13.yy.ın sonlarında Britanya Adası'nda İngilizlerin kralı I.Edward, kuzeyindeki deli İskoçlar taht kavgasına girişince fırsattan istifade İskoç tahtını da kendine alıverir. Önce bir William Wallace çıkar karşısına, peşine taktığı gaza gelmiş İskoç kardeşleriyle bir bağımsızlık diye tutturur (Hepimiz bu kısmı biliyoruz, Braveheart (1995) sayesinde). Ama bu deli adamlar, İskoç klanları, daha kendi aralarında bile bir araya gelemediklerinden ve bir İngilizlerin bir kendilerinin tarafına geçip durduklarından, Wallace'ın hikayesi yakalanıp, idam edilmeyle devam ederken klan şefleri de tek tek I.Edward'a bağlılık yemini etmeye başlar. 1302 yılına geldiğimizde Edward hepsini sindirmiş, ortalığı toz duman etmişken Carrick kontu Robert the Bruce ayaklanmaya karar verir. Ama yıllardır devam eden savaştan bıkan ve Edward'ın zulmünden çekinen çoğu klan ona katılmayı reddeder. Yine de yakınındaki az sayıdaki destekçisiyle ve rahiplerin onaylamasıyla Robert İskoç kralı ilan edilir ve İskoçya'nın ilk bağımsızlık savaşı adını alan mücadeleye girişir.
Outlaw/King, Robert the Bruce da dahil diğer İskoç klan şeflerinin İngiltere kralı I.Edward'a bağlılıklarını sunmaları ile başlayıp, İskoçların yaklaşık 400 kişi ile 3000 kişilik İngiltere ordusunu Loudoun Tepesi Savaşı'nda yenmesi ile sona eriyor. Yani hemen hemen 1302 ile 1307 yılları arasındaki 5 yılda Robert'ın kral olmasıyla bağımsızlık yolundaki ilk adımları atmasına dair bir hikaye sunuyor bize film. Geçen sene Toronto ve Londra film festivallerinde görücüye çıktıktan sonra 9 kasımda Netflix ekranındaki yerini almış durumda. Ben tabiki Netflix falan üyesi değilim (ya da almadım, artık neyse sistemi nasıl ifade ediliyorsa onu bile bilmiyorum o kadar gerisindeyim popüler kültürün), filmi önce instagramda gördüm (çünkü #scotland etiketli her şeyi doymak bilmeyen bir merakla takip ediyorum evet), sonra da zaten hemen her zamanki online film izleme siteme düşüvermiş buldum. İskoçya kalbimdeki memleketim olduğundan (tamam gülebilirsiniz bana hiç utanmıyorum) haliyle tarihiyle ilgili her hikaye de hemen görmem gerekenler arasında oluyor. Bu habire bir bağımsızlık telaşı içine girmeleri de yüzyıllardır devam ediyor ya hani, Culloden'la ilgili gerekli bilgiyi Outlander sayesinde hakkıyla edinmişken Mel Gibson pardon William Wallace "freeeedoooom" diye bağırdıktan sonra bu iş nereye vardı, o umutsuzluktan nasıl oldu da Mary'nin kellesini giderecek hale geldi ortam (bunu da gerek Elizabeth:The Golden Age(2007) ve gerek Reign(2013) ile ezberlemiştik ki yetmemiş olacak, aralıkta Mary Queen of Scots(2018) geliyor) acaba diye düşünürken iyi oldu dedim bu film. Tüm diğer tarihten esinlenen hikayelerde olduğu gibi bu da elbette ki kati bir kesinlikle anlatmıyor olanları ya da kişileri. Şuradaki incelemede mutlu sonlu bir Macbeth hikayesi diyor mesela Robert the Bruce'un gerçek hikayesi için, çok hoşuma gitti, bundan daha iyi bir ifade bulunamazdı sanırım.
Filmdeki Robert, İngiltere kralına boyun eğiyormuş gibi görünürken bile gururunu omuzlarında dimdik taşıyor. İskoç halkının ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu gören, duyan, onlarla birlikte çamurlara bata çıka çalışan bir "toprakların değil insanların kralı" olarak yolunu çiziyor. Alabildiğine "şövalye ruhuyla" hareket ediyor ilk başta, gayet medeni (13.yy.'a göre bile oldukça medeni bakın hakkını vereyim) davranışlarla savaşına girişiyor. İlk eşinden olan kızına karşı çok sevecen bir baba, yeni evlendiği - adeta politik bir hediye olarak verilen - eşine ise acayip derecede saygılı bir adam portresi çiziyor. Ama tabiki gerçek hikaye böyle değil. Hakikaten de bir Macbeth bu Robert. Ama belki şanslısı ve aklı daha iyi çalışanı. Ülkesinin bağımsızlığı ya da halkın ihtiyacından çok, kendi iktidar hırsı için hareket etmiş, oldukça iyi bir siyasetçiymiş gerçek Robert the Bruce.
Hikayesinde tarihsel gerçekliği azıcık saptırsa da prodüksiyon ekibine haklarını teslim etmek gerekiyor. Yaratılan atmosferden tutun da, tüm kostümlere tüm aksesuarlara, dekorlara ve ortama değin her bir detay 13.yy.'da nasılsa aynen öyle (evet çünkü boş zamanlarımda gidip geliyorum ben, gördüm yani kesin bilgi). Ama...büyük bir ama'sı var filmin. Hiçbir şey hissettirmiyor. Ne duygulanabiliyorsunuz, ne gaza geliyorsunuz, ne düşünmeye itiyor ne de heyecanlandırıyor. Bir şey hissetmiyorsunuz. Tüm tarihsel saçmalamalarına rağmen misal Braveheart hala kendinden nasıl bahsettiren nasıl böyle büyük büyük hissettiren film ise, bu da değil işte. Oysa ufak ufak pırıltıları seçebiliyorsunuz hemen. Chris Pine gayet basitmiş, dümdüzmüş gibi görünen ama bir dolu boyutlu, komplike bir karakter yaratıyor, yaratmaya çabalıyor esasında bu hoplaya zıplaya savrulan senaryonun ve düzenlemenin içerisinde. Aaron Taylor-Johnson'ı tanıyamıyorsunuz film bitip yazılar akana kadar, öyle bir James Douglas oynuyor çünkü (valla gün içinde insanın anlamsız yerlerde gaza gelip, misal merdiven çıkarken, kapıları açarken falan douglaaaaassss diye bağırası geliyor). James Cosmo kısacık zamanında bile tek bir sahnede tek bir bakışıyla, bir iki kelimesiyle, bir iç geçirişiyle kalbinizi titretiyor. Tamam kabul ediyorum Drew'la da bir hislenmiyor değiliz ama yine de koskoca iki saatin sonunda bunlar dışında öyle aşırı bir şey hissedemeden bitiriyoruz hikayeyi. Dahası hiçbir noktayı doğru düzgün gelişimiyle anlatmadan, hop bu oldu, hop şu gitti, hop şimdi buradayız şeklinde ilerliyor. Altı üstü 5 yıllık bir süreci anlatmak (bakın daha asıl savaş bile yok ortada o sonra) bu kadar hoplamayı gerektirmemeli değil mi?
Demem o ki benim gibi İskoç olsun da çöpten olsun diye sırf meraktan izleyebilirsiniz. Bir de tabi görüntüler için, belki biraz da aksiyon için falan açabilirsiniz. Ama çok da öyle şey etmeyin.