30 Ocak 2017 Pazartesi

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 3

Münih'ten bir gece vakti yola çıktık yine flixbusla. Münih'te flixbus'a ve tabi diğer otobüslere binilen yer aynen inilen yer :) ZOB Münih ismi. Bir bina var allahtan, diğer şehirlerin aksine, onun içinde soğuktan korunabiliyorsunuz. Geceyarısından sonra olmasa belki binanın içindeki dükkanları ve kafeleri de açık bulabilirdik diye düşünüyorum ama biz o saatte sadece diğer bekleşenlerle ve evsizlerle birlikte loş koridorun kenarlarına çöküp, bekleyebildik. Nürnberg'de otobüs nasıl saatlerce geç geldiyse, Münih'te de gıcıklığına erken geldi. Bekleyecek sıcak yerimiz var ya hemen gelsin tabi. Ve bu noktada flixbusla, avrupa insanıyla, dünya insanıyla ilgili gerçeklerden bahsetmem gerek. Flixbus'ın web sitesinde reklamını yapmasına kanmayın, her otobüsünde priz yok. Olan otobüsünde de sadece cam kenarında olduğundan, Münih'te de deneyimlediğimiz gibi, insanlar otobüs gelince akın ediyor ve tek tek cam kenarlarına sıralanıyorlar. Viking istilasından, Moğol ordularından daha beter bir hale geliyorlar. Ne kültürü, ne saygısı, ne insanlığı kalıyor. Bir priz uğruna cinayet işleyecek yaratıklara dönüşüyorlar. Biz sonunda otobüse adım atabildiğimizde ki en son biz binebildik, tek tek herkes cam kenarına oturmuş, prize telefonunu takmıştı. İki katlı otobüsün üst katında ancak yer bulup oturduk zaten.
Münih'ten Viyana geceyarısından sonra binip, sabah 5-6 civarı ulaştık. Bu arada sınırlardan geçiyorsunuz ya polis binip tek tek herkesin kimliğine, pasaportuna bakıyor. Viyana'daki terminal Erdgergstrabe'de. Orada da bir ufak bina var en azından içinde bekleyebiliyor, biletinizi falan alabiliyorsunuz. Ama o sabah biz resmen enkaz halinde olduğumuzda bunların hiçbirine dikkat edememiştim. Otobüsten indik ama ayakta zor duruyoruz, yorgunuz, açız, soğuk. Google maps yine çıldırtıyor. Hostelimize gitmek için bineceğimiz şeyi gösteriyor ama ona binmek için 3 günlük yol gitmemiz gerekiyor falan. Önce bir yürümeye başladık, yarım saatten fazla yürüdük o halde. Böyle ostim gibi bir yerden geçiyoruz. Google'ın gösterdiği yol yok, kaldık bir noktada. Google diyor buradan girin ama orada öyle bir şey yok. Aynı yolu gerisin geri yürüdük, otobüs terminaline geldik. Bu arada sırtlarımızda milyonlarca kiloluk çantalar var. Ölüyoruz. Etrafta insan yok, çünkü güneş yeni doğuyor. Sonunda terminalin yakınındaki metro istasyonunda durup ne yapıyoruz biz dedik ya. Ne yapabiliriz yani? Şimdi burada yazmaya kalkışsam 3 gün sürecek bir sürecin ardından, ki bu süreç birkaç kere metro değiştirmeyi-bir durakta yeryüzüne çıkıp yarım saat etrafında dolanmayı ve tramvay otobüs durağı aramayı-sonunda köhne trenlere binmeye çalışmayı falan kapsıyor. Keşke kameram olsa da o 2-3 saati çekebilseymişim. Ben ağlardım izlerken, siz de ölürdünüz trajediden.
Sonunda hostele vardığımızda ruhumu teslim etmiştim. Bu arada hostel hütteldorf Viyana'da değil, öyle derlerse okursanız falan kanmayın. Viyana ile alakası yok, Hütteldorf diye bir kasaba orası. Pek de şirin ufak bir yer ama Viyana değil! Bir de hostel tepenin başında, ciddi anlamda tepeye tırmanıyorsunuz, bu sefer abartmıyorum. O halde sonunda resepsiyona ulaştığımızda dedim ki kardeş allah rızası için 2 kişilik odanız boşsa bizi ona geçiriver. Çünkü burada da yatakhanede yatak  ayırtmıştık. Bu sefer nasıl olduysa şans yüzümüze güldü. İki kişilik oda hem boştu hem de hazırdı, direkt geçebilirdik. Oysa yatakhane yataklarımızı öğleden sonra 3'e kadar bekleyecektik. O an o odaya ücret olarak kafanı kopar bırak dese resepsiyondaki genç, bırakacaktım yeminle. O kadar bitmiş haldeydim. Bu arada çarşafları bir pakette veriyorlar resepsiyonda ve geri çıkarken onları da bırakıyorsunuz, sistem öyle.
O gün öğleden sonraya kadar uyuduk valla. Normalde saatten, günden tasarruf etmek için gece yolculuğu yapılır ya, bizim için pek bir anlamı olmadı. Gece uyumadık yol gittik ama geldik sabah uyuduk hostelde. Bu arada hostel pek iyi değil, Hütteldorf yani. Haberiniz olsun. Floransa'daki Ottaviani kötülükte bir numaraysa bu da ikiydi.
Viyana'dan aklımda kalanlar da çok değil. Haa anlatacağım, gezdim canım. Asıl amacım oraya gitmekteki The Lumineers konseriydi o yüzden sadece aklımda pek fazla yer kalmamış. Roma'ya geldiğim ilk günlerden itibaren zaten internette habire tarih kovaladım, Paolo Nutini, The Lumineers ve Kaleo için. Ancak The Lumineers'ı yakalayabildim tabi, en azından buna şükrediyorum. Param yetmiş olsaydı, ocak sonunda Kaleo'yu da Brüksel'de yakalayacaktım ama olmadı. Paolo'ya ise mümkünatı yoktu, Edinburgh'ta Hogmanay'de iki gece üst üste çıktı ama o adaya ayak basmak için merkez bankasını sırtlanmam lazımdı.
Ama The Lumineers konseri şimdiye kadar iyi ki de yapmışım dediğim çok nadir şeylerden biri oldu. Öylesine güzel, öylesine içten, öylesine mükemmeldi ki o gece.
Viyana'ya aslında 2008 ağustosunda gitmiştim. Tabi o zamanlar Neverland yok, hala elim kalem tutuyor günlüklere yazıyordum. Her şeyin karmakarışık olduğu o yaz (başımda kavak yelleri esen o yaaaaş) kuzenimin bir tanesi orta avrupa turuna gidiyorum dedi işyerinden bir arkadaşıyla. Diğer bir kuzenimle bana da söyledi, biz de atladık onlarla gittik. Hiç hesapta yokken ilk defa yurtdışına çıkışım böyle de saçma, böyle de gereksiz olmuştu. Yıllarca hayalini kurarsınız bir şeyin ama sonra çok farklı olur ya hani. Ben ilk defa çıktığımda Mısır'a ya da Kamboçya'ya gideceğim diye hayal denizinde yüzüyordum, ama şansıma geveze tur rehberiyle orta avrupa düştü. Buldun da bunuyorsun pis şımarık diyorsunuz evet ama ben o kızdığınız açıdan şikayet etmiyorum. Bu durum beni hazırlıksız yakaladı, tamamen cumburlop gittim ben o geziye diye sövüyorum kendime.
O yüzden 2008'den Viyana olarak aklımda kalan bir gece vakti ışıl ışıl, kalabalık, sesli cümbüşlü bir büyük cadde, o caddedeki sokak müzisyenleri, mozartlı çikolata dükkanı ve italyan pizzacısı. Ve o zaman bile doğru düzgün gezmemiş, görmemiş olmamam rağmen sevmiştim Viyana'yı. Bu sefer de çözemedim neden sevdiğimi aslında. Yani küçük yerleri sevmiyor oluşumdan olabilir diyeceğim ama ilginç bir şekilde Viyana'nın geniş sokaklarında, büyük binalarında, heykellerle dolu parklarında beni ele geçiren bir şey var. Çözemiyorum. Nürnberg'de yaşardım dedim ya hani, sevimli bir fantazi o. Bir ay geçmeden bunalırım ben öyle yerlerde. Viyana ise...çok daha fazlası.
Demişken belirteyim, Viyana heykel dolu park cenneti. Akşamları belli bir saatten sonra çoğu kapatılıyor ama gene de her yerde onlar var. Bir de o heykeller hep tanıdıkların. Hani işte bizim Mozart, Beethoven, Goethe falan.
Bu arada buradaki "kent simgemiz" de Mozart. Onun evine gittik. Böyle de görünce insan zannediyor bir Dürer gibi. Ama değil. Mozart abimiz burada sadece 1784-1787 arasında yaşamış. Suyundan faydalanalım hesabı. 3 kat boyunca yine sesli rehber eşliğinde Mozart'ın ve ailesinin hayatını dinliyorsunuz. Nasıl müziğe başladı, eşiyle nasıl tanıştı, nasıl yaşadılar, kimlere ders verdi, kimlerle dost-düşman oldu, hangi senfoniyi ne zaman nasıl yazdı...Odalar hemen hemen onun zamanındaki gibi korunmuş güya ama eşya niyetine bir iki kap kacak koymuşlar, onlar da Mozart'ın ailesinin falan kullandığı şeyler değil, onun döneminden kalma şeyler diye örnek olsun diye koymuşlar. Yani bir yandan demeye de tırsıyorum acaba çok mu düz bir insanım diye ama Mozart evinde hakikaten görülecek bir şey yok. İnternetten okuyabileceğiniz bilgileri dinliyorsunuz, bir de senfonilerini dinliyorsunuz. Yani tamam ev güzel, ben bayılırım böyle yerlerde dolanmaya falan ama size kattığı bir şey yok. Bir de 11 euro yani. İndirimlisi de 9. (http://www.mozarthausvienna.at/)
Onun hemen dibinde St.Stephen Katedrali var. Hani o değişik renkli, motifli çatısı olan. Katolik kilisesi ve taa 1160'tan kalma. Tabiki şimdiki hali değil canım, başlangıcı işte.
Bir başka güzel görüntü, noel marketlerinin, süslemelerinin başlamış olmasından dolayı Maria-Theresien-platz'daki cümbüştü. Herkes oraya gelmişti. Burası aslında Museumsquartier denen kısmı şehrin. İki meydan var, etraflarında koca koca müzeler. Ortada da devasa heykeller. Müzelerin hiçbirine girmedik biz, zaten hep akşama denk gelmiştik.
Ama müzelerin hiçbirine girmemiş olmamız başka saçma bir şey yapmamıza sebep oldu Viyana'da. Belvedere Sarayı'na girdik. Hem de kapanış saatine birkaç saat kala. Hem de tam 17 euro vererek. Valla hayatım boyunca bir bu 17 euroyu bir de Pisa'daki kruvasanla kahveye verdiğimiz 17 euroyu unutamayacağım. Aslında Klimt'i kendi gözlerimizle görelim hevesiyle sanırım yaptık böyle manyaklık. Gerçi bir dolu başka güzel eser de vardı tamam ama gene de...İçim acıyor be. (http://www.belvedere.at/en)
Ha bir de Schönbrunn Sarayı'na gittik, nasıl unuturum. Saray saray dolaşmışız maşallah. Ama önceki Nymphenburg Sarayı deneyimimiz burada işimize yaramadı. Çünkü biz öbürüne o kadar para verdik de iki oda vardı diye burada da bir şey yoktur deyip giriş bileti almadık, içine girmedik. Halbuki burada görülecek daha çok şey varmış, Nymphenburg gibi değilmiş. Buranın da bahçesi yok, içerisi devasa. Kısmet. (https://www.schoenbrunn.at/en/)
Son olarak da Viyana'dan bir akşam vakti Bratislava'ya geçtik flixbusla. O da hiç kolay olmadı tabi. Viyana'daki o tuhaf istasyonda otobüsü başka bir noktada beklediğimiz için kaçırdı. Bir saat sonrakine bindik falan. Neyseki Viyana-Bratislava arası bir saat de Ankara'dan Kırıkkale'ye gitmiş gibi oluyorsunuz.
Otobüste yalnız, bir çocuk takıldı peşimize. Yani önüme oturdu önce. Sonra muhabbet etmeye çalıştı. Sonra Türkçe bir şeyler söyledi, ben şoka girdim. Sonra milyon tane dil mi ne biliyormuş da ondanmış falan öyle dedi. Bratislava'da inince de yardımcı olmaya çalıştı, hosteliniz nerede göstereyim götüreyim falan diye. Biz o kadar tırsmış o kadar ürkmüş halde bakıyor ve kaçıyorduk ki herhalde (suçlayabilir misiniz hepimizin kadınlar olarak kendi ülkemizde bile yaşamak zorunda kaldığımız muameleleri düşününce), çocuk yok yok valla bir şey yapmaya çalışmıyorum sadece burada da yaşadım biliyorum etrafı saat de geç ondan dedim diye bir şey oldu. Gene de çocuğu başımızdan savıp, hostelimize doğru yürüyüşe geçtik.
Bratislava zaten avuç içi kadar bir yer. Bir de böyle sanki her an kafanızın üstünden bombardıman uçakları geçmeye başlayacakmış gibi bir havası var. Yani resmen tüm şehir, binalar, insanlar II.Dünya Savaşı'ndan, Soğuk Savaş döneminden falan kalma gibi. Herşey herkes yıkık dökük, soğuk. Öyle benim sevdiğim nostalji havasında bir eskilik değil yani, döküklük.
Burada ilk durağımız kaleydi. Bratislava kalesi. Bratislavsky Hrad. Kasım ayında öldürücü derece soğuk ve rüzgarlı kale, çıkmayın. Birşey de yok. St.Martin Katedrali'ne girdik sonra. Fena değil. 13.yy.dan kalma bir katolik katedrali gene. İçinize baygınlık getirdim biliyorum.

