30 Eylül 2012 Pazar

Merlin'in 5.sezonu ilk bölümü "Arthur's Bane" ile başlayacak, haftaya

6 ekimde, haftaya cumartesi, Merlin BBC ekranlarında yeni sezonuna, ki bu 5.oluyor, başlıyor. İlk bölümün adı "Arthur's Bane", yazık olacak sanki Arthur'a ama bakalım. Bu da beklerken dayanabilmemiz için az biraz görüntü bölümden.

if you're afraid to die there's no room in your life to make discoveries

eylülün 30'u ya bugün.

we love turkish fans

Hürriyet'in haberinde gördüm bunu. Sonra da Facebook sayfasına gidip kontrol ettim hemen, orada da deliler gibi beğenilmiş ve yorum yapılmış bu resme.

Merlin'in BBC sayfası : http://www.bbc.co.uk/programmes/b00mjlxv

29 Eylül 2012 Cumartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi başlıyor ey ahali!

Hatırlayanlarınız olacaktır, geçen yıl yine ekim ayında bir "Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi" yapmıştım. Senelerdir onca yabancı yapımı film-dizi izleyip de çakma kültürümüzü edinmiş izleyiciler olarak, çocukluğumuza dair bir perili evin kapısını çalmaca, trick or treat yapmaca hatıralarımız olmasa da korku filmleri ve serüvenleri adına pek çok hatıramız var. Öyleyse demiştim geçen sene, bu ayı korku filmleri ayı ilan ediyorum. Bu sene hadi bunu biraz daha kendim çaldım kendim oynadımdan çıkaralım. Hep birlikte yapalım bu işi. Korku filmleri festivali olsun ekim ayı bizim için. Ben seçtiğim filmleri söyleyeyim önceden. İzlemediyseniz siz de benim gibi hepsini, beraber her hafta o filmi izleyelim, ben düşüncelerimi yazınca siz de söyleyin altına "aa çok yanlış izlemişsin olur mu hiçbir şey anlamıyorsun sen bu işten" gibi (Tabi öbür türlüsünü de diyebilirsiniz:D ). İzledikleriniz varsa içlerinde ya da hepsini birden falan izlediyseniz siz de altına kendinizinkileri önerin bu ay için, izleyecek 4 film seçip.
Öyleyse festivalimiz için seçtiğim filmler şöyle :
1-Plan 9 From Outer Space -1959
2-Dracula-1992
3-Gen-2006
4-La Casa Muda (The Silent House)-2010
Açıklamamı da önceden yapayım ki ne akla hizmet bunları izleyeceksin demeyin. Seçme kriterim en başta ImdB tarafından tür hanesinde "horror" olması filmin. "Thriller"ları seçmiyorum, özellikle horror seçiyorum ki saf, has korku filmine denk geleyim. Peki neden öyle korku filmleri arıyorum? Çünkü korkunun eski moda olanını, yani bir 1935 yapımı Frankestein gibi filmleri tercih ediyorum. Salak gençlerin saçma sapan bir şekilde ormana şuraya buraya düştüğü, kana susamış bir delinin onları biçtiği, her bir yerin kan revan olduğu o türleriyse önüme vampir koyun izlemem. Hayır gene kanlı olup usulünce adabınca bu işi yapanlar var, onlara birşey demiyorum ama diğerlerini tavsiye de etmiyorum, vaktiniz mi bol ne.
Neyse geçen seneye bir göz atmadan başlamayalım :
Hafta I: House of Frankestein
Hafta II: Psycho
Hafta III: Nightwatch
(Geçen yıl seçtiğim 4.film tam da öyle bahsettiğim o izlemem dediklerimdendi, miş yani sonradan fark edince izlememiştim, o yüzden geçen yıl sadece 3 film vardı.)
Hepimize bol keyifli ve korkunç bir ekim ayı olsun. Korkunç Ekim Korku Filmleri Festivalimiz başlasın!

27 Eylül 2012 Perşembe

24 Eylül 2012 Pazartesi

Charles Dickens'ın büyük mü büyük umutları ya da ümitleri

İlk defa 1860-61 arasında haftalık olarak yayınlanmış "Great Expectations". Uzun süredir bir Charles Dickens kitabı okumalıyım artık diye dolanıyordum. Sonunda kütüphanede bu 1967 yılından, Nihal Yeğinobalı'nın çevirisiyle Güven Yayınevi'nin bastığı, dışı ciltli, saman rengine dönmüş parçalanmak üzere olan, okurken cildin içinden kucağıma düşüveren, buram buram eski kitap kokan şaheseri bulunca hiç vakit kaybetmedim. Kütüphanede ara ara eskimiş, onlara göre zamanı dolmuş kitapları raflardan kaldırıyorlar. Sonrasında ne yapıyorlar bilmiyorum. Şu ara okumakta olduğum başka bir kitaptaki kütüphaneci karakter öyle kitapları götürüp geri dönüşüm yapan bir yere bıraktıklarını söylüyor ama o kıyamayıp eve götürüyormuş. Ben de kıyamıyorum, bu elimdeki kitabı geri kütüphaneye götürdüğümde büyük ihtimalle eski diye ayrılacaklar arasına konacak. Heba olup gidecek. Bende dursa, ona hakettiği özeni bir ben gösterebilirmişim gibi geliyor. Çok fazla bağlanmamak gerek biliyorum.
Unutulmaz bir gün oldu bu benim için; hayatımda çok büyük değişmeler yaptı çünkü. Ama, zaten herkesin hayatında öyle değil midir? Ömrünüzdeki sayılı günlerden bir tekini yaşanmamış sayalım...kaderinizin akışı kimbilir ne kadar başka olurdu! Bu satırları okurken bir an durun, hayatınızı saran o uzun zinciri düşünün...ister demirden olsun, ister altından, ister dikenden olsun, ister gülden...o sayılı günlerden biri yaşanmayıp da ilk halkası meydana gelmeseydi bu zincir belki de hiç örülmez, hayatınıza hiç dolanmazdı.
(...)
Ben Joe'nun eline sımsıkı sarılmış, yabancının gözüne, terbiye kurallarına sığmayacak şekilde bakarak teşekkür edip parayı aldım. Yabancı adam Joe ile B.Wopsle'ye iyi geceler diledi, bana o kısık nişancı gözüyle şöyle bir baktı. Ama, hayır, bakış değildi bu; daha doğrusu, gözünü ağır ağır kapamıştı. Bazan bir gözü yummak o gözle bakmaktan daha etkili olur.
(...)
Evden kaçıp bir gemici, bir asker olmadımsa bu benim vefalı oluşumdan değildir...Joe'nun vefasıdır. Sıkıldığım halde örs başında canla başla çalıştımsa, alın terinin değerine inandığım için değildir...Joe'nun alın terine verdiği değer, onun inancıydı beni çalıştıran. İyi kalpli, dürüst ruhlu, çalışkan bir tek insanın etkisi çevresine ne derece dağılır bilmem. Yalnız kendi üstümdeki etkiyi biliyorum. Çıraklık devremde herhangi bir iyi davranışım olduysa bunun kökünü, dünyayla barışık, sade bir kişi olan Joe'da aramak gerek...yoksa gözü hep yükseklerde olan, huzursuzluk içinde kıvranan bende değil!
(...)

Dostlarımız gibi olmayı istemek, insanın büyük bir zayıflığıdır. Eğer onlar zenginse, biz de zengin olmayı arzularız. Eğer onlar fakirse, o halde onlar kadar fakir olmanın bir sakıncası yoktur. Aptal olmaktan utanmayız; yalnızca, dostlarımızdan daha fazla aptal olmak utandırabilir bizi. Bu kıyaslama ile alakalıdır.
Bu ayrıca, birbeklenti meselesidir. Sahip olmayı zaten hiç ummadığımız şeyleri özlemeyiz de. Zengin olmayı hiç hayal etmemişsek, fakir olmak bizi hayal kırıklığına uğratamaz.
(...)
Estella ansızın bana doğru döndü. Kızgın değildi ama, son derece ciddi, samimiydi. Gözlerini gözlerime dikerek: "Sana da öyle bakıp güleyim mi istiyorsun?" dedi. "Demek seni de kandırıp aldatayım istiyorsun?"
-"Onu kandırıp aldatıyor musun Estella?"
-"Hem onu, hem de başka birçoklarını. Önüme çıkan herkesi aldatıyorum...senden başka. Hadi Bayan Brandley geliyor, bu lafı keselim artık!"
Ayrıca Joe Gargery'yi Atticus Finch'in yanına, gönlümdeki o en güzel yere yerleştirdim, "Pipçiğim iki gözüm."

"Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni"nin peşinde Muazzez İlmiye Çığ

Yıllar yıllar önce, bir yaz tatilinde eniştemin izmir'deki evin salonunda boyutunun 3 katı kadar fazla kitabı içinde barındıran ilginç kitaplığına merakla bakınıyordum. Orada kaldığım süre boyunca önceleri uzaktan, sonraları cama burnumu dayayarak, iyice sonrasındaysa içindekileri tek tek elime alarak bakınmıştım o kitaplığa. Kendiminki dışında etrafımda çok fazla kitaplık görmüşlüğüm yoktur genelde, annemden babamdan kitaplığı bırakın kitap bile kalmadı bana. Akrabalarımda da pek yoktur kitap biriktiren - hatta okuyan diyeceğim de şimdi buraya, demeyeyim - o yüzden çok ilginç gelirdi hep eniştemin kitaplığı ve kitapları. O kadar değişikti o kitaplar, adlarını sanlarını ilk defa duyduklarımdan tutun yıllardır efsane gibi baktıklarıma kadar her birşey vardı. Önüne, halının tam bitip döşemenin başladığı noktaya çöker, yarı okur yarı göz atardım.
Bir kitap vardı onların içinde, Erich von Daniken'in "Tanrıların Arabaları"  kitabı. Ortaokulda duymuştum ilk, tam olarak anlayamamakla beraber ne olduğunu, okumuştum bir yerlerde. Ve merak ediyordum, özellikle çılgınlar gibi mısırbilim'in içine dalmış çocukluğumda o kitapta Daniken'in eski mısırlıların bir ampül (ne kadar ironik olduğunu şu an yazınca fark ettim, hay allahım) çizdiklerini yazmış olduğunu okuduğum için daha bir merak ediyordum. Çöktüğüm yerimde açtım okumaya başladım. Dakikalar birbirini kovaladı, benim aklım yerinden oynadı. Okuduklarım kafamı o kadar karıştırmıştı ki kitabı elimden nasıl attığımı hatırlamıyorum. Henüz yeteri kadar şey okumamış, kendi düşüncelerini, kendi inancını oturtamamış benliğimde hatırı sayılır bir karmaşaya yol açmıştı o akşam okuduğum 20-30 sayfa. O yaşa gelene kadar annemlerden gördüğüm veya görmediğim, etraftan bildiğim kadarıyla edindiğim düşüncelere - temelsiz oldukların büyük bir derecede - ters şeyler söylüyordu Daniken. İnanmadığım ama biraz daha okusam inanmaya başlayacağıma emin olduğum ve bu yüzden de korkudan ödümün patladığı sayfalardı onlar. Sebep buydu işte, kafamın karışabilecek halde olduğunu biliyordum, farkındaydım cahilliğimin ve bu korkutuyordu beni.
Bir daha açmadım o kitabı. Yıllar yılları kovaladı, kutsal kitaplardan da bölümler okudum, dinler tarihine de giriştim. Herkesi ve herşeyi dinledim, çünkü her fikir, her inanç, her bir insan en azından dinlenilmeyi hak ediyordu, onu öğrendim. Ailemden öyle gördüğümden ya da her şeyin doğrusu öğretildiğinden değildi bu halim, insanların arasında yaşadıkça, gördükçe kendi kendime edindiğim birşeydi.
Ve dinin, inancın sadece ama sadece insanın kendisine ait, kendisiyle ilgili bir konu olduğuna karar verdim. Kimseye birşey göstermek, birşey ispatlamak zorunda değildim; kimsenin neye inandığı beni zerre kadar ilgilendirmezdi. "İnanmak" eylemi kendi ruhumuzla yaptığımız birşeydi. E ruhlarımızın da tek, bağımsız, özel olmadığını düşünen bir insan olabilir miydi? Ruhlarımıza kim karışabilirdi?
Ben de öyle yaptım. Aynen böyle, düşündüğüm gibi. Ama olaylar, dünya çok saçma bir yere dönüştü. Elimde değildir, her şeye kısasa kısas giderim. Siz karşıma geçip bağırırsanız siz bana bağırmaya başlamadan önce nasıl davranıyorsam öyle davranmaya devam ederim, ki bu kendi doğrularıma daha da bağlı olmamı sağlar. Bu yüzden bir yere girerken illa başıma bir örtü atmam isteniyorsa hayatta yapmam. Çünkü zaten üstümde bol bir pantolon, ondan daha da bol bir uzun kollu kazak vardır ve gayet üsturuplu bir halde o mekana saygısız olacak herhangi bir durumda değilimdir. İyice ısrar ederseniz en fazla sizi üzmemek için kapüşonumu geçiriveririm kafama. Önemli olan mekana ya da kişilere saygımdır çünkü, bunu saçımın görünmesi veya görünmemesi ile ölçemezsiniz. Gözlerim bile görünmez halde olabilirim orada belki ama içimden küfrediyorsam ya da oranın bana hissettirmesi gereken şeyleri hissetmiyorsam örtünmüşüm örtünmemişim ne anlamı var? Önemli olan kafamın içindeki, ruhumun hissettikleri değil mi? Önemli olan "insan" olabilmek değil mi?
Muazzez İlmiye Çığ
Her neyse, lafı gene yüz metre öteden dolandırdım. Asıl diyeceğim konu Muazzez İlmiye Çığ. Arkeoloji ile en ufak bir münasebetiniz bile olmuşsa kendisine bir şekilde rastlayacağınız bir bilim insanı Çığ. Hatta arkeolojiyle ilgilenmeseniz bile bu ülkenin yetiştirdiği önemli ve az sayıdaki bilim insanlarından biri olduğu için mutlaka en azından bir haberiniz olması güzel birşey olurdu. Çığ, taa 1914 doğumlu bir Sümerolog, Hititolog ve hatta Arkeolog. Müzemizde ne kadar çiviyazılı belge varsa tam 33 yıl boyunca onları okuyup, tercüme edip, üstlerinde çalışmış. Şimdi böyle bir insana saygı duyulmaz da ne yapılır.
Tüm çalışmaları sonucunda da pek çok bilimsel makale ve kitap yazmış durumda. "Bilimsel" kelimesini özellikle vurguluyorum çünkü böylesine çalışmalar, inanın veya inanmayın, saygı duymamız gereken çalışmalardır. Bu çalışmada da Çığ, okuduğu tüm o yığınlarca Sümer metninde bahsedilenlerin karşılığını kutsal kitaplarda buluyor. Oldukça titiz bir şekilde her bir olayı, mekanı, karakteri karşılaştırıyor ve böyleyken böyle diyerek bize düşünmemiz, akıl etmemiz için sonuçlar veriyor.
Tarihten bir miktar haberiniz varsa sizin de mutlaka dikkatinizi çekmiş olacak birçok konuyla beraber daha da az bilinen diğerlerini anlatıyor kitapta. Önce Sümer dininden ve diğer dinlerin karşılaştırılmasından bahsediyor. Ve başlıyor en ilginç olan kısımlara. Baş örtmenin, babil kulesinin, yaratılışın, adem'in cennetten kovulmasının, tufanın, eyüp peygamberin ve harut-marut meleklerinin hem sümer yazılarındaki hem de dinsel metinlerdeki ortaklıklarını-ayrıldıkları noktaları anlatmaya. Bunu oldukça yalın, anlaşılır ve ilgi çekici biçimde yapıyor ki okumak hem bir keyif oluyor hem de okurken düşünmeye, sorgulamaya başlıyorsunuz. Beynini çalıştırmak iyidir yani.
Tüm bunları illaki bakın ben böyle düşünüyorum siz de böyle düşünün diye yazmıyor tabiki Çığ. Ben böyle olduğunu gördüm, okudum, siz de okuyun karar verin siz bilirsiniz ama ben böyle inanıyorum diyor. Hakaret etmiyor, asılsız iddialarda bulunmuyor. Böyle birşey okudum ve bu beni bu sonuca götürdü diyor. Bizim de tam olarak yapmamız gereken bu zaten. Yazdıklarını okumak, kanıtlarına bakmak ve sonra kendi kararımızı vermek. Kendi kanıtlarımıza, kendi aklımıza danışmak ve mantığımıza güvenmek. "İnsan" olmak. Ve okumak. Çok okumak, çok düşünmek. Çünkü ilk emrin "oku" olmasının bir sebebi var. Oku ve aklını çalıştır. Çünkü seni "özel" kılan bu.

