movies etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
movies etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2019 Pazar

Woman Walks Ahead (2017)

1890 yılında önce New York'tayız. Catherine Weldon bir 19.yy. kadını olarak hayatında ilk defa kendini özgür hissediyor. Bir kadın olarak mülkiyeti hep başkalarının elinde olmuş, önce babasında, evlendirildikten sonra da kocasında. O yüzden kocası vefat edince artık özgürdür. İlk defa hayallerinin peşinden gitmeyi düşünüyor, daha önce senatörlerin bile portrelerini yapmış olmasına rağmen bir türlü tam zamanlı bir ressam olamamasının acısını çıkarmak üzere vahşi batıya doğru yola düşüyor. Ünü amerika kıtasını bile aşmış olan kızılderili şefi Oturan Boğa'nın resmini yapmak için kendini maceranın kollarına atıyor.
Hepimiz Oturan Boğa'nın adını bir şekilde biliyoruz değil mi? Çocukluğumuzdan beri aklımıza yerleşen o vahşi batı filmlerindeki karikatürize edilmiş kızılderili simgesinin temsil ettiği her şeyi birleştirebileceğimiz bir figürdü hep. Oysa büyümeye başlamamızla gerçekte olan şeyleri anlamaya başladık. Her şey o filmlerde anlatılanlar gibi değildi. 
Ve bu filmin hikayesi de aslında gerçekten yaşanmış, gerçek insanların yaşadıkları şeyleri anlatıyor. Belki tam olarak filmin anlattığı gibi değil yaşananlar veya insanlar ama film yine de o döneme, kendilerine amerikalı diyen bir topluluğun işgal ettiği kıtadaki insanlara avlanacak hayvan sürüsüymüş gibi davranmış olmasına dair fikir edinebilmemizi sağlıyor (https://time.com/5325716/woman-walks-ahead-true-story-fact-fiction/).
Gerçek Oturan Boğa
Bu da gerçek Catherine Weldon
Bizim Oturan Boğa olarak bildiğimiz kızılderili şefinin kendi dilinde ismi Tatanka Iyotake. 1831 civarında bugünkü Güney Dakota eyaletinde doğmuş. Bir Lakota yerlisi. Hayatı tam da Amerika'ya yerleşen göçmenlerin habire yerlilerin topraklarını çaldığı, gasp ettiği ve her buldukları fırsatta da yerlileri öldürdüğü, buna karşılık da bir kızılderili direnişinin ortaya çıktığı döneme denk geliyor. Tüm yaşam biçimlerine kasteden bu açgözlü insanlara karşı artık kızılderililer toplanmaya başlıyor ve bizim boğa da tüm karizmatik kişiliğiyle kızılderili tarihinde ilk defa Sioux kabilelerini bir araya toplayan ilk şef oluyor.
Film tam da bu direnişin alevlendiği yılda, Catherine Weldon'ın Oturan Boğa'nın resmini yapmak üzere kızılderililerin arasında yaşamaya gitmesini anlatıyor (https://www.imdb.com/title/tt5436228/). Amerika halkı arasında da artık biz bu kızılderililere ne yapıyoruz denmeye başlanmış. Birçok insan tüm bu toprak gasplarına falan karşı çıkıyorken, yıllardır kızılderililerle ölüm kalım mücadelesine girişmiş çok acı şeyler görüp yaşamış olanlarsa onlardan kurtulma çabasına devam etmeye çalışıyor.
Film kızılderililerle ilgili bu şekilde gerçekçi bir bakış açısı sunmasının yanında bir kadına dair de güzel şeyler anlatıyor. Catherine'in topluma uymak, içindeki kişiliğini bastırmak zorunda olmasının, kendini hep bir adamın himayesinde hissettirilmesinin ne demek olduğunu anlayabiliyoruz biz de. Hissedebiliyoruz. Onunla birlikte özgürlüğe doğru yola çıkıyoruz. Ama yine onunla birlikte özgür olmanın, özgür olabilmek için cesur olmanın ne demek olduğunu da anlıyoruz.
Catherine Weldon gibi bir karakter için Jessica Chastain gibi bir kadın da süper olmuş. Hem kırılgan, hem kendini zorlayan, hem de sağlam durabiliyor. Ama sanırım en büyük işi Oturan Boğa'yı karşımıza ilk defa böyle çıkaran Michael Greyeyes yapmış. O güçlü kişiliği de görebiliyoruz, yaşananların omuzlarına yükledikleriyle beraber o pes etmişliğini de. Çaresizliği yenilmiş gibi değil de doğal akışındaymış gibi kabul edişini izliyoruz.
Hikayesi de tertemiz ilerliyor filmin. Görüntülerle birlikte her şey hem acı verici oluyor hem de çok güzel. İyi anlatılmış, iyi bir film gösteriyor bize. Ara ara takıldığı noktalar, teklediği yerler oluyor tabi ama iyi niyetle yapılmış düzgün bir hikaye dinliyoruz en nihayetinde.

Bu arada filmin ismi "Woman Walks Ahead", önden yürüyen kadın demek. Catherine'e yerlilerin verdiği isim bu, filmde.

3 Eylül 2019 Salı

Mary Queen of Scots (2018)

