2 Ocak 2023 Pazartesi

Mona Lisa'yı Anlatmak

Leonarda da Vinci ve sanatı, hayatı hakkında Mona Lisa'dan yola çıkarak aşırı iyi bir anlatım olmuş bu. Keyifle izledim. Keşke Louvre'daki o nefes alınmayan kalabalığın içinde 10 km öteden, önünden geçmeden önce izleyebilmiş olsaydım. Müzede insan kalabalığının arasından görmeye çalışırken hiç de büyütülecek bir şey gibi görünmüyor insana çünkü. Öyle uzakta, minicik bir çerçeve.

29 Aralık 2022 Perşembe

2022'nin Çetele Tablosu

 Saçma sapan bir yılın daha sonuna geldik çocuklar. Başında uzmanlık tezi ile uğraştım, sonrasında uzmanlık sınavı ile kabus dolu günler geçirdim. Göbeğimle, hazımsızlıkla, midemle uğraştım durdum. Covid ile tanıştım, hem de onca yıl başarıyla kaçındıktan sonra. Akrabalar çok zararlı çocuklar. Neredeyse iki ayın birini sınava çalışarak, diğerini de hastalıkla boğuşarak evde geçirdim. Sonrasında da aylarca hastalıklardan hastanelerden kendimi kurtaramadım.

Ne kadar saçma olursa olsun yine de sonuna gelmişken, biraz daha, az biraz daha bir şeyleri halletmişim, bir şeyleri yoluna koyabilmişim gibi hissediyorum. Bu iyi. Artık biraz da olsa insanlara bağırabiliyorum. Sinirlendiğimi belli edebilmeye başladım az buçuk. Hala salakça şeyler yapmaya devam ediyorum tabiki, onda iyileşme yok. Karşı çıkmam gereken bazı şeylere, arada bir karşı çıkabiliyorum. Artık herkese kendimi sevdirmeye, iyi davranmaya, sevimli olmaya çalışmayabiliyorum. Baya zamandır ağlamamı durdurabiliyorum kendi kendime. Hala olmam gerektiğini düşündüğüm yerde değilim, yaşamam gerektiğini düşündüğüm hayatı yaşamıyorum ama yaşadığımın içindeki ufak anlardaki mutlulukları görebiliyorum.

Seneye başlarken azimliydim halbuki. Ocak'ta gayet planımı yapıp, doğumgünümü İzmir'de geçirmiştim. Güya o geziyi dönünce yazacaktım hemen bloga. Nerdeee? Bloga Şubat ayının ikisinde bir yazı ile başlamaya niyetlenmiştim sonra. Taslak olarak duruyor hala öylece. Çin yılının başlangıcıydı Şubat'ın biri. Kaplan yılına başlarken gaza gelmiştim çünkü ben de bir Kaplan burcuyum Çin astrolojisine göre. Ama bitememişti o yazı. Bir dolu bir şeyler anlatacaktım, bitirememiştim. "Bu yıl 이민년 yılı olarak isimlendiriliyor. Kara Kaplan'ın Yılı. Kaplan güçle, bilgelikle, bağımsızlıkla ve meydan okumayla ilişkilendiriliyor. Kötü ruhları savuşturan kutsal bir hayvan kaplan. Kaplan yılı, önemli izler bırakacak büyük değişikliklerin olduğu ve beklenilenden çok daha fazlasına kavuşulduğu bir yıl olarak geçer. Benim gibi Kaplan Yılı'nda doğanlar için ise zorlayıcı bir yıl olacağı anlamına geliyor çünkü geleneğe göre doğduğun yılın havyanı yine geldiğinde o yıl çok zorlanıyoruz. En son Kaplan Yılı olan 2010'da mezun olmaya, sonunda istediğim bölümü okuyabilmeye ve iş bulmaya çalışıyordum. Ondan önceki yıl olan 1998'de ortaokul birdeydim ve yeni bir sınıfta, hayattaki yerimi bulmaya çalışıyordum. Ayrıca 60 yıllık element döngüsüne göre de Su Kaplanı Yılı. Yani sezgilerimize güvenmemiz gereken bir yıl var önümüzde. Bu işi bırak git kafe aç diyorsa sezgileriniz yani, dinlemeniz gerekiyor olabilir (Bir Ateş Kaplanı olarak bana nasıl bir etkisi olur onu henüz bilemedim ama kısmet)." diye yazmışım. Şimdi bakınca aslında bitiriş cümlesi bile yazdığım bir gönderi olmuş, neden yayınlaya basmamışım bu haliyle bile bilemedim. Şimdi bassam olur bence :)

Şubat'ı nasıl geçirdiğim, Mart'ın 8'inde yeni bir yazı yazarken belli oluyor: Berbat. Psikologla zerre işe yaramayan görüşmelerimden ve K-pop dansı kursuna gidip, moralimi daha da bozmamdan bahsetmişim. Mart'ın 11'inde Ghost Doctor'u anlatmışım. Hemen ertesi gün, bir son yaptıklarım türünde bir şeyler yazmışım, okuduklarımdan izlediklerimden bahsetmişim. Berbat Şubat'ın ardından üstüme birden bire sebepsizce gelen bir her şeyi yaparım hissinin çöktüğü birkaç günden biriymiş. Mart'ı 30'unda, zamanın azlığından yakınarak bitirmişim.

Nisan'da bir müzikal - Gangster - , iki de dizi - Rookie Cops ve A Business Proposal - yazarak yol etmişim. Gangster gerçekten iyi ki izlemişim dediğim bir müzikaldi, şu an bunca ay sonra aklıma getirdiğimde ne kadar keyif aldığımı hatırlıyorum sadece.

Mayıs'a 6'sında köyden döndüğümü haber vererek başlamışım. Geçen sene kışın gelmesi çok uzun sürdükten sonra, gitmesi de bir o kadar uzun sürmüştü. Korkarım bu sene de öyle olacak. Mayıs'ın başında hala hava berbattı mesela. Azimle youtube kanalıma video yapmaya çalışıyormuşum gibi görünüyor ama o konuda bir yeniden düzenleme yapacağım youtube'da, başka planlarım var. 8'inde Uncharted filmini yazmışım, ahh çok eğlenceliydi o film. Abimle izlemiştim. Ne güzel günlerdi. 9'unda Mayıs planlarımı yazmışım, Açıköğretim finalleri ve uzmanlık sınavı varmış aman yarabbi! 27'sinde o sınav olduktan sonra her şey sarpa sarmıştı zaten de neyse. Mayıs'ın 12'sinde Doctor Strange in The Multiverse of Madness filmini yazmak üzere lafa başlamışım ama o da yarım bir şekilde taslaklarda duruyor. Mayıs'a gerçekten büyük umutla başlamıştım. Çünkü sonunda o sınavı geçtikten sonrası için çok acayip büyük planlar yapmıştım. Hayatımı süper hale getirecektim, o kadar yükselmiştim ki Haziran'da sınav sonucu açıklandığındaki çakılmam bu yüzden çok pis oldu.

Haziran'ın 20'sinde nihayet kendimi toplayıp, yazmışım. Toplamak demeyelim de ağlamak için buraya gelebilmişim. Haziran boyu evdeydim. Bir dolu kanuna çalıştım. Her sabah kalkıp, masanın başına geçip kanun çalışıyordum. Öğleden sonra yemek yapıp, yiyip, akşamüstleri belki biraz yürümeye dışarı çıkıyordum. Psikolojimin çok kötü olmasının dışında aslında güzel bir yaşama biçimiymiş :) 27'sinde biraz iyi olmuşum gibi görünüyor, izlediğim şeylerden bahsedebilmişim. Şimdi ikinci sezonunu izlemeye başladığımız Alchemy of Souls'un ilk sezonu yayınlanıyormuş vay be. 29'unda bir söz paylaştıktan sonra Haziran'ı kocaman bir evde ders çalışıp işe gitmediğim saçmalık olarak yol etmiştim.

Sinir bozucu sınavı atlatıp, zar zor geçtikten sonra soluğu anne evinde almıştım. Temmuz'da bayram tatili için köye gitmiştim. 13'ünde hevesli bir şekilde yazdıktan sonra tepetaklak olmuştum zaten. Covid oldum, annemler de oldu, köydeki çok zor hasta günlerin ardından kendimi, kendi evime atabildikten sonra 24'ünde durumu anlatabilmişim. Haziran'ın ardından bu sefer de Temmuz'u evde, hasta yatarak geçirdim. Allahım hala hatırlayıp, çok kötü oluyorum. Boğazımın acısı aklıma geldikçe gene ağlayasım geliyor. Aynı gün şu Persuasion filmi saçmalığını da yazmışım, ıyy. Temmuz'un son günlerinde nihayet dışarı çıkabilmişim, evden haftalar sonra çıkabildiğimin ertesi günü, 31 Temmuz'da yazmışım. Tam o sıralar blogun adını taşıyan instagram sayfasını da açmıştım (@neverlandhikayeleri).