23 Eylül 2012 Pazar

labirentten terry'nin gidişine

Uzun bir aradan sonra ilk defa rüya gördüm bu sabah. Genelde olduğu gibi bunda da önce dışarıdan izleyendim sonradan kendimi rüyanın esas kahramanı olarak buldum.
İlk başta Harry Potter ve Ateş Kadehi'ndeki Üç Büyücü Turnuvası'nda olduğu gibi bir labirentte yolunu bulmaya çalışan-yarışan birileri vardı. Sonra yarış ilerledikçe bir kızın yolu labirentin içinde bir çıkmaz yola geldi. Daha doğrusu orası yolun sonu olmalıydı, labirentin çıkışını bulmuş olmalıydı ama o noktada bir çıkış yoktu. Onun yerinde ahşap bir duvarda, dar bir merdivenin basamakları ve basamakların sonlandığı en üst noktada birkaç raf. Bunları gördüğü anda kız, ben rüyanın içine daldım. Birden kendimi onun yerinde buldum. Artık yarışan da çıkışı arayan da bendim. Durup şaşırdım, napacaktım? Basamakları çıkıp, rafların en üstünü elimle yokladım. Belki bir çıkış yolu, bir kol, gizli bir geçide açılan birşey vardır umuduyla. Bu yarı karanlık dehlizde, rafların en üstünde elime kitaplar geldi. Biraz daha kaldırdım kendimi, oraya bakmaya çalıştım. 9-10 tane kitap. Hepsi de Can Yayınları'nın bu beyaz zemin üzerine bir çerçeve içinde resimler olan sade tasarımları var ya, onlardan gibiydi. İsimlerini okudum bir bakışta, bunun anlamı ne dedim kendi kendime. O anda şeyi de öğrendim, bu labirentte Açlık Oyunları'ndaki gibi bizi izliyorlardı. Düşüncelerimi bile duyabiliyorlardı. Hatta onlar da düşüncelerini duyurabiliyorlardı bana.


Daha da ilginci o sırada olay labirentten ve yarıştan daha tuhaf bir şeye evrildi. Orada, o dehlizde, o kitaplarla çözmeye çalıştığım şey Terry'nin nereye gittiği, neden gittiği, bunun başımıza neden geldiğiydi. Bunun derken kastettiğim şey Terry ile Candy'nin ahırda yakalandıkları ve Candy'nin yıkık kuleye kilitlendiği gecenin kimi eseri olduğu. Alın buradan yakın. Olay birden buna dönmüş oldu, ben de Candy oldum. En tuhafı dışarıdan, tepeden artık nereden izleniyorsa oradan beni izleyen de başrahibe olmuş oldu. Ama Candy'deki gibi kötü değildi rahibe, sert görünüp, benden yanaydı, yardım etmeye çalışıyordu düşünceleriyle. Anlamamı sağlamaya, cevapları bulmamı sağlamaya çalışıyordu. Kitaplara baktım ben de bir kez daha, sonra kafamın içinde rahibenin sesini duydum, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Anladığımı sandım, elimi kitapların olduğu üst tarafa kaldırıp masanın üstünü süpürür gibi kitapları süpürdüm ordan. Hepsi yere düştü, düşerken de öyle dağınık düşmedi. Yerde belli bir düzende, hepsinin kapağı yukarı gelecek şekilde, iskambil kağıtlarıymışçasına durdu kitaplar. Basamakta olduğum yerde durup, yerdeki kitaplara bakakaldım öylece. İsimleri mi birşeyler anlatmaya çalışıyordu yoksa diye tek tek aklıma kazımaya çalıştım ama boşunaydı. Normalde bile bunu aklımda tutamayacağımı biliyordum. Sinirlendim, neden bu kitaplar diye bağırdım içimden. Ne olmuştu o gece, nereye gitmişti şimdi Terry, neden bırakıp gitmişti beni? Kitapları tekmelemeye başladım. Sonra yine rahibenin sesini duydum kafamda, "Inside in, Outside out" diyordu. Ne saçma dedim, bunlar anlamsız hiçbir şey anlamadım ben. Beynim tekrar etmeye devam etti sözcükleri. Sözcükler habire beynimdeyken gözümün önüne görüntüler gelmeye başladı. O geceye dair şeyler görüyordum, ama o gece görmediğim şeyler görüyordum. Uzaktan yıldırımların gökyüzünü aydınlattığı bahçeyi, açılan bir kapıdan Terry'nin gidişini ve kuleyi görüyordum. Anlamaya çalıştım, cevap oradaydı, gözümün önündeydi ama göremiyordum, inside in outside out deyip duruyordum kendi kendime.
Uyandım sonra. Kitapların isimlerini hatırlamaya çalıştım ama nafile. Bu aralar çok stres altındayım galiba.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Confidence, Cohen.

The O.C. izlediğim dönemde - ki başından sonuna normal yayın akışı süresince tüm sezonlarını takip ettiğim, edebildiğim ilk dizidir o.c. - idolümdü Samaire Armstrong'un hayat verdiği Anna. Neverland'e de aldığım bu yandaki "Confidence, Cohen" resminin sebebi bu sahnede, ayrıca Nadasurf'ün şahane müziği ve sözleri de.




21 Eylül 2012 Cuma

To Kill A Mockingbird (1962) : Öyle ya, bu dünya üzerinde adalet sadece bir sözcüktü.

Atticus Finch: I remember when my daddy gave me that gun. He told me that I should never point it at anything in the house; and that he'd rather I'd shoot at tin cans in the backyard. But he said that sooner or later he supposed the temptation to go after birds would be too much, and that I could shoot all the blue jays I wanted - if I could hit 'em; but to remember it was a sin to kill a mockingbird.
Jem: Why?
Atticus Finch: Well, I reckon because mockingbirds don't do anything but make music for us to enjoy. They don't eat people's gardens, don't nest in the corncrib, they don't do one thing but just sing their hearts out for us.
Miss Stephanie Crawford: There's a maniac lives there and he's dangerous... I was standing in my yard one day when his Mama come out yelling, 'He's killin' us all.' Turned out that Boo was sitting in the living room cutting up the paper for his scrapbook, and when his daddy come by, he reached over with his scissors, stabbed him in his leg, pulled them out, and went right on cutting the paper. They wanted to send him to an asylum, but his daddy said no Radley was going to any asylum. So they locked him up in the basement of the courthouse till he nearly died of the damp, and his daddy brought him back home. There he is to this day, sittin' over there with his scissors... Lord knows what he's doin' or thinkin'.
Older Scout: There just didn't seem to be anyone or anything Atticus couldn't explain. Though it wasn't a talent that would arouse the admiration of any of our friends, Jem and I had to admit he was very good at that - but that was *all* he was good at... we thought.
Scout: I said, 'Hey,' Mr. Cunningham. How's your entailment getting along?
[...]
Scout: Don't you remember me, Mr. Cunningham? I'm Jean Louise Finch. You brought us some hickory nuts one early morning, remember? We had a talk. I went and got my daddy to come out and thank you. I go to school with your boy. I go to school with Walter; he's a nice boy. Tell him 'hey' for me, won't you? You know something, Mr. Cunningham, entailments are bad. Entailments...
[...]
Scout: Atticus, I was just saying to Mr. Cunningham that entailments were bad but not to worry. Takes a long time sometimes...
[...]
Scout: What's the matter? I sure meant no harm, Mr. Cunningham.
Older Scout: Neighbors bring food with death, and flowers with sickness, and little things in between. Boo was our neighbor. He gave us two soap dolls, a broken watch and chain, a knife, and our lives.
Rev. Sykes: Miss Jean Louise. Miss Jean Louise, stand up. Your father's passing.
Atticus Finch: No need to be afraid of him, son. He's all bluff. There's a lot of ugly things in this world, son. I wish I could keep 'em all away from you. That's never possible.
Atticus Finch: If you just learn a single trick, Scout, you'll get along a lot better with all kinds of folks. You never really understand a person until you consider things from his point of view... Until you climb inside of his skin and walk around in it.
Atticus Finch: To begin with, this case should never have come to trial. The state has not produced one iota of medical evidence that the crime Tom Robinson is charged with ever took place... It has relied instead upon the testimony of two witnesses, whose evidence has not only been called into serious question on cross-examination, but has been flatly contradicted by the defendant. Now, there is circumstantial evidence to indicate that Mayella Ewel was beaten - savagely, by someone who led exclusively with his left. And Tom Robinson now sits before you having taken the oath with the only good hand he possesses... his RIGHT. I have nothing but pity in my heart for the chief witness for the State. She is the victim of cruel poverty and ignorance. But my pity does not extend so far as to her putting a man's life at stake, which she has done in an effort to get rid of her own guilt. Now I say "guilt," gentlemen, because it was guilt that motivated her. She's committed no crime - she has merely broken a rigid and time-honored code of our society, a code so severe that whoever breaks it is hounded from our midst as unfit to live with. She must destroy the evidence of her offense. But what was the evidence of her offense? Tom Robinson, a human being. She must put Tom Robinson away from her. Tom Robinson was to her a daily reminder of what she did. Now, what did she do? She tempted a Negro. She was white, and she tempted a Negro. She did something that, in our society, is unspeakable. She kissed a black man. Not an old uncle, but a strong, young Negro man. No code mattered to her before she broke it, but it came crashing down on her afterwards. The witnesses for the State, with the exception of the sheriff of Maycomb County have presented themselves to you gentlemen, to this court in the cynical confidence that their testimony would not be doubted, confident that you gentlemen would go along with them on the assumption... the evil assumption that all Negroes lie, all Negroes are basically immoral beings, all Negro men are not to be trusted around our women. An assumption that one associates with minds of their caliber, and which is, in itself, gentlemen, a lie, which I do not need to point out to you. And so, a quiet, humble, respectable Negro, who has had the unmitigated TEMERITY to feel sorry for a white woman, has had to put his word against TWO white people's! The defendant is not guilty - but somebody in this courtroom is. Now, gentlemen, in this country, our courts are the great levelers. In our courts, all men are created equal. I'm no idealist to believe firmly in the integrity of our courts and of our jury system - that's no ideal to me. That is a living, working reality! Now I am confident that you gentlemen will review, without passion, the evidence that you have heard, come to a decision and restore this man to his family. In the name of GOD, do your duty. In the name of God, believe... Tom Robinson.