Tarihi filmler izlemeye bayıldığımı, daha doğrusu içinde "tarih" olan her şeye bayıldığımı artık biliyorsunuz. Ama yine de bu filmin yapıldığı haberi geldiğinde pek de o kadar heveslenmemiştim. Çünkü artık bahtsız İskoçya kraliçesi Mary'nin hikayesinden öylesine gına geldi ki...Evet bazı hikayeler var, bin kere de yorumlansalar, bin kere de izleseniz hep ayrı bir keyif verir, her defasında değişik bir şeyler yapılabilir. Ama Mary'nin hikayesi artık öyle gelmiyor.İster onu odağına alsın anlatılan hikaye ister muhteşem(!) kraliçe Elizabeth'in hikayesinde bir figür olarak gösterilsin, yine de artık bana yetti gibi geliyor.
Bilemiyorum belki de sıkıcı bir film izlediğim içindir daha az önce. 2018 tarihli Mary Queen of Scots filmini demin bitirdim izlemeyi ve giden zamanıma acıyorum (https://www.imdb.com/title/tt2328900/). Hiçbir şey hissettirmedi film, belki düşündürdü çoğu yerde ama onlar da çok ipe sapa gelir düşündürmeler değildi. Bu hikayeyi artık hepimiz ezberledik ama hadi bakalım bir de son dönemin popüler furyası objektifinde ele alalım tam bunluk bir malzeme demişler. İskoçya kraliçesi Mary ile İngiltere kraliçesi Elizabeth'in hikayesini bir erkek dünyasında ayakta kalmaya çalışan iki güçlü kadının hikayesi olarak gösterelim bu sefer de demişler. Tamam mantıklı, bir de bu açıdan yaklaşabiliriz bu hikayeye. Aslında John Guy adındaki bir tarih profesörünün kitabından yola çıkmışlar (http://www.johnguy.co.uk/biography-john-guy.php). Kadın merkezli yaklaşım o kitaptan mı bilmiyorum tabi, ama iki kraliçenin yüz yüze görüşmüş olması fikri oradanmış.
Mary, efenim İskoçların kraliçesi
Ben böyle direkt anlatmaya giriştim ama biliyorsunuz az buçuk neyden bahsettiğimi diye. Hani Mary kim, Elizabeth kim, 1500lerin ortasında Britanya adasında durum ne bu şeyleri bildiğinizi varsayarak konuşuyorum. Hani bir şekilde bir filme, diziye denk gelmişsinizdir yahu. Elimizi sallasak o döneme dair yaptıkları bir şeye çarpıyor zaten. Elizabeth 1558'den 1603'e kadar İngiltere kraliçesi. Şu 7 kocalı hürmüz gibi olan VIII.Henry'nin kızı (hani Tudors'taki). İngiltere'nin altın çağının sebebi. Osmanlı'da tahtta Kanuni varken yani başlıyor dönemi, II.Selim, III.Murat ve III.Mehmet'in hükümranlıkları boyunca kadın tahtta, azme bakın. Mary ise bu Elizabeth'in halasının torunu. Bu şekilde bir akrabalar ayrıca. Neyse Mary de doğduğu andan itibaren aslında İskoçya kraliçesi, çünkü ortada başka varis yok. 1542'den 1567'ye kadar bu ünvana sahip. Yani Osmanlı'da Kanuni ve II.Selim dönemleri. Sonra işte olaylar olaylar, 1587'de Elizabeth, Mary'nin kafasını vurdurtuyor vay bana komplo edenlerle iş birliğine giriştin diye. Bu da Britanya'nın en çok anlatılan hikayelerinden birine dönüşüveriyor. Çünkü o vakte kadar ayrı olan iki krallık bu Mary'nin çocuğuna kaldığı için birleşmiş oluyor.
Film bu hikayeye bir güç savaşından çok iki kadının ayrı ayrı ama birbirlerine göz atarak ayakta kalma çabası olarak yaklaşıyor. Birbirlerine düşman değiller de aslında etraflarında onları kapana kıstırmış erkek dünyasının içinde yollarını bulmaya, birer kadın monark olarak hem yönetmeye hem de yönetilmemeye çalışıyorlar diyor. Ruh olarak çok da farklı iki insan olmasalar da fiziki özelliklerinden ve yetiştikleri ortamlardan ötürü iki farklı şekil almış olduklarını görüyoruz.
45 yıl bu adamların arasında hüküm süren  Elizabeth
Görünüşleri, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yollarını çizerken hem en büyük anahtarları hem de en büyük engelleri oluyor.
Yine de film pek bir şey başaramamış durumda. Hikaye sizi sürükleyecekmiş gibi duruyor ama sürüklenmiyorsunuz, merak etmiyorsunuz. Çoğu yerde hop hop hop şeklinde atlamalar var, fark ediliyor. Ben hikayeden çok Saoirse Ronan'ın tüm film boyunca kulağında duran ve illa da göstermeye çalışıp durdukları 21.yy. rock dinleyen ergen küpesine takılıp durdum. Bir de vay be Margot Robbie'yi nasıl da çirkinleştirebilmişler, demek ki işte görünüş nasıl değiştiriyor insanı diye onun suratına dalarken buldum kendimi.
Film tam 2 saat sürüyor. Hikayesi dediğim gibi. Görüntülerine takılıp duruyor aklınız. Müzikleri desem, öyle akılda kalıcı, olmuş diyebileceğimiz bir yanı yok. Oyunculuklar deseniz, böyle bir tarihi-dramada olması gereken gibi. Ama o kadar da dikkat çekmiyor. Kostümlerin, mekanların göz alıcı bir bir farklılığı da yok. Yani 2 saatlik bir boşluk bu film. Bir fikrin peşinde kaynakları seferber etmişler o kadar.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Roman Holiday (1953)

Avrupa turunda şehir şehir dolaşan Prenses Anne, artık üstündeki tüm kraliyet sorumluluklarından ve dakika dakika belirlenmiş programa dayalı yaşamından o kadar sıkılır ki bir gece gizlice kaçar. Gece iyi uyusun diye doktorunun verdiği ilaç da etkisini gösterince bir yol kenarında uyuklarken, Joe Bradley ile karşılaşmış olur. Sonraki gün bu ikisi (ve bir de Joe'nin arkadaşı Irving Radovich) beraberce muhteşem şehir Roma'nın altının üstüne getirir, maceradan maceraya yol alarak unutamayacakları bir gün geçirirler.
Aslında artık bize çok tanıdık bir hikaye gibi geliyor değil mi? Bu hikayenin yazılışının üstünden geçen neredeyse 70 yıl boyunca pek çok benzerini gördük tabi. Ama 1953'te bu film yapıldığında o kadar da alışıldık bir senaryo olmasa gerek. Yine de hemen işe yarayacağı belli, sevimli mi sevimli bir hikaye bu. Henüz yolun başında, hiç tanınmayan peri kızı misali bir Audrey Hepburn'ü dünyalar tatlısı bir prenses olarak izletiyor. Karizma timsali Gregory Peck'inse sanırım altın çağları (içimizdeki yara Atticus Finch olmasına daha 9 yıl var). 30larının sonunda, ışık saçıyor. Onları bir de alıp caaanım Roma'ya koyuyorlar. Tüm film boyunca tek tek her bir sokağını, bildik tanıdık noktalarını mı seyredeyim yoksa ikisine mi bakayım diye telaşa düşüyor insan.
Çok uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi Roman Holiday bu yüzden. Taa Roma'dayken görmem gerek diye düşünüyordum, belki böyle bir film temalı gezerim bir de diye. Ama siyah beyaz film, bir de 50lerin filmlerini pek sevemediğimi düşündüğümden içimden gelmiyordu bir türlü. Oysa çok yanlış yapmışım. Nasıl da yanılmışım, nasıl da gitti hoşuma. Hem beklediğimden çok daha eğlenceli, sürükleyici ve akıcı çıktı hikaye hem de siyah beyaz oluşu hiçbir türlü eksik gelmedi gözüme. Hakikaten de tüm film boyunca şahane bir şehir turu eşliğinde, kahkahalar atıyor, eğleniyorsunuz. Herşey o kadar sade ama bir o kadar da doğru ve kolay görünüyor ki o zamanı izlerken bir yandan. Cep telefonları yok, bilgisayar internet yok, kıvırcık kablolarını çekerek uzattıkları çevirmeli telefonlardan ulaşıyor arkadaşlar birbirine. Gazeteler var, kağıt üzerinde, herkes oradan alıyor haberleri. Fotoğrafları banyo etmek gerekiyor, zahmetli bir iş fotoğrafa kavuşmak. Ülke ülke gezen bir prensesi sokakta kimse tanımıyor mesela, kimse hemen fotoğrafını çekip, instagrama yükleyip, tweetleyip tt'ye sokmuyor bu haberi. İstediği gibi gezebiliyor Prenses Anne, güzel yılların teknolojisiz özgürlüğünün tadını çıkarabiliyor.
Çok öyle büyük bir dersi, anlattığı bir derdi falan yok aslında. Ama insanın içinde hoş bir tebessüm bırakıyor. Sonunda her şeyin sonuca varması için sanırım gördüğüm en naif, en gözleri dolu dolu tebessüm ettiren bitiş sahnelerinden biriydi diyebilirim.
Geçen gün içim Roma çektiği bir anda, bir tabak makarna pişirip hemen, dolaptaki ricotta e noci sosumu katıp, bir bakayım bakalım ne kadar merhem olacak yarama diye açtığım bir filmdi Roman Holiday. Oldu da, çok güzel oldu. Çok sevdim. Siz benim kadar geç kalmayın.