Bratislava diye dolandığımız yer de bu yukarıdaki yerdi işte. Yine noel marketleri vardı, ekmeğin arasına bir tavuk parçası koyuyorlar yağda kızartılmış, ekşi-acı bir tadı var. Düşününce bile midem bulandı yine.
Bratislava'ya da 2008'deki o turla gitmiştim. Viyana'dan Budapeşte'ye geçerken öyle bir öğleden sonra birkaç saatliğine indirip otobüsten serbest bırakmıştı rehber burada. Bir McDonalds kalmış aklımda o zamandan, bir de bir sokak arasındaki bir kemerin altındaki uzaklık  çemberi. Yerde bir çemberin etrafında kentlerin isimleri yazıyordu, buradan uzaklığını gösteriyordu. Bu gidişimde bulamadım o çemberi.
Bu arada Bratislava Patio Hostel diye bir yerde kaldık. Merkezi - burada zaten her yer merkezde - ama kötülük de bu da üçüncü sırada mesela. Yani belki de hosteller hep böyledir, hostel mantığı budur belki ama çok kötü be.
Sanırım bu ufak macerayı anlatmamı burada bitiriyorum. Acayip sıkıcı ve kuru oldu farkındayım ama bir yandan Roma'da son günlerimin işleriyle uğraştım vallahi ondan. Bir de fotoğraflarım yok elimde o da ruhumu köreltti tabi yazarken. Ama yarından itibaren İtalya'daki son 10 günümü Cey'le birlikte dolaşarak geçirmeye hazırlanıyorum. O yüzden şimdilik bu kadar kesip, gidiyorum.
Ankara'ya dönünce görüşürüz.