Eğer dünyamızda bir Atticus olsaydı adaletin insan olmanın doğal bir sonucu olduğunu, hınçla, kinle, nefretle, kuyruk acısıyla, intikam ateşiyle, korkuyla, paranoyayla kirletilmesi farz olmuş bir deli saçması olmadığını görürdük.
Ya da göremezdik. Çünkü biz insan değiliz, hiçbirimiz.
O ise Atticus.

[Resimler netten oradan buradan herkesin kolayca ulaşabileceği açık kaynaklardan. Filmden repliklerse IMDb'den. Ben ingilizce anlamıyorum diyorsanız, kitap her yerde kolayca rahatlıkla ucuza bulunuyor. Hatta direkt, lütfen, okuyun.]

19 Eylül 2012 Çarşamba

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Yanartaş tepelerinin ateşi Chimera ve onu yenen kahraman Bellerophon

Uzun vakitlerdir Dehşetengiz Mitoslar yapmamıştık. İşe girmeden önce büyük bir hevesle her hafta yazmaya çalıştığım Mitosları, hayatım memuriyetin zavallı köhne yollarına gömülünce tabiki yapamadım. En son tee aralıkta Altın Saçlı Lorelei'in pek dramatik hikayesini öğrenmişiz, sonra da ben gömülmüşüm depresyona belli ki. Çok da normal bu gömülmem, mitoslara başladığımda her hafta neşeyle, umutla arkeoloji bölümünün mitoloji derslerine konuk oluyordum. Kasımda işe girmemle birlikte küt diye pat diye çat diye kesildi o güzel, mutlu mesut günler (Bu ara böyle, devamlı surette hiç bıkmadan, üşenmeden şikayet edip durabilirim işten, duracağım da hatta, kötüyüm sonuçta. Neyse.).
Dönelim bu haftaki tüyler ürpertici mitosumuza. Bir süre önce Olmypos maceralarımı anlatmıştım. Orada her Olympos gezisinin olmazsa olmazlarından Yanartaş gezisini gerçekleştirmiştim. Yanartaş'ın diğer adı Chimera. Chimera'nın hikayesiyse bu alev saçan toprakların geçmişinde, çok eskilerde yatıyor.
Chimera, korkunç yüz tane kafası yıldızlara değen Typhon ile en az onun kadar ürkütücü eşi Echidna'nın çocuklarından biriymiş aslında. Şeytani gözlerinden zehir, kocaman ağzından kızgın lavlar dökülen Typhon'un çocuğunun da ondan aşağı kalır yanı yokmuş; Chimera da bir aslanın kafasına dişi bir geyiğin bedenine ve bir ejderhanın kuyruğuna sahipmiş. Çoğu zaman bir sürü kafası olduğu görülürmüş. O zamanlar Likya'ya korku saçarmış.
Esasında bu baba Typhon canavarların neredeyse en büyüğü, en delisiymiş vaktinde. Kükremesi bin aslan, tıslaması bin yılan kuvvetindeymiş. Dağları yerinden koparıp tanrıların önüne fırlatırmış. Sonunda Zeus dayanamamış ve gücünü toplamış, diğer tanrılarla birlikte dikilmiş tüm canavarların karşısına. Typhon tutmuş Aetna Dağı'nı koparmış yerinden, tam fırlatacakken Zeus göndermiş yıldırımlarını. Dağ düşmüş geriye, Typhon da altında kalmış. Güzel mi güzel bir perinin kafasına ama bir yılanın bedenine sahip eşi Echidna ise bu savaştan bir mağarada saklanarak kurtulmuş. Yanında da çocukları Nemea aslanı, Cerberus, Ladon, Chimera, Sfenks ve Hydra varken Zeus onların yaşamasına izin vermiş. Demiş ki bu savaştan, tanrıların bu yıkımından geriye bırakılan, yaşamları bağışlanan bu yenik canavarlar diğerlerine gelecekte örnek olsun, ayaklarını denk alsınlar.
Chimera ya da Khimera
http://www.theoi.com/Gallery/M14.3.html
Dedim ya, bu savaştan kurtulan Chimera tanrılara olmasa bile insanlara Likya'da eziyeti az görüyormuş. Dağların tepelerinde ateşler saçan bu canavara düzenli olarak kurbanlar sunmak zorundaymış insanlar. Onu yenecek, Likya'yı bu beladan kurtarak bir kahraman yokmuş henüz.
Bu sırada Corinth'te, kral Glaucus'un bir oğlu olmuş. Bellerophon - Belleros'u yenen adam - adını alan bu çocuk 16'sına geldiğinde maceralara yelken açmak üzere yola koyulmuş. Yolculuğunda Proteus'la tanışmış, arkadaş olmuş. Proteus Likya kralı Iobates'in üvey oğluymuş, Bellerophon'un her bir şeyini pek kıskanırmış aslında. Bizim saf Bellerophon onu kankası bilirken, Proteus bir yol bulsam da kurtulsam şundan dermiş.
Bunun için Bellerophon'un eline mühürlü bir mesaj vermiş, git bunu Likya kralına ulaştır demiş. Bellerophon Likya'ya ulaştığında görmüş ki durum içler acısı. Chimera adındaki bir canavar, her gece dağından inip kadınları, çocukları ve erzakları alıp, götürmekteymiş. Tüm krallık perişan ve korku içinde, dağlar taşlar canavarın kurbanlarının kemikleriyle doluymuş.
Bellerophon mektubu krala ulaştırmış gene de. Mektupta üvey oğlu, bu Bellerophon denen genci öldürmesini istemekteymiş kraldan. Düşünmüş Iobates, direkt öldürürsek biz bunu Corinth'le aynen savaşa gireriz sonu hiç iyi olmaz. En iyisi demiş, ben bunu şu canavarı öldürmeye göndereyim ki nasıl olsa kendiliğinden ölür gider biz de sorana bizi kurtaracak kahramanlık edecekti ama olmadı yazık deriz.
Bizim kanı kaynayan saf Bellerophon'umuz ise havalara uçmuş, yaşasın aksiyon macera olacak kahraman olacağım diye.
Gene de, belki o kadar saf değilmiş. Yola çıkmadan evvel Likya'nın en bilgin adamı Polyidus'a danışmış ne yapayım usta diye. Polyidus ise pek etkilenmiş bu zehir gibi delikanlının cesaretinden, gel bakalım genç demiş. Ona bir güzel kanatlı at Pegasus'tan bahsetmiş, onunla giderse canavarın üstüne, acayip akıllılık etmiş olacağını söylemiş. Ama ufak bir sorun varmış, Pegasus'u evcilleştirmek kolay değilmiş. Eğer Athena'nın  tapınağına gider, bir gece geçirir, ona adaklar hediyeler sunarsa tanrıça yardım edermiş.
Kaynak: Dr. Vollmer's Wörterbuch der Mythologie aller Völker.
Stuttgart: Hoffmann'sche Verlagsbuchhandlung, 1874.
Bellerophon da gitmiş Athena'nın tapınağında bir gece geçirmiş. Rüyasında tanrıça ona görünüp, demiş ki al bak sana altın yular (ya da dizgin, artık siz ne diyorsanız ata konulan o şeye, benim hiç atım olmadı bilemiyorum), bir de o at gider şuradaki kaynaktan suyunu içer. Sabah uyandığında Bellerophon, o altın yuları yanında bulmuş ve hemen koşmuş o suyun kaynağını bulmaya.
Ormanın içlerine doğru ilerlemiş, sonunda çalılıkların çok iyi gizlediği bir noktada pususunu kurup başlamış beklemeye. Pegasus gelip su içmek üzere dizlerinin üzerinde durunca da fırlamış hemen geçirmiş yuları boynuna. Kanatlı atların şahanesi uçmuş, uçmuş üzerinden silkelemeye çalışmış bu densizi. Ama boşuna, Bellerophon vahşi atları ehlileştirmede ustaymış. Sonunda kaderine razı olan Pegasus da bu kahramana hakkını teslim etmiş, yeni efendisi olarak bellemiş onu.
Eline upuzun mızrağını da alan kahramanımız ve atı, pis canavar Chimera'nın yaşadığı uçuruma gitmiş. Mızrağını kaldırıp saldırmış önce Bellerophon canavara ama ateşler saçan Chimera'nın alevlerinden kaçmak için hemen geriye çekilmiş Pegasus. Ama kahramanlar ya akıllılar da aynı zamanda, canavar yeniden nefesini toplarken o arada hemen saldırıp mızrağını canavarın şeytani kalbine saplamış Bellerophon.
Bir elinde canavarın kafası, kanatlı bir atın üstünde uçarak saraya dönen kahraman Corinth prensini gören krallık deliler gibi sevinmiş. Onun bu inanılmaz cesaretine hayran kalan kral da kızını Bellerophon'la evlendirmiş.
Kral Iobates ölene kadar mutlu mesut yaşamışlar Likya'da ama kral ölünce yerine geçmiş Bellerophon. Ve dayanamamış maceracı ruhu yine, duramamış durduğu yerde. Yeni yollar yeni maceralar peşine düşmüş. Karar vermiş en iyisi şu uçan atımla bir gideyim Olympos Dağı'na, tanrıları göreyim demiş.
O böyle kibirli kibirli uçarak yaklaşırken yüce dağlarına, Zeus sinirlenmiş. Böyle kendini bilmez bir ölümlü nasıl olur da bu şekilde bizi görmeye gelir ki diye yollamış bir atsineği üstüne. Biliriz ki her at bir sinekten muzdariptir ve zavallı Pegasus da önüne çıkan bu sineği kovalamaya çalışırken havada taklalar atmaya başlamış. Bizim akıllı Bellerophon'sa düşmüş üstünden, olduğu gibi yere kapaklanmış.
Ama ona en baştan beri yardımını esirgememiş tanrıça Athena dayanamamış gene ve düşüşünü yumuşak bir toprağa denk getirip hayatını bağışlamış. Bellerophon bundan sonra yalnız ve sakat olarak dünyayı dolaşıp durmuş, o şahane atının peşinde, belki bir gün bulurum diye.
Ama ne yazık ki Pegasus hiç dönmemiş geriye.