30 Temmuz 2019 Salı

The Queen (2006)

Yeni eve taşındığımdan beri deli gibi tv izliyorum demiştim ya, hah işte neye denk gelirsem hepsini izlemeye çalışma çabam içinde baştan yakalayıp da tümünü izleyebildiğim tek film bu oldu şimdilik. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Stephen Frears'ın 2006 yapımı filmi "The Queen". Senaristi ve yönetmeni özellikle belirtiyorum ki filmin ne menem bir şey olduğu anlaşılabilsin. Senaristimizin izlediğim işleri The Crown, Bohemian Rhapsody, Rush, The Other Boleyn Girl. Hatta bu anlatacağım filmle aynı yıl The Last King of Scotland'ı da yazmış bir insan kendisi. Ki o filmi anlatmış mıydım ben size ya? (şimdi kontrol ettim anlatmamışım) James McAvoy'un tüm filmlerini izleyeceğim diye çabaladığım dönemde izlediğim ve hala aklıma geldiğinde tüylerimi ürpertecek kadar etkili bir filmdi o. Bohemian Rhapsody'yi hepimiz izledik sanırım :) The Crown ise...muazzam bir dizi açıkçası. Gerçi devamı nasıl olacak bilmiyorum ama.
"The Queen" tam da izlemeye bayıldığım tipte bir film. İngiliz, fazlasıyla İngiliz. Monarşisini anlatıyor, oh oh en bir sevdiğim. Öyle aksiyon, büyük büyük hareketler, dünyayı yerinden oynatan şeyler falan yok. Ufak ufak ama insana dong diye vuran "durumlar"ı ve dibine kadar oyunculukları izliyoruz. Tüm bir Britanya tarihine hakim olabileceğim kadar çok film ve dizi çekmelerine rağmen yine de bu konuda anlatacak şeyleri bitmiyor ya, bence sorun yok. "The Queen"de de bu sefer 1997 yılının yazında, o birkaç aylık süre zarfında Tony Blair'ın başbakan olmasından başlayarak Lady Diana'nın kazası ve ardından kraliyet ailesinin ne yaşadığı, nasıl tepki verdiği üzerine bir hikaye izliyoruz. Filmin isminden de ipucu alabileceğimiz gibi daha çok kraliçemizin etrafında dönüyor, onun tepkilerini izliyoruz. Helen Mirren'ın bu roldeki performansıyla Oscar aldığı bir film bu. Tüm film boyunca hakikaten de ona kitlenmiş halde buluyorsunuz kendinizi. Gerçi zaman zaman insana tuhaf gelmiyor mu diye düşündürüyor, yaşayan birinin yaşadığı kötü bir zamana dair bir hikayeyi tüm dünyanın önüne seriyorlar ve bu insanlar da kendilerine tüm dünyanın önünde böyle şeyler denmesini izleyebiliyor. Hakikaten de tuhaf aslında.
Dahası ben o günleri de hatırladığımı fark ettim filmi izlerken. 97'nin ağustosunda lojmandaki evimizin salonunda haberlerde bir gece vakti Diana'nın kaza geçirdiği haberini duyduğumu hatırlıyorum. O zamanlar lojmanın uydu yayını vardı, böyle tv izleyebildiğimiz bir dolu platformun, internetin falan olmadığı zamanlardı ve yurtdışından kanalları izleyebiliyor olmak acayip bir lükstü benim için. Gençlik dergilerinin altın çağları başlıyordu, gazetelerin bile ufak gençlik dergileri bastığı yıllardı. Magazin manyaktı, her şeyi yeni keşfediyorduk. Ve Diana bu ortamın en konuşulan konularından biriydi. Alışık olmadığımız bir şey olmuştu o akşam haliyle. Çok tanıdığımız insanların tvden ölüm haberlerini almaya alışık değildik. Oysa iki sene sonra Barış Manço'nunkini de, ondan bir sene sonra da Kemal Sunal'ınkini de yine aynı evde, aynı salondaki tvnin başında alacaktım.
Yine bitmek tükenmeyen hatıralarıma daldım. O kısmı geçiyoruz. Filme geliyoruz. Film oldukça düzgün, kaliteli bir seyirlik. Baştan sona kaptırıp izleniyor. İnce ince detaylarda güzelliklere sahne olmayı da ihmal etmiyor. Tüm bu anlattığı olaylara yaklaşımı ise ne şiş yansın ne kebap. Bu böyle yaptı evet kötü görünüyor ama sor bir niye yaptı diyerek bakıyor her karakterine. Yani hemen hemen her karakterine. Prens Charles'ı resmen karikatürize etmeyi seçmişler ama herhalde oralarda böyle şeyler için kimse kimseye dava açacak kadar egoist değil (Bir de onu oynayan Alex Jennings'i herhalde tüm kraliyet temalı şeylerde izlemişimdir. Bir prens, kral, dük birşey rolü yazıldığında direkt akıllara o geliyor herhalde. Adam bir ailedeki tüm erkek akrabaları tek tek oynadı yahu. Çok kraliyet ailesi tipi varsa demek ki). Ya da Prens Philip'in hep aynı şeyleri ve davranışları tekrarlaması bu konulara - kraliyet ailesine dair hikayelere - yeteri kadar hakim olmayanlar için oldukça saçma ve anlamsız gelebilir. Ama yine de bir açıklama getirmeye çabalamamış film onun karakteri için de. Tony Blair olarak Michael Sheen ise temiz bir oyun çıkarmış görünüyor, ne eksik ne fazla.
"The Crown" işten geldiğiniz bir akşam ya da boş bir haftasonu öğleden sonrası şöyle kanepeye yerleşip de baştan sona keyifle izleyebileceğiniz, iyi bir film.