Ağustos'ta da 3 yazı var. Her ay 3 gönderi yapmayınca rahat etmiyormuşum gibi olmuş. 7'inde The Lost City filmini anlatmışım, eğlenceliydi. 13'ünde bu sefer yaz okulu sınavlarını geçirip, gelmişim. Evet bu sene, nihayet ikinci bir diploma almış oldum. İki senelik, açıköğretim ama en azından mühendislik laneti dışında bir şey! 28'inde yazdığımda halim aşırı da kötü değilmiş, umutlu görünüyorum o satırlara bakınca şimdi.

Bu iyi halle Eylül' başlamışım. Tam 8 gönderi var, vaay bana. Eskisi gibi bir ay başlangıcı yazısı yazmışım, aferin bana. Eylül tamamen izlediklerimi anlatmakla geçmiş gibi görünüyor. 4'ünde Downton Abbey:New Era filmini yazmışım. 6'sında hayattaki tesadüflerden (?!) bahsetmişim. 17'sinde ise nihayet, Mayıs'ta izlediğim Alchemy of Souls'un ilk sezonunu yazabilmişim. 25'inde Partner Track'i anlatmışım ki ruh sağlığım için izlediğim bu guilty pleasurelardan biri o. 27'sinde maceralı dostumuz Caravaggio'dan bahsedip, Eylül ayını iki diziyle bitirmişim. Shooting Stars ve Law School'u 30'una sığdırabilmişim. Aferin kız sana :) 

Yalnız Ekim'i hatırlayınca şimdi gene sinirim bozuldu. Eylül'de o kadar yükselmiş, o kadar motive olmuştum ki Ekim'in ilk günlerine terminatör gibi girmiştim. Her sabah erkenden kalkıp spor yapıyordum, yediklerime dikkat ediyordum. Sağlığım yerindeydi. 5 gönderi var Ekim'de, çoğunluğunda kötüye giden sağlığımı ve halimi anlatmışım. Ekim'in içine edilmişti ziyadesiyle. Ekim'deki o kırılmadan sonra zaten Kasım'ı da yemişiz, tek bir gönderi var, yazı bile değil.

Aralık'ta ise nihayet bir şekilde kendimi toparlayabildim sayılır. Son yıllarda yarım bıraktığım dizileri bitirmeye çalıştım, başlayıp ortalarında bıraktığım kitapları okumaya çalıştım. Tarih bölümüne başlamıştım ya açıköğretimde, onun ara sınavları vardı. Ama kafam fena değil gibi. Önemli olan bu. Dönüp bakınca ne kadar salak saçma bir yıl olursa olsun, kendime bir dolu şey öğrettiğimi görüyorum. İnişi çıkışı bol bir yıldı bir de. O kadar dibe vurup, geri çıktım ki bir topun üstünde oturmuşum da zıplayarak yol alıyormuşum gibi. Ne kadar yol aldığım meçhul gerçi.

Önceki senelerin nasıl bitirdiğime göz gezdiriyorum da şöyle bir, 2011'de Neverland'e ilk başladığım yıl mesela hevesim belli oluyor. Dan Brown'ın Kayıp Sembol'ünü yazmışım. 2012 biterken, şimdi hayal gibi gelen o Amerika yolculuğuna gitmeden önceki son sözlerimi söylemişim:

Bir anlamda bir yeni yıl yazısı da olduğundan bu, değişmiş olacağımın yanında istediğim değişiklikleri de ne bileyim bu klasikleşmiş yeni yıl beklentilerini de söylemem yerinde olur sanıyorum. Önümüzdeki yılı ben keşif yılı olarak geçirmek istiyorum. Bundan önceki 25 yılı hep koşturma-başarılı olmaya çalışma-kafamı suyun üzerinde tutabilme yılı olarak yaşadım. Bu seferkinde keşfetmek istiyorum, kim olduğumu, sınırlarımı, hedeflerimi, hayallerimi, hayatımı, içimde ne varsa, dışımdan ne geliyorsa hepsini. Şimdiye kadar hep böyleyim, şöyleyim, ona göre davranmam gerek, ben buyum ben şuyum, öyle olmam gerek diye yaşadım. Böyle devam edemem. Aslında ne olduğumu görmem, bulmam gerek. Belki de hep o sandığım kişi değilim, sanıp da olmak için kendimi yırttığım kişi değilim. Ya da belki oyum ama yanlış tarafından bakıyorum. Farkına varmam gerek, emin olmam gerek. Zannettiğim, öyle olmasını umduğum, öyle olmasını istediğim şeyleri olmaya çalışmaktan kurtulmam gerek. Sevdiğim şeyleri neden sevdiğimi bulmam, hatırlamam gerek. Hırslarımdan, hasetliklerimden, kötülüklerimden, saflıklarımdan, zaaflarımdan kurtulmam gerek. Bunlardan kurtulabilirsem ancak, tam bir bütün olacağım çünkü. Eğer kurtulabilir de, kim olduğumu, ne olduğumu bulabilirsem işte o zaman gerisi için, hayat için, gerçekten yaşamak için hazır olacağım. Ben tam olmadıkça, tüm parçalarımı bir araya toplayıp fazlalıklardan kurtulmadıkça başka bir insana da hazır olamayacağım çünkü.
Geri geldiğimde, 26 olacağım.

Bu satırları yazan ben miyim, hem de 25 yaşındaki ben miyim diye bir baktım uzun süre. O zaman bunları mı düşünüyormuşum? İlginç. Neyse. 2013'ün sonunda yazdığım en son yazı ise şimdi okumaya bile dayanamadığım bir halde, şurada. O veda yazısının ardından senenin ortasına kadar geri gelmemiştim sanırım. 2014'ün Aralık'ında en son "Umarım çok güzel olur. Umarım." yazmışım. İstifa dilekçemi vermiştim çünkü, ahh ne umutlar ne umutlar.2015'i bitirirken ise "Sonraki aylarda tam olarak ne yaptığımı hatırlayamıyorum, ne çok mutlu ne çok mutsuz bir değişik araftı belki de benim için. Hala öyle gerçi. Hayatımda bundan sonra neyin, ne zaman, nasıl olacağını bilmiyorum. Tamamen ortadayım. Eylülden beri halimi biliyorsunuz zaten. Böyle yeni gelen bir yıl için içimden geçenler sadece artık cevapları bulabileceğim bir yıl olması, artık -sancısız- büyüyebildiğim bir yıl olması, bu dünyada - artık hangisiyse bu- yerimi bulduğum, gerçekten mutlu olduğum yere yerleşebildiğim bir yıl olması." demişim. Vallahi senelere baktıkça sinirim bozuldu. Her yıl aynı şeyler. Hay allahım ya. 
2016'nın son yazısını ise bir kitaptan almışım, "Hayat bazen, dün gece bıraktığın yerden başlamaz.
Yanında güçlü olmak zorunda olmadığımız insanlara ihtiyacımız vardı, o kadar.
Gidenler rahat uyur. Arkasını dönüp gidenler, yön değiştirenler, gözünü kapayabilenler... Seninse daha fazla zamana ihtiyacın vardır... Daha fazla ayık kalıp meseleyi kavraman, kendine anlatman, sonunda da kabul etmen gerekir. Olanı çabuk unutup yine aynı hatayı yapma ihtimalin hep vardır. Tek silahın tekrarlardır. Günün ortasında midenin ortasına ağrısı saplandığında bir yerlere kapanıp tekrarlaman gerekir, yolun ortasında kafanı duvara dayayıp bağıra bağıra tekrarlaman gerekir. Aynı yolları tekrar tekrar kat edip, biraz sonra yeniden unutana kadar, aynı sonuca ulaşman gerekir. Bu yüzden kaybedenler, kimsenin sifonunu çekmediği benzinlik tuvaletlerini, anlatacak çok şeyi olan arkadaşları, en çok da geceleri kullanırlar...
Bu yüzden herkesin bir yöntemi vardır. Herkesin farklı bir tekrarı... Ama yöntemine sadıktır herkes. O da yeniden doğmak için yapıyordu bunu. Tekrar ve tekrar ölüyordu. İşte bu yüzden sen de O’na benziyorsun.
Bu hikâye, olmasa da olurların, olsa da fark etmezlerin hikâyesi... Bu hikâye önemsiz şeyler yaşayanların, anlatacak bir şeyi olmayanların hikâyesi. Muhabbetlere katılamayacak kadar sıradan şeyler yaşayanların hikâyesi. Benim hikâyem. Senin hikâyen. Ki zaten, her şeyi biliyorsun..." Şaka gibi. Bunlar nasıl manyak satırlar böyle. Okuyunca şimdi yeniden, beynimden vurulmuşum gibi oldu. Unutmuşum oysa.
2017'nin son günü, tüm seneyi işsiz ve evde kendimle, Güney Kore dizileriyle geçirdikten sonra, Goblin'den bir sahneyle veda etmişim. 2018'i bitirişim biraz şimdiki gibi olmuş, tüm seneye dönüp bir liste çıkarmışım ne kadar okudum izledim diye. O senenin başında bu şimdiki işime başlamıştım, cebime yeniden para girmeye başladığı ve evden çıkabildiğim için iyi sayılırdım. 2019 sanırım benim için bir şeylerin değişmeye başladığı, kişilik ve ruh olarak bir şeylerin değişmeye başladığı, sancılarla dolu bir yıldı. Bunun üzerine daha sonra, daha ayrıntılı bir şekilde konuşmak istiyorum ama şimdilik baktığımda 2019'un son günlerinde izlediklerimi anlatıp, gittiğimi görüyorum. 2020'yi de Wonder Woman 1984 felaketini anlatarak bitirmişim. 2021 biterken de "Her şey düzelecek." demiştim.
Şöyle yapalım mı o halde? Bu yazıyı böyle burasına kadar okumaya üşenmeden hala buradaysanız, şöyle bir şey diyeceğim. Bloggerda artık profillerimize baktığımızda kendi yazdığımız blogu göremiyoruz ya hani. Yanlış oldu bu cümle bir dakika baştan alıyorum. Beni takip eden biriyseniz ve blog yazıyorsanız, eskiden, çook eskiden, profilinize girdiğimde o blogu görebiliyordum. Uzunca süredir göremiyorum. Bu yüzden şimdi eğer Neverland'i takip ediyorsanız ve sizin de düzenli yazdığınız bir blogunuz varsa, yorumda aşağıda, yazabilir misiniz adresini? Takip etmiyorsanız da sorun yok, yine yazın. Bu da böyle bir yıl olsun :)