Ve bizim Olympos tepelerinde, Yanartaş'ın taşları arasından Chimera'dan kalan alevler hiç sönmemiş o vakitten bu vakte.

[Kaynaklarımız: http://www.pantheon.org/articles/t/typhon.html, http://www.theoi.com/Heros/Bellerophontes.html, http://www.pantheon.org/areas/mythology/europe/greek/articles.html]

18 Eylül 2012 Salı

Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer;kötülük yapanlar yüzünden değil,durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden.

Kimse, hiçbirimiz bir şey yapmayacak mıyız? Yapamayacak mıyız? Orada, her yerde, her gün bir sürü genç insan ölüyor. Pisi pisine ölüyor, sebepsiz yere ölüyor, saçmasapan bir şekilde katlediliyor. Birileri yapıyor, birşeyler için yapıyor ve biz, hiçbirimiz birşey yapmıyoruz. Devam mı edeceğiz oturduğumuz yerde dizilerimizi izlemeye, sinemada mısırlarımıza yemeye, salak saçma şeylere üzülüp durmaya, televizyonumuza gözümüzü dikmeye. Nefes almaya nasıl devam ediyor ciğerlerimiz? Nasıl hiç utanmadan, sıkılmadan nefes alabiliyoruz hala?
Ben hala nasıl o otobüse oturup, elimde Tolkien'in cümleleri Hurin oğlu Turin'in peşinde koşturabildiğimi, ekranda gülen, kahkahalar atan insanları izleyerek mis gibi yemeğimi mideye indirebildiğimi bilmiyorum. Hala nasıl tüm bunları yapabiliyorum bilmiyorum.
Siz nasıl yapabiliyorsunuz?

above all those who live without love

“The more I know of the world, the more I am convinced that I shall never see a man whom I can really love. I require so much!”
[Sense&Sensibility'den]