26 Mayıs 2019 Pazar

Bir yere ulaşmayan formülüyle tanıdık bir hollywood filmi --> 2:22 (2017)

Tam benlik diye düşünüp, bir kenara kaydettiğim ama sonra nedense bir türlü elimin varmadığı, bu yüzden de vizyona girmesinden 2 yıl sonra ancak izleyebildiğim film "2:22". Her defasında hah tamam şimdi izleyeyim şunu bir deyip de geri kapattığım. Belki de bu kadar benlik diye düşünürken çok kötü çıkacağından korkmuşumdur diyorum. O kadar kötü çıkmasa da ortalamanın üzerine de çıkamıyor olduğunu gördüm sonunda yalnız. (IMDb'de 2:22-->https://www.imdb.com/title/tt1131724/)
Karşımızda tam bir hollywood filmi var. Yani benim için klasik denilebilecek türde. Hani çocukken tvde akşamları denk gelir de hep beraber izlersiniz ya, ne çok ünlüdür ne de öyle flashtv ayarındadır. Geldiği kıtada 90larda 2000lerin başında böyle çok tutan bir formülde, tekrarlanarak çekilmiştir bu filmlerden. O zamanlar hakikaten de çok güzel geliyordu bu filmler, böyle "decent" bir izleme sunuyordu (araya da böyle kelimelerimi sıkıştırdımdı yeteri kadar film eleştirmeni görünebilirim belki :p ). Ama sonra tabi 20 yıl geçti ve artık çok daha değişik filmler yapıyorlar, çok daha değişik filmler gördük biz onca sene. Yine de bana hala güvenli bir koy gibi gelir böyle filmler, çocukken aldığım o zevki alırım.
Nasıl mı filmler? Şöyle: Yapımcı şirketlerin logoların ekrandan ayrılırken esas kahramanımızın özlü sözlerini işitiriz. Görüntü yavaş yavaş Manhattan'ın o muhteşem görüntüsüne iner. Gökdelenlerin, Central Park'ın üzerinden uçar, sıkışık trafiğin içine ineriz. Ahh ne kaos ama ne şahane bir kaostur bu (Ben NY'ı gerçekten sevmişim be, gitmeden bile sevmişim sırf filmlerden, gidince de aşık olmuşum demek ki). Esas kahramanımızın düzgün bir işi vardır, heyecanlı, çok iyi yaptığı. Sonra olaylar gelişir. Türlü badireler atlatır ve filmin sonunda bizim kendi halindeki kahramanımız gerçekten kahraman olmuştur.
Bayılırım. Ne öyle çok dram vardır ne trajedi. Aksiyon vardır dozunda, biraz bilmece ama öyle çok kafanızı yormanıza gerek olmaz. Azcık romantizm vardır, ama tabi formülize (kelimeyi doğru yazdım mı hiç emin değilim şu an) edilmiş olduğundan ne inandırıcıdır ne de inandırıcı değildir. Herkes güzeldir, herkes yakışıklı, fit.
ama neden bazı kadınlar böyle güzel?
Aslında filmin hikayesi ilginç en başta. Yıldızlarla, zamanla böyle değişik bir hikayeye girişiyor önce. Güzel güzel kuruyor. Olaylar gelişiyor. Michiel Huisman'a zaten bayılıyorum, adam burada muhteşem görünsün diye görüntü yönetmeni kendiyle yarışıyor. Teresa Palmer'ı da bu daha önce bahsettiğim "A Discovery of Witches"da keşfedip pek kanım kaynamıştı, burada yine ışıldıyor. Ayrıca bir Sam Reid ile tanışıyorum ki ben bu adama nasıl rastlamamışım? (Oyunculuklarını falan demiyorum yahu, görüntüler güzel o açıdan diyorum, hani bu formülde böyleydi ya o yani)
tabiki Central Park'ta bir öğleden sonrası geçireceğiz
Havaalanında kule görevlisi olarak (böyle mi deniyor bilmiyorum) çalışan Dylan'ın rutin bir hayatı var. İşini çok iyi yapıyor, çünkü desenleri, formülleri görebiliyor. 30.doğum gününe günler kala işte bir anda bir şeyler oluyor ve hatası yüzünden neredeyse iki uçak çarpışacak hale geliyor. Açığa alınan Dylan günlerini boş boş geçirmeye başlıyor ama sonra garip bir şeyler fark etmeye başlıyor. Her gün hep aynı şeyler oluyor. Kendi hayatında da tekrarlanan desenler olmaya başlıyor. Bu sırada bir kadınla tanışıyor, bir sanat galerisinde çalışan Sarah ile. Daha ilk görüşte birbirlerini uzun yıllardır tanıyormuş gibi hissediyorlar. Sonra Dylan'ın bu fark ettiği tuhaflıklar ikisinin de hayatını etkilemeye başlıyor.
Ama sonra insan şüphelenmeye başlıyor. Ulan bu kadar yükseldik yükseldik, bu hikaye çok salakça bitmesin. Nitekim o kadar salakça olmasa da eh artık bu muydu yani dedirtecek şekilde bitiyor. Yani o kadar ilginç bir şey yakalamışsınız, düzgün bir şekilde de anlatıyorsunuz, buraya mı bağlanır bu? dedirtiyor. 
Yani bence izlemenize öyle pek de gerek yok. Şöyle boş bir akşamınızda hiçbir şey düşünmeyeyim, açayım izleyeyim dediğinizde izleyebilirsiniz. Pek de bir şey beklemeden.