23 Aralık 2022 Cuma

In The Soop : Friendcation (2022) - Geçmiş güzel günlerime, gençliğime hasretle

 




İnsan beyni ne garip. Bazı günleri, bazı deneyimleri yaşarken çoğunlukla o anlar hakkında hiçbir şey düşünmüyor oluyoruz. Öylece yaşıyoruz, geçiyor, gidiyor. Yaşarken o anları zorlayıcı olsalar da, o anda sinir olsak da sıkıntı yaşıyor olsak da geçiyor. Çok mutlu da olsak geçiyor. O anlarda hiçbirini fark etmiyoruz. Yıllar sonra, artık üzerlerinden çoook şeyler geçmiş olduğunda hayat bize o anları, geçmişimizin karelerini çok sezonluk bir dizinin sahneleriymiş gibi ara ara gösterim yapıyor. O gösterimlerde saçma bir şekilde, geçmişin yaşadığımız o kısımlarındaki, o sahnelerdeki kendimize bakıyor ve ulan gene de mutluymuşum diyoruz. Çiğ ile kaplanan gece boyunca ince bir havlunun üstünde yatmıştım ama mutluydum. Bütün bir gece süren otobüs yolculuğunda iki saniye bile uyuyamadan, çevremizdeki yolcuların ayıplamalarına maruz kalmıştım ama mutluydum. Tüm gün üstümüze kovalarla su yağdırılırken güneşin altında bata çıka yolculuk etmiştik ama mutluydum. Çok sevmeme rağmen bir waffle'ı 3 kişi paylaşmak zorunda kalmıştım ama mutluydum. Üstümüze örtecek doğru düzgün bir yorgan bile yokken, cebimizdeki tek parayla incecik bir battaniye alıp tüm kışı onunla geçirmek zorunda kalmıştık ama mutluydum. Tüm Avrupa'yı nefret ettiğim gözlüklerimle ve sivilceli suratımla dolaşıyordum ama mutluydum. Elimde küreklerle çılgın suyun içinde boğuluyordum ama mutluydum. Gecenin bir yarısı ilk defa tanıştığım insanlarla bir barın önündeki kalabalıkta sıkışıp kalmıştım ama mutluydum. O anlarda mutlu olduğumu düşünmüyordum. Dedim ya durup düşünmüyor insan bir şeyi yaşarken, bir şeyin tam ortasındayken. Yıllar sonra, artık dönüp baktığımda, şu an olduğum noktadan bakınca mutlu anılarmış gibi geliyor bunlar. Acılı bir gülümse oturuyor yüzüme. İşte kötü yanı da bu mutluluğu, geçmiş mutluluğu hissetmenin. O günlerin geçip gittiğini, şu an yaşanamayacak olduğunu bilmenin hüznü çöküyor üzerime.


In The Soop:Friendcation'ı izlerken de tam olarak hissettiğim buydu. 4 bölüm boyunca yüzümde o acılı gülümseme, içimde çöreklenen hüzünle geçmişime uzun yolculuklar yapıp durdum. Bilmem belki diğer In The Soop versiyonlarındaki - BTS'in yer aldığı iki sezondan - farklı bir hava taşıyor olmasındandı bu versiyonun. Bir tv showu formatı bu aslında. Ya da reality show dediklerinden. "숲" kelimesi Türkçe'de "suup" gibi okunuyor, İngilizce'de bunu "Soop" olarak yazıyorlar. Yani programımızın ismi aslında "ormanda". BTS versiyonlarında, grup üyeleri ormanın dağın gölün oralarda bir eve, bir haftalığına falan tatile gidiyorlardı. Evin hemen hemen her köşesine kamera yerleştirilmiş durumda oluyor, geri kalan bahçe vb. yerlerde de kameramanlarla çekiliyor. Bu şekilde belli bir senaryo yazılmadan, grup üyeleri bir tatilde bir evde arkadaşlarıyla ne yapmak istiyorlarsa onu yapıyorlardı. Senaryo yok ama şunu yaparız bunu yaparız diye plan yapmış oluyorlar ve mesela kendi yemeklerini kendileri yapıyor, resim yapıyorlar, top oynuyorlar, karaoke yapıyorlar ya da bir yere gezmeye gidiyorlar. BTS versiyonunda 7 genç adam bir araya gelip, çocuklar gibi delirdiklerinden izlemesi çok keyifli bir eğlence izliyorduk.


Bu versiyon ise BTS üyesi Taehyung'un oyunculuk ve müzik dünyasından arkadaşlarıyla bir "In The Soop" yapalım fikrinden ortaya çıkmış. Bu yılın başında, Taehyung şirkettekilere demiş ki ben benim kankalarla birkaç günlüğüne bir kaçamak yapacağım, hani siz de isterseniz bakın bunu böyle program gibi çekelim. Sonuçta kankalarının biri şu sıralarda Marvel filmlerinde oynamaya başlayan Park Seo Joon, biri Güney Kore'nin Oscar kazanan ilk filmi Parasite'in başrollerinden Choi Woo Shik, öbürü yine ülkenin en sevilen ve en yakışıklı oyuncularından Park Hyung Shik, sonuncusu da on yılı aşkın süredir müzik piyasasında pek çok işe imza atmış prodüktör, söz yazarı ve sanatçı Peakboy (Kwon Sung Hwan). Böyle olunca pek çok hayranın izlemek isteyebileceği bir showun ortaya çıkacağını düşündüklerinden hemen ortam ayarlanıyor.


Bu 5 arkadaş yoğun iş tempolarının arasında böyle 3-4 günlüğüne sakin bir tatil evinde, birbirleriyle hasret gidererek takılıyorlar. Malum, 2 seneye yakın bir pandemi döneminin ve sonrasında birden bire başlayan işlerin ardından onlar da tıpkı bizler gibi, dostlarıyla buluşup muhabbet etmek, yemek yemek, birbirlerine komik videolar göstermek, birlikte dizi izleyip yorum yapmak gibi şeyler istiyorlar. İşte bu versiyonu BTS'in 7 üyesinin bir arada olduğu eğlenceli tatil günlerinden ayıran da bunlar oluyor. Diğerleri, hepsi 20li yaşlarında, çocukluklarını bir arada geçirip, son 10 yılda birlikte büyümüş bir aile olduklarından çoğu zaman o kadar derine inmiyorlar. Muhabbet etmektense birbirlerine bağıran, şakalaşan, oyun oynayan kardeşler gibi. Yaşadıkları onca yıldan sonra, ailelerinden çok birbirlerini görüp, öyle büyüdüklerinden onlar artık tam anlamıyla bir aile. Friendcation ise insanın kendi ailesinden kopma yaşı geldiğinde, dışarıdaki dünyada bu sefer kendi kişiliğiyle, kendi çabasıyla edindiği arkadaş ortamını gösteriyor bir anlamda. Cidden düşündüğünüzde, hiçbir şey bilmezken, kendimizi bile bilmezken edindiğimiz arkadaşlarımızla olan muhabbetlerimiz, dinamiklerimiz, dünyayı ve kendimizi tanıyıp, kim olduğumuzu bildiğimizde edindiğimiz arkadaşlarımızla olanlardan çok farklı geliyor.

