30 Mart 2019 Cumartesi

Walk Invisible : The Bronte Sisters (2016)

1847 senesinin sonunda 3 kitap yayınlanır Britanya'da. Jane Eyre, Wuthering Heights ve Agnes Grey. Son ikisi bu ilk yayınlanmalarında, üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra yaratacakları etkiyi oluşturamazlar pek ama ilki ortalığı kasıp kavurur. Currer, Ellis ve Acton Bell imzalarını taşıyan bu kitapların yazarlarını o zamanlar kimse tanımaz, pek bilen de olmaz ama daha o zamanlardan yazdıkları bu hikayeleri okuyanlarda kim olabileceklerine dair bir dolu merak oluştururlar. Merak da hayalgüçlerini harekete geçiriyor tabi.
Oysa 3 kız kardeş onlar. Charlotte 1816'da, Emily 1818'de, Anne de 1820'de doğmuş. Charlotte 38 yaşına kadar ulaşabilmiş hiç değilse ama Emily ve Anne 30 ve 29 yaşlarında veda etmişler hayata. Hayatları boyunca yazmışlar ama yazdıklarının yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir iki sene geçmeden ölmüşler. Bir tek Charlotte bir yazar olarak yaşarken hak ettiği ilgiyi görebilmiş bir miktar. Kitapların yayınlanmasının üzerinden neredeyse 200 sene geçmiş olmasına rağmen Bronte kardeşler hala merakımızı uyandırıyor yine de. Çünkü "bilinmeyen" olarak kalmaya devam ediyorlar, ne kadar öğrenmeye çalışılsa da 200 yıl önceki hayatlarına dair pek az şey söylenebiliyor. Oysa yaşadıkları ev orada, müzeye falan çevrilmiş durumda. Üç beş tane de olsa çizilmiş portreleri de var yaşadıkları zamandan kalma. Charlotte'un arkadaşı Ellen Nussey'ye yazdığı mektuplar var, Elizabeth Gaskell'in yazdığı Charlotte'un biyografisi var ki dolayısıyla Emily ve Anne hakkında da bir şeyler barındırıyor. Sene sene üç kardeşin de nerede ne yaptığına dair bilgiler de var. Ne zaman okula gittiler, nerede eğitim gördüler, nerede ne kadar özel öğretmenlik yaptılar vs. biliyoruz. Ama yine de bir şeyler oldukça gizemli geliyor. Victoria dönemi Britanyası'nın o koyu, kapalı ama bir o kadar da yenilikle dolu dünyasında uzak bir köyün kilisesinde papaz olan babalarıyla ve bir erkek kardeşleriyle birlikte yaşayan bu 3 kız kardeşin kalemlerinden, düş güçlerinden nasıl böyle kitaplar çıkabildiği merak uyandırıyor mesela. 200 yıl sonra bile hala uğruna savaşmak zorunda kaldığımız hakları sorgulayan bir kadın karakteri nasıl yaratabiliyor mesela? Ya da böylesine kendi halinde yaşamış, evinden köyünden çok da uzaklara gitmemiş, pek fazla insan tanımamış genç bir kadın nasıl oluyor da Heathcliff gibi bir karakterin tüm o tutkusunu, hıncını, duygularını hissedebiliyor ve ifade edebiliyor? Belki hala cevaplayamadığımız bir sorudan kaynaklanıyor bu diğer sorular da. Bir insan hiç hissetmediği, yaşamadığı şeyleri yazabilir mi? Ya da hiç görmediği, içinde bulunmadığı durumları, duyguları hayal edebilir mi? Mesela Jane Austen'ın yazdıkları içinde hiç iki erkek yalnız kalmaz odada. Ortamda en azından bir kadının olmadığı hiç bir sahneyi, sohbeti okumayız Austen'da. Bilmediğini düşündüğü şeyi yazmaya çalışmaz mesela Jane. Oysa bir papaz evinde hastalıklarla, ölümle, sıkıntılarla bir arada büyüyen 3 kız kardeş feminizmi, hırsı, kıskançlığı, ihaneti, kötülüğü, tutkuyu, aşkı yazar sayfalarında (Yine de yanlış anlaşılmasın ben hep Janeci'yim:D ).