27 Nisan 2019 Cumartesi

A Simple Favor (2018)

İlk fragmanları dönmeye başladığından beri izlemek istediğim bir filmdi bu. Ancak şimdi izleyebilmiş olmam da büyük başarı. Blake Lively'ı hepimiz Gossip Girl'de gördük, eh oradan sonra da insan kendini onu takip etmekten alamıyor haliyle. Bunun sadece dış görünüşüyle alakası olması çok yetersiz bir açıklama gibi kalıyor. Sadece muhteşem bir siluete sahip, uzun ince bir sarışın olması bu kadar kendine baktırtması için yeterli değil. Bence o bedeni, kendini öyle bir taşıyor ki gözlerimizi cezbeden bu. Yani öyle bir havası var ki gördüğümüz anda vaay oluyoruz, bakıyoruz kalıyoruz.
İşte bu her zamanki muhteşem halini daha da öne çıkaran bir tarza sahip bir karaktere bürünmüş olarak görünce Blake'i "A Simple Favor", Anna Kendrick'ten hiç hazzetmeme rağmen, izlemem gereken bir film gibi göründü. Çocuğunu tek başına büyüten bir anne olan Stephanie (yani sinir bozucu Anna Kendrick) küçük oğlunun sınıf arkadaşının annesi Emily ile tanışır. Emily ünlü bir moda devinin şirketinde halka ilişkiler müdürü gibi bir şey olarak acayip bir kariyere sahip, muhteşem görünen, kendine güveni inanılmaz tepelerde bir kadındır. Stephanie ise tam zamanlı anneliğe ayırmıştır kendini, çocuğu ve onun okuluyla çılgınca meşgul olmakta, günlük vloglarında da yemek tarifleri vermektedir. Bu iki kadın bir şekilde arkadaş olurlar, görünüşteki tüm farklılıklarına rağmen birbirlerini tanımaya başlarlar. Ama günün birinde ansızın Emily ortadan kaybolur. Stephanie de artık en iyi arkadaşım dediği Emily için, olayların peşine düşer. (IMDb'de-->https://www.imdb.com/title/tt7040874/)
Temelde hikayemiz böyle ama hiçbir şey beklediğimiz gibi gitmiyor filmde. Darcey Bell isimli Amerikalı bir yazarın aynı isimli kitabından uyarlama filmin hikayesi birkaç noktada kitaptan ayrılıyormuş, ben yazanların yalancısıyım (Bu arada kitabı Doğan Kitap Türkçe'ye Küçük Bir Rica ismiyle çevirerek yayınlamış. Filmden önce bir kapağı var, bir de filme yakın basılan film görüntülü kapağı olan basımı var.). Film için parlak ama yer yer korkutucu bir ton tutturmuşlar. Yani aslında komedi ortamında bir gerilim hikayesi izliyoruz. Normalde sevmeyeceğim bir atmosferdir bu, ufak ufak absürdlüğe kaçma şansı olduğundan. Ama "A Simple Favor"da bu hiç rahatsız etmedi, gayet eğlenerek ve sıkılmadan, gözlerimi ayırmadan izledim. Ha tamam öyle şahane bir sürükleyicilik yok ama yine de zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Tahmin edebildikleriniz de oluyor tabi ama genelinde hikayenin, "twist"ler gayet sürprizli gidiyor.
Pek çok başka karakter de olaya dahil oluyor ama tüm hikaye bu iki kadın üzerinden döndüğünden tanıdık bir dolu oyuncuyu üç beş dakikalık görüveriyoruz. Aslında Emily'nin eşi Sean da hikayenin ortasında diyebiliriz, bu sebeple de Henry Golding'i de oldukça izliyoruz ama tabi ikisi kadar değil. Henry Golding'i bu ikinci izleyişim. Çok da uzun zaman olmadı sanırım, "Crazy Rich Asians"da görmüştüm ilk olarak. O filmi de yazacaktım, aklımdaydı üşenmişim demek ki. Kendisi baya sevimli bir arkadaş, yarı İngiliz yarı Malezyalı'ymış. Onun dışında Rupert Friend'i, Eric Johnson'ı, Linda Cardellini'yi ufak ufak izliyoruz.
Film dediğim gibi eğlenceli, sürükleyici denilebilecek, keyifli bir izlemelikti. Ama öyle çok da merak edilecek, izlemezsem olmaz bir hikaye değilmiş. Sadece Blake'i izlerken benim kadar keyif alıyorsanız ya da "Freaks&Geeks"i de yapan hatta Bridesmaids'i de yöneten Paul Feig'in ortaya koyduğu bir filmi izlerim diyorsanız, olabilir. Yalnız müzik seçimleri müthiş. Bir de Blake'in kostümleri, tarzı harika.
Neyse ne diyordum, hah müzikler. Hikayenin hemen hemen her anında 60'lardan bir Fransız şarkısı kulaklarımıza ulaşıyor. Spotify listesini bırakıyorum:

30 Mart 2019 Cumartesi

Walk Invisible : The Bronte Sisters (2016)