Bu yüzden In The Soop: Friendcation, böyle sonbaharın ayazlı kurak günlerinden, kışın soğuk günlerine geçerken ılık bir kafede arkadaşlarla sessiz sakince hayat üzerine sohbet etmek gibi olmuş. Renk paleti hep o sonbaharın kışa dönüşü, herkesin üstünde bir sessizlik var, herkes aslında kendi içinde düşüncelere gömülmüşken bir arada olmanın o ılık sıcaklığının keyfini çıkarıyor gibi. Çoğunluğu 30larının başında diğerleri 20lerinin sonunda bu 5 genç adamın 4 günlük tatilini izlerken işte bu yüzden beklediğim eğlenceli seyirliğin çok dışında bir şey buldum. Kendi dertlerimi unutup, birkaç eğlenceli saat geçireceğim derken, bir baktım onlarla birlikte kendi içime dönmüşüm, geçmişimle dansa durmuşum.

20 Aralık 2022 Salı

The Gilded Age (2022 - ) - Amerikan Rüyası'nın Ortaya Çıkışı

 


1882 yılının Pennsylvania, Doylestown'ında yeni vefat eden babasının geride bir dolu borç bıraktığını öğrenen Marian Brook, borçlar ödendikten sonra elinde kalan 30 dolarla, New York'un soylu çevresinde yaşayan halalarının evine doğru yola çıkıyor. Küçük bir kasabada, samimi bir ortamda, pek de paraymış zenginmiş fakirmiş siyahmış beyazmış diye düşünmeden büyüyen Marian, Amerika'nın "parıldayan çağı"nın New York'unda kendini "eski para" sahibi aristokrat kökenli ailelerle, "yeni para" sahibi burjuva aileler arasında bocalarken buluyor böylece. Marian'ın evine yerleştiği büyük halası Agnes, zamanında mantıklı görünen seçenek olduğu için zengin ve aristokrat biri ile evlenip, kendi kendine ayakta kalabilen, yeni düzenle birlikte ortaya çıkan burjuvaları küçük gören bir demir yürek. Küçük halası Ada ise büyüğünün tam tersi, kalbinin sesini dinleyip dinleyip, evlenmemiş, herkese ve her şeye iyi kalplilikle yaklaşan narin bir ruh. Marian'ın kuzeni Oscar, sert annesinin arkasından bin türlü dolap çevirip, kendi ajandasına göre yolunu bulan bir kaypak evlat. Marian'ın yolda tanıştığı ve yardım aldığı Peggy Scott, siyahi insanlar için açılmış olan bir enstitüden yeni mezun olmuş, yazar olma hayalleriyle New York'a taşınıyor. Sokağın hemen karşısına devasa ve gösterişli malikanelerini inşa ettirip, taşınan Russell ailesi dee var gücüyle kendilerini New York sosyetesine kabul ettirmeye çalışıyor. Bu arada tabiki üst kattaki zengin ve soylularımıza hizmet eden alt katta yaşayan sınıfımız var, sokağın her iki yanındaki bu evlerin hizmetçileri, aşçıları, uşakları ve Marian'ın memleketinden bir hevesle atlayıp New York sosyetesine dalmaya gelen avukat Tom Raikes ile birlikte bu parıldayan çağın tam ortasına düşüveriyoruz.

The Gilded Age'ın ilk sezonu 24 Ocak 2022-21 Mart 2022 arasında 9 bölüm olarak yayınlandı. Sinema ve tv dünyasının dönem draması açığını neredeyse tekeline almış gibi olan Julian Fellowes'un en son işi olarak ekranlardaki yerini, ilk sezonu bitmeden de ikinci sezon onayını aldı. Fellowes'u hemen hepimiz gibi ben de Downton Abbey ile tanıdım, Neverland'de bu konuda yazdım da yazdım. Bu downton abbey formülü olarak yarattığı şey o kadar tuttu ki onun gazıyla Belgravia(2020) ve şimdi de The Gilded Age(2022) ortaya çıktı. Belgravia'yı şurada anlatmıştım, onun devamı gelip gelmeyeceğine dair hiçbir ses yok. Olmayacak yüzde doksan dokuz ihtimalle. Yine Fellowes'un yarattığı The English Game(2020) filmini de burada anlatmıştım. The Young Victoria(2009)'sını da izlemişim, imdB'de işaretlemiş ve puan vermişim ama hiçbir şey hatırlamıyorum, nasıl olduysa silmişim filmi hafızamdan. Neverland'de de yazmamışım, bunalım zamanlarıma mı denk gelmiş ki? O kadar mı kötüymüş acaba film? İzlemek istediğim bir beş altı tane daha dönem yapımı daha var Fellowes'un ama ayrıca şu Angelinalı ve Johnnyli The Tourist(2010)'in de senaryosunun kendisine ait olduğunu söylemeden geçemeyeceğim (Onu da şurada anlatmıştım).

Fellowes'un yazdığı dönemler aralardaki birkaç başka insanların yazdığı hikayelerden uyarlamalar dışında genel olarak Victoria döneminden 1900'lerin ilk/ikinci on yılına uzanıyor (Başka kitaplardan senaryosunu yazdıkları da mesela çoğunlukla 1930-40'lara denk düşüyor.). Downton ve Belgravia ile Britanya tarihinde salınırken The Gilded Age'de yeni dünyaya uçuyoruz. Diziler ve filmler sayesinde Britanya tarihine siz de benim kadar hakim olmuşsunuzdur bunca yıldan sonra. O yüzden Amerika kıtasının ve ABD'nin tarihine yabancılıkta da bir o kadar beraberiz diye düşünüyorum. Genel olarak ABD tarihi bende şöyle kodlanmış durumda: Avrupalılar ABD'yi keşfetti, göçmenler geldi yerleşti, Britanya'dan bağımsızlık kazanmak için bir savaş yaptılar, sonra da kendi aralarında bir savaş yaptılar. Bu kendi aralarındaki savaşın sebepleri nasılları sonuçları hakkında açık bir fikrim yok, sadece kendimce romantize edilmiş bir "güneydekiler köleliği kuzeydekiler kölesizliği savunuyordu birbirlerine girdiler" gibi bir şey uydurmuş gibiyim. 1861-1865 arasında süren savaşın aslında çok daha karmaşık olayları var ama bugünkü tarih dersimizde o döneme değil, onun hemen sonrasına ışınlanıyoruz. 1865'in nisanında iç savaş bitiyor, 4 yıl sonra da ilk kıtalararası denilen tren yolu tamamlanıyor. Ve bu savaşın bitmesiyle ülkede adeta bir gelişme patlaması yaşanmaya başlıyor. Tren ve tren yolu olayının uçuşa geçmesinin yanında teknolojik her şey bir bir gün yüzüne çıkıyor. 1870'den itibaren ABD'yi şimdiki ABD yapmaya giden yolun taşları döşeniyor. 1872'de ilk pratik daktilo icat ediliyor. 1876'da Alexander Graham Bell ilk telefon için patent alıyor, 1877'de Thomas Edison ilk silindirik fonografı yapıyor (neyki bu alet neden bu kadar önemli diyenlerimiz için şöyle açıklayayım, sesleri kaydedip dinlemeye yarayan ilk alet bu). 1879'da yine Edison, ilk ampulü böyle pasparlak gösteriveriyor. 1888'de ilk Kodak kamerası yapılıyor.