Film işte bu merak denizine alabildiğine ferah bir yorum getiriyor (IMDb linki burada). Filmin hikayesi 1844-1845 civarında başlıyor. Tarih bize ne söylüyorsa onu anlatıyor çoğunlukla. Erkek kardeş Branwell'in lüzumsuzluğu etrafında kızların var olma mücadelelerini görüyoruz. Yaşlı babalarından devamlı (olmayan) parasını sızdırmaya çalışan, orada burada içip sızan, bir türlü doğru düzgün iş bulup çalışmayan, şımarık, gereksiz bir kişilik Branwell ve kızlar da bu ortamda haliyle babalarını kaybederlerse kendilerine nasıl bakacaklarını düşünüyorlar kara kara. Hayatlarının girdiği bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceklerine dair düşünürlerken Charlotte, Emily'nin şiirlerini okuyor ve üçü de yazdıklarını yayınlatarak hayatlarını kazanabileceklerini anlıyorlar. En azından bir umut ışığı doğuyor. Film bu noktadan ilerleyerek 1847'de üçünün de kitaplarının yayınlanmasına doğru gidiyor ve 1848 eylülünde Branwell'in ölümüne kadar olanların etrafında kardeşlerin kişiliklerine dair ufak ufak dokunuşlar görüyoruz. Alabildiğine kasvetli, alabildiğine düşüncelerle boğulmuş bir hikaye izliyoruz. Hemen hemen her bir kitabın hikayesinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair detayları veriyor film. Karakteri Jane'in yaptığı tüm sorgulamaları görüyoruz Charlotte'un suratında. Wuthering Heights'ın hikayesinin bir benzerini dinliyoruz Emily'den, dışarıdan sessiz görünen kişiliğinin altında o kasvetli evde sadece ailesine görünen o hırçın tutkusunu hissebiliyoruz. Tıpkı Agnes Grey gibi yumuşak ama mantıklı, hiç vazgeçmeyen anlayışına şahit oluyoruz Anne'in.
[Anne'in Agnes Grey'ini tee 2013'te anlatmışım-->burada, Charlotte'un Jane Eyre'sinin de en son uyarlamasını yazmışım 2017'de-->şurada]
Sally Wainwright'ın hem senaryosunu yazdığı hem yönettiği bu televizyon için çekilmiş filmde 3 kız kardeşi de oynayan oyuncular sanırım artık kafamdaki Bronte kardeşler resmine tamamen yerleşti. O kadar boşlukları doldurdular ve karakterlere oturdular ki en başta Charlotte'u oynayan oyuncuya ama yeaa olmaz ki bu kadar da böyle bir tip yapılmaz ki dememe rağmen film biterken benim için Jane Eyre'yi yazan o olmuştu bile. Bu arada Branwell'i öyle bir yazıp, göstermişler ki ekrana dalıp, saçını başını yolasım defol git be köpeeek diye bağırasım geldi tüm film boyunca.
Film aslında çok çok büyük şeyler vaat etmeden başlıyor. Aynı dinginlikte de devam ediyor. Görüntüleri olağanüstü. Çok az az yerlerde çıkışlar yapıyor ama genelinde hızını, seviyesini koruyor. Bu yüzden öyle herkesin izleyip de keyif alabileceği bir film değil onu söyleyeyim. Böyle Bronte kardeşlerle, yazdıklarıyla, yarattıkları karakterlerle gönül bağınız oluştuysa yıllar içinde, o zaman izlemeniz gerekir diye düşünüyorum. Bir de bu derece dingin, kasvetli giden bir hikayenin sonunda o çorak tepede dikilip üç güneşe baktıkları, dönüştükleri sahneyle birlikte yavaşça günümüze atlayıp, müzenin bahçesine doğru süzülmemiz çok güzel düşünülmüş bir şey olmuş. Tüm film boyunca içimde anlamadan biriktirdiğim, hissettiğimi düşünmediğim bir şeyler hissettiğim film biterken.


1 yorum:

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...