"Gerçek hikayelerin hepsinde öğüt vardır; yalnız, kimisinde hazineyi bulmak zor olur, bulunduğu zaman da o kadar önemsiz olduğu görülür ki, içindeki o kurumuş, büzüşmüş taneciği almak için cevizin sert kabuğunu kırmaya uğraştığınıza değmez. Benim hikayemin de durumu böyle mi, değil mi, işte onu takdir etmeye pek yetkili değilim. Zaman zaman hikayemin kimisi için yararlı, kimisi için de eğlendirici olabileceğini düşünüyorum; yalnız, bunu dünya kendi kendine takdir etsin daha iyi. Silik kişiliğime, aradan yılların geçmiş olmasına, birkaç uydurma adın kanadı altına sığındığım için bu cüreti göstermekten korkmuyorum. En yakın arkadaşıma bile açıklamaktan çekineceğimi bildiğim şeyleri açık açık gözler önüne sereceğim."
diyerek başlıyor Anne Bronte, kahramanı Agnes Grey'in cümleleriyle. Agnes'in bu hemen anlaşılan alçakgönüllüğü, kendini olabildiğince geride tutmaya çalışırken aslında o kadar da ezdirmeyen sade, şatafatsız kişiliğinden dolayı Anne'in aslında birçok açıdan otobiyografisini yazdığını düşündürüyor insana. 1820 yılının bir 17 ocak'ında Thornton'da dünyaya gözlerini açan Anne, katı bir papaz olduğu bilinen Patrick Bronte ile hali vakti yerinde bir tüccarın kızı olan Maria Branwell'in 6 çocuğunun en küçüğü olarak doğmuştu. Her ailedeki en küçüğün yeri bellidir, en zayıf, en narin, en korunması gereken olarak görünür. Anne de farklı değildi, devamlı hastalanıyordu, ailenin ilk doğan iki çocuğu Maria ve Elizabeth daha çocukken ölünce kardeşlerin en büyüğü haline gelen Charlotte'un kıymetlisi gibi bir rol düştü ister istemez Anne'e.
kaynak:Hardcovers and Heroines |
Agnes Grey de onun gibi yoksulluğun sınırlarında gezinen bir papaz evinde, iki kardeşin küçüğü. Tıpkı Anne'in annesi Maria gibi, Agnes'in annesi de zengin bir aileden gelmesine rağmen aşık olduğu adam önemsiz bir papaz oluyor ve onunla evlenip, mütevazı yaşamına iki kızı ile devam ediyor. Baba Grey'in sağlığı bozulup, ellerindeki avuçlarındaki kötü bir yatırım sonucu gittiğinde, Agnes ailesine destek olmak için öğretmenlik yapmaya karar veriyor. 19.yy.ın başında İngiltere kırsalında öğretmenlik derken tabi şöyle bir durumu kastediyorum; yoksul ama gururlu, akademik açıdan bilgili ama dünyayı hiç tanımayan gencecik kızımız olabilecek en kötü-en klişe sonradan görme zenginlerin ya da asil soylarına rağmen gram aklı-kültürü-insanlığı olmayan ailelerin şatafatlı evlerine gidip, yatılı olarak ailenin çocuklarına ders veriyor. Bu arada da gün boyunca haşarat sınıfından olan çocuklara laf anlatmak için kendini parçalıyor, ona bir yer beziymişçesine bakan ailelere ve ona sanki yokmuş gibi davranan kasabanın geri kalan zengin-asil takımına katlanmaya çalışıyor.
Anne Bronte'nin anlatımı o kadar sade, o kadar dolaysız ki tüm bunları okurken hem bir yandan kötü karakterlere sinirleniyorsunuz hem de Agnes'ın bunu bu kadar kolay anlatışına. O sinirlenmiyor, o kadar büyük bir olgunlukla karşılıyor ki hepsini sayfalara şaşkınlıkla bakıyorsunuz. İşin kötüsü, bir parçanız tüm o yazdığı insanların büyük bir olasılıkla gerçek olduğunu söylüyor. Sessiz, sakin, kardeşleri içinde iyi bir şair olan Anne'in böylesi insanlarla karşılaşmış olabileceğini biliyorsunuz. Ve Agnes gibi acaba o da onlara ağızlarının payını vermeden bıraktı mı diye merak ediyorsunuz.