Sadece böyle teknolojik icatların ortaya çıkması bu dönemi parlak yapan şey değil tabiki. Büyük sosyo ekonomik çığırların açıldığı bir dönem ayrıca bu. Çalışarak, bir şeyler üretip, bir şeyler başararak zenginleşme kavramının da ortaya çıktığı dönem neredeyse. Tren yolu inşa etme işine giren ve büyük başarılar kazanan yeni nesil bir tüccar sınıfı ortaya çıkıyor. O dönemlerdeki anlayışa göre toplumun alt tabakalarında doğan bu insanlar, hesapsızca kazandıkları bu devasa miktarlardaki paralarla eskinin aristokratlarını sollayarak yeni bir sınıf ortaya çıkarıyorlar. Önceleri bu eski aristokratların arasına girmeye, tek bildikleri yöntem olan bu sınıf atlama yöntemine uymaya çalışıyorlar. Bu da ortaya bir tür eski çağın zenginleri ile yeni çağın zenginleri arasında kültürel bir savaşa sebep oluyor. Paralı tarafta dönen bu fırtınaların yanında ise diğer tarafta 1873 ile 1896 arasında "The Long Depression" yani Uzun Buhran yaşanıyor. Dünya genelinde etkileri olan bu ekonomik bunalım döneminde fakirler iyice fakirleşirken zenginler daha da zenginleşiyor. İşçi sınıfı hareketleri ortaya çıkıyor bir yandan da. Sonraki yüzyıllar boyunca dünya ekonomisini belirleyen Rockefellerlar, Carnegieler, Vanderbiltler, J.P.Morganlar da bu dönemde yükselip, ortalığı ele geçiren "baron"lar bu arada.

1900 yılı itibariyle dönemi bitiriyor tarihçiler. Gerçi 1880'de de bitirenler var ama olsun. Döneme ismini Mark Twain ile Charles Dudley Warner'ın 1873'te yazdığı "The Gilded Age" romanından dolayı vermişler. Romanda yukarıda da dediğim büyük ekonomik kriz ve bununla birlikte yerlerde sürünen halkla, türlü yollarla kazandıkları paraların gücüyle baronlara dönüşen zenginler ve onların parmağında oynattıkları politikacıların arasındaki uçurumdan bahsediliyormuş, Twain amcamız akıllı bir mizahçı olarak tabiki toplumun bu kötü durumunu eleştirmiş. Dizimiz ise işte tam bu Gilded Age'in ortasında, 1882'de başlıyor. 1882'nin Eylül'ünde, Edison'un Pearl Street'teki ilk elektrik gösterisinin yansıtıldığı olay, 7.bölümde gerçekleşiyor mesela. İlk sezon bittiğinde henüz 1883'e geçmemiş olabiliriz diye düşünüyorum çünkü Metropolitan Opera Binası açılmamıştı sanki hatırladığım kadarıyla ki o 1883'ün sonunda oluyor.


Bu en sevdiğim kısım olan tarih anlatma kısmını yerinde bırakarak diziye dönüyorum. Haliyle Downton sonrası bu tür hikayelere açlıkla atladığım için The Gilded Age'e de çöl ortasında vaha görmüş gibi atladım. Doğru düzgün bilmediğim, hatta hemen hemen hiç bilmediğim bir dönemi görecektim. Çok heyecanlıydım, çok umutluydum. Sonra pat diye şu yanda görmüş olduğunuz yüzle karşılaştım. Aman allahım, gerçek olamazdı. Oyuncunun kendisine, kişiliğine laf etmiyorum, yanlış anlamayın. Sadece hayat seçimlerine lafım. Oyunculuk yapmayı seçmiş olması sorgulanması gereken bir konu. Gidip, herhangi bir şirkete girebilir, herhangi bir iş yapabilirdi yani. Nolmuş yani Merly Streep'in kızıysan? Tüm ablaların da oyuncu diye illa sende mi olmak zorundasın? Belki çok iyi bir insandır, orasını bilemem. Belki dünyaya aşırı yararlı bir bireydir, orasını da bilemem. Ama bu kadar itici gelmesinde bir sorun olduğunu biliyorum. İlk bölümü zar zor bitirmemi sebep olması çok kolay bir şey değil yani. Hayır bir de onun dışında ortalık yıllanmış tiyatrocularla, tarihi dramaların pek çok bilindik yüzüyle dolu. Ama bu kızımız, yer aldığı her sahnede insanı delirtiyor. Ekrana bakmak istemiyorsunuz, karakteri de şansımıza tüm hikayenin üzerine kurulduğu Marian değil mi? Mecburen her sahnede var, her konunun ortasında, küçük bir kasabadan gelip kendini New York sosyetesindeki güç savaşlarının arasında savrulurken bulması gereken bir karakter. Bu tür karakterleri iki türlü oynayabilirsiniz. Ya direkt masum, saf kasaba kızı olarak gelip, hikaye boyunca yaşadıkları ile gelişip, varacağı noktaya varan bir karakter olarak ya da içinde zaten kötü veya iyi bir karakter barındırırken gelip, burada yaşadıkları ile bir şeyler öğrenerek iyi veya kötü yönde değişen bir karakter olarak. Bu kızımız sayesinde Marian ikisi de olamıyor. Hep aynı dik bakışlarla dolaşıp, 9 bölümü bitiriyor.

Daha da kötüsü, Marian karakterini ekranınızda görmek zorunda kalmaktan da kötüsü, Cynthia Nixon'ın canlandırdığı Ada Hala'yı Marian ile birlikte izlemek. Gerçi onu da toptan izlemek kötü. Hikayenin iyi tarafı olması gereken halamız, her sahnesinde ya az kalsın gülmekten püskürecekmiş gibi duruyor ya da bir yeri çimdikleniyormuş da ağzı acıdan ıhhh dermiş gibi bakıyor. Sesi de aynı şekilde hep ihihihihi ağlayacak gibi çıkıyor. Sevecenlik ve anlayışlılık bu değil sevgili Nixon. Saf ve temiz kalpli, iyi niyetli bir halayı böyle yaparak canlandıramıyoruz maalesef.

Bu ikisi o kadar kötü ki, onlar dışındaki herkes iyiymiş gibi geliyor. Genelde izleyenlerin - sanıyorum görünüşünden ötürü - George Russell karakterini canlandıran Morgan Spector hakkında söyledikleri var ama bence o da çok iyiydi. Benim özellikle burada izleyip adeta aşık olduğum bir Carrie Coon var ki aman yarabbi. Mükemmel ötesi bir Bertha Russell izletti bize. Konuşması, tonlamaları, bakışı, salınışı ile nereye girse ortamı ele geçiriyordu. Kocası ile çalışarak, didinerek kocaman bir ticari imparatorluk kuran, azimli, hırslı Bertha, hep hayalini kurduğu sosyetik çevreye kabul ettirmeye çalışıyor kendini ve ailesini. Carrie Coon, bu karakter için ilk düşünülen isim değilmiş bir de. Ondan başkası bu kadar etkili olabilir miydi bilmiyorum.


Ayrıca bir de Jullian Fellowes dramalarının olmazsa olmazı Dowager Grantham karakteri bayrağını burada dalgalandıran Agnes Hala'yı canlandıran Christine Baranski var ki, keşke tüm dizi merkezine bu ikisini alsaymış dedirtiyor. En başta biraz çakma, biraz da zorlama bir Dowager Grantham'mış gibi geliyor ama karakteri adım adım kendileştirmeyi bildiği için izlemesi en keyifli sahneler birden bire onunkiler oluyor.


Pek çok Jane Austen uyarlamasından ve Britanya yapımı tarihi dramalardan bildiğim Blake Ritson'ı Oscar Van Rhijn olarak izlemek de ayrı keyifli. Gerçi o çok tanıdık bu tür rollerde, çok beklendikti benim için tekinsiz bir Blake Ritson. Olsun, gene de izlemek güzeldi.

İlginç ve maceralı bir dönemi, önemli oyuncularla anlatmasından ziyade, dizinin en güzel yanı aslında tüm o dünyayı inanılmaz görüntülerle önümüze sermesi. Her bir kareye bak bak doyamıyor insan. Her bir kostümün kendi içinde ayrı güzelliğine, detaylarına hayran oluyorsunuz. Zaten Outstanding Production Design kategorisinde bir Emmy'si ve başkada bir en iyi kostüm tasarımı ödülü almış durumda. 


Resimden çok anlaşılmıyor ama Bertha Russell karakterinin bu elbiseyle merdivenlerden bir inişi var ki

Solda Agnes hala, sağda Ada hala



Oyuncuların etkisi bir yana, dizinin benim için ilk bölümü oldukça sıkıcı, zorlayıcı ve izlemesi bunaltıcı bir seyirlik sunması ilk başta kötü bir durumdu. Büyük umutlarla karşısına geçtiğim ekrana bakmaya devam edemedim çoğu zamanında. İlk bölümü izledikten aylar sonra haydi ikinci bir şans vereyim diyerek ikinci bölümü açtım ve o bölümün sonlarından itibaren hikaye ivme kazandı, karakterlerin ne olabileceğine dair bir ön gösterim yaptı ve beni coşkuyla dünyanın içine savurdu. Bu diziden ilham alarak diğer bıraktığım pek çok diziye ikinci bir şans vermeye başladım mesela. Yeni sezonunu ise karışık duygular içinde bekliyorum. Umarım bir taş düşer de Marian karakterini oynayan Louisa Jacobson'ı sonsuza kadar değiştirirler. Cynthia Nixon'a yine de bir çizgi film karakteri olarak dayanabilirim.

