iskoçya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iskoçya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2018 Pazartesi

Braveheart'ın hemen sonrasında İskoçya'da --> Outlaw / King

13.yy.ın sonlarında Britanya Adası'nda İngilizlerin kralı I.Edward, kuzeyindeki deli İskoçlar taht kavgasına girişince fırsattan istifade İskoç tahtını da kendine alıverir. Önce bir William Wallace çıkar karşısına, peşine taktığı gaza gelmiş İskoç kardeşleriyle bir bağımsızlık diye tutturur (Hepimiz bu kısmı biliyoruz, Braveheart (1995) sayesinde). Ama bu deli adamlar, İskoç klanları, daha kendi aralarında bile bir araya gelemediklerinden ve bir İngilizlerin bir kendilerinin tarafına geçip durduklarından, Wallace'ın hikayesi yakalanıp, idam edilmeyle devam ederken klan şefleri de tek tek I.Edward'a bağlılık yemini etmeye başlar. 1302 yılına geldiğimizde Edward hepsini sindirmiş, ortalığı toz duman etmişken Carrick kontu Robert the Bruce ayaklanmaya karar verir. Ama yıllardır devam eden savaştan bıkan ve Edward'ın zulmünden çekinen çoğu klan ona katılmayı reddeder. Yine de yakınındaki az sayıdaki destekçisiyle ve rahiplerin onaylamasıyla Robert İskoç kralı ilan edilir ve İskoçya'nın ilk bağımsızlık savaşı adını alan mücadeleye girişir.
Outlaw/King, Robert the Bruce da dahil diğer İskoç klan şeflerinin İngiltere kralı I.Edward'a bağlılıklarını sunmaları ile başlayıp, İskoçların yaklaşık 400 kişi ile 3000 kişilik İngiltere ordusunu Loudoun Tepesi Savaşı'nda yenmesi ile sona eriyor. Yani hemen hemen 1302 ile 1307 yılları arasındaki 5 yılda Robert'ın kral olmasıyla bağımsızlık yolundaki ilk adımları atmasına dair bir hikaye sunuyor bize film. Geçen sene Toronto ve Londra film festivallerinde görücüye çıktıktan sonra 9 kasımda Netflix ekranındaki yerini almış durumda. Ben tabiki Netflix falan üyesi değilim (ya da almadım, artık neyse sistemi nasıl ifade ediliyorsa onu bile bilmiyorum o kadar gerisindeyim popüler kültürün), filmi önce instagramda gördüm (çünkü #scotland etiketli her şeyi doymak bilmeyen bir merakla takip ediyorum evet), sonra da zaten hemen her zamanki online film izleme siteme düşüvermiş buldum. İskoçya kalbimdeki memleketim olduğundan (tamam gülebilirsiniz bana hiç utanmıyorum) haliyle tarihiyle ilgili her hikaye de hemen görmem gerekenler arasında oluyor. Bu habire bir bağımsızlık telaşı içine girmeleri de yüzyıllardır devam ediyor ya hani, Culloden'la ilgili gerekli bilgiyi Outlander sayesinde hakkıyla edinmişken Mel Gibson pardon William Wallace "freeeedoooom" diye bağırdıktan sonra bu iş nereye vardı, o umutsuzluktan nasıl oldu da Mary'nin kellesini giderecek hale geldi ortam (bunu da gerek Elizabeth:The Golden Age(2007) ve gerek Reign(2013) ile ezberlemiştik ki yetmemiş olacak, aralıkta Mary Queen of Scots(2018) geliyor) acaba diye düşünürken iyi oldu dedim bu film. Tüm diğer tarihten esinlenen hikayelerde olduğu gibi bu da elbette ki kati bir kesinlikle anlatmıyor olanları ya da kişileri. Şuradaki incelemede mutlu sonlu bir Macbeth hikayesi diyor mesela Robert the Bruce'un gerçek hikayesi için, çok hoşuma gitti, bundan daha iyi bir ifade bulunamazdı sanırım.