29 Ocak 2017 Pazar

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 2

Şimdiii nerede kalmıştık? Hah, tamam. Nürnberg'den Münih flixbus'ın sıkış tıkış otobüsüyle 2-3 saat falan sürüyor. Nürnberg'de flixbus'ın indirme-bindirme durağı Nürnberg Hauptbahnhof diye bir yer. Bu önceki bölümdeki haritada çizdiğim mavi hattın hemen sol alt yanında bir yere denk geliyor. Hostelimizden oldukça yakın görünüyordu ama bulması çok zor oldu. Böyle aralara bir yerlere saklamışlar. Yüksek binaların arasında, bir sokağın iki yanına ufak tabelalar koymuşlar, al sana durak. Bir dolu insan, bavullarıyla kaldırım üstünde, bina diplerinde bekleşiyor. Akşam 22:30 falandı sanırım otobüsümüz. 22:00 gibi orada olmamıza rağmen, saat 23:30'da otobüsümüz gelmemişti. Bir de soğuk, zehir gibi. Bir de oturacak sığınacak yer de yok. Diğer otobüsler geliyor, insanlar biniyor gidiyor. Bir grup ve biz, öylece saatlerce bekledik. Hayır bir de satış ofisi gibi bir şey de yok, sadece sokak ve tabelalar. İnternet desek, telefonun şarjı bitti bitecek. Önce sinirden köpürdüm durdum. Nasıl olsa kimse anlamıyor diye söylenip durdum ardından. Otobüs hala gelmemeye devam edince, bu sefer çaresizlik çöktü. Gene başladı kafamın içinde, ben ne yapıyorum, manyak mıyım bu soğukta niye böyle beklemek zorundayım, ne zorum vardı da geldim buralara, ne Münih'miş arkadaş görmek istediğim yerler listesinde bile değildi, vah bana vahlar bana bu yaşımda Almanya köşelerinde sürünüyorum diye. Otobüs nihayet geldiğinde artık tabi, lanetler okuyarak bindim.
Neyse demem o ki flixbus ucuz evet ama güvenmeyin. Trenler pahalı belki ama en azından tren istasyonu diye bir olasılık var. Yabancısı olduğunuz bir yerde, gece vakti, soğukta inanılmaz derecede umutsuz oluyorsunuz çünkü.
Münih'te otobüsün indirdiği yer ise hepten evlere şenlik. Tamam, tam böyle tüm trenlerin tramvayların metronun falan bitiştiği, merkezi bir yerde ama, gecenin bir vakti, o kadar enerjimiz düşmüşken, telefonun şarjı yokken falan önce baya bir bocaladık. Yola çıkmadan evvel, Roma'daki odamızda her bir adımı planlamıştım doğru, nerede inip hangi araca binip kaç durak gideceğiz falan biliyorum. Ama Münih'te o gece bir saçmaladım nedense. Bineceğimiz şeye nereden bineceğimizi bulamadım, baya saçmasapan yürüdük, sonra geri yürüdük, sonra nereden bilet alacağız, bilet almalı mıyız, hangisi ne yöne gidiyor bir her şey birbirine girdi. Tabi şöyle de bir sorunumuz vardı, otelimiz şehrin başka bir semtindeymiş. Golden Leaf Hotel Perlach Allee Hof diye bir otel. Aslında kent merkezinden gitmesi oldukça kolaydı otelin ama işte o ilk gece bir şaşkındık ya. Normalde kent merkezinden tek bir metroya mı trene mi bir şeye binip, sessiz sakin baya bir durak gidiyoruz, Neuperlach Süd durağında iniyoruz, iki dakika yürümeyle hemen orada otel. Bu arada yeri gelmişken onu da söyleyeyim, Münih'te de hiç bilet almadan toplu taşıma araçlarını kullanabiliyorsunuz
 gene yakalanmadığınız sürece tabiki. Biz o 2-3 günde yakalanmadık, daha doğrusu hiç öyle bilet kontrolü görmedik. Bir de geç geleceğiz diye önceden otele yazmıştık iyi ki. Çünkü resepsiyon kapalı oluyormuş o saatte, ana girişin hemen yanında bir kilitli kutu vardı, anahtarımızı ona koyup, bizden de bir şifre istediler. O şekilde otele gecenin bir yarısı gittiğimizde kolayca alıp anahtarımızı odamıza gidebildik. Bu arada 8 kişilik yatakhaneden ve o gece yaşadığımız tüm o rezillikten sonra gerçek bir otel odası su gibi geldi. Hostel değil yani OTEL. Ufacık ama kendi banyomuz tuvaletimiz vardı. Nasıl uyuduk, nasıl bir rahatladık. Ertesi sabah kalkmak bilmedik tabi ama.
Münih'teki ilk günümüzde atladık yine otelin yakınındaki metro hattına, valla hafızam beni yanıltmıyorsa Karlsplatz durağında yeryüzüne çıkardık başlarımızı. Bu çıktığımız nokta Münih'in göbeği bence ama tabi Münih'in yerlisi vardır aranızda hayır değil derse bilemem. Biz oradan Ottostrabe yönüne doğru ilerledik ilk gün. Esasında asıl cümbüşün olduğu yer Neuhauserstrabe imiş ama aklımızda mısır müzesi, vurduk kendimizi o soğukta geniş caddelere. Almancası ile Ägyptisches Museum (http://www.smaek.de/), bulması biraz zor bir noktada. Olur mu canım öyle şey, adresi var, haritada da görünüyor falan demeyin. Girişini bulana kadar kendimizden, hayattan, Münih'ten, Amenhotep'ten falan şüphe ettik. Karolinenplatz tramvay durağından sonra, Gabelsbergerstrabe üzerinde girişi. Böyle aşağı doğru. Öğrenciyiz lafımız burada işe yaradı mesela 5 euro'ya girdik ama normali 7 euro.
Mısır Müzesi'nin girişi işte böyle, bir tuhaf. kaynak:Smaek
İçerisi bir ilginç bir dizayn ama geniş ve düz bir hali var, o açıdan iyi. Ben hep böyle eski püskü, sıkış tıkış yerleri sevdiğimden (kalbimin evi Kovuk misali) böyle modern gibi-gibi yapılar beni üşütüyor ama olsun. Eserler süperdi. Yani gerçi sanırım sonuçta orası Mısır eserlerini sergilediğinden her türlü süper diyecektim ama hakikaten bakın, iyiydi. Gerçi biraz karanlıktı, ama benim gözlerim çok da iyi görmüyor zaten.
Sonrasında o dediğim caddeye gittik. Akşam olmuş, sokak müzisyenleri fışkırmış, gençler Karlstor'daki sıcak şarap şeysini tıklım tıkış doldurmuş..Hayat derdi tasası olmayanlara güzel. Neuhauserstrabe'de bir dolandık böyle biz de. Ama gece vakti olduğundan Roma'daki kilise gezme huyumuzun aksine, Münih'tekilerin hiçbirine giremedik. Halbuki en en en sevdiğim buradaydı, St.Michael'ın kilisesi. Ayrıca aynı cadde dolaylarında Peterskirche, Frauenkirche ile Bürgersaalkirche de vardı ama sonraki gün de zamanımız olmadı. O ilk gece ve ikinci gece Alte Akademie'yi, Richard-Strauss-Brunnen'i, Neues Rathaus'u, Fischbrunnen'i falan dışarıdan da olsa seyreyleme şansımız oldu. Bu arada Karlstor'daki o sıcak şarap pek güzel, demedi demeyin.
Şimdi düşünüyorum valla Münih'te ne yaptık diye, Tuğba'ya da döndüm sordum nereye gittik biz Münih'te diye ama ikimiz de bir boş boş baktık birbirimize önce. Nürnberg'den sonra Münih o kadar soğuk gelmiş ki hem karakter hem de ciddi ciddi hava olarak soğuk, pek bir hatıra katmamışız gibi Münih'ten kendimize. O yüzden kentten ziyade ufak "pırıltı"lar çakan beynimde Münih'le ilgili şeyleri söyleyeceğim kısa yoldan.
İlki, ikinci günümüzde ne yaptığımız meselesi. Kalktık ve doğruca Nymphenburg Sarayı'na gittik. Otelden birkaç durak sonrasıydı o yüzden kolayca ulaştık ama tabi saraya gelen bu tramvay maşallah Roma'daki meşhur 3 nolu tramvay gibi. Dünya kupası karması şeklinde yolculuk ediyorsunuz. İndiğimiz noktadan bakınca upuzun bir göl, kenarları yeşillik. Sonra sarayın ön bahçesi. Ardından da ana binaya giriyorsunuz. Ama biz biraz bodoslama girdiğimiz için bilemedik, zannettik ki böyle girdiğimiz noktadan itibaren saray binası olarak bir dolu şey var. Ama yokmuş.  Nymphenburg'un olayı bahçeleriymiş meğerse. İlk binaya girdiğinizde zaten hediyelik eşya katı karşılıyor. Tüm bir giriş katı dükkan. Ha güzel şeyler değil mi, şahane şirinlikte bir dolu eşya var satılan ama fakiriz be, çantalarını önlerine takıp, sımsıkı tutan çekik turistler gibi para saçamıyoruz haliyle (içimdeki ırkçı konuştu evet ama görmeniz lazım çılgınca para harcıyor çekikler avrupadaki hediyelik eşya dükkanlarında, gidin yemek yiyin karnınızı doyurun az iki güzel yemekle be). Bu kattan bilet aldım merdivenlerden bir kat yukarı çıkıyorsunuz. Sarayın odalar var ama üç beş tane ancak, tamam iyi hoş eşyalar falan, duvarlar, tablolar evet, zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissettiriyor ona da evet ama bitiveriyor. Yalnız o güzeller salonu hakikaten güzel. Yani duvarlarda manyak kralın yaptırdığı portreler var hep. Dönemin güzel kadınlarının. İçlerinde rahatsız edici derecede çirkinleri de var ama geneli pek hoş.
İki oda görmeye 6,5 mu verdik biz, daha fazla verdik gibime geliyor ama bilet fiyatları için şuraya bakabilirsiniz. Bu üst kattaki odaları ve bir de yan kanatlardaki porselen müzesiyle, at arabaları müzesini kapsıyor bu bilet. Ama ası olay olan bahçeler bedava. Ve işte beni asıl hüzünlendiren bu bahçelerdi. Düşünsenize haftasonu olmuş, üstünüze geçiriyorsunuz spor kıyafetlerinizi, evden yavaş tempoda koşarak sarayın bahçesine dalıyorsunuz. Her yer ağaç, göl, ördekler, sizin gibi insanlar, çoluk çocuk, spor yapanlar...Kendime bile klişe geliyorum şu an bunu yazarken ama öyle, medeniyet. Çok kıskandım. Yeminle hüzne boğuldum. Ben niye 20 yıldır yaşadığım kentte bunun hayalini bile kuramıyorum, tecavüz taciz ölüm korkusu olmadan evimden dışarı adımımı bile atamıyorum diye o kadar lanet savurdum ki. Neyse, siz, çoğunuz, hepiniz, mutlusunuz sonuçta, başka özgürlükleriniz var belki de. O yüzden benim üstüme eşofmanımı geçirip de parkta iki koşamıyor oluşum çok da mesele değil sizin için.
Duvarlara yumruk atmadan bu konuyu kapatıyorum. Daha neşeli şeylerden bahsedeceğim.
Bir diğer pırıltı Allianz Arena. Bayern Münih'in stadı. Oooooo, olley olley olley! Ama oraya da bir gece vakti ulaştığımızdan içine bakamadık. Gerçi girilebiliyor mu emin değilim, Barcelona'daki gibi olayı ticarete döküp dökmediklerini bilemedim. Off ya keşke o fotoları gösterebilseydim size.
Bir diğeri, İngiliz Bahçesi'nin hemen kıyısındaki bir ufak kafe-bar. Şu an telefonum olmadığından swarm'ımıma da bakamadığımdan ismini söyleyemiyorum ama böyle teleferik kutularını (ne deniyor onlara bilemedim) oturma yeri yapmışlar dışarıda, içinde loş ışık. Biz önce kahve isteğiyle daldık içeri, sonra çalışan iki gençten erkek olanını görünce kendimden geçtiğimden elim ayağıma dolandı. Çocuk (ama çocuktu yani ya, 30 yaşındayım ben ya) adeta şeker kız candy'nin anthony'si, çocukluğum nick carter'ı, ilk gençlik filmlerimin devon sawa'sı. Yanındaki diğer çalışan, çirkef kız yok kahve öff ne kahvesi modunda bize dalmaya hazırlanıyordu ki çocuk sıcak şarap verelim daha güzel diye gülümseyince biz de sıcak şarabını denemiş olduk. Fena değil ama Karlsplatz'daki daha güzel. (Karlsplatz'daki bardak olayımızı anlatmayacağım hayır, çok utanıyorum.)
Son bir Münih pırıltısı da otelden. Otelin kablosuz interneti sadece resepsiyonda bedavaymış meğerse. Odada istiyorsak paralı, günlük falan filan seçenekleri vardı. İlk gün sabah resepsiyonda da giremeyince resepsiyondaki çekik kardeşimizin başında baya bir bekledik. O da uğraştı, etti olmadı. Bozuk kardeşim sizin wifi diyerek - içimden - gittik. Akşam dönünce ne göreyim, allahım bu aç gözlerim ne görsün, resepsiyonda bu sefer bir başka anthony (bana mı diyorsunuz kezban diye, e siz de o zaman ukrayna kadınları rus kadınları diye niye aranıyorsunuz, herşey karşılıklı, hepimiz elimizde olmayanı beğeniyoruz şimdi kimse kusura bakmasın, siz göbekli kıllı karasınız ve rus kadını diye ölüyorsunuz, ben de bodur ve çirkinim o yüzden selvi gibi sarışın kızıl vikinglere bitiyorum, haa onlar bana bakıyor mu hayır, orası başka mevzu. gerçi rus kadınları size bir şekilde bakıyor ben o noktada bir mavi ekran verdim ama kısmet). Bakın ama sadece dış görünüşten ibaret oldukları için değil bu içimin erimesi. Kafedeki çocuk nasıl güler yüzlü, sevecendi ve kızın gazabından koruduysa, resepsiyondaki anthony de pamuk gibiydi. Akşam dönüşte ona da dedik burada internete giremedik ama diye. Ne yaptı biliyor musunuz? Birkaç birşey yaptı bilgisayarında, sonra dedi şifreniz şu, buyrun. Sonraki tüm gün odamızda bedava internetimiz vardı. Çıkış yaparken de para almadılar - normalde oraya kaydetmiş olması ve hesabımıza işlenmesi gerekiyordu. Sırf resepsiyondaki anthony sayesinde. Ha diyeceksiniz ufacık birşey. Değil. Bir güzellik, bir ufak gülümseme, bir iyi niyet. Alelade bir sarışını anthony yapıveriyor işte.
Hayır azmadım gençler. Ve hayır öyle sizin sokaktaki dişi her bir canlıya ağzınızın suyunu akıtmanızla aynı şey değil.
Demem o ki Münih'ten elimde kiliseden, binadan, ne bileyim mimariden çok duygular, insanlar kaldı. Ama soğuk Münih. Her açıdan. Roma'nın Alman versiyonu gibi. Sokaklarda göçmenler, dilenen insanlar...Bir çöpler azdı işte Roma'nın aksine, o kadar.

(Bir de şey diyeceğim. Önceki yazıya da baktım da resmen ansiklopedik bilgi sıralamışım, pek keyifsiz olmuş. Umarım Ankara'ya döndükten sonra fotoğraflarımı bulur da eklerim diye düşünüyorum. Bir de ben böyle kendim neresini merak ediyorsam ondan bahsettim ya ne bileyim, ben kilise hangi tarihte yapılmış diye merak ediyorum mesela ama sanırsam bu pek sıkıcı bu durum. Allahım ben niye bu kadar sıkıcıyım ya, çok bunalıyorum kendimden.)