12 Aralık 2022 Pazartesi

In Our Prime(2022) - İçten bir insan hikayesi


Lise öğrencisi Jiwoo, zengin ve başarılıların gittiği bir lisede var olma savaşı veren bir genç. Başarılı olduğu için bu liseye girme hakkı kazanan Jiwoo kardeşimiz burada oldukça zorlanmaya başlıyor. Çünkü neredeyse bir tür küçük dereden büyük okyanusa düşme durumu yaşıyor. Önceki okulunda küçük derenin büyük balığı iken, büyük balıkların doldurduğu bir okyanusa atıldığında aslında normal, hatta daha minik olduğunu fark etmeye başlıyor. Eski okulunda akıllı ve zekiyken, burada herkese yetişmeye çalışırken yolunu kaybediyor. Zaten bir yandan da fakirliği çökmüş üstüne, o küçükken vefat eden babasından sonra annesi onu tek başına yetiştirmeye çalışıyor. Bu yüzden mesela tüm sınıf arkadaşları özel kurslara, matematik akademilerine giderken o sadece kendi başına çalışmak zorunda kalıyor. Bu yüzden kaderin bir cilvesiyle okulun temizlik görevlisi/bekçisi/hademesi gibi olan Hak Sung amca ile yolları kesişiyor. Nasıl olup da bu kadar matematikten anladığını çözemediği Hak Sung'dan gece yarılarında matematik dersleri almaya başlıyor fakir ama gururlu Jiwoomuz. Bu gizli gizli matematik geceleri ekibine Jiwoo'nun sınıf arkadaşı Boram'ın da katılmasıyla keyifli bir hayat dersi başlıyor aslında her üç kahramanımız için de.


In Our Prime(2022)
Kore Kültür Merkezi'nin düzenlediği Ankara Kore Film Festivali'nde izleme şansı bulduğum ikinci filmdi. Açıkçası Kore filmleri ile ilgili çok bir deneyimim yok. 2016'dan bu yana izlediğim (baştan sona bitirebildiğim) 56 dizinin yanında ancak 4 tane film izlemişim şimdi baktım da. Bu yüzden aslında kafamda bir Kore filmi stili yok. Ama çok belirgin ve ayırt edici bir Kore dizisi tarzı var. Bu filmi izlerken kafamda karmaşık düşüncelerin oluşmasına sebep olan da işte bu bilgimden ileri gelen şaşırmışlıktı. Filmi izlerken karmakarışıktım. Bir yandan eli yüzü düzgün, aslında normal bir film izledim dedim. Hani böyle belirli bir yere gitmek için belirli bir şeyler giymeniz gerekiyordur ve onları giyersiniz. Bir iş görüşmesine gidecekseniz mesela, dolaptaki siyah kumaş pantolonu ve beyaz ütülü gömleği giyersiniz ve tam da beklenen görüntü budur. Hah işte film de böyle hissettirdi bana. Ütülü kıyafetlerini çekmiş, boyu boyuna uygun, kumaşı tam ayarında. Oysa benim bildiğim, yıllardır izlediğim Kore hikaye anlatıcılığında o düzgünlük değildi aklıma yerleşen. Kore dizilerini izlerken pek çok yerde bunu nasıl bir insan yazmış, benim hissettiklerimi hisseden bir insan yazmış olabilir ancak diye bakakalırım mesela. Ya da öyle ince detayları, öylesine güzellikle, fark ettirmeden anlatırlar ki bunu yazan nasıl yazıyor, oynayan nasıl hissedip de hissettirebiliyor diye iç geçiririm. İşte In Our Prime'ı izlerken de bu refleks gibi düşüncelerimle oturduğum sinema koltuğundan tıpkı öyle bir iş görüşmesine giden biriyle 2 saat oturmuşum gibi hissettim. İzlediğim hikayeyi, daha önce defalarca başka bir ülkenin sinemasında - doğru tahmin hollywoodda - izlemişim gibiydi. Hikaye ilerlerken her adımda, bir Güney Kore filmi izlediğim için, başka bir yöne evrilmesini ya da bir şeyler hissettirmekte daha farklı bir şeyler göstermesini bekledim içten içe. Ama olmadı. Film, tam da bir hollywood filminden beklenebilecek manevraları yaptı, ezberlediğim yollardan ilerledi ve işleyişini bile o şekilde yaptı. Bittiğinde sanki böyle ağzımda bir tat ararken kalakaldım. Şekeri tam belli olmamış bir irmik helvası gibi. Bir Güney Kore yapımı olduğu için gene süt ile yapılmış şerbeti, yani kıvamı iyi ama şekeri amerikan ölçü kaplarıyla konduğu için bir şeyler eksik.


Sütle yapılmış şerbetini oluşturansa büyük oranda oyuncular aslında. Park Byung Eun dışındakileri ilk defa izlediğim oyuncuların, hikayenin anlatılış ve işlenişine rağmen Güney Kore'ye özgülüğü çağrıştırabilen oyunculuklarından ötürü yine de içimde hissedebildiğim bir şeyler bulabildiğim bir hikaye izlediğimi düşünebiliyorum. Yani her bir oyuncu aslında bunu 16 bölümlük bir dizide oynuyor olsaydı, tam da o hissetmek istediklerimi hissedebilecekmişim gibi. Hikayenin anlatmaya çalıştıkları da aslında tüm ülkelere ve kültürlere - ne yazık ki - tanıdık şeyler, daha önce izlediğim bir şeyler gibi derken bunu kastetmiyorum bu arada. Eğitim sistemindeki kocaman çarpıklıklar, zengin-fakir ayrımı, sahip olduğumuz para miktarına göre sosyal statü kazanmak, yararlı olabilecek bir buluşu her türlü kötüye kullanabilmek için bir yol bulma çabası, yabancı olanın zorlanması, hayal edilen güzel hayatın hiçbir zaman hayal ettiğimiz gibi olmaması...bizim için tanıdık olduğu kadar hemen her kültür için de alabildiğine tanıdık. Keşke olmasaydı ama öyle. Bu yüzden izlerken aslında içimizden hissedebileceğimiz, kendimizden bir şeyler de bulabileceğimiz bir hikaye izliyoruz. Ama dediğim gibi, bir şeyler eksik geliyor, bir şeyler "tam" hissettirmiyor.

Yine de sevimli sevimli gülümsemek, aralarda acı acı hayıflanmak ve matematiği başka bir güzellikte görüp, hoş bir iki saat geçirmek için güzel bir hikaye.

4 Aralık 2022 Pazar

약속하다

Çok çok güzel.
Ama nereden kaydettiğimi hatırlamıyorum.
Kimin olduğunu da bilmediğimden...
Sadece teşekkür ederim.

 Neredeydim? Nerede kalmıştım? Off vallahi buranın hayatımı belgelediğim yer olması gerekiyordu ama yetişemiyorum ki. Belgelemem gerekiyor çünkü böylece yaşanmamış olmayacaktı, yaşamamış olmayacaktım. Hafızamızı yitirebiliyoruz, anılarımızı kaybedebiliyoruz ama ürettiklerimiz, eninde sonunda yaşadığımız anlamına geliyor. Blogger veritabanının da silinmeyeceğine güveniyorum şimdilik, değil mi sevgili Google?

En son canhıraş Kasım'ın ilk gününde bir şey atabilmiştim. 29 Ekim'de yazdığımda güya defterime plan çıkarmıştım, yıl bitene kadar her gün bir yazı yazacaktım. Böylece anlatmak için biriktirdiklerimi bitirebilir, temiz bir sayfa ile yeni yıla başlayabilirdim. Geldiğimiz nokta ise bu. Bir ay geçmiş, ben ancak kafamı çıkarabiliyorum.

Annemler kışı geçirmek için benim yanıma geldi. Aslında bu güzel bir şey. Ama kendime vakit ayırmak ya da kendi işlerime bakmak için pek de güzel değil. Şimdi dışarı çıktılar da o yüzden yazabiliyorum. Tıpkı ortaokuldayken geceleri herkes yattıktan sonra, el fenerini alıp, yorganın altına girip, günlüğüme yazdığım zamanlardaki gibi. Gülüyorum ama komik değil. Tüm hayatım saklanarak geçmiş. Kendimi saklayarak. Gerçekte ne yaptığımı, ne düşündüğümü, nasıl hissettiğimi, nasıl biri olduğumu saklayarak. Bu yılla birlikte 35.yaşım da bitiyor ama ben hala çeşitli şekillerde kendimi gizlemeye devam ediyorum. Bir gün kendimi olduğum gibi, düşündüğüm gibi, hissettiğim gibi herkese - aileme bile - göstermekten çekinmeyeceğim bir duruma gelebilmiş olacağım diye umutla yaşıyorum işte.