1847 senesinin sonunda 3 kitap yayınlanır Britanya'da. Jane Eyre, Wuthering Heights ve Agnes Grey. Son ikisi bu ilk yayınlanmalarında, üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra yaratacakları etkiyi oluşturamazlar pek ama ilki ortalığı kasıp kavurur. Currer, Ellis ve Acton Bell imzalarını taşıyan bu kitapların yazarlarını o zamanlar kimse tanımaz, pek bilen de olmaz ama daha o zamanlardan yazdıkları bu hikayeleri okuyanlarda kim olabileceklerine dair bir dolu merak oluştururlar. Merak da hayalgüçlerini harekete geçiriyor tabi.
Oysa 3 kız kardeş onlar. Charlotte 1816'da, Emily 1818'de, Anne de 1820'de doğmuş. Charlotte 38 yaşına kadar ulaşabilmiş hiç değilse ama Emily ve Anne 30 ve 29 yaşlarında veda etmişler hayata. Hayatları boyunca yazmışlar ama yazdıklarının yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir iki sene geçmeden ölmüşler. Bir tek Charlotte bir yazar olarak yaşarken hak ettiği ilgiyi görebilmiş bir miktar. Kitapların yayınlanmasının üzerinden neredeyse 200 sene geçmiş olmasına rağmen Bronte kardeşler hala merakımızı uyandırıyor yine de. Çünkü "bilinmeyen" olarak kalmaya devam ediyorlar, ne kadar öğrenmeye çalışılsa da 200 yıl önceki hayatlarına dair pek az şey söylenebiliyor. Oysa yaşadıkları ev orada, müzeye falan çevrilmiş durumda. Üç beş tane de olsa çizilmiş portreleri de var yaşadıkları zamandan kalma. Charlotte'un arkadaşı Ellen Nussey'ye yazdığı mektuplar var, Elizabeth Gaskell'in yazdığı Charlotte'un biyografisi var ki dolayısıyla Emily ve Anne hakkında da bir şeyler barındırıyor. Sene sene üç kardeşin de nerede ne yaptığına dair bilgiler de var. Ne zaman okula gittiler, nerede eğitim gördüler, nerede ne kadar özel öğretmenlik yaptılar vs. biliyoruz. Ama yine de bir şeyler oldukça gizemli geliyor. Victoria dönemi Britanyası'nın o koyu, kapalı ama bir o kadar da yenilikle dolu dünyasında uzak bir köyün kilisesinde papaz olan babalarıyla ve bir erkek kardeşleriyle birlikte yaşayan bu 3 kız kardeşin kalemlerinden, düş güçlerinden nasıl böyle kitaplar çıkabildiği merak uyandırıyor mesela. 200 yıl sonra bile hala uğruna savaşmak zorunda kaldığımız hakları sorgulayan bir kadın karakteri nasıl yaratabiliyor mesela? Ya da böylesine kendi halinde yaşamış, evinden köyünden çok da uzaklara gitmemiş, pek fazla insan tanımamış genç bir kadın nasıl oluyor da Heathcliff gibi bir karakterin tüm o tutkusunu, hıncını, duygularını hissedebiliyor ve ifade edebiliyor? Belki hala cevaplayamadığımız bir sorudan kaynaklanıyor bu diğer sorular da. Bir insan hiç hissetmediği, yaşamadığı şeyleri yazabilir mi? Ya da hiç görmediği, içinde bulunmadığı durumları, duyguları hayal edebilir mi? Mesela Jane Austen'ın yazdıkları içinde hiç iki erkek yalnız kalmaz odada. Ortamda en azından bir kadının olmadığı hiç bir sahneyi, sohbeti okumayız Austen'da. Bilmediğini düşündüğü şeyi yazmaya çalışmaz mesela Jane. Oysa bir papaz evinde hastalıklarla, ölümle, sıkıntılarla bir arada büyüyen 3 kız kardeş feminizmi, hırsı, kıskançlığı, ihaneti, kötülüğü, tutkuyu, aşkı yazar sayfalarında (Yine de yanlış anlaşılmasın ben hep Janeci'yim:D ).
Film işte bu merak denizine alabildiğine ferah bir yorum getiriyor (IMDb linki burada). Filmin hikayesi 1844-1845 civarında başlıyor. Tarih bize ne söylüyorsa onu anlatıyor çoğunlukla. Erkek kardeş Branwell'in lüzumsuzluğu etrafında kızların var olma mücadelelerini görüyoruz. Yaşlı babalarından devamlı (olmayan) parasını sızdırmaya çalışan, orada burada içip sızan, bir türlü doğru düzgün iş bulup çalışmayan, şımarık, gereksiz bir kişilik Branwell ve kızlar da bu ortamda haliyle babalarını kaybederlerse kendilerine nasıl bakacaklarını düşünüyorlar kara kara. Hayatlarının girdiği bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceklerine dair düşünürlerken Charlotte, Emily'nin şiirlerini okuyor ve üçü de yazdıklarını yayınlatarak hayatlarını kazanabileceklerini anlıyorlar. En azından bir umut ışığı doğuyor. Film bu noktadan ilerleyerek 1847'de üçünün de kitaplarının yayınlanmasına doğru gidiyor ve 1848 eylülünde Branwell'in ölümüne kadar olanların etrafında kardeşlerin kişiliklerine dair ufak ufak dokunuşlar görüyoruz. Alabildiğine kasvetli, alabildiğine düşüncelerle boğulmuş bir hikaye izliyoruz. Hemen hemen her bir kitabın hikayesinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair detayları veriyor film. Karakteri Jane'in yaptığı tüm sorgulamaları görüyoruz Charlotte'un suratında. Wuthering Heights'ın hikayesinin bir benzerini dinliyoruz Emily'den, dışarıdan sessiz görünen kişiliğinin altında o kasvetli evde sadece ailesine görünen o hırçın tutkusunu hissebiliyoruz. Tıpkı Agnes Grey gibi yumuşak ama mantıklı, hiç vazgeçmeyen anlayışına şahit oluyoruz Anne'in.
[Anne'in Agnes Grey'ini tee 2013'te anlatmışım-->burada, Charlotte'un Jane Eyre'sinin de en son uyarlamasını yazmışım 2017'de-->şurada]
Sally Wainwright'ın hem senaryosunu yazdığı hem yönettiği bu televizyon için çekilmiş filmde 3 kız kardeşi de oynayan oyuncular sanırım artık kafamdaki Bronte kardeşler resmine tamamen yerleşti. O kadar boşlukları doldurdular ve karakterlere oturdular ki en başta Charlotte'u oynayan oyuncuya ama yeaa olmaz ki bu kadar da böyle bir tip yapılmaz ki dememe rağmen film biterken benim için Jane Eyre'yi yazan o olmuştu bile. Bu arada Branwell'i öyle bir yazıp, göstermişler ki ekrana dalıp, saçını başını yolasım defol git be köpeeek diye bağırasım geldi tüm film boyunca.
Film aslında çok çok büyük şeyler vaat etmeden başlıyor. Aynı dinginlikte de devam ediyor. Görüntüleri olağanüstü. Çok az az yerlerde çıkışlar yapıyor ama genelinde hızını, seviyesini koruyor. Bu yüzden öyle herkesin izleyip de keyif alabileceği bir film değil onu söyleyeyim. Böyle Bronte kardeşlerle, yazdıklarıyla, yarattıkları karakterlerle gönül bağınız oluştuysa yıllar içinde, o zaman izlemeniz gerekir diye düşünüyorum. Bir de bu derece dingin, kasvetli giden bir hikayenin sonunda o çorak tepede dikilip üç güneşe baktıkları, dönüştükleri sahneyle birlikte yavaşça günümüze atlayıp, müzenin bahçesine doğru süzülmemiz çok güzel düşünülmüş bir şey olmuş. Tüm film boyunca içimde anlamadan biriktirdiğim, hissettiğimi düşünmediğim bir şeyler hissettiğim film biterken.


