniyoruz, keyif veriyor yer yer saçmalığa varan mimikler, absürd replikler.
Korkunç Ekim Korku Filmleri serisi için güzel bir oldu böylece. Mutlu etti beni, tüylerimi ürpertti, hoş bir korku filmi izlettirdi. Ama tabi ki, delicesine korkutmadı. Olsun, her film bir Chucky değil.
(bu arada resimlerin sırası alabildiğine karışık, hala kitabı okumamış, hikayeden haberi olmayanlar için film gene de azıcık sürpriz olsun diye.)

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi 2012 : Plan 9 From Outer Space (1959)
Korkunç Ekim Serileri'nde önceki yıl:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)
Nightwatch (1997)

21 Mayıs 2011 Cumartesi

How to Make an American Quilt (1995)


Evlilik nedir? Bir insanla neden onca yıl aynı hayat paylaşılır? Hayatta yapmak istediklerimiz, olduğumuz insan veya olmak istediğimiz insanın ilişkilerimize etkisi nedir?
Bu tür "hayati" sorulara dolanmış gibi görünen How to Make an American Quilt, daha ilk dakikalarında kahramanımızın hayata ciddi yanlışlarla başlamış olmasıyla açılıyor. 24 yaşının tüm zerafetini üzerinde taşıyan bir Winona Ryder'ın boncuk boncuk gözleriyle hayat verdiği Finn Dodd, hippi annesinin babasıyla olan boşanması ve neticesinde devamlı sevgili değiştirmesi şeklinde gelişen hayat felsefinden ilhamla, evliliğe ve bağlanmaya inanmayarak büyümüş. Bu durumun psikolojik etkileri de 26 yaşında devamlı yüksek lisans tezini değiştirme ya da bitirememe şeklinde kendini gösteriyor. Üstüne o yaz birlikte yaşadığı erkek arkadaşının evlenme teklifi gelince, kendini bir anda çocukluğunu geçirdiği eve - büyükannesi ve büyükteyzesinin yaşadığı eve- giderken buluyor.
Finn'in çocukluğunda büyükteyzesinin evinde toplaşıp yorgan yapan teyzeler, artık yaşını başını almış, bembeyaz ihtiyarlara dönmüşler. Ama hala kendi ilginç harmonilerinde yorgan yapmaya devam ediyorlar. Hem de bu kez Finn için evlilik yorganı hazırlıyorlar. Konusu evlilik olunca da yorgan desenlerinin her biri, ona eli değen her bir kadının evliliğine, aşklarına, yaşadığı hayata dair birşeyler içeriyor. Ne olursa olsun kardeşliklerinin değerini anlayan Glady ve Hy, aşkı ve özgürlüğü kızında bulan Anna ve onun Paris yaralısı kızı Marianna, bir sanatçıyla evli olmanın zorluğuna katlanmış Em, sert mizaçlı Sophia ve hayatının adamını yeni kaybetmiş Constance. Finn'in tereddütleri, kafa karışıklıkları, tez bitirme uğraşları sırasında her bir kadının ona yardım edebilmek adına yaptığı konuşmalar sırasında da hepsinin kişisel tarihine yolculuk ediyoruz. Zaman zaman güzel hazırlanmış dönem görüntüleri eşliğinde aşka, evliliğe, hayata dair çeşitli hikayeler dinliyoruz.

Film, yavaş ama emin adımlarla ilerlerken tempo çoğu zaman düşmesine rağmen yine de güzel bir seyirlik haline gelmiş. Ancak toparlayamadığı yer, ne söylemek istediği konusu. Yani her evlilik aldatıcı mıdır? Her erkek terk mi eder? Bağlanmak yanlış mıdır? Her bir ayrı hikayede bunları anlatıp, sonunda cevap konusunda izleyiciyi merakta bırakıyor. Tek cevabını verdiği soru, Finn'in de filmin sonunda yaptığı tercihle gösterdiği, aşığınla mı yoksa en iyi arkadaşınla mı evlenirsin sorusu.
Cevapsız, kafa karıştırıcı ama güzel bir kadın filmi. Üstüne bir de iyi oyunculuklar, arada görünen Dermot Mulroney ile ufak ama gönül alıcı şirinliğiyle Jared Leto ve Winona...

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...