Bu arada şöyle bir düşündüm de Ekim'in başında gayet iyi başlamıştım hayata ya. Tam her gün böyle evde pilates yapmaya başlamıştım sabahları kalkıp. Erkenden kalkıp, spor yapıyor, işe gidiyordum. Böyle bir iki hafta geçirmiştim, sağlıklıydım da, kafam da ferahtı. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Abim bir gece arayıp, biz hastanedeyiz, sen gelip küçüğe bakar mısın dedi. Hah işte o noktadan itibaren her şey alt üst oldu. Takıntılı mıyım diye ben de kendimi eleştiriyorum ama hakikaten bunun takıntıyla alakası yok. Resmen direkt tarih o. O gece tiyatroya-gösteriye gitmiştim, eve mutlu gelmiştim, yatağa mutlu girmiştim. Sonrasında bu zamana kadar işte aylardır belimi doğrultamadım.Sağlığım bozuldu. Midem mahvoldu. Bağırsaklarım mahvoldu. Ateş basmaları başladı, regl olmuyorum aylardır. Baş ağrılarım başladı, hala boynum ve başım kötü. Doktor doktor gezdim. Ne plan yaptımsa bozuldu. Bence abartmıyorum bunu bu sefer. Tamam kardeşim ve ailesi, seviyorum falan ama onlarda bana kötü gelen bir şeyler var. Bir enerji, bir şey. Anlayamadığım ama beni çok kötü etkileyen bir şeyler var. Allah kahretsin ki uzak olamıyorum. Yani çok iyi olsunlar, keyifleri, mutlulukları, huzurları her şeyleri olsun ama aramızda kilometreler olsun ve böyle ayda bir kere falan telefonda görüşelim. Nolur ya? Ben şöyle dünyanın öbür ucunda, mutlu mesut yaşayayım ya, nolur?

Evrene yüksek öncelikli mesajlarımı ve dualarımı da gönderdiğime göre tamam, Ekim'in sonunda kalmışım anlatmaya oradan devam edeyim. 22 Ekim'di sanırım, Kore Kültür Merkezi'nin kuruluş yıldönümü etkinliğine gitmiştim. 23'ünde evde güzelce ders çalışıyormuşum (Açıköğretimde Tarih okuyorum ya onun için). O hafta işe gittim, bu tamam. Güneş tutulmasının olduğu haftaydı, heyecanlıydım, mutluydum. Böyle şeyler, biliyorsunuz, sevdiğim şeyler. 25'inde iş yerinde bir o yana bir yana koşturup güneş tutulmasını izlemeye çalıştım. Keyifliydi. 26'sında doktor randevularım vardı. Onlardan bahsetmişim "나는 아프다" yazımda. 26'sı çarşamba gününü uzun uzun anlatmışım. 27'si perşembe sabahı kötü olmama rağmen işe gitmiştim. Perşembe öğleden sonra yine kötü olunca - ateş falan - eve gitmiştim.28'i cuma da zaten yarım gündü, hiç gitmemiştim, evde baygın yatıyordum. O akşam yazmışım o yazıyı, buraya kadar anlatmışım detaylıca.

29'unda cumartesi günü, yataktan kalkabildim. İyi hissediyordum. Ohh dedim geçti. Neyse bu saçma sapan şey üzerimdeki, geçti. Evi topladım, kendimi topladım. Ekim'imin içine etti bu kötü enerji ama tamam, Kasım başlıyor, buna iyi başlayıp, iyi geçireceğim. En başta dediğim gibi film yazdım buraya, plan çıkardım. Ertesi gün kalkıp yazacağım yazıyı düşünerek ve yapacaklarımı hayal ederek mutlulukla yattım. Ama gecenin bir yarısı öldüresiye bir baş ağrısıyla uyandım. Normalde benim şöyle baş ağrılarım olur. Tatil sabahıdır, hafta içi kalktığım saatte uyanırım. Ama olmaz derim, madem tatil yat. Yatmaya devam ederim, biraz dalarım, birkaç saat sonra hafif bir ağrıyla uyanırım. Boynum ve ensemin arkası tutulmuş gibi olur. Başımın üstüne doğru hafif bir ağrı yapar. O anda kalkmam gerekir yataktan, yoksa ağrı daha fena yapar. Gün içinde de kaybolur o ağrı. Bazı günler geçmek istemez, gün ortasında bakarım ağrıyor, bir tane ağrı kesici içerim, bir saate geçer. Gene öyle bir ağrıydı o gece de ama bu sefer sabahı beklememişti. Gecenin ortasında uyandıracak kadar kötüydü. Yatakta oturdum, otururken bir derece hafifliyordu. Güneş doğana kadar oturdum yatakta. Kalktım sonra bir şeyler yiyeyim diye ama midem çok feci bulanıyordu. Bir şeyler atıştırdım, gece hap içmiştim gene içtim. Ağrı hafiflemedi. Tüm gün, o pazar günü bir yatakta bir kanepede oturup, bulanan midemle birlikte ağrıyan başımın geçmesini bekledim. Öyle bir ağrıyordu ki hiçbir şey, başka hiçbir şey düşünemiyordum. Ağrı kesici içmeye devam ettim ama geçmedi. Tüm gün oturup, acı çektim. Başımı yastığa koymayı bırakın, bir yere değdirince bile acıyordu ve ağrısı artıyordu. Ama öyle bir durumda insan yatmak istiyor, zaten tüm gece uyumamışım bayılacak gibiyim. Azap gibi bir pazar günü geçirdim, akşama doğru biraz hafifler gibi oldu ya da hayal ettim bilmiyorum, çünkü artık ayakta uyuyordum. Yatakta yastıkları dik tutarak yattım, biraz uyuyabilmiştim ki gece yine ağrıyla fırladım. 30'unu 31'ine bağlayan gece yine kabusa uyandım yani. Sabaha karşı, o ağrıyla arabaya atladım, acile gittim. Yol boş olduğu için şanslıydım, kendimde değildim çünkü. Acilde serum taktılar haliyle. Ama bundan nefret ediyorum. Bunun için işte ölecek gibi olsam bile acile gitmek istemiyorum. Serum takıldığı zaman tüm bedenim böyle içeride böcekler dolaşıyormuş gibi oluyor. Acayip bir huzursuzluk içindeyken o rahatsız yatakta uzanmak zorunda kalıyorum. Hareket etmem gerekiyor, kolumda serum olduğu için edemiyorum.  Üşümeye, titremeye başlıyorum, üstümü örtemiyorum. Serum yemekten nefret ediyorum. Bir de telefonu arabada unutmuşum. Yattığım yerde hem biyolojik olarak hem de psikolojik olarak huzursuzum. Sabah olacak annem arayacak ve bulamayacak diye. 7 buçuk muydu neydi çıktım herhalde hastaneden. Tüm vücudumda böcekler dolanırken. Başımın ağrısı da ufak ufak devam ederken. Doktor çok güçlü bir ağrı kesici yaptık dedi ama. Bir de bırakmıyorlardı beni. Geçmediyse şöyle yapalım, böyle yapalım diye. Gitmem lazım diyorum, telefonumu almam, işe gitmem lazım. Valla pazartesi sabahı işe gittim. 31 Ekim günü. Çok bir şey hatırlamıyorum, başım ağrıyordu ama sanki evin dışında olmak, etrafımdaki insanlar olması, muhabbet ediyor olmam falan iyi gelmiş gibiydi.

Ertesi gün, 1 Kasım'da dedim tamam bu ağrı geçmiyor, doktora gideyim. Nörolojiye. Gitmez olaydım. Doktora anlamaya çalıştım, bakın şöyle haftalar yaşadım, böyleydim. Kendisi biraz ürkütücü ve niyeyse tuhaftı. Benim anlattıklarımı hem dinliyor hem dinlemiyor gibi. Detaylı da muayene etti ama benim anlattıklarımın bir önemi yok gibiydi. Zaten öyle bir hali vardı ki sesimi çıkarmaya korktum. Beynimin bir şeylerini çektirdim o gün. MRG ile BT yazıyor. Sonuçlar çıkınca gösterdim, dedi ki bunlar temiz görünüyor ama bu ağrılar bizi korkutan türden ağrılar. Bu yüzden şunu şunu da çekeceğiz, onlar da temiz çıkarsa omuriliğinden su alacağız, damarların tıkalı olabilir, bunları çektirirken sana eşlik edebilecek birileri var mı onlara haber ver, bak bunlar acil hemen bakmamız lazım. Ne anlatıyor bu diye öylece bakakaldım. Yani bu yaşıma kadar her yerimden şüphe ettiğim, hasta zannettiğim oldu. Ama beynimden - yarım akıllı olmam dışında - şüphe etmemiştim. Nasıl yani diye içimden doktora bakmaya devam ettim. Haydi git yaptır diyerek yolculadı beni, odadan çıktım, tamam peki diyerek dümdüz asansöre bindim, hastaneden çıktım.