Haa bir de Friedensengel'i gördük ama şimdi gene onunla ilgili çılgınca bilgiler sıralamaya kaptırmayayım kendimi :)

27 Ocak 2017 Cuma

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 1

Tamam be, yeter bu kadar karalar bağladığım, depresyonlara girip girip durduğum. Neverland'i resmen bunalım kuşağına çevirmişim. Bu nedir yahu? Silkelenip, kendimize gelelim eyy kayıp çocuklar! O yüzden bence ben şimdi, üstünden iyice vakit geçmeden, hala ufak ufak hatırlayabiliyorken kasımda yaptığım Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava gezimi anlatayım. Biraz havamız düzelsin.
Öncelikle Ryanair'de o tarihlerde bakıp da bulduğumuz en ucuz biletler Roma'dan Nürnberg'e gidiş ve bir hafta sonrası için de Bratislava'dan Roma'ya dönüş olduğu için mecburen ilk ve son duraklarımızı böyle belirledik. Ama içini, bir haftayı nasıl doldurdururuz, Almanya'nın güneyindeki Nürnberg'den nasıl yaparız da Roma'nın ve oranın kuzeydoğusunda yer alan Bratislava'ya kadar ulaşırız diye oturduk önce ince ince plan yaptık.
Önümüzdeki ilk engel bir perşembe sabahı nasıl Roma'nın bir dış mahallesinden Ciampino Havalimanı'na ulaşacağız engeliydi. 11:50'deki uçak için sabahın köründe kalkıp, tam 3 tane, bakın yazıyla da ÜÇ tane otobüs değiştirdik. Ciampino Havalimanı Roma'nın diğer havalimanı. Fiumicino "Leonardo da Vinci" Havalimanı ilk sıradaki. Uluslararası uçuşların uzak olanı, büyük olanları falan oradan. Diğerleri Ciampino'dan. Ciampino "Giovan Battista Pastine" Havalimanı. Bu Pastine denen kişi I.Dünya Savaşı sırasında zeplin pilotu muymuş, teslim olmaktansa ölürüm mü demiş, birşeyler. Pek bilemedim, ama demek ki Leo kadar önemli ve ünlü bir şahsiyet ki İtalyanlara göre, ismini iliştirivermişler. Neyse. Fiumicino'ya ulaşmak çok kolay ama Ciampino için seçenekler az. Halbuki ikisi de çok yakın gibi görünüyor şehir merkezine, haritaya baktığınızda. Fiumicino için şehrin merkez noktalarından - Termini ve Tiburtina tren/otobüs istasyonları - "shuttle" dediğimiz otobüsler var bir dolu. Birçok firmanın otobüsleri bunlar, 4-6 euro arasında değişen fiyatlarla merkezden Fiumicino'ya ve ters yönde yolcu taşıyorlar. Fiumicino'dan Termini'ye aynı zamanda bir Leonardo Express dediğimiz hızlı tren var. Ciampino'ya ise sadece Termini'den otobüsler var, bu firmaların yine. Tren falan deneyeyim diyorsanız mümkün değil. Mümkün de saçma yani. Termini'den binip trene Ciampino kasabasında ineceksiniz de ordan bir daha bu firmaların otobüslerine binip 1 euro verip 5 dakika yolculuk edeceksiniz. (Her iki havalimanı için bilgilere-->http://www.adr.it/fiumicino)
Planımıza göre Ciampino'dan Nürnberg'e hareket ettik. Nürnberg'deki havalimanımızın ismi ise "Albrecht Dürer" (https://www.airport-nuernberg.de/english/). Avrupa'da sanırım her kent kendisine önemli birini bulmuş ondan ekmeğini yiyor. Dürer de Nürnberg için hayati önemde. Evi falan var, müzeye çevrili. Neyse oralara geleceğiz. Havalimanında indikten sonra hemen merkezde sayılabilecek hostelimize gitmek için metroya binelim dedik. Hostelimiz Five Reasons Hostel&Hotel. Havalimanından oraya U2 metro hattına binerek kolayca gidebileceğiz görünüyor. Zaten Nürnberg'de bunun dışında toplu taşıma kullanmadık, gerek olmadı. Metroya girmeden hemen önce, havalimanından çıktığınız noktada bilet kioskları var. Oradan bilet alınabiliyor. Ama almayın. Yazık günah o 3-5 euroya. Sonuçta euro olmuş 4 lira. Çünkü metroya inerken diğer pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi ufak bilet okuyucu aletler var ve aralarından geçip gidebiliyorsunuz. Ankara'daki gibi veya Roma'daki gibi turnikeler yok. Yani bilet basmak zorunda değilsiniz, haa ama biletçi gelir kontrol ederse metronun içinde, onu bilemem. Ben size gördüğümü söylüyorum. Biz şansımıza yaslanıp, hiç almadık, idare ettik. Bir tek acemiliğimize geldi işte Nürnberg'de aldık, bindik, kim kime dum duma olduğunu görünce içim acıdı o 3 Euroya.
U2 ile hemen hemen 15 dakika süren yolculuğumuzdan sonra Opernhaus durağında indik ve yürümeye başladık. İndiğimiz noktada karşımıza çıkan manzara gayet temiz, düzenli, modern bir kentti. Ama hostele doğru yürüdüğümüzde eski kenti çevreleyen surların içinden geçtik, birden kendimizi o buram buram ortaçağ kasabası havasının içinde bulduk. Tamam abartıyorum o kadar aşırı değil ama farkı anlayabiliyorsunuz.

Yukarıdaki gördüğünüz mavi hattın içindeki hemen hemen dikdörtgen şeklindeki kent surunun içinde kalan kısım bizim temelde gezimizi oluşturan kısımdı. Sol tarafta Nürnberg mahkemelerinin yapıldığı müze yeri var, oraya da gitmek istiyorduk ama vakit yetmedi. Ha bu demek değil ki Nürnberg bu kadar bir şehir, başka bir şey yok, ben bilmem, siz ararsanız bulabilirsiniz belki. Hostele ulaştığımızda öğleden sonra 2-3 civarıydı ve kasımın ortasında hava yağmur atıştırarak, soğuk yapıyordu. Hosteli de bu arada bulana kadar canımız çıktı. Güya resimde gördüğünüz şu en alttaki Opernhaus U yazan metro durağı var ya, onun hemen sol çaprazındaki yıldızda yer alıyor hostel ama, gizlemişler resmen. Surdaki kapıdan geçince hemen tabela var Five Reasons diye. Ama tabelanın işaret ettiği noktada bir restaurant var. Okun ucu tam olarak orayı gösteriyor. Ama restaurantın kapısı kapalı, içerde oturan insanlar var ama sanki özel bir durum var, kendi aralarında konuşuyorlar. Kapıları zorladık falan, içeriye bakınıp durduk ama yok. Sonra bir anneyle kızı da aynı işlere giriştiler, biz de dedik herhalde onlar da hosteli arıyor. Sonunda kapıyı açtı içerden birisi ve anneyle kızı daldı, biz de peşlerinden. Kimse bizle ilgilenmiyor, yani olabilecek en şaşkın bakışları atıyorlar ama kalkıp da napıyonuz hemşerim demeye cesaret etmedi hiçbiri. Biz de deli danalar gibi içeriyi kolaçan ediyoruz, ulan nerde bu hostel diye. Kapalı kapıları falan zorladıktan sonra bir hanımkızımız geldi hani buyrun ne aradınız gibisinden. Dedik hostel nerde. O da bir dumur oldu. Ne hosteli? Peşine taktı bizi, diğer bir çıkışa götürüyor. Bir yandan da diyor ki, buradaki oteli kaldırdılar artık burası göçmen sığınma yeri gibi birşey (içerdeki tırsmış insanlar da yeni gelmiş göçmenler). O iki dakika içerisinde kafamdan neler neler geçti var ya. Aha dedim sıçtık, booking.com bizi yedi, kaldırılmış oteli var gibi gösterdi de aldık biz de keriz gibi, şimdi yok ortada, kaldık mı ortada, ne yaparız bu soğukta alamanyalarda, bizi de göçmen niyetine alırlar mı buraya, ulan benim ne işim var burada bu yaşta, ne güzel 7.dereceye de düşmüştüm niye bırakırsın ki memurluğu,...Ölüyorum kafamda var ya. Kız bizi yolcu ederken şu tarafta herhalde hostel falan dedi, çıktık kapıdan. Gene gittik tabelanın dibine. Allahım bu tabela nereyi gösteriyor olabilir ki?
Söyleyeyim, hemen o sokağı. Yani restaurantın kenarındaki sokağı. Dimdik o sokağa girip de az biraz ilerledik mi al bize hostel. Orada. Bir de pek yeni, pek güzel. İçerisi sırf genç, bıcır bıcır. Sıcacık. Hiiç öyle Floransa'daki köhne yer gibi değil. Odamız 8 kişilik kadın yatakhanesiydi. Banyo tuvalet katta ve bal dök yala. Odada kilitli dolaplar var ama paralı. Yataklar tertemiz, 4 tane ranza. Her bir yatağın duvarında bir gece lambası ve priz var. Odanın ortasında ayrıca bir büyük ahşap masa ve tabureleri ile bir de boy aynası var. Kendimize bir çeki düzen verdikten sonra dışarı çıktık, şehri keşfetmeye. Ama hava kararmış ve soğumuştu. Şöyle bir yürümeye, doğaçlama yapmaya karar verdik.
Nürnberg bu dikdörtgen surların içinde ikiye ayrılmış gibi duruyor nehirle. Pegnitz Nehri. Köprüler ve adalar var ama en ünlüsü, biz de geçip durduk, Fleischbrücke-Fleisch Köprüsü. Ama durun durun oraya gelmeden evvel, kent surlarına Farbertor'dan girip, Farberstabe (burdaki b değil ama idare edin, almancadaki o z-ş gibi okunan b'ye benzeyen harf ve bu strabe kelimesi de haliyle sokak cadde falan demek) üzerinden yürüdük önce. Sonra Dr.Kurt-Schumacher Strabe'ye döndük. Orada azıcık ilerleyince zaten Jakobsplatz'ta buluyorsunuz kendinizi (platz da bizim piazza yani).Orada durduğunuzda bir yanınızda Jakobskirche, diğer yanınızda St.Elizabethkirche yükseliyor (kirche de chiesa işte). 1209'da kurulan kilise Büyük Aziz James'e adanmış evanjelik kilisesi. Evanjelik demek Protestan demek ama muhafazakar olanından, Lutherci olanından (http://jakobskirche-nuernberg.de/). St.Elisabethkirche ise Katolik kilisesi. 24 yaşında ölen ama buna rağmen çeyiz parasıyla hastane kurup, hastalara bakan Macar kraliçesi Elisabeth'e adanmış, e tabi tarihler 1235. Ama şimdi görebildiğimiz yeşil kubbeli güzel bina çook sonradan yapılmış ve en son 1903'te tamamlanmış olan bina. Herneyse bu iki kilise de çok güzel duruyor o meydanla birlikte.
Meydandan ilerleyip Ludwigstrabe'ye girdiğimizde ise sokak boyunca sıralı dükkanlar, restaurantlar, kafeler bulduk. Hem KFC hem Çin restaurantı hem de Urfa Dürüm. Bu arada Urfa Dürüm'de dürümlerimizi yedik tabi, demleme çayı da ince belli bardaklarda içerek (ulan var ya sen onca yıl dalga geç, eleştir bu yurtdışına gidip de bir türlü oranın kültürüne girmeyen, parklarda mangal yapan Türkleri, ondan sonra gel Avrupa'da bulduğun her şehirde dürüm ye. Avrupa'da beş parasız dram.). Sokak bitip de sağınıza dönerseniz de Irish Pub. İlk gece için Rosenaupark'ı da içine alan yarı kaybolarak yarı bilerek yaptığımız bu gezinin ardından hostele döndük.
Ertesi gün erkenden hostelden çıkıp, (tamam o kadar da erken değil) Kartausergasse'ye daldık. Bu sokakta boylu boyunca yürürken sağ yanınızda Ulusal Müze'yle karşılaşıyorsunuz, biz girmedik. Sol yanınızda ise birden göğe sütunlar yükselmeye başlıyor. İşte burası Strabe der Menschenrechte-İnsan Hakları Yolu. 1993'te yapılan bu anıt yolda sanırım 27 tane sütun var. Her birinin üstünde Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi'nin bir maddesi yazıyor Almanca ve başka bir dilde daha. Sokağın kuzey bitişinde de kent kapısının benzeri bir kapı yapılmış. Evet birinde de Türkçe yazıyor, manidar bir madde hem de. Nürnberg kenti olarak Nazi parti toplantılarının en coşkulu yapıldığı yer olma sıfatımızı bitirecek birşeyler edelim, ne edelim derken böyle bir şey yapmaya karar vermişler. Gitmeden önce internetten araştırırken nereyi göreceğiz diye, resimlerini falan gördüğümde alla alla çok saçma bunun neyini göreceğiz diye ekrana söylenmiştim. Ama gidip de, o sokakta yürüyüp, tek tek o sütunlara baktığınızda, o maddeleri okuduğunuzda, birşeyler oluyor. Kendinizi bir tuhaf hissediyorsunuz.
Bu yol Kornmarkt caddesine çıkıyor. Dikine geçip, Frauengasse'ye ilerledik biz. Bu Frauengasse ve onun paralelindeki Breite G., Brunnengasse, Karolinenstrabe ile buraları dikine kesen ara sokaklar hep çarşı. Dükkanlar, restaurantlar, ünlü markalar, tanıdık markalar ve yaya yolu olduğundan mütevellit insanlar. Akşamları güzel oluyor, ışıl ışıl, insanlar cıvıl cıvıl. Ama bir iki saat için. Sonra terk edilmiş bir şehre dönüyor her yer. Gündüz de öyle çok bir cıvıltı yok. Bu cadde ve sokakları arşınlayıp, Pegnitz nehrinin kenarına ulaştığınızda ise kasım-aralıkta noel marketlerine dair ilk izler başlıyor. Biz gittiğimizde kasımın ortası olduğundan daha hepsi, herşey açılmamıştı. Üç beş tanesi açılmış, diğerleri tahtaları taşıyor falan halindelerdi. Asıl cümbüş nehri geçince. Ama nehri geçmeden bu tarafta son bir kilisemiz daha var bahsedilecek. St.Lorenz Kilisesi. Aziz Lawrence'a adanmış ve bu da evanjelik kilisesi. 15.yy.ın başında yapılmaya başlanan kilisenin elemanlarıyla birlikte tamamlanması yüzyılın sonlarını bulmuş. Yapı çok güzel açıkçası. Bu da gotikmiş ama artık her gördüğüm şey gotik, o yüzden gotik denince artık ee diyorum. Güzel mi güzel.
Nehrin öte yanında atladığımızda ise ilk karşımıza çıkan Hauptmarkt alanı. Ufak, büfemsi dükkanların olduğu alan işte. Noel marketin devamı gibi. Bu alanda bir de kilisemiz var ki, şahane. Frauenkirche kendisi. 1361'de açılan kilise katolik kilisesi ve "parish" diye geçiyor, yani işte papazın ana merkezi gibi birşey, önemli işte ya anlayın. Leydimizin kilisesi demekmiş Almanca. Tabiki bu da gotik, ön tarafı, içi falan muazzam güzellikte.
Şimdi bu market alanında, leydimizin kilisesinin önünde çapraza doğru baktığımızda böyle turistlerin etrafına üşüştüğü, göğe doğru yükselen tuhaf bir şey gördük. Ne ola ki diye yanına yanaştığımızda ki pek yanaşmadık aramıza mesafe de bıraktık yani ne olur ne olmaz, böyle gotik kiliselerin kulelerinden bir tane minyatür yapmışın da boyayıp koymuşun gibi bir şey. Millet etrafındaki parmaklıklardan içeri elini uzatıyor, dokunuyor, selfie çubuğunu uzatıyor falan, ilginç bir manzara. Durduk baktık, anlayamadık. Hiçbir şey yazmıyor, tabela yok bir şey yok. Sonunda vazgeçip yolumuza devam ettik ama araştırmacı bilgiye aç Ravenclaw yanım sonradan öğrendi tabiki de ne olduğunu. Schöner Brunnen'miş (Almanca'dan çeviriverirsek güzel çeşme demek). 14.yy.a tarihlenen bir çeşmeymiş, bu kiliseden aşırmışlar diye zannetmemin sebebi de gotik bir çan kulesi tepesi şekli verilmiş olmasıymış (mimari dikkatim süper, müzik kulağım olmadığı gibi mimari gözüm de yok). İnsanların anlam veremediğim davranışları ise tamamen şans içinmiş, parmaklıklara iliştirilmiş iki halkayı çevirince şans geliyormuş. Bileydim, tüh bak görüyor musunuz.
Buradan Haupmarkt caddesinden devam ettiğimizde hükümet binasına denk geldik ki arkamızı döndüğümüzde bu sefer de bir başka mimari güzellik, St.Sebalduskirche. Yine bir evanjelik kilisesi, ismini 8.yy.da yaşamış bir keşişten almış, yapılışı 1225 falan. Bu da dahil olmak üzere Nürnberg'deki bahsettiğim kiliseler II.Dünya Savaşı'nda hep aşırı zarar görüp sonradan restore edilmiş. Tabi bu restore dediğim, benim anladığım kadarıyla, ki kiliselerin içinde bu restorasyonu, savaştan hemen sonra çekilen fotoğrafları falan koymuşlardı, kiliseyi yeni baştan yapmışlar o derece bir yıkım. Yani görüp, gezdiğimiz her biri aslında 20.yy.işiydi. Ama olsundu, sonuçta İskender Lahdi'ni hortumla su tutarak yıkamaya çalışan bir zihniyet değil bu restorasyonu yapan.
Buradaki Rathausplatz'dan Burgstabe'ye geçip, ilerlediğimizde dümdüz yukarı kaleye çıktı yol. Burg kale demek zaten, kale caddesi kaleye çıkacak başka nereye çıkacak. Yalnız kaleye girmedik, kapanış saatine denk gelmişiz. Yalnız bu noktaya kadar rast geldiğimiz kiliseler öylesine güzeldi ki kalenin pek bir cazip yanı yoktu açıkçası. Görüntüsünde falan bir şey yok, sadece tepede. Bahçesindeki ağaçlar, dökülmüş yapraklar güzeldi. Bir de kaleye bakan yamaçtaki evler tamamen o ortaçağ filmi evleriydi. Hani olur ya bizde de Safranbolu evleri tipi vardır, öyle bir güzel görüntü.
O yüzden kaleyi es geçip Obere Schmiedgasse'den devam ettik yürümeye. Bu sokak kıvrılarak Dürer evinin olduğu ufak meydana çıktı. Bu meydanda dikildiğinizde işte kendinizi tam olarak tarihi bir filmin içinde buluyorsunuz. Yerler taş kaplı, evler ortaçağdaki görüntüsünü korumuş, sur duvarının çıkışından kale görünüyor, ortada kocaman bir asırlık ağaç. Hafif atıştıran sulu kar. İnsanın orada yüzyıllarca durası geliyor. Zamanı durdurası geliyor.
Ki bu da bizi zamanın bir miktar donduğu yere, Albrecht Dürer Evi'ne getirdi. Bu Dürer de kim ola ki diyorsanız wikipedia yardımını esirgemez (https://tr.wikipedia.org/wiki/Albrecht_D%C3%BCrer). Haa eğer siz de benim gibi o pek ünlü portredeki o delici, meydan okuyan bakışların peşinde buraya gelirseniz ev hakikaten de hoş bir gezinti sunuyor. Girişinde kulağınıza takıp sesli rehberi, tüm evi, resimleri ve baskılarıyla birlikte geziyorsunuz. Haa ama tabloların hiçbiri gerçek değil, gerçekleri hep müzelerde olduğundan sadece bu resim hallerinin etrafında dolaşabiliyorsunuz ama olsun ev gerçek. Eşyalar, ayağınızın altında gıcırdayan tahtalar gerçek. Ben açıkçası çok mutluydum orada geçirdiğim bir saatten. Sonra Viyana'da Mozart evinde bile o kadar keyif almadım.
Buradan çıkıp, Albrecht Dürer strabe'den aşağı vurdurup, Karlstabe'ye girdiğimizde ise daha da mutlu edici bir yer vardı: Spielzeugmuseum-Oyuncak Müzesi. İlk oyuncak müzesi tecrübemi İstanbul'da yaşamıştım, ne beklemem gerektiğini biliyordum ama voovv! Böylesini beklemiyordum. 3-4 kat boyunca kronolojik olarak oyuncaklar. Ama ne oyuncaklar! Buranın kapısına geldiyseniz en azından 2 saatinizi ayırmanız gerek. Biz biraz koşturduk mecburen ama ben tüm günümü geçirebilirdim.
Nürnberg'deki bir buçuk günde görebildiklerimiz bu kadardı. Ha arada ufak tefek heykeller, çeşmeler vs. gördük ama genelinde şöyle diyebilirim, burası ufak bir ortaçağ kasabası görünümünde. Tabiki eski kentin dışına çıkmadığımız için diyorum bunu. Pasaklı ve güney asya göçmen cenneti halindeki Roma'dan sonra burası bize o kadar temiz geldi ki inanın gözlerimiz kamaştı. Bir de çok ıssız geldi haliyle, Roma'da her gün milyonlarca insanın arasında, hiç tükenmeyen bir insan denizinin içinde nefes alamıyor olduğumuzdan Nürnberg'in sokaklarındaki boşluktan önce bir tırstık. Ama bir süre sonra o sessizlik, o sakinlik insana ne kadar huzur veriyormuş onu gördük. Öylesine yaşanabilir bir yer gibi görünüyordu ki ister istemez Roma'yı ilk sıraya yazan akıllarımıza sövüp durduk. Belki Almanya hakikaten daha iyi bir seçenek olurdu ama bu saçmalığı da yaşamamız gerekiyormuş demek ki (saçmalık=Roma). Bir de aşırı Türk nüfus var burada, Almanya'nın diğer yerleri nasıl bilmiyorum (gerçi Münih'i de gördük, anlatacağım, orası da böyle gibiydi) ama burda sokakta nerdeyse sadece Türkçe duyabilirsiniz. Ulan var ya keşke iş bulsam Nürnberg'de yaşarım ha, yaşanır yani burada.
Münih'e geçmeden bence soluklanalım. Çünkü bunu bile 4 gündür mü ne yazıyorum. Bir de niye hiç fotoğraf yok diye çemkirmeyin, diskim elimde ağlamaklı bir şekilde bakan fotoğrafımı koyarım anlarsınız. Gitti fotolar, gitti! Eylülden beri ne çektiysem o bozuk diskin içinde, elime tutuşturuverdi tamirci.
Bakalım bir hal yolu bulacağız.

22 Ocak 2017 Pazar

Bakın vallahi billahi güzel şeyler yazacaktım, Roma'dan yerler anlatacaktım, bugün Porta Portese'deki bit pazarına gittim gene misal onu anlatacaktım. Ama olmuyor, bu hayat, bu evren, bu artık neyse yakamı bırakmıyor, bana bir saniye bile huzurlu bir zaman yaşatmıyor. Olmuyor.
Sabah telefonu şarjı (doğru mu yazdım?!) dolu halde aldım yanıma. Açıktı yol boyunca. Pazarın girişinde de nasıl olsa kullanmayacağım eşyalara bakıyor olacağım diye çantama attım. Saatlerce çantamda duran telefonu, eve girince çıkardım, elime aldım, aaa o da ne? kapanmış. Açmaya çalıştım, yok. Şarja takayım gene madem bir şey oluyor mu, yok. Elektrik bile geliyor gibi görünmüyor. Ama fiş priz şarj hepsi çalışıyor. Telefon açılmıyor şu an. Yok, gitmiş. Lanet olasıca telefon durup dururken, gitmiş.
Sonra niye karamsarsın, yok niye habire mutsuzsun, böylesin şöylesin. İşte bundan! Böyle salak saçma her şeyin benim başıma geliyor olmasından!

17 Ocak 2017 Salı

29'un vedası

20li yaşlarıma ait son gün bugün. Yarın sabah 8.30'dan itibaren tam olarak 30 yılı geride bırakmış olacağımı fark edince bugün, durup düşünmenin tam sırası dedim. Gerçi hep düşünüyorum, devamlı düşünüyorum, ne olacak benim bu halim diye düşünmediğim tek bir an bile yok ama bu düşünme farklı bir düşünme olsun. Şimdi, bugün, son bir kez, tamamını, tüm bir 30 yılı düşünüp, sonunda üstüne çizgiyi çekeyim, hesabı kapatayım, gitsin istiyorum. Ne tam huzurlu bir dönemindeyim hayatımın, ne de günlük güneşlik şu an. Aksine sabahtan itibaren milyonlarca sorunla boğuşarak geçirdim saatleri, hala daha bitmediler, ne yapacağımı bilmiyorum ama...işte. Oturup bir, etraflıca düşünüyorum.
Bu sayıya neden bu kadar önem yüklendiğini, yüklediğimi de bilmiyorum. Altı üstü sayı. İki ile başlamıyor da üç ile başlıyor. Ne olmuş? Ya da doğum günlerine, doğum günlerime olan bu anlamsız saplantı? Yıllardır burada her doğum günümde yazdığım iki üç saçma şeyle aslında hep bunu sorgulamışım ama hala aklımda. Belki gerçekten önemlidir, belki haklıyımdır bu kadar kafaya takmakta.
Ne yazacağımı bile bilmiyorum şu an. Hakikaten ne yazacaktım ben? Ne düşünüyordum?
Keşke bir uygulama, bir program ya da bir insan, bir şey olsa, şimdi tutsa elimden hadi bakalım şimdi şuraya adım at, sonra şuraya, şimdi şu insana şunu de, tamam o köşeden dön, şu dükkana gir, bunu al...falan diye yapmam gereken her bir adımı belirtse. Hiçbir şey için düşünmek zorunda kalmasam. Şimdi yanlış mı karar verdim, acaba doğru şeyi mi yaptım diye içim içimi yemez böylece. Hatta, en önemlisi, içinde bulunduğum bu sıfır çıkmazından nasıl çıkacağıma dair talimatları verseler düzgünce. Kurulum kullanım kılavuzu gibi hani. Tamam bu hayata geldiniz şimdi önce ürünü paketinden çıkarın, numaraları parçalardan ilkini ikincisine şekilde gösterildiği gibi monte edin, sonra şu düğmeye basın diye devam eden bir kılavuzum olsa. Çünkü inanın, hiçbir fikrim yok. Zerre fikrim yok ne yapacağıma dair. Tamamen ortada kalmış durumdayım. Hiçbir şey heyecanlandırmıyor, hiçbir şey yapmak için herhangi bir isteğim yok. Sadece yapıyorum. Ya çok daha önceden kararlaştırıldığı için ya da yapılması gerektiğini söyledikleri için falan yapıyorum. Hiçbir şeye dair umudum da yok. Ayy şöyle olsa ne güzel olur gibi şeyim kalmadı mesela. Neyi severim neyi sevmem, hiçbirinden emin değilim. Neyde iyiyim neyde kötüyüm, bilmiyorum. Yapabildiğim bir şey var mı bilmiyorum. Yapmayı becerebildiğim bir şeyler. Bakın abartmıyorum, samimiyetle, tüm içtenliğimle, içimden gelerek söylüyorum ki bu hayatta ne yapıyorum neden bu hayata geldim niye yaşıyorum şu an hiçbir fikrim yok. Çünkü durup bakıyorum kendime, yaptığım hiçbir şey yok.
Abim boşalt şu kafanı dedi, ben Roma'ya dönmeden hemen önce. Kafanın içindekilerin hepsini boşalt, temizle bir, rahatla, yepyeni bir sen olarak geri dön buraya dedi. Neyi boşaltacağımı bilmiyorum, çünkü zaten bomboş kafamın içi. Hiçbir şeye dair hiçbir fikrim yok. Zaten yıllardan beri, üniversitede delirdiğim o seneden beri hep aynı şeyi söylüyor: Değiş. Kafanı değiştir. Bunu da nasıl yapacağımı bilmiyorum. Bilsem yapmaz mıyım.
Nereye gidiyor bu yazı? Oysa ne diyecektim.
En iyi yaptığım şey düzenlemek sanırım. Evet, evet, düzenlemek. Ama öyle etrafı düzenlemek gibi değil ya da düzen hastasıyım yok aman o simetrik dursun şu burda dursun o orada olacak gibisinden değilim. Ne zaman iyice sıkılsam ya da kafamın sesinden delirecek gibi olsam ya da yapmam gereken bir iş varsa ve zerre yapmak istemiyorsam, kaçmak için falan açıp bir şeyleri düzenliyorum. Mesele bilgisayardaki dosyaları, klasörleri tarih sırasına göre düzenliyorum. Kitaplıktaki kitapları yazarların soyadlarına göre diziyorum bazen, bazen de basım tarihlerine göre, belki denk gelir de bilgilerini bulabilirsem ilk yazıldıkları tarihlere göre. Dolaptaki giysileri renklerine göre, mutfaktaki tabakları bardakları desenlerine, boyutlarına göre. Hiçbir şey yapamazsam evi süpürüyorum. Eşyaları düzeltiyorum. İyi de yapıyorum bunları sanırım. Üşenmeden tüm kitapların yazarlarının hayatlarını okuyorum, kitabın ilk basımına bakıyorum, elimdeki basımı yapan yayınevinin bilgilerine bakıyorum, çevirmenin kim olduğunu inceliyorum araştırıyorum. Böyle böyle ne kadar anlamsız, saçma, hayatıma zerre katkısı olmayacak bilgi varsa buluyorum okuyorum, sonra gene üşenmeden ona göre düzenliyorum. Belki de kütüphaneci olmalıydım. Olmalıymışım ya da. Gerçi kütüphanedeki o çalışanların ne iş yaptığını tam olarak bilmiyorum, benimkisi sadece bir tahmin. Eğer bu tür bir şeyse işleri, harika olurmuşum oraya. Tüm gün kimse karışmadan düzenler dururdum. İnternet de varsa okur dururdum bilgilerini. Akşam da saatim gelince çıkıp, evime gider, ayaklarımı kalorifere dayar dizi izlerdim. Maaşım da yatıyor olurdu nasıl olsa, ne zengin edecek ne de aç bırakacak kadar. İzin günlerimde de tiyatroya giderdim, yeni bir yemek dener, eve dönerdim. Ohh mis gibi hayat. Hayal ederken bile içim ferahladı. Kimseye dokunmadan, kimse bana dokunmadan. Büyük büyük şeyler beklemeden, habire debelenmeden, o olacak bu olacak o olmadı bu olmadı diye boğulmadan, sıfır beklenti sıfır hayal kırıklığı dengeli mutluluk. Sürpriz yok, birden bire pat diye önüne bırakılan sorunlar yok, insanlarla uğraşmak yok, muhattap olmak yok, habire kendini geliştirmek zorunda kalmak yok. Mutluluğun formülünü buldum şu an gençler, sadece benim için yapılabilirliği yok, sorun o.
Sandra Bullock'un bir filmi vardı. Tren garında memurdu sanırım, trene bineceklere jeton satan gişedeki görevliydi işte. Yolcular para uzatıyor, o da jetonu uzatıyordu. Geliş saati çıkış saati belliydi, karışanı edeni yoktu, işinin tanımı, sınırları belliydi. Başka yapması gereken birşey yoktu, habire yeni teknoloji çıkıyordu da o öğrenmek zorunda kalmıyordu, kafasını - çok da kullanmasına gerek yoktu, sadece para üstünü hesaplasa yeterdi. Ne severdim o filmi. Tabi Sandra sonra kendine bir sürü dert buluyordu ama olsun. Ya da onun da hayali vardı yapamadığı ama öyle dünyayı ele geçirmek türünden olmadığı için, mutlu bir şeydi (Floransa'ya mı Paris'e bir yere gitmekti hayali sadece, tam gözümün önüne getiremedim araya Practical Magic'ten sahneler karışıyor zihnimde). Ne güzel filmdi be. Artık öyle filmler yok. Nerede o eski bayramlar gibi birşey oldu bu da ama vallahi bakın ciddiyim, artık romantik komediler öyle değil, biz de aynı değiliz tabi sanırım sorunun bir kısmı da bu.
Ne diyordum? İnanın bu yazı nereye gidiyor şu an bilmiyorum.
Yarın sabah kalktığımda tamamen farklı biri olur muyum acaba. Hani şu şey filmleri var ya ben onları çok severdim. Böyle iki kız kardeş mesela ya da anneyle kızı, birbirlerine gıcık olurlar. Bir sabah kalktıklarında birbirlerini bedenlerini değiştirmiş olarak bulurlar. Şimdi her biri diğerinin hayatını yaşamak zorunda kalır. Ya da bir kadın bir gün uyanınca kendini erkek bedeninde bulur ya da bir erkek, bir kadın bedeninde. Hatta en güzeli, yaşlı-orta yaşlı adam bir sabah uyanınca kendini liseye yeni başlarken bulur. Bayılırım bu filmlere. Ama sonlarını sevmem. Çünkü hep sonlarında aslında kendi bedenlerinin, kendi hayatlarının ne kadar da güzel olduğunu anlarlar veya kötü davrandıkları insanlarla empati kurar hale gelirler falan. Çok sinir bozucu.
Sanırım bir de en iyi film-dizi izleyebiliyorum. Yapabildiğim şeylerden biri de bu herhalde. Oturup tüm gün izleyebiliyorum, tüm gece de. Oyuncuların, yönetmenlerin, müzikleri yapan insanların, kostümcünün falan çetelesini tutuyorum kafamda. Farkında olmadan. Eğer böyle bir tanımı olan bir meslek de varsa, sanırım onu da kaçırmışım elimden.
Eleştiride iyi değilim ama. Yorumlamada falan. Birisiyle karşılaşınca kilo mu vermiş saçını mı değiştirmiş tam oturtamıyorum. Sadece bir şey olmuş sana oluyorum, sende bir şey var. Yani bir değişiklik var kafama çınlayan ama öncesinde de o kadar "gözümle" bakmamışım ki şimdi de gözümle algılamıyorum o değişikliği. Evet bir de bunu fark ettim bu yaşımda. Gözümle bakmıyormuşum ben. Çoğu şeyi hissederek algılıyorum, bende yarattığı karşı histen dolayı algılıyorum. Misal birlikte gittik bir yere, biriyle tanıştık. Bir on beş dakika oldu olmadı, adam gitmek durumunda kaldı. O on beş dakika boyunca bende anlam veremediğim bir ilginçlik oluyor, adamı sevmemiş oluyorum, bir rahatsız olmuş oluyorum, içimi bir şeyler tırmalıyor ama anlam veremiyorum. Sonra sen de dönüp bana diyorsun ki ben bu adamı hiç sevmedim çünkü şöyle bakıyordu böyle söylüyordu öyle düşünüyormuş falan. Hah diyorum, tamam işte demek ki haklıymışım. Ben sadece somut bir zemine oturtamıyorum yani. O yüzden birinden hoşlanmadığımda beni dinleyin, beni ciddiye alın. O an görmeseniz bile, yüz yıl görmeseniz bile, o yüz yıl size bir zararı dokunmasa bile, bu insanda beni rahatsız eden bir şeyler var dediğimde gardınızı alın. Çünkü muhakkak ki o insan kötüdür. Bir şekilde içinde bir Sith vardır, kendi bile farkında olmayabilir ama ben bilmişimdir.
Tabi bir demediklerim var, diyemediklerim. Hissedip de kendime bile söylemekten çekindiklerim. Her görüştüğümde zihnimde tuhaf bir tat bırakanlar. Yıllarca seviyorum caaanım, sevimli insan dediklerim. Dediğiniz, dediğimiz. Ama bir türlü anlamdıramadığım. Sonra da o kötülüğü ortaya çıkanlar. Ya da aslında gerçek benlikleri ortaya çıkanlar ve benim ah ulan ama ben nasıl diyecektim ki dediklerim.
Ki bu da diğer sorunuma, en önemlisine getiriyor konuyu. Burada da defalarca dert yandığım şeye. İnsanlara karşı çıkamamama, düşüncelerimi belirtememe, düşüncelerimi savunamama, hakkımı hiçbir koşulda arayamama, habire gülümsememe, yine de gülümsememe ve tamam olur dememe. Kocaman bir korkak oluşuma. Jim Carrey'nin Yes Man diye bir filmi vardı, çok da eski değil. Her şeye hayır diyen bir adamdı Jim, sonra her şeye evet demeye başlayınca hayatı çok daha heyecanlı mutlu güzel falan oluyordu işte, ana fikri buydu. Onun tam tersiyim. Hiçbir şeye hayır diyemeyen sefil insan, ben. Bugün de Jim Carrey'nin doğum günü. Peki ben bu bunu niye biliyorum? Neden aklımı böyle şeyler işgal ediyor? Bunun gibi bilgilerin işime yaradığı bir nokta yok, hayatımı biraz bile olsa iyileştiren bir yanı da yok. Sana ne Jim Carrey'den. İsmini bile bilmene gerek yokken..Ama biliyorum işte. Saçmalıklardan bir tanesi daha.
Her bir paragrafın arasında önümdeki camdan gökyüzüne bakıp kalıyorum. Bulutlarla kaplı çoğunlukla, gri ve beyaz. Ama aralarda mavilikler görünüyor. Arada bir kuşlar uçuyor, görüş alanıma giriyorlar. Burada martı sesleri duyuluyor dışarı çıkınca biliyor musunuz. İlk geldiğimde ilginç gelmişti. Sonra tam karşımda, apartmanların arasında devasa uzunlukta bir ağaç var, o sallanıyor. Acayip rüzgar var bugün Roma'da çünkü. O devasa ağaç bile sallanıyor şiddetinden. Ne ağacı olduğunu bilmiyorum. Belki bir tür çamdır. Kuşların da türünü bilemiyorum. Kötü olduğum bir konu da bu benim. Kuşların, ağaçların, balıkların falan türünü bilmiyorum, ayırt edemiyorum. Belki hiç adamakıllı öğrenmediğim içindir. Belki de hiç önem vermediğim için ya da öyle bir yerde büyümediğim için. Ya da belki bu "gözümle bakmamam" saçmalığı yüzündendir. Bilmiyorum. Doğaya bıraksalar kendi başıma, ölmem iki günü bulmaz herhalde. Açlıktan susuzluktan vahşi hayvanlardan zehirli bitkilerden soğuktan sıcaktan falan değil de gerçi, allah kahretsin burasıyla ilgili hiçbir şey bilmiyorum ne mal bir insanım ben diye oturup ağlamaktan helak olduğum için kahrımdan ölürüm ama, neyse.
20li yaşlarımın son gününü nasıl geçirdiğime de bakın hele. Kucağımda laptop, gökyüzünü izliyorum. Kafamda devasa bir sorun (Allah kahretsin seni yapı kredi!). Kimseyle konuşacak havada değilim, gülümsemeyi geçtim, suratımı düzgün tutacak bir havada bile değilim. İyi misin...Değilim. Hiç iyi değilim. Sadece bu gece gözümü kapamak ve yarın sabah açtığımda tamamen başka bir evrende, tamamen başka biri olarak uyanmak istiyorum. Yarın için yapmak istediğim tek şey bu. Olur mu? Yapabilir miyiz?

15 Ocak 2017 Pazar

The Passing Light of Day

2017'nin ilk yazısı-blog postu böyle olsun madem. Daniel "it's ok, it's ok" diyor ya sakince, anlayarak, ben de öyle diyerek başlamak istedim. Geçmişin içine habersizce atlayarak başlayan şarkı, tek tek hatırlatarak, önce can yakarak, sızım sızım sızlatarak devam edip, tek tek her biri için pişmanlığı yüzüne çarpa çarpa ilerliyor. Ama sonra çözmeye başlıyor hepsini, bitiriyor, geçiriyor, iyileştirmese bile sonlandırıyor, kapatıyor ve nihayet sona eren gün gibi, koşturmayı bırak diyor. Artık koşturma, gün bitiyor ama "it's ok, it's ok"...Söylenen her şeye, söylenmiş her şeye gülümse ve korkmana bile yer bırakmayan o boğucu acını yavaşça yere, geçtiğin, arkanda kalan yola bırak. Ve biten günü seyret yalnızca. Çünkü "It somehow strangely feels ok/It is what it is/I'll find my way/Through this passing light..."

19 Aralık 2016 Pazartesi

laterna

Hayat bazen, dün gece bıraktığın yerden başlamaz.
Yanında güçlü olmak zorunda olmadığımız insanlara ihtiyacımız vardı, o kadar.
Gidenler rahat uyur. Arkasını dönüp gidenler, yön değiştirenler, gözünü kapayabilenler... Seninse daha fazla zamana ihtiyacın vardır... Daha fazla ayık kalıp meseleyi kavraman, kendine anlatman, sonunda da kabul etmen gerekir. Olanı çabuk unutup yine aynı hatayı yapma ihtimalin hep vardır. Tek silahın tekrarlardır. Günün ortasında midenin ortasına ağrısı saplandığında bir yerlere kapanıp tekrarlaman gerekir, yolun ortasında kafanı duvara dayayıp bağıra bağıra tekrarlaman gerekir. Aynı yolları tekrar tekrar kat edip, biraz sonra yeniden unutana kadar, aynı sonuca ulaşman gerekir. Bu yüzden kaybedenler, kimsenin sifonunu çekmediği benzinlik tuvaletlerini, anlatacak çok şeyi olan arkadaşları, en çok da geceleri kullanırlar...
Bu yüzden herkesin bir yöntemi vardır. Herkesin farklı bir tekrarı... Ama yöntemine sadıktır herkes. O da yeniden doğmak için yapıyordu bunu. Tekrar ve tekrar ölüyordu. İşte bu yüzden sen de O’na benziyorsun.
Bu hikâye, olmasa da olurların, olsa da fark etmezlerin hikâyesi... Bu hikâye önemsiz şeyler yaşayanların, anlatacak bir şeyi olmayanların hikâyesi. Muhabbetlere katılamayacak kadar sıradan şeyler yaşayanların hikâyesi. Benim hikâyem. Senin hikâyen. Ki zaten, her şeyi biliyorsun...

Koray Biber'in Laterna kitabının tanıtım yazısı bu. Kitabı okumadım, varlığından ilk haberim oldu hatta ama bu yazıyı siz de okuyun istedim. İnsana dokunan bir şeyler var bu satırlarda, tanıdık bir şeyler. Kitabı da alıp, okuyabilirim umarım kısa bir zamanda.

15 Aralık 2016 Perşembe

Alexandre Dumas'nın "Üç Silahşor"u

"Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"

Bir araya gelmiş, kılıçlarının ucunu birleştirmiş 4 adamın bu haykırışı o kadar bilindik, o kadar genel geçer bir şey ki, o kadar tüm dünyanın kültürüne işlemiş ki, sanki tarihin başlangıcından beri var olmuş gibi görünen bir öykünün mottosu gibi. Halbuki açıp şöyle bir bakınca daha ancak 200 yıl önce - 1844'te -  yayınlanmış bir öyküden çıktığını görebiliyoruz. Bir öykü diyorum ama neresinden baksanız 700-800 sayfalık koskoca bir kitap bu ve sonrasında gelecek olan diğer kitaplarda devam eden bir alternatif tarihin de başlangıcı.
Alternatif tarih denebilir mi gerçi onu da bilmiyorum. Çünkü Alexandre Dumas'nın bizi peşine katarak maceradan maceraya sürüklediği D'Artagnan, Athos, Portos ve Aramis esasında Fransa tarihinde bir şekilde kıyıda köşede ismi geçen gerçek şahsiyetler. İllaki Dumas'nın anlattığı gibi insanlar olmamışlarsa bile, en azından esinlenecek malzeme vermiş olmalılar yazara, ne bileyim. Onların etrafındaysa daha da gerçek karakterler var; dönemin Fransa kralı XIII.Louis, evlerden uzak Kardinal Richeliu, kraliçe Anne ve Buckingham dükü gibi. Bizden 200 yıl önce yaşamış Dumas da kendinden 200 yıl önceki Fransa'da at üstünde, elinde kılıç dolanıyor yani.
Herşey genç Gaskonyalı (ki bunu her fırsatta dile getiriyor hikayemiz, çünkü karakterin kişiliğini anlamak için ilk ve en baskın ipucumuzun bu olması gerekiyor. Fransa-dışı okuyucular olduğumuz için bize birşey ifade etmeyecek olmasından endişe duyduğu noktalarda da Gaskonyalılar Fransa'nın İskoçlarıdır demeye getiriyor, ben bunu belki bir nebze Türkiye'nin Karadenizlileri olarak çevirebilirim her "tarafın" iyiliği adına.) D'Artagnan'ın kasabasından çıkıp, Paris'e, büyük şehre, başkente ekmeğinin ve kariyerinin peşine düşmek için yollanmasıyla başlıyor. Yolculuğunun daha ilk başlarında belaya bulaşmasından alıyoruz biz ipucunu, çok eğleneceğiz. Daha bu ilk macerasından kendine hikayenin sonuna kadar peşinde olacağı bir düşman ediniveren genç adam, Paris'e vardığındaysa diğer efsanelerimizle münasebete girişiyor. Bir şekilde hem Aramis'le hem Athos'la hem de Portos'la düelloya girişmesinin sonucu pek tabiki hepimiz birimiz içine bağlanıyor. Odağımızda D'Artagnan'ın başına açıp durduğu belalarla akıllı ve ihtiyatlı Athos'un, saman altından su yürüten Aramis'in ve gösterişçi, gösterişli Portos'un maceralarını anlatıyor Dumas. Tabi dönemin entrikaları, politik olayları, iki ulusun tarihleri içerisinde. Dumas'nın erkekleri silahşorler, her durumda kılıçlarını çekmekten geri durmayan, kadın peşinde koşan ama kadınları parmağında oynatan, eline geçen para iki dakika o elde durmayan, "an"ı yaşayan, gözüpek erkekler. Ya da işte Kardinal Richeliu gibi olanları. Silahşorlerin yaptıkları aslında çoğu zaman ipe sapa gelmiyor, mantıken doğru ya da mantıklı şeyler yapmıyorlar. Sağlıklı kafayla baktığımızda aslında tamamen kendileri için ne iyi gelirse, kafalarına ne eserse onu yapıyorlar. Kadınları ise hep güzel. Bu güzelliği az biraz kullananları ve çatır çatır  kullananları olarak ikiye ayırır gibi yapsa da aslında Dumas'nın hikayesinde kadınlar hep erkeklerin aklını çelme, onları maceralara koşturma, olayları karıştırma rolündeler. Dumas'nın kendisi de ara ara satırlarına eklemeden edemiyor, bu ne biçim ahlak anlayışı demeyin sayın okuyucu, vallahi de billahi de o zamanlar öyleydi, ben de takdir etmiyorum ama naparsınız cinsinden veryansın eder gibi yapıyor. Gel gelelim, Dumas'nın da orduda görev yapmış bir babanın, siyahi bir köle kadından doğma ve askeri okulda eğitim görmüş, asker bir oğlu olarak tıpkı anlattığı silahşorler gibi bir hayat yaşamış olduğunu az çok tahmin edebiliyoruz.
1993'ün stil sahibi(!?) silahşorleri, o saç kesimleri resmen kabusluk
Tabiki yargılamıyorum (içimdeki Jane Austen'ın kafasına vurdum şu an, endişe yok) ama sanırım kitabı okurken, Dumas'nın silahşorlerini okurken kafa karışıklığına sebep olan, şimdiye kadar popüler kültürün belleğime çizmiş olduğu Athos-Porthos-Aramis-D'Artagnan kalıpları. Gözümü kapasam John Malkovich'in Athos'unu görebiliyorum. Ya da Jeremy Irons'ın Aramis'ini. Gerard Depardieu'nun adeta bir oburiks gibi olan Porthos'unu. D'Artagnan içinse şaşırtıcıdır (beni tanıyorsanız o kadar da şaşırtıcı değil aslında, dış görünüşe baktığım kadar hiçbir şeye bakmadım şunca yıldır ya eyvahlar olsun) Chris O'Donnell var. 90lı yılların çocukluğuma yaptıkları ortada.
1998'deki The Man in The Iron Mask'teki silahşörlerimiz
Her neyse, demem o ki kafamda kalıplar varken, işte tam da bu kalıplardan ötürü, olayın temeline ineyim istedim. Tıpkı Edmund Dantes'in o saf gençten nasıl Monte Kristo Kontu'na evrildiğini ilk elden okuduysam şimdi de XIII.Louis'nin silahşorlerini ilk haliyle göreyim dedim. Aa şimdi gördüm, 2011'de de bir The Three Musketeers izlemişim ben. Hem de kimler kimler...Ama demek ki ne kadar kötüyse artık, zerre aklımda kalmamış. Yazık olmuş Luke Evans'a, Matthew Macfadyen'a. (Tabi bu arada son döneme ait bir güzel uyarlama daha var, onu da söylememek ayıp olur. BBC'nin "The Musketeers"i pek bir güzel.)
2011 The Three Musketeers'tekiler
Kitabı okumak isterseniz hemen hemen her "klasik"te olduğu gibi birçok seçeneğiniz var. Ama tabi en temizi ve özenlisi İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi kapsamında basılmış olanı. Fransızca aslından çevirisi Volkan Yalçıntoklu tarafından yapılmış.
BBC'nin soldan sağa Aramis'i D'Artagnan'ı Athos'u Porthos'u
Kitabını mutlaka ama mutlaka okuyun gibisinden bir tavsiyem yok, ama bu hikayenin bir köşesinden tutmak insana güzel vakit geçirtebiliyor. Tabi böyle deyince tamamen hay huylu bir eğlence gibi gösteriyor olabilirim baba Dumas'nın 200 yıllık hikayesini, hakkını yememeli, o kadar da boş değil kendisi. "Her zaman her ülkede, özellikle de bu ülke mezhep çatışmalarıyla bölünmüşse, din uğruna işkenceyi göze alan fanatikler çıkacaktır." diyen, zehir akıllı bir Kardinal Richeliu çiziyor Dumas. Ya da tüm o fettan, ortalık karıştıran şeytani güzellikteki kadın imajının altına çok sağlam bir temel katabiliyor "Yine de, erkek olsa bütün bu kaçma girişimlerini deneyecek ve belki de başarılı olacaktı, Tanrı bu erkeksi ruhu böyle narin ve çelimsiz bir ruhun içine yerleştirerek nasıl da yanılmıştı!" diye köpüren Milady ile. O yüzden en mantıklısı, yine en mantıklı hareketleri yapan saygıdeğer Athos'un dedikleriyle kendi kararınıza bırakmak:
"Genellikle tavsiyeler uymamak için istenir," diyordu Athos, "ya da tavsiyeye tavsiye veren kişiyi sonradan suçlamak için uyulur."

Goodreads'te Üç Silahşor
Wikipedia'da Üç Silaşörler
2011 yapımı The Three Musketeers
1993 yapımı The Three Musketeers

Jason Momoa'nın "Canvas of My Life"ı



İçimden bir şey yazmak gelmiyor bu ara ama, bu yukarıdaki gibi şeyler, güzel şeyler.

Bir saat sonra eklemek istedim: Bunlar neden güzel şeyler mesela, onu diyeyim. Yukarıdaki videoda Jason Momoa şimdiye kadar bizde yarattığı algının dışında da sahip olduğu başka yönleriyle karşımızda beliriveriyor. Önce kendini keşfe çıkan genç bir insan, sonra aslında kendi çocukları aracılığıyla hayatı ve kendini keşfeden bir baba. Hak verirsiniz veya vermezsiniz, aklınıza yatar veya yatmaz ama bir baba olarak keşfettiği şeyler ve çocuklarına kendi annesinden aldığı, büyüdüğü küçük kasaba sayesinde edindiği hayat görüşüyle katmaya çalıştığı şeyler, onları yetiştirme yöntemi olarak benimsediği bu karma düşünceler ve onları bu videoda aktarış şekli - her ne kadar sonunda markanın reklamına bağlansa da ve esasen bu amaca hizmet etmek için çekilmiş olsa da - insana umuda benzer şeyler fısıldıyor.
İşte bu yüzden güzel.

13 Aralık 2016 Salı

"düşünmek bana ne verdi, beni hangi üstün mertebeye getirdi?"

(Bugün Sirenin Sesi'nde okudum bu 4 cümleyi. Oradan görmediyseniz, buradan okuyun istedim.)


Kalbimi paramparça etmiyor mu, ediyor elbette, her günün her saniyesi kalbimi olduğundan daha fazla parçaya ayırıyor. Kendimi, sessiz değil, suskun biri olarak bile düşünmemiştim, hiçbir şey düşünmemiştim ama her şey değişti. Benimle mutluluğum arasına saplanan mesafe dünya değildi, bombalar ve yanan binalar değildi, bendim, düşünmemdi, bir şeyleri asla koyveremiyor olmanın kansersi hali. Cehalet mutluluk mudur, bilmiyorum ama düşünmek çok acı verici ve söyleyin bana, düşünmek bana ne verdi, beni hangi üstün mertebeye getirdi?

8 Aralık 2016 Perşembe

parkinson



Parkinson'un tedavisine yönelik birçok başka şey var, biliyorum ama bu da ilginç geldi, göstermek istedim. Dedemde vardı, en son noktada artık tüm yaşamını ileri derecede etkilediği bir haldeydi öldüğünde. Geçen sene teyzemde de çıktı, şimdilik durumu ne bilmiyorum. Anne tarafımda sinsice ilerleyen bir şey bu benim için yani, o yüzden çok küçükkenden beri hakkında hep okuduğum, araştırdığım bir konu oldu. Bu videodaki şey en başta çok da mantıklı gelmedi bana ama, belki de işe yarar bir şeydir.

6 Aralık 2016 Salı

Neverland'i genişlettik gel vatandaş gel

Kafamı toplamaya çalışıyorum, evet. Madem yapabildiğim, bırakmadan yapabildiğim tek şey bu, burası, o zaman bari bunu düzgünce yapayım dedim. Üstteki menüdeki sayfaları yan bloglara taşımaya başladım. Tabi içerikleri 5 yıl öncesine dayandığı için bir güzel de elden geçiriyorum. Aman yarabbi ne saçma şeyler yazmışım nidaları arasında. Kitap yazılarını Neverland Parşömen Rafları'na taşıyorum, film yazılarını da Neverland Laterna Magika'ya. Seyahat yazılarını ise Neverland Jolly Roger'a. Bu arada kitapları Goodreads'te (https://www.goodreads.com/sesrabs), filmleri de IMDb'de (http://www.imdb.com/user/ur13116551/?ref_=nb_usr_prof_0) oylamaya devam ediyorum, merak ederseniz.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...