16 Eylül 2012 Pazar

Doğu Yücel'in "Hayalet Kitap"ı

2004 yılının başları. Lise 2'nci sınıftayım. Tüm hayatım boyunca fevkalade ilerlettiğim eğitim öğretim kariyerim ilk sallantılarını yaşıyor. Lise 1'in bitimi 2'nin başlangıcı ile birlikte zorunlu olarak alan seçmişim ve istediğim yoldan ilk defa bu kadar ters yöne gittiğimin ilk defa yüzüme şaklamaya başladığı zamanlar. Edebiyat öğretmeninin rehberlik dersinde masasına çağırıp, elinde dosyam, "e peki sen o zaman neden fen bölümü seçtin?" diye saf saf sorduğu, masanın çiziklerinden gözlerimi kaldırmadan yutkunarak gözyaşlarıma engel olmaya çalıştığım (ki aynı hocanın yüzüne karşı ağlayacaktım bir boş ders sırasında sınıfın tam dışındaki bankta tek başıma otururken), kimya hocasının tahtaya yazdıklarını diğer her şeyi anladığım sandığım gibi aslında zerrece anlamadığımı gördüğüm sınavlardan hayatımın ilk 3'ünü aldığım, artık ne akılla veli toplantısında fizik hocasına çıkışan babamın günahını ödetmeye çalışan hocanın tüm fizik derslerini ve okulu zehir ettiği zamanlar. Kendimi esaslı olarak ilk değil ama son da olmayacak şekilde kitaplara, filmlere, yazmaya, müziğe, radyo programlarına, dizilere ve düşünmeye - en dibinden düşünmeye hem de - verdiğim zamanlar.
Sinemaya Okul filminin geleceğini duyduğum zamanlardı ayrıca. Yerli filmler o zaman bu kadar fazlaca olmazdı, habire festivallere gidip ödül almazlardı. Türkiye'de korku - ya da gençlik korku "teen horror" - ilk defa yapılıyor diyerek duyurmuşlardı filmi. Sonuçta ergendim ben de, hadi be ilk mi vay bir görelim havasındaydım. Genç yazar Doğu Yücel'in bir kitabından uyarlanmıştı, öyle deniyordu ayrıca. Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları diye adı olan bir kitabı da vardı hem, tam hayal edip de olamadığım şeyleri temsil ediyordu ucundan azıcık bu "genç yazar". Ben de gençtim çünkü, yazıyordum kendimce ve öyle güzel bir kitap adı bulmuştu ki daha kitabı görmeden ne yazdığını kurmuştum ben kafamda, bayılmıştım hatta kendi kendime kurduklarıma göre o kitaba.
Kitapçılarda bulamamıştım tabi kitabı o zamanlar, filmin uyarlandığını da. Kitapçılar dediğim de Karanfil'deki Dost yani, o yaşta dershaneden çıkıp dümdüz yürüyüp oraya bakabilirdim bir tek. Ben de tüm heyecanımla filme gittim. Nehir Erdoğan'a zaten gıcık oluyordum, Melisa Sözen'e sevgimin ilk tohumları atılmıştı tıpkı şu Sinem Kobal'a uyuzluğumun tohumlarının atıldığı gibi. Berk Hakman'la tanışmıştım, dergilerden hala resim kestiğim zamanlar olduğu için resimlerini kesmiştim hatta. Burak Altay'a ise Güldem'in hissettiklerini hissediyordum, zerrece yakışıklı bulmadığım ama beni her türlü anlayan, yanında olmaya bayıldığım en iyi arkadaşım gibiydi. Film ise...Türkiye'de dram ve trajedi dışında yapılan her film gibiydi. Olmamış, olamamış, eğreti kalmış bir garip deneme. Korku filmiydi ama güldürüyordu - çok şaşırdınız değil mi? Efektler özenliydi ama biz o zamana dek neler görmüştük, o kapakları nasıl kendi kendilerine açtırdıklarını bildiğimi düşünmekten korkmayı aklımızın ucuna bile getirmiyorduk. Mizahı akıllarıyla değil, mini etekler giydirdikleri mankenlerle yapmaya çalışıyorlardı ve saçmalıyorlardı - buna da pek şaşırdınız biliyorum. Sonuçta filmi gittim gördüm ve tüm sönmüş heyecanımla eve geri döndüm. Bir daha da Doğu Yücel'i ve kitaplarını aklıma getirmedim.
bayılıyorum da bu poza ben.
Sonra tanrı "twitter olsun" dedi oldu. Yıllar yılı sadece kapağında bayıldığım biri olduğu sürece aldığım Blue Jean'deki yazılarını ya da işlerini aklımda tutmadığım Yücel'in twitterda takipçisi oldum. Böyle takipçisi demek de hakikaten belirli bir Psycho tınıları veriyor ortaya ama yapacak birşey yok, öyle çevriliyor. Neyse günler haftalar geçerken o da eğlenceli, faydalı, güzel tweetlerini atarken yeni kitabını yazdı. Varolmayanlar adını koydu, ben gene kıskandım. Niye bu kadar iyi isim bulabiliyordu bu adam. Alayım hemen okuyayım dedim, olmadı, yüksek lisansın içinde debeleniyor, zorla bilgisayar mühendisi yapılmaya çalışılırken işe girmekten kaçmaya çabalıyor ama tam da göbeğine düşüyordum ve olmadı. Kitapçıya kadar gittim, önünde dikildim kitabım ama almadım. Sonra bu sene bir haber daha verdi Doğu Yücel. Hayalet Kitap'ın 10.yılı dolmuştu, o kadar sene olmuştu öyle ya, yeniden basıyorlardı. Bu sefer bahanem kalmamıştı, zaten mutsuzdum, hep mutsuz olacaktım hiçbir şey değişmiyordu. Ben de gittim hem Hayalet Kitap'ı hem Varolmayanlar'ı aldım (yanlarına bir de onlara yaraşır "Bir Kurt Cobain Romanı"nı katarak). Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları gene yoktu tabi, başka bir 10 yıla belki dedim içimden.
İlk işim Hayalet Kitap'ı yemek yutmak oldu. Tabi ufak pek ufak bir sorun vardı ki kitabı okuma zevkimin içine etti. Kafamda habire 8 yıl önceki filmden görüntüler, karakterleri olayları hep onlarla karşılaştırıp duruyorum. Filmdeki oyuncuların da yarısından çoğuna gıcığım ya, kitaptakilere daha çok gıcık oluyorum okudukça. Hayır zaten kitapta sevilecek, azıcık sempati duyulacak bir karakter de yok ya neyse. Kötü yazıldıklarından falan değil yok öyle birşey de, hepsine ayrı ayrı sinir oluyorsunuz.
Olay şu aslında. Dokuz Eylül iktisatta bir Güldem var pek güzel, bir de ona aşık Gökalp. Gökalp bu yazan, üreten, hayal eden, düşünen adamlardan hani bildiğimiz. Güldem'se o kızlardan işte, hani güzel bulunan, kendini güzel bulmadığını söyleyen, anlamsız salakça insanları beğenen, büyük olasılıkla da akıl yoksunu kızlardan. Böyle yazınca sanki pek bir cadalozluk sezdim kendimde ama, valla değilim. Sadece kitaptaki Güldem'e acayip sinir olmuş olabilirim. Gökalp'e de olacağım hatta sinir, böyle çocuklar hep gidip böyle kızlara aşık olur bile bile manyaklar mı ne. Neyse. Gökalp hep küçük hikayeler yazar Güldem'e okusun diye, madalyonun bir tarafında aşk varken diğerinde dostluk varken hem de. Bir gün Gökalp, Güldem'e son bir hikaye bırakır "Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım." diye başlayan.
Ben şimdi sevdim mi sevmedim mi bilemiyorum Hayalet Kitap'ı. Mutlaka okuyun derim, rahat. Ama ne hissettiğim konusunda emin değilim kendimden. Bir kere tüm o satırları yazanın benim gibi, bu ülkedeki eğitim sisteminden nasibini almış, aynı olmasa da benzer yollardan geçmiş, benzer şeyler görmüş ve düşünmüş ve hala da aynı ülkede yaşayan bir genç insan olduğunu bilerek okudum. Aklımın köşesinde böyle bir gerçek olunca okuduklarıma çoğunlukla iyi niyetle, sevinerek baya baya da şaşırarak baktım. Hadi be o da böyle düşünmüş yok artık bu sadece benim yaşadığım birşey değil mi şeklinde tepkiler çıkarıp durdum. Bu güzel yanıydı. Kötü yanıysa kıskançlıktı. Ben de yazmak istiyorum böyle, ben de anlatmak istiyorum diye tepinip durdum. Öylesine içten, rahat, nasıl yaşamışsa nasıl görmüşse nasıl hissetmişse yazmıştı ki resmen cadılık yapmak üzereydim. Sevinçliydim ama çok, biri, bizden biri, böyle birşey yazmıştı.
"Bu kitap Platonik Aşıklar Krallığı'nın asil vatandaşlarına adanmıştır." diye başlıyor kitap ve üç bölüm boyunca tarihlerle ilerliyor; Hayalet, Korku ve Yalnızlık. Her bölümün başında yine bizden şeyler var, kah bir Tim Burton filmi repliği, kah bir Pink Floyd şarkısı sözü, kah bir Buffy sahnesi. Aşka, üniversiteye, hocalara, anneler babalara kardeşlere, arkadaşlara, sevgililere ve hayallere dair pek çok şey söylüyor Doğu Yücel.
Zaman, güzelliğin ve aşkın en büyük düşmanı. Neden günümüzün aşklarından memnun olmayan herkes geçmişe ve geçmişteki aşklara özlem duyar? Geçmiş saçmalıktır. Geçmişte de aşk yoktur. Geçmiş zamanın aşkları abartılıyor. Eminim geçmiştekiler de "Gelecek olsa da aşk daha özgür olabilse" gibi zırvalıklar düşünmüştür. Oysa gelecekte de geçmişte de karşılıklı aşk hiçbir zaman olmayacaktır. Aşkı yaşayan tek bir kişidir ve onun için işleyen zamanla karşı taraf için işleyen zaman farklıdır. "Sonsuz aşk", "Sonsuza kadar seveceğim" geyikleri, bunlar güzeldir ama hepsinin altındaki ana fikir şudur: Zaman oldukça aşk gerçek olmayacak.
(...)
İyi bir yalan söylemek için bir numaralı altın kural, söylediğinize önce kendinizin inanması gerektiğidir. Bu başlangıçta insana zor gelir, bir yalanla hem karşınızdakini hem de kendinizi kandırmanız zaten zor bir olaydır ama yaşınız ilerledikçe ve yalan söylemeye daha çok ihtiyaç duydukça bu iş bir alışkanlığa dönüşür. Artık iki hayatınız vardır: biri uydurduğunuz hayat, diğeri gerçek hayatınız. Gerçek hayatınız çok geçmeden sizden habersiz ilerlemeye başlar. Uyduruk hayatınız her yalanla birlikte güç kazanır ve kontrolünüzden çıkar. Artık hangisinin sizin hayatınız olduğunu bilemezsiniz. Bir şeyi rüyada mı gerçek hayatta mı yaptığını bilmemeye benzer bu.
(...)
Zaman tüneline dalmış, orada olası bir geleceğe gitmiştim. Ve o gelecek artık benim için mümkün değildi. Hayalet beni acımasız bir yolculuğa çıkarmıştı. İki sene önce verdiğim kararın yanlışlığını anlatan bir gelecek senaryosunda oynatmıştı beni. İktisat diploması yerine konservatuarı seçmem sonucunda gerçekleşecekler, biraz önce konuk olduğum dünyada kalmıştı. Ve ben bundan böyle her zaman orada yaşamak isteyen, kendi yaşamımda bir yabancı gibi dolaşan bir turist olacaktım. Cehennemi gezdiğinin farkına varan bir turist, başka bir şey değil.
(...)
Bir dersin temek formüllerini bilmek elbette bir öğrencinin o dersi özümsemesi için gerekli ama hocanın derste tahtaya yazarken bile kitabına bakarak geçirdiği, hatta geçirirken zaman zaman yanlış yazdığı formülleri bir beyne zorla sokma çabası "işkence" kelimesinin Türk Dil Kurumu'nun sözlüğüne göre yapılan "bir kimseye maddi ya da manevi olarak yapılan aşırı eziyet"  tanımına girmiyor mu?
(...)
Kadıncağız orada öylece o davetiyeye bakıyordu. Sonra kendini suçlamaya başladı. Yıllar önce onun konservatuara gitmesine karşı çıkmıştı. Öyle, çok sert bir tavır ortaya koymamıştı ama yine de karşı olduğunu belirtmişti. Çocuklarına görünür kurallar koymaktansa onların bilinçaltı tarlasına gizlice kurallar eken anne cinsindendi Güldem'in annesi.
Ah bir de imza gününe geldiğinde Ankara'ya, gidebilseydim o gün.