Hastaneden Kızılay'a kadar olan yolda yürümeye başladım. Ölüyorum herhalde dedim içimden. Buraya kadarmış. Cey'i aradım, onunla konuştum. Annemi aradım, iyiyim bir şey yokmuş bir şey vermedi dedim. Kızılay'a gittim, gaz yüklemem gerekiyordu, hastaneden çıkınca planım oydu normalde. Ama o durumda gaz niye yükleyeceğim diye düşündüm. Şu an hayatla, yaşamakla ilgili herhangi bir çaba göstermeme gerek var mıydı ki? Su içmeme gerek var mıydı, nefes almam gerek var mıydı? Derbeder bir halde yürüdüm. Gaz yüklerken de ayrı sorun çıktı. O haldeyken ben, makine paramı yuttu. Müşteri hizmetlerini aradım, bir dolu uğraştım. Titreyerek terliyordum, metronun altında doğalgaz yükleme kiosklarının başında uğraştım. Bir çantam düşüyordu, bir montum düşüyordu, bir yandan sucuk gibi terliyordum. 1 Kasım 2022 çok güzel bir gündü.

Neyseki o akşam bir dolu telefon konuşması sonrasında kendime gelebildim. Burnuma ve alnıma su kaynatıp, içine bir bitki yağım vardı ondan damlatıp, buharını tuttum. Başıma beremi geçirdim, yatağımı salona taşıdım. Televizyonu açıp, dikkatli bir şekilde uzanıp, yastığımı değiştirip, yattım. Günler sonra ilk defa birazcık da olsa uyuyabildim. 2'sinde ve 3'ünde işe gittim. O geceler de ağrım daha iyiydi. Hatta öğlenleri dışarı çıkıp, bir yerlere gittik. Kafamda tüm gün bere ile gezdim, evde de işte de. 5'i cumartesi önce bir kafeye gidip, ders çalıştım. O sabah da başım ağrıdı ama yılmadım. Üstüne o gün akşama doğru yine abimlere gitmek zorunda kaldım. Psikolojik olarak yine aşırı zorlayıcı bir gün geçirdim onlar yüzünden. Bana ne yaptıklarını cidden anlayamıyor olmaları çok acı. Neyseki pazar günü Tuğba'yla biraz dolaştık, hava ılıktı. Biraz detoks gibi oldu, kitap aldım iki tane. Pazartesi'den itibaren biraz daha normalleşebildim. Ay tutulmasının olduğu haftaydı, biz göremedik gerçi ama. The Crown'a başlayabildim mesela, gerçi sadece başlamış oldum, birinci bölümü izleyebildim. Hala duruyor. Darmaduman diye bir dizi başladı fox'ta, onu izledim falan.

O hafta perşembe cumayı yıllık izinden aldım, önceki yıldan kalanlardan. Haftasonu kuzenimin kınası olduğu için Ordu'ya gitmek zorundaydım. Bu biraz sıkıntı yaratmadı değil ruh halim üzerinde ama neyse. Cuma gidip, pazar döndüm. Dönerken annemlerle birlikte döndük. 18'i cuma günü yine yollardaydık, bu sefer de düğün için İzmir'e gittim. İzmir'deki haftasonumu anlatmayı ve bir ton yakınmayı çok isterim ama vaktim kısıtlı şu an. Ah ulan şunları günü gününe oturup anlatsan böyle olmayacak. Resmen şeye döndü, sevgili günlük bugün kalktım tuvalete gittim ödev yaptım yattım. Off neyse, yıllık izinden kalan üç günü de almıştım, 21-22-23'ünde izinliydim. 21'inde eve döndük. Düğün yüzünden kaçırdığım dünya kupasına yetişmeye çalışmakla geçti birkaç gün. Çok güzel maçlar izledim, Biraz da ders çalıştım. 24'ünde işe gittiğimde iş iyiydi. Ama 25'i cuma günü tüm gün sorunlarla uğraştım iş yerinde. 26'sı cumartesiye iyi başlamıştım. Kahvaltıya çok sevdiğim bir yere gittik, güzel güzel yedik. Ama sonra yine geldi kötü enerji. Abimler çocukları bize bıraktı. Ertesi gün ancak öğleden sonra gittiler.

Bu geçtiğimiz hafta da iş yerinde işlerle uğraşmakla geçti. Annem burada olduğu için en azından sağlıklı ve düzenli besleniyorum sanırım. Göbeğim biraz iyi gibiydi son bir hafta. Ama işte kendimi durdurabilsem her dışarı çıkıp bir şeyler yiyelim diyenle koşmasam süper olacak. Sadece bağırsaklarım ve midem için de değil, en son gelen kredi kartı faturam ödeyemeyeceğim boyuttaydı. Maaşımdan çoktu. Ekstreyi gördüğümde elim ayağım boşaldı, beynim buz kesti. Önümüzdeki 3-4 ay hiçbir şey harcamadan tüm maaşlarımı bu borca yatırmam gerekiyor. Hiç bu kadar saçma bir duruma düşmemiştim hayatımda. İşsiz oldum, maaşsız oldum, başka bir ülkede devletin verdiği ufacık parayla kaldım ama bu kadar saçmalamamıştım. Bir de Nisan'da Seul'e gideceğim ya, güya ona para biriktirecektim her ay kenara ayırıp. Oradaki otel paramı bile ödeyemeyeceğim bu gidişle. Annemler gelmese büyük ihtimalle evde sadece ekmek yiyecektim. Bu sefer abartmıyorum. Mali olarak mahvolmuş durumdayım.

Neyse ne diyecektim? Bu haftasonu vize sınavları var. Kendime eziyet etmek için gerçekten çok uğraşıyorum gibime geliyor. Sırf harç parasını yatırdım, ona üzülüyorum diye çalışıyorum. Niye ben de işimi kabullenip, normal bir hayat sürmüyorum anlamıyorum. Her gün işe git, gel güzelce evde otur kitap oku dizi izle. Haftasonları alışveriş yap, kendini süsle püsle, tiyatroya git, konsere git. Niye habire bir şeylere yetişmeye çalışıyorum, niye habire olduğum yerden daha ilerisine gitmeye çalışıyorum? Niye habire en yükseği hedefleyip, başka bir şey olmaya çalışıyorum? Niye habire bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum? Niye habire başka bir hayatı elde etmeye çalışıyorum? Niye habire yazmaya, çok iyi bir yazar olmaya çabalıyorum? Niye okullar bitirip, tarihçi olmaya çalışıyorum? Niye instagramda iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorum? Niye youtube videoları yapmaya çalışıyorum? Niye zayıflamaya, güzelleşmeye çalışıyorum? Niye çok zengin olmaya, çok başarılı olmaya çalışıyorum? Niye habire dünyayı ele geçirmeye çalışıyorum? İşe gidip gelsem, istediğimi yesem, hiçbir şey düşünmesem, kendimi habire zorlamasam ittirmesem öylece dizi izlesem, arkadaşlarımla takılsam olmuyor mu ya? Neden sadece yaşamıyorum?

4 Aralık 2022. Bundan tam 2 yıl sonra hala hayalimdeki, kafamın içindeki o görüntüdeki ben olamamışsam, o hayata kavuşamamışsam, kendimi öldürebilecek kadar cesarete sahip olmam için dua edin.

1 Kasım 2022 Salı

Jane Austen'ın Yaşadığı Evler

 Yine uykusuz bir gecenin sabahında iş yerindeyim. Odada başka kimse olmayacağı için geldim. Öğlende nörologa gideceğim. Evde kombiyi açamıyorum, gaz bitti. Karta gaz yüklemem gerek ama evin yakınındaki gazmatik kioskunu kaldırmışlar. Midem bulanıyor, bir simidin yarısını yiyebildim. Neyse ki annemin şekeri yokmuş, doktor öyle demiş, sadece insülin direnci çıkmış. Az önce konuştum. 

Aklıma geldi, bu aşağıdaki videoları bir süre önce izlemiştim. Sizin de görmek isteyeceğinizi düşünmüştüm. Zamanı şimdiymiş.



Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...