Mary Shelley (2017)

Mary Shelley, 1797'de doğup 1851'de ölmüş bir İngiliz yazar. Frankenstein'ın yazarı olarak kitabın kapağında ismini görmüş olmalısınız mutlaka. Büyük ihtimalle benim gibi çılgınca meraklar içine girmediniz ya da belki sizin de düştü aklınıza kitabın kapağını kapattığınızda, bu satırları böylesi bir sorularla, bu kadar yalnızlıkla çaresizlikle umutsuzlukla kocaman pişmanlıkla dolu bir hikayeyi yazan nasıl bir insandı acaba diye.
Ben de aynı merakla oturup tüm hayatını, neler yapıp ettiğini araştırmış okumuştum Mary Shelley'nin. Hatta burada baya bir magazin içerikli olarak anlatmıştım size de geçen sene kitabın yayınlanışının 200.yılı şerefine (200 Yıl Öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı). O zaman da anlamıştım belki birkaç bir şey, Frankenstein'ı hikayesini yazan o güçlü kadının nasıl bir hayat yaşadığını okuyunca. Ama 2017'de yayınlanan filmi izleyince bugün, her şey ete kemiğe büründü. Filmin yarattığı atmosferin içinde öyle bir hikayeyi ortaya çıkaran tüm o duyguları görebildim, hissedebildim. (IMDb linki şurada.)
Film hemen hemen 1813 yılında başlıyor. Mary 15-16 yaşlarında, Londra'da babasının kitapçısında, üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı Claire ile birlikte çalışıyor. Evde bir de küçük erkek kardeşleri var. Londra henüz Victoria dönemine girmemiş ama şimdiden karmaşık, pis ve sefalet her köşe başında. Godwin ailesi de sıkıntı içinde, baba Godwin sonuçta bir yazar, doğru düzgün para kazanamıyor. Kitapçıda da zaten işler kesat. Mary kardeşi Claire ile iyi ama üvey annesi habire nefret ettiği ölmüş annesinden dolayı Mary'ye de gıcık ve Mary günün çoğunu annesinin mezarı başında, kuytu köşelerde korku romanları okuyarak ya da yazarak geçiriyor. Sonra Percy Shelley giriyor hayatına, her şey bir anda değişiyor gibi oluyor ama aslında Mary için hayatına başladığından beri hissettiği o yalnızlık, terk edilmişlik, ihanet edilmişlik hiç değişmiyor. Daha 20 yaşına bile gelmeden bir dolu çaresizlik, sefalet, ölüm yaşıyor. Ve sonunda binbir güçlükle, yarattığı canavarın hikayesini yayınlatmayı başardığında tüm bu hissettiklerini dünyaya anlatabilmiş oluyor.
Filmde Mary'nin hikayesini bu şekilde, daha çok etrafını çeviren o koyu gri duygularla anlatmayı seçmişler. Atmosfer yaratımı çok başarılı. İzlediğimiz olaylar genelde tarih kitaplarında anlatılanlardan oluşuyor, Mary ve Percy'nin (ve Claire'in) yaşadıkları, Lord Byron, John Polidori, üvey anne, baba Godwin hakkında her yerde ne anlatılmışsa o var filmde. Başka türlü oldu veya olmadı demeye yeltenmiyor hiç hikaye, olduğu yazılan her şeyin Mary'nin iç dünyasına yansıttıkları ve dolayısıyla Frankenstein'ı ortaya koyduğu için olduğunu anlatıyor bir anlamda. Cenova'daki fırtınalı bir gecede ortaya çıkan bir korku hikayesi değildi diyor Frankenstein. 17-18 yıllık kederli bir hayatın, bir genç kızın içinde büyüttüğü bir canavarın hikayesiydi diyor. Film, ilmek ilmek işliyor kitabın ortaya çıkışını. Mary her eline kalemi aldığında ona dair bir şeyler karalıyor, neye dair olduğunu bilmeden. Ya da yaşadığı her bir kötü şeyde, karşılaştığı her bir kötü olayda Frankenstein'ın sayfalarında okuduğumuz şeyler canlanıyor.
Tabi sadece Mary'nin satırlarını duymuyoruz film boyunca. Percy Shelley'nin şiirleri, Lord Byron delilikleri de dolanıyor ortalıkta. Ama filmi izlerken anlıyorsunuz ki senaryoyu yazan eller Mary'yi de hikayesini de çok sevmiş, çok hissetmiş. Yönetmenin de tüm ortamı kurmakta harika bir iş çıkardığını görebiliyoruz. Ha ama tüm bunlar demek değil ki on numara bir film olmuş. Aksine çok parlak değil, ara ara tökezliyor, çoğu zaman sıkıcılaşabiliyor. Bu şekildeki biyografik dönem filmlerinin arasında ortalama olarak kalıyor. Oyunculukları da öyle aynı ortalamada kalıyor mecburen. Halbuki Elle Fanning, pek de bebek suratlı nasıl gösterecek o karanlığı diye film başlarken burun kıvırmama rağmen Mary Shelley olarak düzgün bir iş çıkarmayı başarmışken ve Douglas Booth, Percy Shelley olarak sinirimi gerçekten bozabilmişken. Sadece Lord Byron'ı oynarken Tom Sturridge'in biraz aşırı yapmacık olduğunu ve tek boyutlu kaldığını düşündüm. Bir de Mary'nin babası William Godwin'in karakterine senaryonun pek bir şey vermemiş olması beklentimi boşa çıkardı. Böylesi bir hayata, böylesi bir kadına etkisini görmemiz gereken bir karakteri çok düz, çok basit bir şekilde ortaya koymuş film, Stephen Dillane ne yapsın.

Son olarak filmdeki atmosferi böylesi etkileyici yapabilen, filmin müziklerinin yaratıcısı Amelia Warner'dan bahsedeyim ve o müziklerin toplandığı albümü şuraya bırakayım:


19 Kasım 2018 Pazartesi

Braveheart'ın hemen sonrasında İskoçya'da --> Outlaw / King

13.yy.ın sonlarında Britanya Adası'nda İngilizlerin kralı I.Edward, kuzeyindeki deli İskoçlar taht kavgasına girişince fırsattan istifade İskoç tahtını da kendine alıverir. Önce bir William Wallace çıkar karşısına, peşine taktığı gaza gelmiş İskoç kardeşleriyle bir bağımsızlık diye tutturur (Hepimiz bu kısmı biliyoruz, Braveheart (1995) sayesinde). Ama bu deli adamlar, İskoç klanları, daha kendi aralarında bile bir araya gelemediklerinden ve bir İngilizlerin bir kendilerinin tarafına geçip durduklarından, Wallace'ın hikayesi yakalanıp, idam edilmeyle devam ederken klan şefleri de tek tek I.Edward'a bağlılık yemini etmeye başlar. 1302 yılına geldiğimizde Edward hepsini sindirmiş, ortalığı toz duman etmişken Carrick kontu Robert the Bruce ayaklanmaya karar verir. Ama yıllardır devam eden savaştan bıkan ve Edward'ın zulmünden çekinen çoğu klan ona katılmayı reddeder. Yine de yakınındaki az sayıdaki destekçisiyle ve rahiplerin onaylamasıyla Robert İskoç kralı ilan edilir ve İskoçya'nın ilk bağımsızlık savaşı adını alan mücadeleye girişir.
Outlaw/King, Robert the Bruce da dahil diğer İskoç klan şeflerinin İngiltere kralı I.Edward'a bağlılıklarını sunmaları ile başlayıp, İskoçların yaklaşık 400 kişi ile 3000 kişilik İngiltere ordusunu Loudoun Tepesi Savaşı'nda yenmesi ile sona eriyor. Yani hemen hemen 1302 ile 1307 yılları arasındaki 5 yılda Robert'ın kral olmasıyla bağımsızlık yolundaki ilk adımları atmasına dair bir hikaye sunuyor bize film. Geçen sene Toronto ve Londra film festivallerinde görücüye çıktıktan sonra 9 kasımda Netflix ekranındaki yerini almış durumda. Ben tabiki Netflix falan üyesi değilim (ya da almadım, artık neyse sistemi nasıl ifade ediliyorsa onu bile bilmiyorum o kadar gerisindeyim popüler kültürün), filmi önce instagramda gördüm (çünkü #scotland etiketli her şeyi doymak bilmeyen bir merakla takip ediyorum evet), sonra da zaten hemen her zamanki online film izleme siteme düşüvermiş buldum. İskoçya kalbimdeki memleketim olduğundan (tamam gülebilirsiniz bana hiç utanmıyorum) haliyle tarihiyle ilgili her hikaye de hemen görmem gerekenler arasında oluyor. Bu habire bir bağımsızlık telaşı içine girmeleri de yüzyıllardır devam ediyor ya hani, Culloden'la ilgili gerekli bilgiyi Outlander sayesinde hakkıyla edinmişken Mel Gibson pardon William Wallace "freeeedoooom" diye bağırdıktan sonra bu iş nereye vardı, o umutsuzluktan nasıl oldu da Mary'nin kellesini giderecek hale geldi ortam (bunu da gerek Elizabeth:The Golden Age(2007) ve gerek Reign(2013) ile ezberlemiştik ki yetmemiş olacak, aralıkta Mary Queen of Scots(2018) geliyor) acaba diye düşünürken iyi oldu dedim bu film. Tüm diğer tarihten esinlenen hikayelerde olduğu gibi bu da elbette ki kati bir kesinlikle anlatmıyor olanları ya da kişileri. Şuradaki incelemede mutlu sonlu bir Macbeth hikayesi diyor mesela Robert the Bruce'un gerçek hikayesi için, çok hoşuma gitti, bundan daha iyi bir ifade bulunamazdı sanırım.
Filmdeki Robert, İngiltere kralına boyun eğiyormuş gibi görünürken bile gururunu omuzlarında dimdik taşıyor. İskoç halkının ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu gören, duyan, onlarla birlikte çamurlara bata çıka çalışan bir "toprakların değil insanların kralı" olarak yolunu çiziyor. Alabildiğine "şövalye ruhuyla" hareket ediyor ilk başta, gayet medeni (13.yy.'a göre bile oldukça medeni bakın hakkını vereyim) davranışlarla savaşına girişiyor. İlk eşinden olan kızına karşı çok sevecen bir baba, yeni evlendiği - adeta politik bir hediye olarak verilen - eşine ise acayip derecede saygılı bir adam portresi çiziyor. Ama tabiki gerçek hikaye böyle değil. Hakikaten de bir Macbeth bu Robert. Ama belki şanslısı ve aklı daha iyi çalışanı. Ülkesinin bağımsızlığı ya da halkın ihtiyacından çok, kendi iktidar hırsı için hareket etmiş, oldukça iyi bir siyasetçiymiş gerçek Robert the Bruce.
Hikayesinde tarihsel gerçekliği azıcık saptırsa da prodüksiyon ekibine haklarını teslim etmek gerekiyor. Yaratılan atmosferden tutun da, tüm kostümlere tüm aksesuarlara, dekorlara ve ortama değin her bir detay 13.yy.'da nasılsa aynen öyle (evet çünkü boş zamanlarımda gidip geliyorum ben, gördüm yani kesin bilgi). Ama...büyük bir ama'sı var filmin. Hiçbir şey hissettirmiyor. Ne duygulanabiliyorsunuz, ne gaza geliyorsunuz, ne düşünmeye itiyor ne de heyecanlandırıyor. Bir şey hissetmiyorsunuz. Tüm tarihsel saçmalamalarına rağmen misal Braveheart hala kendinden nasıl bahsettiren nasıl böyle büyük büyük hissettiren film ise, bu da değil işte. Oysa ufak ufak pırıltıları seçebiliyorsunuz hemen. Chris Pine gayet basitmiş, dümdüzmüş gibi görünen ama bir dolu boyutlu, komplike bir karakter yaratıyor, yaratmaya çabalıyor esasında bu hoplaya zıplaya savrulan senaryonun ve düzenlemenin içerisinde. Aaron Taylor-Johnson'ı tanıyamıyorsunuz film bitip yazılar akana kadar, öyle bir James Douglas oynuyor çünkü (valla gün içinde insanın anlamsız yerlerde gaza gelip, misal merdiven çıkarken, kapıları açarken falan douglaaaaassss diye bağırası geliyor). James Cosmo kısacık zamanında bile tek bir sahnede tek bir bakışıyla, bir iki kelimesiyle, bir iç geçirişiyle kalbinizi titretiyor. Tamam kabul ediyorum Drew'la da bir hislenmiyor değiliz ama yine de koskoca iki saatin sonunda bunlar dışında öyle aşırı bir şey hissedemeden bitiriyoruz hikayeyi. Dahası hiçbir noktayı doğru düzgün gelişimiyle anlatmadan, hop bu oldu, hop şu gitti, hop şimdi buradayız şeklinde ilerliyor. Altı üstü 5 yıllık bir süreci anlatmak (bakın daha asıl savaş bile yok ortada o sonra) bu kadar hoplamayı gerektirmemeli değil mi?
Demem o ki benim gibi İskoç olsun da çöpten olsun diye sırf meraktan izleyebilirsiniz. Bir de tabi görüntüler için, belki biraz da aksiyon için falan açabilirsiniz. Ama çok da öyle şey etmeyin.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...