Filmdeki Robert, İngiltere kralına boyun eğiyormuş gibi görünürken bile gururunu omuzlarında dimdik taşıyor. İskoç halkının ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu gören, duyan, onlarla birlikte çamurlara bata çıka çalışan bir "toprakların değil insanların kralı" olarak yolunu çiziyor. Alabildiğine "şövalye ruhuyla" hareket ediyor ilk başta, gayet medeni (13.yy.'a göre bile oldukça medeni bakın hakkını vereyim) davranışlarla savaşına girişiyor. İlk eşinden olan kızına karşı çok sevecen bir baba, yeni evlendiği - adeta politik bir hediye olarak verilen - eşine ise acayip derecede saygılı bir adam portresi çiziyor. Ama tabiki gerçek hikaye böyle değil. Hakikaten de bir Macbeth bu Robert. Ama belki şanslısı ve aklı daha iyi çalışanı. Ülkesinin bağımsızlığı ya da halkın ihtiyacından çok, kendi iktidar hırsı için hareket etmiş, oldukça iyi bir siyasetçiymiş gerçek Robert the Bruce.
Hikayesinde tarihsel gerçekliği azıcık saptırsa da prodüksiyon ekibine haklarını teslim etmek gerekiyor. Yaratılan atmosferden tutun da, tüm kostümlere tüm aksesuarlara, dekorlara ve ortama değin her bir detay 13.yy.'da nasılsa aynen öyle (evet çünkü boş zamanlarımda gidip geliyorum ben, gördüm yani kesin bilgi). Ama...büyük bir ama'sı var filmin. Hiçbir şey hissettirmiyor. Ne duygulanabiliyorsunuz, ne gaza geliyorsunuz, ne düşünmeye itiyor ne de heyecanlandırıyor. Bir şey hissetmiyorsunuz. Tüm tarihsel saçmalamalarına rağmen misal Braveheart hala kendinden nasıl bahsettiren nasıl böyle büyük büyük hissettiren film ise, bu da değil işte. Oysa ufak ufak pırıltıları seçebiliyorsunuz hemen. Chris Pine gayet basitmiş, dümdüzmüş gibi görünen ama bir dolu boyutlu, komplike bir karakter yaratıyor, yaratmaya çabalıyor esasında bu hoplaya zıplaya savrulan senaryonun ve düzenlemenin içerisinde. Aaron Taylor-Johnson'ı tanıyamıyorsunuz film bitip yazılar akana kadar, öyle bir James Douglas oynuyor çünkü (valla gün içinde insanın anlamsız yerlerde gaza gelip, misal merdiven çıkarken, kapıları açarken falan douglaaaaassss diye bağırası geliyor). James Cosmo kısacık zamanında bile tek bir sahnede tek bir bakışıyla, bir iki kelimesiyle, bir iç geçirişiyle kalbinizi titretiyor. Tamam kabul ediyorum Drew'la da bir hislenmiyor değiliz ama yine de koskoca iki saatin sonunda bunlar dışında öyle aşırı bir şey hissedemeden bitiriyoruz hikayeyi. Dahası hiçbir noktayı doğru düzgün gelişimiyle anlatmadan, hop bu oldu, hop şu gitti, hop şimdi buradayız şeklinde ilerliyor. Altı üstü 5 yıllık bir süreci anlatmak (bakın daha asıl savaş bile yok ortada o sonra) bu kadar hoplamayı gerektirmemeli değil mi?
Demem o ki benim gibi İskoç olsun da çöpten olsun diye sırf meraktan izleyebilirsiniz. Bir de tabi görüntüler için, belki biraz da aksiyon için falan açabilirsiniz. Ama çok da öyle şey etmeyin.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Glencoe'nun 3 kızkardeşi