Bakmak isterseniz böylesi de var : http://www.duslervekabuslar.com/

14 Eylül 2012 Cuma

sonunda da elimizde kalan

İşte, Türkiye’de konser izlemek böyle bir şey. İster istemez siyasete, bürokrasiye dalıyor, çember member bir şeyler yazmak zorunda kalıyorsunuz. Oysa ne kadar umut dolu bir final yapmıştı Flea : “Müziği destekleyin! Müzik insanların sesidir. Her dinden, her şehirden insanların.”
Sonunda da elimizde kalan müzikti zaten.

[Çekme Kaset'te Çetin Cem'in Yıllardan Sonra Red Hot Chili Peppers yazısından.]

13 Eylül 2012 Perşembe

waffle mı derim stroopwafel mı derim yok efendime söyleyim Hollanda işi bunlar

Ağustosun 24'ü ABD'de ulusal waffle günüymüş, geçenlerde rastlamıştım. Taa 1860'da Amerika topraklarındaki ilk patentin alındığı tarihmiş bir waffle makinesi için. Makine dedimse öyle 35 bin ayarı, transistörü falan olan bir şey anlamayın. Altı üstü İngilizce'de "waffle iron" olarak ifade ediverip geçtikleri, üzerinde waffle pişirmeye yarayan iki demir parçasını anlatmaya çabalıyorum o makine sözcüğüyle.
Ne derece bayıldığımı söylememe gerek yok bu waffle denen tatlı mı tatlı leziz mi leziz sihir parçalarını. Bizde sadece tatlı olarak biliniyor sanırım tabi, o yüzden bayılıyorum ya ben de. Antik Yunan döneminden beridir bilinmekle birlikte, ilk defa "wafel" olarak adlandırılması Hollandalılar'a düşmüş 1744 gibi bir tarihte.* Sonraki adımları, bildiğimiz "vaat edilmiş toprakları bulan yoksul ve bedbaht Avrupalı göçmenler bulduklarını bu topraklara getirirken" hikayesi. Bu sebeple bizim gayet de yerinde bir hareketle sadece tatlılar diyarında bildiğimiz waffle'ın bizim sınırlarımız dışında böyle deniz ürünleriyle, kızarmış tavukla falan yenilebilirliği varmış ki ilk etapta öğürecekken mantıklı bir iki saniye verince insan kendisine neden olmasın diyor.
Hayır asıl diyeceğim, geçen gün Bim'de (evet Bim'de :D ve daha ki yengemin dediğine göre sadece de Bim'de satılıyormuş :p bakın siz şu Bim'in işine) çoook çok eskiden bir vakitler yemiş olup sonradan hiç göremediğim bir şeye rastladım : ufak bir paket içinde mini minnacık waffle'lar. Tabi bu paketi ilk denediğim vakitler, büyük bir açgözlülükle hatırlıyorum, direkt yemeye çabalamış ve akabinde neden bunlar böyle ince neden kayış gibi waffle değilki bu kim kandırıyor beni deyip saydırmıştım. Cahillik kötü meslek vesselam. Bu kez güzelce aldım elime, evirdim çevirdim, okudum ettim, inceledim, kokladım, dişledim, elledim. Sonuçta anladım ki yine bizim bu Hollandalılar'ın "stroopwafel" dedikleri geleneksel waffleları ile karşı karşıyayım. Yazdığına göre - ki paketin üzerinde bir miktar bilgi var ama çok değil, gerisini google tamamlıyor - Hollanda'da bu 1700'lerde ortaya çıkarılmış bir yoksul yemeğiymiş. Artan malzemelerden yapılırmış, her ailenin kendine özel bir tarifi varmış ve babadan oğula geçermiş (ahşap kulübelerinde waffle döken göbekli kırmızı yanaklı Hollandalı amcalar hayal edin "bak evlat biraz da bundan koyuyoruz biz"). Bu stroopwafel'lerin uluslararası camiadaki adı paketimizin üzerinde de yazdığı gibi "Holland Caramel Waffle". Paketin üzerinde Amsterdam silüeti olduğunu tahmin ettiğim sıra sıra evlerin resmi var.
Nasıl yenileceği konusu ise asıl lezzetini oluşturuyor. Her ne kadar öyle benim cahiliye devrim gibi açtığınız anda mideye indirebilirsiniz de deniyor ama asıl olarak ya fırına koyun bir iki dakika, ya da kaynar halde bardakta fincanda duran çayınızın kahvenizin üzerine kapatın azıcık buharını sıcağını yesin öyle başlayın ısırmaya. Kullanım kılavuzu böyle. Ben çayın üstünde kısmi bronzlaşacak diye sabredemediğimden direkt tost makinesinde bir iki durduruyorum, şahane oluyor. İç malzemesinde tereyağ, tarçın ve karamel varken dışında normal waffle hamurundan daha ince bir waffle hamuru var. Çok da güzel. Hele ki üzerinde nutella, alpella, sarelle türünden bir şeyler sürerseniz akıllara zarar ziyan oluyor, benden söylemesi.
Bana bir waffle yapanın kırk yıl kölesi olurum artık.

*Tez yazıyorum ya, kaynak gösterme paranoyaklığım var bu ara az buz değil. Bunun da kaynağı şurası: http://abcnews.go.com/blogs/lifestyle/2012/08/national-waffle-day-celebrate-with-7-scrumptious-recipes/
Ayrıca internette deliler gibi bilgi var stroopwafel hakkında,
Diana's Dessert
Holland.com
Caramel Cookie Waffles
Bir de böyle çabalı bir arkadaşımız var : 

