29 Ocak 2017 Pazar

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 2

Şimdiii nerede kalmıştık? Hah, tamam. Nürnberg'den Münih flixbus'ın sıkış tıkış otobüsüyle 2-3 saat falan sürüyor. Nürnberg'de flixbus'ın indirme-bindirme durağı Nürnberg Hauptbahnhof diye bir yer. Bu önceki bölümdeki haritada çizdiğim mavi hattın hemen sol alt yanında bir yere denk geliyor. Hostelimizden oldukça yakın görünüyordu ama bulması çok zor oldu. Böyle aralara bir yerlere saklamışlar. Yüksek binaların arasında, bir sokağın iki yanına ufak tabelalar koymuşlar, al sana durak. Bir dolu insan, bavullarıyla kaldırım üstünde, bina diplerinde bekleşiyor. Akşam 22:30 falandı sanırım otobüsümüz. 22:00 gibi orada olmamıza rağmen, saat 23:30'da otobüsümüz gelmemişti. Bir de soğuk, zehir gibi. Bir de oturacak sığınacak yer de yok. Diğer otobüsler geliyor, insanlar biniyor gidiyor. Bir grup ve biz, öylece saatlerce bekledik. Hayır bir de satış ofisi gibi bir şey de yok, sadece sokak ve tabelalar. İnternet desek, telefonun şarjı bitti bitecek. Önce sinirden köpürdüm durdum. Nasıl olsa kimse anlamıyor diye söylenip durdum ardından. Otobüs hala gelmemeye devam edince, bu sefer çaresizlik çöktü. Gene başladı kafamın içinde, ben ne yapıyorum, manyak mıyım bu soğukta niye böyle beklemek zorundayım, ne zorum vardı da geldim buralara, ne Münih'miş arkadaş görmek istediğim yerler listesinde bile değildi, vah bana vahlar bana bu yaşımda Almanya köşelerinde sürünüyorum diye. Otobüs nihayet geldiğinde artık tabi, lanetler okuyarak bindim.
Neyse demem o ki flixbus ucuz evet ama güvenmeyin. Trenler pahalı belki ama en azından tren istasyonu diye bir olasılık var. Yabancısı olduğunuz bir yerde, gece vakti, soğukta inanılmaz derecede umutsuz oluyorsunuz çünkü.
Münih'te otobüsün indirdiği yer ise hepten evlere şenlik. Tamam, tam böyle tüm trenlerin tramvayların metronun falan bitiştiği, merkezi bir yerde ama, gecenin bir vakti, o kadar enerjimiz düşmüşken, telefonun şarjı yokken falan önce baya bir bocaladık. Yola çıkmadan evvel, Roma'daki odamızda her bir adımı planlamıştım doğru, nerede inip hangi araca binip kaç durak gideceğiz falan biliyorum. Ama Münih'te o gece bir saçmaladım nedense. Bineceğimiz şeye nereden bineceğimizi bulamadım, baya saçmasapan yürüdük, sonra geri yürüdük, sonra nereden bilet alacağız, bilet almalı mıyız, hangisi ne yöne gidiyor bir her şey birbirine girdi. Tabi şöyle de bir sorunumuz vardı, otelimiz şehrin başka bir semtindeymiş. Golden Leaf Hotel Perlach Allee Hof diye bir otel. Aslında kent merkezinden gitmesi oldukça kolaydı otelin ama işte o ilk gece bir şaşkındık ya. Normalde kent merkezinden tek bir metroya mı trene mi bir şeye binip, sessiz sakin baya bir durak gidiyoruz, Neuperlach Süd durağında iniyoruz, iki dakika yürümeyle hemen orada otel. Bu arada yeri gelmişken onu da söyleyeyim, Münih'te de hiç bilet almadan toplu taşıma araçlarını kullanabiliyorsunuz
 gene yakalanmadığınız sürece tabiki. Biz o 2-3 günde yakalanmadık, daha doğrusu hiç öyle bilet kontrolü görmedik. Bir de geç geleceğiz diye önceden otele yazmıştık iyi ki. Çünkü resepsiyon kapalı oluyormuş o saatte, ana girişin hemen yanında bir kilitli kutu vardı, anahtarımızı ona koyup, bizden de bir şifre istediler. O şekilde otele gecenin bir yarısı gittiğimizde kolayca alıp anahtarımızı odamıza gidebildik. Bu arada 8 kişilik yatakhaneden ve o gece yaşadığımız tüm o rezillikten sonra gerçek bir otel odası su gibi geldi. Hostel değil yani OTEL. Ufacık ama kendi banyomuz tuvaletimiz vardı. Nasıl uyuduk, nasıl bir rahatladık. Ertesi sabah kalkmak bilmedik tabi ama.
Münih'teki ilk günümüzde atladık yine otelin yakınındaki metro hattına, valla hafızam beni yanıltmıyorsa Karlsplatz durağında yeryüzüne çıkardık başlarımızı. Bu çıktığımız nokta Münih'in göbeği bence ama tabi Münih'in yerlisi vardır aranızda hayır değil derse bilemem. Biz oradan Ottostrabe yönüne doğru ilerledik ilk gün. Esasında asıl cümbüşün olduğu yer Neuhauserstrabe imiş ama aklımızda mısır müzesi, vurduk kendimizi o soğukta geniş caddelere. Almancası ile Ägyptisches Museum (http://www.smaek.de/), bulması biraz zor bir noktada. Olur mu canım öyle şey, adresi var, haritada da görünüyor falan demeyin. Girişini bulana kadar kendimizden, hayattan, Münih'ten, Amenhotep'ten falan şüphe ettik. Karolinenplatz tramvay durağından sonra, Gabelsbergerstrabe üzerinde girişi. Böyle aşağı doğru. Öğrenciyiz lafımız burada işe yaradı mesela 5 euro'ya girdik ama normali 7 euro.
Mısır Müzesi'nin girişi işte böyle, bir tuhaf. kaynak:Smaek
İçerisi bir ilginç bir dizayn ama geniş ve düz bir hali var, o açıdan iyi. Ben hep böyle eski püskü, sıkış tıkış yerleri sevdiğimden (kalbimin evi Kovuk misali) böyle modern gibi-gibi yapılar beni üşütüyor ama olsun. Eserler süperdi. Yani gerçi sanırım sonuçta orası Mısır eserlerini sergilediğinden her türlü süper diyecektim ama hakikaten bakın, iyiydi. Gerçi biraz karanlıktı, ama benim gözlerim çok da iyi görmüyor zaten.
Sonrasında o dediğim caddeye gittik. Akşam olmuş, sokak müzisyenleri fışkırmış, gençler Karlstor'daki sıcak şarap şeysini tıklım tıkış doldurmuş..Hayat derdi tasası olmayanlara güzel. Neuhauserstrabe'de bir dolandık böyle biz de. Ama gece vakti olduğundan Roma'daki kilise gezme huyumuzun aksine, Münih'tekilerin hiçbirine giremedik. Halbuki en en en sevdiğim buradaydı, St.Michael'ın kilisesi. Ayrıca aynı cadde dolaylarında Peterskirche, Frauenkirche ile Bürgersaalkirche de vardı ama sonraki gün de zamanımız olmadı. O ilk gece ve ikinci gece Alte Akademie'yi, Richard-Strauss-Brunnen'i, Neues Rathaus'u, Fischbrunnen'i falan dışarıdan da olsa seyreyleme şansımız oldu. Bu arada Karlstor'daki o sıcak şarap pek güzel, demedi demeyin.
Şimdi düşünüyorum valla Münih'te ne yaptık diye, Tuğba'ya da döndüm sordum nereye gittik biz Münih'te diye ama ikimiz de bir boş boş baktık birbirimize önce. Nürnberg'den sonra Münih o kadar soğuk gelmiş ki hem karakter hem de ciddi ciddi hava olarak soğuk, pek bir hatıra katmamışız gibi Münih'ten kendimize. O yüzden kentten ziyade ufak "pırıltı"lar çakan beynimde Münih'le ilgili şeyleri söyleyeceğim kısa yoldan.
İlki, ikinci günümüzde ne yaptığımız meselesi. Kalktık ve doğruca Nymphenburg Sarayı'na gittik. Otelden birkaç durak sonrasıydı o yüzden kolayca ulaştık ama tabi saraya gelen bu tramvay maşallah Roma'daki meşhur 3 nolu tramvay gibi. Dünya kupası karması şeklinde yolculuk ediyorsunuz. İndiğimiz noktadan bakınca upuzun bir göl, kenarları yeşillik. Sonra sarayın ön bahçesi. Ardından da ana binaya giriyorsunuz. Ama biz biraz bodoslama girdiğimiz için bilemedik, zannettik ki böyle girdiğimiz noktadan itibaren saray binası olarak bir dolu şey var. Ama yokmuş.  Nymphenburg'un olayı bahçeleriymiş meğerse. İlk binaya girdiğinizde zaten hediyelik eşya katı karşılıyor. Tüm bir giriş katı dükkan. Ha güzel şeyler değil mi, şahane şirinlikte bir dolu eşya var satılan ama fakiriz be, çantalarını önlerine takıp, sımsıkı tutan çekik turistler gibi para saçamıyoruz haliyle (içimdeki ırkçı konuştu evet ama görmeniz lazım çılgınca para harcıyor çekikler avrupadaki hediyelik eşya dükkanlarında, gidin yemek yiyin karnınızı doyurun az iki güzel yemekle be). Bu kattan bilet aldım merdivenlerden bir kat yukarı çıkıyorsunuz. Sarayın odalar var ama üç beş tane ancak, tamam iyi hoş eşyalar falan, duvarlar, tablolar evet, zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissettiriyor ona da evet ama bitiveriyor. Yalnız o güzeller salonu hakikaten güzel. Yani duvarlarda manyak kralın yaptırdığı portreler var hep. Dönemin güzel kadınlarının. İçlerinde rahatsız edici derecede çirkinleri de var ama geneli pek hoş.
İki oda görmeye 6,5 mu verdik biz, daha fazla verdik gibime geliyor ama bilet fiyatları için şuraya bakabilirsiniz. Bu üst kattaki odaları ve bir de yan kanatlardaki porselen müzesiyle, at arabaları müzesini kapsıyor bu bilet. Ama ası olay olan bahçeler bedava. Ve işte beni asıl hüzünlendiren bu bahçelerdi. Düşünsenize haftasonu olmuş, üstünüze geçiriyorsunuz spor kıyafetlerinizi, evden yavaş tempoda koşarak sarayın bahçesine dalıyorsunuz. Her yer ağaç, göl, ördekler, sizin gibi insanlar, çoluk çocuk, spor yapanlar...Kendime bile klişe geliyorum şu an bunu yazarken ama öyle, medeniyet. Çok kıskandım. Yeminle hüzne boğuldum. Ben niye 20 yıldır yaşadığım kentte bunun hayalini bile kuramıyorum, tecavüz taciz ölüm korkusu olmadan evimden dışarı adımımı bile atamıyorum diye o kadar lanet savurdum ki. Neyse, siz, çoğunuz, hepiniz, mutlusunuz sonuçta, başka özgürlükleriniz var belki de. O yüzden benim üstüme eşofmanımı geçirip de parkta iki koşamıyor oluşum çok da mesele değil sizin için.
Duvarlara yumruk atmadan bu konuyu kapatıyorum. Daha neşeli şeylerden bahsedeceğim.
Bir diğer pırıltı Allianz Arena. Bayern Münih'in stadı. Oooooo, olley olley olley! Ama oraya da bir gece vakti ulaştığımızdan içine bakamadık. Gerçi girilebiliyor mu emin değilim, Barcelona'daki gibi olayı ticarete döküp dökmediklerini bilemedim. Off ya keşke o fotoları gösterebilseydim size.
Bir diğeri, İngiliz Bahçesi'nin hemen kıyısındaki bir ufak kafe-bar. Şu an telefonum olmadığından swarm'ımıma da bakamadığımdan ismini söyleyemiyorum ama böyle teleferik kutularını (ne deniyor onlara bilemedim) oturma yeri yapmışlar dışarıda, içinde loş ışık. Biz önce kahve isteğiyle daldık içeri, sonra çalışan iki gençten erkek olanını görünce kendimden geçtiğimden elim ayağıma dolandı. Çocuk (ama çocuktu yani ya, 30 yaşındayım ben ya) adeta şeker kız candy'nin anthony'si, çocukluğum nick carter'ı, ilk gençlik filmlerimin devon sawa'sı. Yanındaki diğer çalışan, çirkef kız yok kahve öff ne kahvesi modunda bize dalmaya hazırlanıyordu ki çocuk sıcak şarap verelim daha güzel diye gülümseyince biz de sıcak şarabını denemiş olduk. Fena değil ama Karlsplatz'daki daha güzel. (Karlsplatz'daki bardak olayımızı anlatmayacağım hayır, çok utanıyorum.)
Son bir Münih pırıltısı da otelden. Otelin kablosuz interneti sadece resepsiyonda bedavaymış meğerse. Odada istiyorsak paralı, günlük falan filan seçenekleri vardı. İlk gün sabah resepsiyonda da giremeyince resepsiyondaki çekik kardeşimizin başında baya bir bekledik. O da uğraştı, etti olmadı. Bozuk kardeşim sizin wifi diyerek - içimden - gittik. Akşam dönünce ne göreyim, allahım bu aç gözlerim ne görsün, resepsiyonda bu sefer bir başka anthony (bana mı diyorsunuz kezban diye, e siz de o zaman ukrayna kadınları rus kadınları diye niye aranıyorsunuz, herşey karşılıklı, hepimiz elimizde olmayanı beğeniyoruz şimdi kimse kusura bakmasın, siz göbekli kıllı karasınız ve rus kadını diye ölüyorsunuz, ben de bodur ve çirkinim o yüzden selvi gibi sarışın kızıl vikinglere bitiyorum, haa onlar bana bakıyor mu hayır, orası başka mevzu. gerçi rus kadınları size bir şekilde bakıyor ben o noktada bir mavi ekran verdim ama kısmet). Bakın ama sadece dış görünüşten ibaret oldukları için değil bu içimin erimesi. Kafedeki çocuk nasıl güler yüzlü, sevecendi ve kızın gazabından koruduysa, resepsiyondaki anthony de pamuk gibiydi. Akşam dönüşte ona da dedik burada internete giremedik ama diye. Ne yaptı biliyor musunuz? Birkaç birşey yaptı bilgisayarında, sonra dedi şifreniz şu, buyrun. Sonraki tüm gün odamızda bedava internetimiz vardı. Çıkış yaparken de para almadılar - normalde oraya kaydetmiş olması ve hesabımıza işlenmesi gerekiyordu. Sırf resepsiyondaki anthony sayesinde. Ha diyeceksiniz ufacık birşey. Değil. Bir güzellik, bir ufak gülümseme, bir iyi niyet. Alelade bir sarışını anthony yapıveriyor işte.
Hayır azmadım gençler. Ve hayır öyle sizin sokaktaki dişi her bir canlıya ağzınızın suyunu akıtmanızla aynı şey değil.
Demem o ki Münih'ten elimde kiliseden, binadan, ne bileyim mimariden çok duygular, insanlar kaldı. Ama soğuk Münih. Her açıdan. Roma'nın Alman versiyonu gibi. Sokaklarda göçmenler, dilenen insanlar...Bir çöpler azdı işte Roma'nın aksine, o kadar.

(Bir de şey diyeceğim. Önceki yazıya da baktım da resmen ansiklopedik bilgi sıralamışım, pek keyifsiz olmuş. Umarım Ankara'ya döndükten sonra fotoğraflarımı bulur da eklerim diye düşünüyorum. Bir de ben böyle kendim neresini merak ediyorsam ondan bahsettim ya ne bileyim, ben kilise hangi tarihte yapılmış diye merak ediyorum mesela ama sanırsam bu pek sıkıcı bu durum. Allahım ben niye bu kadar sıkıcıyım ya, çok bunalıyorum kendimden.)

Haa bir de Friedensengel'i gördük ama şimdi gene onunla ilgili çılgınca bilgiler sıralamaya kaptırmayayım kendimi :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...