Büyük olasılıkla hepsi Braveheart’ın suçu. Çocukluğumun en güzel çağında her gün sabah ve akşam Cine5’in yayınlayıp durması ve benim de yapacak başka bir işim olmamasından dolayı oturup izlemiş olmamın suçu. Mel Gibson’ı hiç bir zaman sevmedim, hala daha ağzıyla kuş tutsa bana yaranamaz (biliyorum kendine çok dert ediyor). Ama bu, ona tıpatıp uydurularak yapılmış William Wallace heykelini görme isteğime bir etkide bulunmuyor. Ya da “Freeeeeedoooooooom!!!” nidasının hala kulaklarımda yankılanıyor oluşunu gölgeleyemiyor.
NG'den İskoçya-Loch Ness |
Suç mu? Anlamsız bir İskoçya ve İskoç sevgisi. Doğduğun, büyüdüğün, yaşadığın yerlere kilometrelerce uzaklıkta ve dahası hiç de gitmediğin, bağlantın olmayan bir yeri nasıl sevebilirsin değil mi? Neden seversin? Bu topraklarda yaşamış atalarımın da herhangi bir diplomatik ilişkileri bile olmayan(en azından benim bildiğim tarihe göre) bir ülke sonuçta. Orda, uzakta, avuç içi kadar bir adanın kuzeyinde.
Sadece Cesur Yürek’in etkisi olamaz tabi. Freud’un bir miktar aklı varmış, her birşey çocuklukta işlenirmiş bünyeye. Şeker Kız Candy’nin ağlaya ağlaya koşturduğu yağmurlu gecenin sabahında karşısında gördüğü hayal gayda çalan, etekli(sonradan kilt olduğunu öğrenecektim tabi) bir Anthony’ydi. Hello Sandybell’le senelerce jenerikte gayda çalan Sandybell’i izlediğimin farkında bile değildim mesela. Hele o 20.yy.ın neon ışıklı sokaklarında kılıcını sallayan ölümsüz İskoçyalı (Highlander)’ya ne demeli? Yavaş yavaş beynimi oymuşlar da haberim olmamış. Ta ki beline kadar inen kıvırcık koyu renk saçları ve sürme çekilmiş masmavi gözleriyle Attila rolünde bir Gerard Butler’ı karşımda görene dek. O zaman bir dürtüldüğümü hatırlıyorum. Gerard Butler ismini araştırıp, bulmuştum. İskoç diyordu. İyi, peki dedim. Ama onunla kalmadı. Jane Austen aşkıyla üç kez gittiğim Pride&Prejudice’da bir şok daha yedim. James Mcavoy. Gene yazıyordu, İskoç diye. Yeter ama artık dedim ben de. Dünyada kaç milyon millet var, niye niye?
Sorunun cevabı bu adamları, bu insanları çıkaran yerde. Ciddi İngilizlerin hemen üstünde, yemyeşil yaylalar, ırmaklar göller arasında yaşar İskoçlar. Hiç gitmesem de, hiç bir tanesiyle tanışmamış olsam da bu, sıcak olduklarını hissetmem normal değil. Yani tuhaf bir sempatiklikleri var. Dünyanın en güzel milleti değiller, en akıllıları da değiller ya da filmin aksine en cesurları da. Ama kendilerine has bir sıcaklıkları var. Sanki şimdi çıkıp gitseniz, bir İskoç barına girseniz, hemen “Ooo Duncan abi nassın ya?” deyip, kolunuzu göbekli, kızıl sakallı bir abinin omzuna atıverip, muhabbete başlayabilecekmişsiniz gibi bir his. Sanki hiç yadırgamayacaklarmış, sanki hemen gülüp şakalaşmaya başlayıverecekmişsiniz gibi.
Bilmem, tuhaf bir his yani. Oturup, Ewan Mcgregor’a derdimi anlatasım geliyor James Mcavoy tırnaklarını yerken, o derece yani. “Şimdi Ewan abi, ne olacak bu Beşiktaş’ın hali?”
Haha çok hoş olmuş gerçekten 😊bende aynı duygulara katılıyorum bir de üstüne okuduğum historical iskoç romanlari cabası 😁
YanıtlaSil