Böyle büyüleyici, nefes kesici yerler var işte dünya üzerinde. Ve ben artık oralara gitmek istiyorum. Hem de çok fena.

16 Mart 2015 Pazartesi

eh artık Outlander hakkında konuşmamızın zamanı geldi

Hakikaten geldi. Çünkü ilk sezonun ikinci yarısını 4 nisandan itibaren izleyebileceğiz ve o zamana kadar size bu diziden - hala haberiniz yoksa - bahsetmem gerek.
Gerçi aklıma üşüşen milyonlarca düşünceden hangisini önce söylemeliyim, hepsini nasıl sıraya koyup buraya yazmalı, düzgün paragraflar oluşturmalıyım bilemiyorum çünkü bu dizi hakkında hissettiklerim elimi ayağımı titretmeye başlıyor her defasında. Evet o derece. Çok sevdim be. Hem de nasıl sevdim. Gene de heyecanıma bir kontrol uygulayıp, bahsetmeye çalışayım.
Outlander esasında 1952 doğumlu Amerikalı yazar Diana Gabaldon'ın yazdığı bir kitap serisinden uyarlama. İlk kitap "Outlander-Yabancı" Amerika'da 1991'de yayınlanmış. En son geçen sene 8.kitap yayınlandı. Sırasıyla
- Dragonfly In Amber-->Kehribardaki Yusufçuk
- Voyager-->Yolcu
- Drums of Autumn-->Güz Davulları 2 kısım halinde
- The Fiery Cross-->Ateşin Çağrısı 2 kısım halinde
- A Breath of Snow and Ashes-->Kar ve Kül 2 kısım halinde
- An Echo in The Bone
                                                                          - Written in My Own Heart's Blood
olarak yayınlanmış durumda kitaplar. Bizde Epsilon tarafından çevirileri yayınlanan kitapların Türkçe olarak basılmış olanlarını yanına yazdım. Herhalde devasa boyutlarından olsa gerek, Epsilon kitapları ikiye bölmeyi uygun görmüş. Diana Gabaldon devam eden seriye ek olarak kısa hikayeler, novella denilen kitaplar da yazmış.

Peki ne anlatıyor Gabaldon bu koca destanda? En azından ilk kitap Yabancı'nın sayfalarını araladığımızda kendimizi ilk olarak 1945'te buluyoruz. 27 yaşındaki İngiliz, Claire Randall korkunç II.Dünya Savaşı'nda cepheden cepheye koşmuş, hemşire olarak savaşın tüm dehşetini yaşamıştır. Savaşın bitişiyle, üniversitede tarih profesörü olan eşi Frank Randall ile bir araya gelirler ve bu uzun yıllar süren travmatik deneyimlerinden sonra ikinci bir balayına çıkarak her şeyi düzeltmeyi umarlar. Balayı için seçtikleri yer İskoçya'daki Inverness dolaylarıdır. Frank sessiz sakin bir tarihçi olmasının yanında, aile ağacını çıkarmaya tutkundur. Bunun için hem balayını geçirip, hem de ailesinin kökenlerinin izini sürebileceği bu yere gelmiştir. Çift, İskoçya'nın muhteşem doğası içinde bir yandan sakinliğin tadını çıkarırken, bir yandan da kendi uğraşılarıyla ilgilenebilmektedir. Frank 18.yy.daki atalarıyla ilgili önemli bilgilere ulaşırken, Claire de değişik çiçeklerin ve bitkilerin peşinde etrafı değerlendirmektedir.

Yine bir çiçeğin peşinde Claire bir gün kaldıkları kasabanın yakınındaki Craigh Na Dun adı verilen dikili taşlardan çemberlere gelir. Ortadaki büyük taştan gelen seslere kulak verirken, dayanamaz taşa dokunur ve kendini birden 1743 yılında aynı noktada bulur. İlk başta ne olduğunu anlayamaz tabi, olanca şaşkınlığıyla ormanda koşarken kendini İngiliz askerleri ile İskoç asilerin arasında yaylım ateşinde bulur. Kocasına tıpatıp benzeyen, esasen de Frank'in atalarından biri olan Kara Jack Randall ile yüzyüze gelir ve onun pis dehşetinden Mackenzie klanının asi adamları sayesinde kurtulur. Claire ne yapacağını bilemez halde kendini bu savaşın ve İskoç yaylalarının onurlu klanları arasından kurtarıp, evine geri dönmenin yollarını arar.
Düşünebiliyor musunuz! İskoçya! Zaman yolculuğu! Ama tüm bunlar olup da ortaya berbat bir şey de çıkarabilirdi Diana Gabaldon. Ama ilk iki kitabı okuduğum kadarıyla söyleyebilirim ki olağanüstü bir anlatımı da var. Sadece bir aşk üçgeni ya da mantıksız bir zaman yolculuğu anlatmıyor Gabaldon, tüm bir ulusun tarihini, kişiliğini onlara yaraşır şekilde önümüze seriyor. Yarattığı karakterler, etten kemikten gerçek insanlara dönüşüyor. Son yıllarda karşılaşmak zorunda kaldığımız o "young-adult" kitaplarındaki zoraki güçlü kadın karakterlerin aksine Gabaldon bize en gerçek güçlü kadın karakteri veriyor: Claire. Claire'in gücünü tüm o satırlardan buram buram kokluyorsunuz. Olağanüstü bir dövüş makinesi veya silah ustası gibi şeyler değil Claire, hayatta kalmak, evine geri dönebilmek, sevdiklerini kurtarabilmek için mücadele ediyor hep ve hiç vazgeçmiyor. Hep ayakta kalıyor.
Gabaldon'ın ilk iki kitapta odaklandığı zamanlar 1745'teki Jakobit Ayaklanması'nın öncesindeki yıllar. İskoç klanlarının Stuart hanedanını İskoç tahtına geçirmek için İngilizlere karşı ayaklanmasını tüm detaylarıyla içerden okuyoruz. Craigh Na Dun'da başlayan hikayemiz Mackenzie klanının şatosundan Fraser çiftliğine, Wentworth hapishanesine, Fransa'da bir manastıra ve hatta Paris'e, 18.yy.ın görkemli Fransız burjuvazisinin ve kraliyetinin göbeğine dek uzanıyor. Yani en azından ilk iki kitapta. Sonrasında daha neler neler var ama ben kendimi tutup, bakmıyorum.
Peki dizi bunun neresinde? Starz'ın yayınladığı dizide şimdilik 8 bölüm yayınlandı. Bu muhteşem anlatımı mahvedebilirlerdi ama onlar da ortaya şahane bir şey çıkardılar. Her bir saniyesine özenilmiş bir iş duruyor karşımızda. Olabilecek en mükemmel oyuncu seçimleriyle Claire, Jamie, Frank-Jack Randall karakterleri adeta ortalığı yıkıp, geçiyorlar. Bear McCreary'nin tüyleri diken diken eden müzikleriyle her bir bölüm, kitabın sayfalarından direkt çekiliyor gibi canlanıyor gözlerimizin önünde. Anlatılan her iki dönemin - 1930lar 40larda geçen hikaye ile 1700lerdeki ana hikaye - kıyafetleri, atmosferi her şey o kadar güzel ki. Dahası hikayedeki her bir noktayı gerçek tarihe, mitolojiye, efsanelere dayandırabiliyorsunuz, her bir ayrıntının arkasında Gabaldon'ın ilmek ilmek işlediği araştırmalarının hayalgücüyle işlenmiş tadı var.
Ya olmadı gene olmadı. Beceremedim istediğim gibi anlatmayı. Çok saçma yazdım, bu ne şimdi. Oysa çok güzel anlatmak istiyordum, aynı hissettiklerimi size de hissettirmeyi istiyordum. Ama çok sevdim be, o kadar sevdim ki anlatamadım işte :)

Diana Gabaldon'ın web sitesi: http://www.dianagabaldon.com/
Epsilon Yayınevi'nde Outlander serisi
Dizinin kostümlerini hazırlayan Terry Dresbach'ın web sitesi: http://www.terrydresbach.com/






Şimdiye dek izlediğim belki de en büyülü sahne (şarkının tam hali burada):



Ve muhteşem açılış jeneriği:

31 Ocak 2015 Cumartesi

bir kasaba ismi olarak "AE" ve ağaçlardan bir duvar

Gün geçmiyor ki gönlümün memleketi İskoçya'dan bir başka güzellik ilginçlik keşfetmiyorum. Bu kez karşılaştığım ilginçliklerden ilki, ülkenin güney batısında bir kasaba "Ae". Evet ismi bu kadar, üç harfli bile değil sadece iki harf A ve E. Burayı ilginç yapan bu özelliğinin dışında bir de 10 bin hektarlık kocaman bir ormana sahip Ae kasabası, bir o kadar da güzel anlayacağınız. Orman aynı zamanda bisiklet turları için de bol bol evsahipliği yapıyor. (http://scotland.forestry.gov.uk/visit/forest-of-ae)

Diğer bir ilginçlik ise "Meikleour Beech Hedge" denilen yer. Burası dünyanın en büyük çitiymiş efenim. 1745 senesinde dikilen kayın ağaçlarından mütevellit bu koskocaman çitin oluşmasını sağlayan insanlar, Jacobite İsyanı'na katılmışlar ve hiçbiri geri dönmemiş. Bunun üzerine bu ağaçları bırakmışlar büyüsün, onların anısına. Günümüzde neredeyse 30 metre yükseklikte 530 metrelik bir mesafe boyunca görenleri hayrete düşüren bir manzara oluşturuyor bu kayın ağacı çiti. Her 10 yılda bir 4 kişi 6 hafta boyunca bu çiti buduyor, düzenliyormuş. (VisitScotland)
Kaynak: VisitScotland

Kaynak: FlickRiver


2 Kasım 2014 Pazar

hayallerin gerçek olmasına dair bir blog: Everything I Wished For

Karla örtülmüş caanım Edinburgh (kaynak: Flickr)
Doğduğumuz yeri, aileyi, bedeni biz seçmiyoruz. Öncelikle bunda anlaşalım. Hiç de elimizde olmayan bir ortama küt diye düşüveriyoruz. Şanslıysak ailemizi sevebiliyoruz, çünkü garip bir biçimde koşulsuz şartsız olarak onlar bizi seviyor ve biz de tamamen doğal olarak bunu tamamlıyoruz. Eğer biraz daha şanslıysak sağlıklı bir bedende doğuyoruz, arada ufak tefek sorunlar çıksa da bir şekilde bedenimizle de barışabiliyoruz. Ama içine doğduğumuz, yaşamak zorunda kaldığımız yeri, şehri, ülkeyi sevmek zorunda mıyız, işte o konuda bazı sorularım var.
Aile ve beden pek de büyük değişiklikler yapabileceğimiz şeyler değil gibi. Tamam değiştirilebilirler, arkadaşlarınızdan eşinizden kendinize yeni bir aile yaratabilirsiniz. Spor yapabilir, diyet yapabilir, ameliyat olabilir bedeninizi değiştirebilirsiniz. Elinizde olmayan şeyleri sevmek zorunda değilsiniz. İşte, aynı şekilde burada doğdum, bu ülkede büyüdüm ne bileyim ekmeğini yedim suyunu içtim diye burayı da sevmek zorunda mıyım diye sormak istiyorum. Bunu böyle saf bir ukalalık, zorluk görmemiş bir kafası karışık insanın şımarıklığı olarak yaftalamayın hemen. Ve biliyorum dünyada ne kötü yerler var, ne zor durumda insanlar var. Hepsinin farkındayım ve o kadar kötü bir durumda olmadığım için, bu ülke en azından o derece bir yer olmadığı için de şükrediyorum ama gelin dürüst olalım, buradan daha iyi yerler de var.
Defol git demeden önce, sadece objektif olmanızı istiyorum. Burayı sevmek zorunda değilim (evlenme teklifini kabul etmedi diye kendisini sevmiyor diye insanların insanları öldürmekte kendinde son derece fazla hak gördüğü bir coğrafyada bunu söylemem de şaka gibi ama) ve dahası sebepsiz yere başka bir yeri sevebilirim. En basiti aşık olduğunuz insanlara sebepsiz yere aşık olmadınız mı? Bu da onun gibi birşey, yıllarca görüp de elimde olmadan sevdiğim yerler var, ülkeler şehirler var. Belki buradan daha fena pislikler, kötülükler barındırıyorlar ama aşkın gözü kör ya, seviyorum.
Benim için burası İskoçya (uzun zamandır blogdaysanız çoktan biliyorsunuzdur). Çok mu şey biliyorum hakkında, hayır. Çok mu şahane bir yer, zannetmem. Ama bana göre öyle, hep bir gün orada yaşamayı hayal ediyorum. Öyle salakça, imkansız bir hayal işte. Gene de bu orayla ilgili şeyleri takip etmeme, gördüğümde içimin güzel hislerle dolmasına engel olmuyor.
Geçenlerde takip ettiğim milyonlarca İskoçya, Britanya, seyahat temalı şeylerden birinde de hemen hemen bu şekilde bir kadının bloguna denk geldim, bunca yaygarayı sırf bu blogdan bahsedebilmek için yaptım, evet. Bu 23-24 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim Avustralyalı hanım kızımız, küçüklüğünden beri hep "British" olmak istermiş. Neymiş efendim demek ki sadece doğu batıya özenmiyor, özenmek insana mahsus. Sonunda bir gün seyahatteyken Britanya'da, - Janeciler bilir - Bath'taki Roma Hamamlarında dilek dilemiş:

"I chose a shiny 20p coin, thinking that this entitled me to two wishes (10p a wish seemed a fair price). My first wish was one that had been playing on my mind since I'd travelled to Scotland the week before. 
I wanted to move to Scotland. The moment I'd crossed the border into Scotland, I had felt more at home than anywhere else I'd been previously, and the moment I'd left I felt like someone wanted to chop my right arm off- Scotland just felt right and felt like home."

Böylece bu dileğinden 18 ay sonra bavulunu toplayıp Edinburgh'a taşınmış, birkaç ay sonra da hayatının aşkıyla tanışmış, ikinci dileği de buymuş ama beni orası ilgilendirmiyor. Önemli olan dileklerim gerçek oldu demesi, dahası bunun için harekete geçmiş olması.
Şimdi blogunda geziyor, yiyor, içiyor, bakım yaptırıyor ve anlatıyor. Ne iş yapıyor bilmiyorum, yapıyor mu onu da bilmiyorum ama blogu resmen bir o hayat ne rahat dökümü. Sinirlerimi bozmuyor değil, oo deli gibi bozuyor hem de. Ama sayesinde en azından Edinburgh ve çevresi ile ilgili güzel şeyler görmüş oluyorum.
Bakmak isterseniz adresi şöyle: http://www.everythingiwishedfor.co.uk/
Ben bir koşu gidip bir hamam bulup 5-10 kuruş sallayacağım haftaya.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Highlander, Outlander derken kafayı yedirecekler bana



Aslında Bard'ı okuyordum. İrlanda'ya, Orta Avrupa'daki Keltlerin adaya yolculuğuna, druidlerin ağaçlara olan sevgisine dalmıştım tüm cazibesiyle. Ama sonra olan oldu.
Bu kitapla, dünyasıyla kafayı bozmuş durumdayım. Düşünmem gereken şeyler, vermem gereken hayati bir karar falan varken ben ne yaptım, gittim bunu aldım elime. Kafamı kaldırmadan okuyorum, adeta sayfaların içinde nefes alıyorum. Üstüne üstlük çevirisi de kötü. Ama ben hoplaya zıplaya ilerliyorum sayfalarda, İskoç yaylalarında. Geçen sene miydi bu senenin başında mıydı, dizinin haberi geldiğinde görmüştüm kitaplarını Gabaldon'ın, dizi güzel de görünmüştü, izlerim demiştim. Ama kitapları okumak aklıma gelmemişti. Sonra 3-4 hafta önce başladı dizi ve izledim. Ama yapılmaz ki, bu kadar da yapılmaz ki. Siz gidin bir İskoçya hastasına, hem de zaman ile zaman yolculuğu ile kafayı bozmuş, bildiğiniz geçmişte yaşayan bir İskoçya hastasına bunu yapın! Takık olduğum neredeyse tüm elementleri bir araya getirip kitap yazmış ya kadın! Deliriyorum galiba. Ya da yine kaçıyorum. Daha önemli, çok önemli şeyler varken, ben yine kaçacak bir yer bulup kaçıyorum gibime geliyor.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Yaylalar Hasretine Bir Kaşık Bal

Savaş Özbey'in bugünkü Hürriyet Cumartesi ekindeki İskoçya ile ilgili yazısından birkaç birşey:

scotland XIII by ~max702 on deviantART


Bir başkadır benim memleketim
Anadolu’ya yeşil / cennet diyorsak İskoçya’ya ne demek lazım, bilmiyorum... Bütün bir memleketin Doğu Karadeniz gibi olduğunu düşünün. Highlands denilen derin İskoçya’ya doğru bir shuttle’ın içinde yolculuk ediyoruz: Git git ne çayır bitiyor, ne ağaç; ne manzara. Derenin, ırmağın, gölün haddi hesabı yok. Her yan kartpostal. Sonra tertemiz, korunmuş! Su, musluktan içiliyor. Ama ne su! Spey nehrinden senenin 12 ayı sekiz kiloluk somonlar çıkıyor. Sebze meyve bol, her yan koyun, et ucuz! Evler bakımlı, yerleşim düzenli... 
TAKSİ ŞOFÖRÜNÜN HAYALİ
Kişi başı yılda 50 bin dolar kazanıyorlar. Nüfusları beş milyon kadar ama Britanya’nın üçte biri onların topraklarından oluşuyor. Tarihleri, İngilizlerle mücadele tarihi. William Wallace (daha bilinen adıyla Mel Gibson / Braveheart) öncülüğünde İngilizleri yenip bağımsızlık ilan ediyorlar ama sonrası tipik üzerinden güneş batmayan imparatorluk hikayesi. Şimdi kendi bayrakları, parlamentoları ve resmi dilleri var ama 1960’lardan itibaren alevlenen bağımsızlık tartışması hala bir nihayete kavuşmuş değil. Taksi şoförü Wallace’a göre kabahat yine İskoçlarda: “Demokrasi var, oy hakları var ama bağımsızlıktan yana oy kullanmıyorlar!” Wallace’ın istediği oldu. İskoçlar ayrılıkçı SDN’yi tek başına iktidar yaptı. 
KİLTİN ALTINA ÇAMAŞIR GİYİYORLAR MI
Soru bendenize değil, Habertürk Gazetesi’nden Nilay Örnek’e ait. Böyle bir efsane varmış ama kıvranıyoruz kıvranıyoruz, konuyu kitle falan getiriyoruz, bir ton şey öğrendik kiltler hakkında fakat kimseye de soramıyoruz, “Bunun altına don giymiyormuşsunuz, doğru mu” diye... Keklenmediysek eğer, gerçekten de öyleymiş. Dikkat ettim, bizim gibi langur lungur da eğilip kalkmıyorlar. Frikik vermemek için oldukları yerde dizlerini kırarak hanım hanımcık eğiliyorlar. Askerde talimleri bile kiltle yapıyorlarmış. En zor yanı sürünmek. Dizleriniz nasır tutuyormuş: “Her-şey-İskoçya-için!”
KANLI SOSİS VE HAGGİS
İskoçya’da asla aç kalmazsınız. Lezzetli peynirleri, taze somonları, güzel etleri ve şarküterileri var. Tek yapmanız gereken Haggis’ten uzak durmak. Hemen her kasabada / restoranda / evde bu geleneksel yemekten var. Midenizi bulandırmamak için kabaca geçiyorum: Kremayla tatlandırılmış bir işkembe yemeği... Durun dahası var: Hala kusamadıysanız size İskoçların kanlı sosislerinden tavsiye ederim. Bildiğiniz hayvan kanını baharatla karıştırıp, bağırsaklara dolduruyorlar! Bir de onu kahvaltıda yiyorlar.
ÖZGÜRLÜK VE VİSKİ BİRLİKTE YÜRÜR
İskoç milliyetçiliğinin sembollerinden olan şair Robert Burns “Özgürlük ve viski birlikte yürür” demiş. E daha ne desin? Bölgede bilinen ilk viski 15. yüzyılda yapılmış. O gün bugündür de viskinin anavatanı olarak anılıyor İskoçya. Ve bu konuda oldukça hassaslar: Eğer bir İskoç barında tutup Jameson viski isterseniz hiddetle “Ama o İskoç değil ki, İrlanda markası” cevabını alıyorsunuz garsondan/barmenden...
JB, Chivas,Jack Daniel’s gibi Türkiye’de çok bilinen markaların İskoçya’da esamesi okunmuyor. Memleketin en meşhur viskisi Famous Grouse. Adını yine ülkenin en meşhur kuşu, keklikten alıyor. Damıtımevi adeta bir müze gibi işliyor. Avrupa’nın her yanından viski severler, meraklılar ve öğrenciler gruplar halinde bu damıtımevini gezmeye geliyor. Rehberler eşliğinde fermantasyondan distilasyona, şişelemeye kadar bütün aşamaları gösterip, birer viski uzmanı olarak sizi mezun ediyorlar. 
Ama damıtımevleriyle ilgili en güzel ayrıntıyı Famous Grouse’un değil Macallan’ın damıtımevinde öğrendim. Viski yapıldıktan sonra dinlenmesi için meşe fıçılara alınıyor. Bu fıçıların içinde beklerden küçük bir yüzdesi meşe tarafından emilip buharlaşıyor. Her fıçıda verilen bu kayba ‘meleklerin payı’ diyorlar.
ÜLKENİN SEMBOLÜ NESSIE
Loch Ness, İskoçya’nın Highlands bölgesinde yer alan İngiltere’nin en büyük tatlısu gölü. Yüzeyi 56.4 kilometrekare, en derin yeri 230 metre. 1500 yıldan beri bu gölde bir su canavarı yaşandığına inanılıyor. İnanılmasını bir kenara bırakın, İngiliz hükümeti canavar Nessie’yi 1975’te koruma altına bile aldı. Canavar gerçekten var olsun olmasın, ‘İngiltere’nin Lazları’ denen İskoçlar bundan para kazanmanın yolunu bulmuş. Bölgeye düzenlenen turlar önemli bir turizm kalemi.



scotland glencoe by ~max702 on deviantART

Tüm yazı için http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/17776264.asp?gid=66

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...