12 Eylül 2012 Çarşamba

I'd swear that I do not know exactly what I want**

ben istedim olayım şöyle
Kadınlar saçlarının şekline veya rengine veya ikisine birden birşeyler yapmaya başlamışlarsa bu durum, kesinlikle bir çeşit bunalıma ucundan kıyısından dokunmakta olduklarının göstergesidir - diye geçer tüm dünyanın genelgeçer yazısız kurallar kitabında.
Benim için saçımla oynamanın çok daha gelişmiş, seviye atlamış bir bunalım göstergesi olması artık yıllardan beri süregelen bir gerçek. Gidip saçma sapan birşeyler yapmaya başlamışsam saçıma bu gayet açıktır nettir : dibi kazıyorumdur. En basit haliyle, saçımı değiştirirsem kafamı, kafam sayesinde kişiliği, kişiliğim sayesinde de kör talihimi, makus kaderimi, lanet olasıca hayatımı değiştirebilirim zannediyorumdur. Çabalıyorumdur en umutsuz halimle.
Gene o haldeyim. Hatta o halin daha bile dibindeyim. Yaş ilerledikçe herşey daha da ulaşılmaz, daha da hayal, daha da acı oluyor. Ciddi ciddi çıldırmanın eşiğindeyim, size fazlasıyla belli edemiyorum. Neyse öyle sanıyorum ki bu durum, bundan sonraki pek çok dizi halinde postun konusu olacak, bir açacağım ağzımı burada böyle hep birlikte içimiz dışımız böğrümüz dibimiz kararacak. Ama dedim ya, sonraki postlara artık.
o oldu böyle
Şimdiki halim bu çemkirmeye başlamadan önceki anlamsız çırpınışlar durumu. Bir süre önce markette kutusunun üzerindeki rengi pek beğenip aldığım, banyoda bir köşeye koyup bakışıp durduğum saç boyasını en sonunda bu geçtiğimiz haftasonu denedim. Pek beğendim dediğim renk garnier'nin üzerinde saray kızılı yazan paketindeki renk. Niyeyse paketin üstündeki rengin benim kafamda da oluşacağını falan düşündüm yine o zaman öyle bir halde. Oysa biliyorum adım gibi, daha önce birkaç defa saç boyaları ile tecrübem var, neyin ne derece olacağını tahmin edebiliyorum. Gene aldım boyadım. Yaklaşık 2 saatin sonunda kafamın üstü açık kırmızı, gerisi aralarında alevler dansa başlamış kahverengi oldu. Öyle bir saçma durumdu ki burada ne ben anlatabilirim hakkınca, ne de siz gözünüzde canlandırabilirsiniz.
Bir de o halde dışarı çıkıp başka bir saç boyası almak zorunda kaldım. Bunu ne örter hem de kendi saçımın rengine ne benzer diye bakınıp, yine garnier'nin çikolata kahvesinde karar kıldım. Aldım doğru eve boyamaya. Ama iki gün üst üste boyayı basınca kafaya acıdı tabi. Normalde yakmaz etmez beni. Bu sefer ikincide kafamın üstü bildiğiniz alev aldı gibime geldi. Dayandım, o saçma rengi yok edeceğim diye.
Bu ikinci 2 saatin sonunda ise o "çikolata"nın bitter olduğunu anladım, ben yanlış anlamışım en başta. Sütlü falan değilmiş, saçımın kendi rengiyle alakası yokmuş. Şimdiki halim kafamın üstü gölgede koyu kızıl-kahve, güneşte parıl parıl kırmızı, saçımın geri kalan kısmı uçlara doğru gittikçe koyulan bitter çikolata ile aralarında kırmızı ışıltılar şeklinde.
Natalia Oreiro'yu ilk tanıdığım bildiğim zamanlardan bu güne dek ara ara her görüşümde saçını değiştirmiş olurdu. Bir bakardım kazıtmış neredeyse, bir bakardım lüle lüle. Bir bakardım sarının en sarısı, bir bakardım zifiri karanlık. Derdim eskiden kendi kendine bu kadın ne renkli neşeli hareketli bir insan böyle diye. Kim bilir belki de sadece öyle görünüyordur.
ah naty vah naty
**Cambio Dolor'da der ya hani Naty "I'd swear that I do not know exactly what I want, but I know I'd die if I stay in the middle of it/That's why when I fly to other roads to know the real world/It's not late yet though I'm feeling like this now/And many fears appear, that won't let me think/And It's hard for me to think what's coming on/I trade pain, for freedom/I trade wounds for a dream that will help me to go on/I trade pain, happiness"

9 Eylül 2012 Pazar

Çizgi roman Baskerville Laneti ve tvdeki Sherlocklar Watsonlar


Anladığınız üzere Sherlock deliliğim son sürat devam ediyor. Martı Yayınları'nın başladığı serinin ilk iki kitabını okumanın yanısıra bbc'nin meşhur Sherlock'unun da iki sezonunu - ki iki sezon dediğim toplamda 6 bölüm=90dakikaX6bölüm - acayip bir heyecanla izleyip bitirdikten sonra daha başka neler bulurum diye bakınmaya başladım. Sonunda kütüphanede Ntv Yayınları'nın çizgi roman dizisinden Baskerville Laneti'ni buldum. Holmes ve Watson'la tanıştığım ilk hikaye bunun İngilizce "stage" serilerinden biriydi, ki ondan o zamanlar zerre kadar birşey anlamamıştım. O yüzden bu çizgi romanı görünce bir yandan çok sevindim, okuyup da bilemediğim ve bbc yapımındaki versiyonundan orijinalinden feci derecede farklı bir halini görmüş olduğum bu Sherlock macerasını öğrenebilecektim. Bir yandansa tırstım, başıma gelecekleri biliyordum.
Çekinmemim sebebi çizgi roman olmasındaydı, hala öyle. Çünkü bir yerde resim ve yazı varsa ben kesinlikle yazıya takılırım. Resim olmasından da değil, yazının yanında her ne olursa olsun ben mutlaka yazıyı görürüm, ona bakarım, aklım ona kayar. Bu yüzden altyazıları kabuslarımdan biridir mesela. Mümkün olduğunca onlarsız izlemeye çalışırım filmleri, hatta en küçük fonta getiririm, iyice anlamadığım bir şeyler söylüyorlarsa dikkat eder bakarım. Tüm resmi, olayı görebilmek için yazıları aklımdan çekmem gerekir.
Bu yüzden çizgi romanlar beni deli eder. Gözlerim ve aklım tüm roman boyunca savaşır durur. Beynim dolanır, midem bulanır. Her sayfa çevirişimde gözlerimi yumar, "önce resme bak önce resme bak" diye kendimi ikna etmeye çalışırım. Küçükken gazetenin verdiği Tommiks'lere bakarken fark etmiştim ilk. Tüm çizgi romanı okuyup bitirdikten sonra duruyordum, düşünüyordum, aklıma tek bir kare gelmiyordu. Açıp geri resimlere bakıyordum uzun uzun.
Bunda da aynı şeyi yaşamamaya çabaladım. Uzun uzun Sherlock'un sabahlığını, Watson'ın yüz çizgilerini, kırsalın manzarasını inceledim durdum. Çizer I.N.J.Culbard'ın çizimleri benim için tamamen yeni bir dünya oldu (Çizgi roman kültürüm neredeyse sıfır çünkü, anlattığım sebeplerden). Ama Kutlukhan Kutlu'nun yaptığı çevirinin asıl cümleleri Ian Edginton'a ait ve bana fazlasıyla tv Sherlock'unu hatırlattı. A.C.Doyle'un yazdığı Sherlock ve Watson bence bbc versiyonundan oldukça farklı, bunu sadece zaman dilimi açısından söylemiyorum. Hatta onu işin içine hiç karıştırmayalım. Kişilik olarak bence büyük farklılıkları var tv ve kitap Sherlock'larının. Ama bu çizgi romandaki Sherlock neredeyse Benedict Cumberbatch'in çizdiği portreyle aynı. Gerçi Edginton Lucasfilm, Paramount Pictures'ta falan birçok projede - bildiğimiz hemen hemen tüm popüler ve büyük yapımlarda - çalışmış bir insanmış, popülerliğe aşina olması doğal karşılanmalı.
Çizgi roman ilk olarak 2009'da basılmış. Girişinde önce en güzelinden bir A.C.Doyle biyografisi, ardından pek detaylı bir 221B Baker Street planı çizimi ve Daniel Stashtower'ın öykünün tarihçesi ve ortaya çıkışı ile ilgili acayip keyifli bir yazısı var. Öykümüz bitip, Son yazısını gördükten sonra da Culbard'ın eskiz defterinden çizimlerin oluşumuna dair birkaç örnek ve anlatım yer alıyor. Toplamda 136 sayfada ve normal kitap boyutundan bir boy büyük bir şekilde tüm bunları görüyor, okuyor ve zevkten dört köşe oluyoruz, esası bu.
Baskerville Laneti, orijinal adıyla Hound of Baskerville bbc versiyonunda da 2.sezonun 2.bölümünde anlatılmıştı. Tabi 21.yy.'a bulanmış pek çok değişiklikle birlikte. Ama onun da ayrı bir tadı var, görmenizi tavsiye ederim. Yeni sezonu 2013'ün başlarında yayınlanmaya başlayacakmış, bbc öyle açıkladı.
Bu sırada, Amerikalılar elma armut toplamadı. Kanımca ünlü - Sherlock'un aslında hiç sarfetmediği - "Elementary Watson, elemantary." sözünden ilham alarak isim verdikleri Elemantary dizisi 27 eylülde yayınlanmaya başlayacak. Cin fikirli olmak iyidir, ama o kadar da cin fikirle dolmak hayra alamet midir bilemem, çünkü Elementary'de Sherlock'umuzu Jonny Lee Milller canlandırırken, Watson'a Lucy Liu'yu uygun görmüşler. Kendisi Joan Watson gerçi. Bir yandan hem geleneksellikten uzaklaşamamış, Sherlock'a yine bir İngiliz'i koymuşlar, öte yandansa biz çok yenilikçiyiz manevralarına girmişler. Ne kadar başarılı olur bilemem, ama ben her halikarda adadan ne çıkarsa ona bayılırım, bizim Sherlock'un eline su dökemezler.

:D
Sherlock: I uses my senses, unlike some people. You see, I am fine. In fact, maybe better. So just leave me alone.
John: Yeah. Okay. Okay. So why would you listen to me? I'm just your friend.
Sherlock: I don't have friends.
John: No. Wonder why.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...