Realistler arasında görüldüğü içindir belki bu, ama ben bu realizm olayını anlayamayacağım gibi görünüyor yine, tıpkı Madam Bovary'nin de realist olarak sınıflandırılması gibi. Bir yandan da şunu düşündüm okurken, ben şimdi oturup yazsam aynen böyle birşey, bu tür cümlelerle, yine de bir klasik olur muydu? Bence olmazdı, hayır ben yazdığım ya da ben çok yeteneksiz olduğum için değil. Her olayı bağlamıyla birlikte ele almak gerektiği için. Agnes Grey gibi bir kitap 1847-1850 yıllarında yayınlandığı ve o dönemde, dışarıya oldukça kapalı, sonraları neredeyse gizemli denecek kadar kapalı, sıkı kurallarla çevrili, belki çokça karamsar bir evden çıkan, genç yaşta hayata veda eden bir kadın tarafından yazıldığı için bugün bir klasik. Bence tabi. Daha fazlasını belli ki ben algılayamıyorum. Yani elimde değil, karşılaştırıyorum onun yazdıklarını kardeşlerininkilerle. Ki hiç sevmem böyle birşeyi, gene ister istemez içimdeki ses yükseliyor; Uğultulu Tepeler (Wuthering Heights) gibi bir kitabın yazıldığı bir evden çıkan bu hikayeyi ben sadece Austen'ın süssüz-kıvrak zeka ve eğlencesi eksik olanı olarak görüyorum. Jane Eyre'nin de Agnes Grey'in birkaç basamak üstü olduğunu kabul ediyorum, onu okurken de tıpkı Agnes Grey'deki gibi içimden parçalar bulmuştum, cümlelerine, düşüncelerine katılırken yakalamıştım kendimi. Ki işte tam da bu yüzden diyorum Charlotte ve Anne'in yaşadıkları hayat ve dönemden dolayı aslında büyük olarak algılandıklarını. Oysa Emily'nin dünyasına daldığınızda çok başka birşeyler oluyor, Haworth'taki o küçük, kasvetli papaz evinin ve ukala zengin çocukların derslerinin çok dışında şeyler.
Kitabı beğenmedim demiyorum, sonuçta temiz bir şekilde okunuyor ve düşündüğüm pek çok şeyi güzelce ifade ediyor, içinde bağ kurabileceğiniz şeyler buluyorsunuz - bir kitaptan bir hikayeden de bunu istemez miyiz zaten. Ama yeni birşey vermiyor, vermedi yani bana. Bronte tavafımı tamamlamış oldum, o kadar. Belki de haksızlık ediyorum kim bilir, ama elimde değil, benim favori Brontem, Emily.
Onu kıskanmamıştım, daha doğrusu kıskanmadığıma gerçekten inanmıştım. Ona acıyordum; o katı gururu beni şaşırtmış, biraz da tiksindirmişti. Güzelliği bu derece kötü şekilde kullananlara neden bu kadar çok güzellik bağışlandığını, buna karşılık da güzelliklerinden kendileri kadar başkalarını da yararlandıracak olanlardan da niye esirgendiğini merak ettim.....
Sonra düşüncelerimi Tanrı'nın herşeyi daha iyi bileceği kanısıyla sonuçlandırdım. Sanırım bu kız kadar gururlu, bencil, kalpsiz erkekler de vardır, böyle kadınlar da onların cezalandırılmalarına yardımcı oluyorlardır.
Bir kadın güzelse, sevimliyse, bu iki özelliği yüzünden de övülür ama, erkek cinsinin büyük bir çoğunluğu daha çok birinci özelliğine önem verir. Bunun tersine, bir kadın dış görünüşü, yaradılışı bakımından sevimsizse çirkinliği en büyük suçu olarak yüzüne vurulur, çünkü yalnız karşıdan seyretmekle yetinenler için bu büyük bir tiksinti kaynağıdır. Ama bir kadın güzel değil de iyi bir insansa, kendi halinde sakin bir hayat sürüyorsa, en yakınlarının dışında hiç kimse onun iyiliğini öğrenemez; tam tersine başkaları onun kafası, huyları konusunda hoş olmayan birtakım inançlara kapılırlar, bunu ta tabiatın bu derece küçümsemiş olduğu birine karşı içlerinde nefret uyanmasına haklı bir neden olarak gösterirler. Buna karşılık, melek yüzü kötü bir kalp taşıyan ya da başkasında hiç de küçümsenmeyecek kusurlarını ve çirkinliklerini yapmacık bir çekicilikle örtmeye çalışan kadın için de durum aynıdır.Güzel olanları bırakın da bundan ötürü Tanrı'ya minnet duysunlar, başka herhangi bir kabiliyet gibi bundan da en iyi şekilde yararlanmayı bilsinler. Güzel olmayanları ise bırakın da kendilerini avutsunlar, bunsuz en iyi şekilde yaşamanın yollarını bulsunlar......
Gece-gündüz onu düşünebiliyordum; onun düşünmeye layık olduğunu biliyordum. Hiç kimse ona benim kadar değer veremezdi; hiç kimse onu benim sevebileceğim kadar sevemezdi. Yalnız, işte kötülük de bundaydı ya. Beni hiç düşünmeyen bir kimseyi bu derece düşünmek de ne demek oluyordu? Budalalık değil miydi? Hata değil miydi? Ne var ki onu düşünmekten böylesine zevk alıyorsam, bu düşünceleri kendime saklayıp hiç kimseyi sıkmıyorsam, bunun zararı neredeydi? Kendime bunu sorup duruyordum. İşte bu şekilde yorumlamak da prangalarımı silkip koparmak için herhangi bir çaba harcamaktan beni alıkoyuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder