Tamam be, yeter bu kadar karalar bağladığım, depresyonlara girip girip durduğum. Neverland'i resmen bunalım kuşağına çevirmişim. Bu nedir yahu? Silkelenip, kendimize gelelim eyy kayıp çocuklar! O yüzden bence ben şimdi, üstünden iyice vakit geçmeden, hala ufak ufak hatırlayabiliyorken kasımda yaptığım Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava gezimi anlatayım. Biraz havamız düzelsin.
Öncelikle Ryanair'de o tarihlerde bakıp da bulduğumuz en ucuz biletler Roma'dan Nürnberg'e gidiş ve bir hafta sonrası için de Bratislava'dan Roma'ya dönüş olduğu için mecburen ilk ve son duraklarımızı böyle belirledik. Ama içini, bir haftayı nasıl doldurdururuz, Almanya'nın güneyindeki Nürnberg'den nasıl yaparız da Roma'nın ve oranın kuzeydoğusunda yer alan Bratislava'ya kadar ulaşırız diye oturduk önce ince ince plan yaptık.
Önümüzdeki ilk engel bir perşembe sabahı nasıl Roma'nın bir dış mahallesinden Ciampino Havalimanı'na ulaşacağız engeliydi. 11:50'deki uçak için sabahın köründe kalkıp, tam 3 tane, bakın yazıyla da ÜÇ tane otobüs değiştirdik. Ciampino Havalimanı Roma'nın diğer havalimanı. Fiumicino "Leonardo da Vinci" Havalimanı ilk sıradaki. Uluslararası uçuşların uzak olanı, büyük olanları falan oradan. Diğerleri Ciampino'dan. Ciampino "Giovan Battista Pastine" Havalimanı. Bu Pastine denen kişi I.Dünya Savaşı sırasında zeplin pilotu muymuş, teslim olmaktansa ölürüm mü demiş, birşeyler. Pek bilemedim, ama demek ki Leo kadar önemli ve ünlü bir şahsiyet ki İtalyanlara göre, ismini iliştirivermişler. Neyse. Fiumicino'ya ulaşmak çok kolay ama Ciampino için seçenekler az. Halbuki ikisi de çok yakın gibi görünüyor şehir merkezine, haritaya baktığınızda. Fiumicino için şehrin merkez noktalarından - Termini ve Tiburtina tren/otobüs istasyonları - "shuttle" dediğimiz otobüsler var bir dolu. Birçok firmanın otobüsleri bunlar, 4-6 euro arasında değişen fiyatlarla merkezden Fiumicino'ya ve ters yönde yolcu taşıyorlar. Fiumicino'dan Termini'ye aynı zamanda bir Leonardo Express dediğimiz hızlı tren var. Ciampino'ya ise sadece Termini'den otobüsler var, bu firmaların yine. Tren falan deneyeyim diyorsanız mümkün değil. Mümkün de saçma yani. Termini'den binip trene Ciampino kasabasında ineceksiniz de ordan bir daha bu firmaların otobüslerine binip 1 euro verip 5 dakika yolculuk edeceksiniz. (Her iki havalimanı için bilgilere-->http://www.adr.it/fiumicino)
Planımıza göre Ciampino'dan Nürnberg'e hareket ettik. Nürnberg'deki havalimanımızın ismi ise "Albrecht Dürer" (https://www.airport-nuernberg.de/english/). Avrupa'da sanırım her kent kendisine önemli birini bulmuş ondan ekmeğini yiyor. Dürer de Nürnberg için hayati önemde. Evi falan var, müzeye çevrili. Neyse oralara geleceğiz. Havalimanında indikten sonra hemen merkezde sayılabilecek hostelimize gitmek için metroya binelim dedik. Hostelimiz Five Reasons Hostel&Hotel. Havalimanından oraya U2 metro hattına binerek kolayca gidebileceğiz görünüyor. Zaten Nürnberg'de bunun dışında toplu taşıma kullanmadık, gerek olmadı. Metroya girmeden hemen önce, havalimanından çıktığınız noktada bilet kioskları var. Oradan bilet alınabiliyor. Ama almayın. Yazık günah o 3-5 euroya. Sonuçta euro olmuş 4 lira. Çünkü metroya inerken diğer pek çok Avrupa şehrinde olduğu gibi ufak bilet okuyucu aletler var ve aralarından geçip gidebiliyorsunuz. Ankara'daki gibi veya Roma'daki gibi turnikeler yok. Yani bilet basmak zorunda değilsiniz, haa ama biletçi gelir kontrol ederse metronun içinde, onu bilemem. Ben size gördüğümü söylüyorum. Biz şansımıza yaslanıp, hiç almadık, idare ettik. Bir tek acemiliğimize geldi işte Nürnberg'de aldık, bindik, kim kime dum duma olduğunu görünce içim acıdı o 3 Euroya.
U2 ile hemen hemen 15 dakika süren yolculuğumuzdan sonra Opernhaus durağında indik ve yürümeye başladık. İndiğimiz noktada karşımıza çıkan manzara gayet temiz, düzenli, modern bir kentti. Ama hostele doğru yürüdüğümüzde eski kenti çevreleyen surların içinden geçtik, birden kendimizi o buram buram ortaçağ kasabası havasının içinde bulduk. Tamam abartıyorum o kadar aşırı değil ama farkı anlayabiliyorsunuz.
Yukarıdaki gördüğünüz mavi hattın içindeki hemen hemen dikdörtgen şeklindeki kent surunun içinde kalan kısım bizim temelde gezimizi oluşturan kısımdı. Sol tarafta Nürnberg mahkemelerinin yapıldığı müze yeri var, oraya da gitmek istiyorduk ama vakit yetmedi. Ha bu demek değil ki Nürnberg bu kadar bir şehir, başka bir şey yok, ben bilmem, siz ararsanız bulabilirsiniz belki. Hostele ulaştığımızda öğleden sonra 2-3 civarıydı ve kasımın ortasında hava yağmur atıştırarak, soğuk yapıyordu. Hosteli de bu arada bulana kadar canımız çıktı. Güya resimde gördüğünüz şu en alttaki Opernhaus U yazan metro durağı var ya, onun hemen sol çaprazındaki yıldızda yer alıyor hostel ama, gizlemişler resmen. Surdaki kapıdan geçince hemen tabela var Five Reasons diye. Ama tabelanın işaret ettiği noktada bir restaurant var. Okun ucu tam olarak orayı gösteriyor. Ama restaurantın kapısı kapalı, içerde oturan insanlar var ama sanki özel bir durum var, kendi aralarında konuşuyorlar. Kapıları zorladık falan, içeriye bakınıp durduk ama yok. Sonra bir anneyle kızı da aynı işlere giriştiler, biz de dedik herhalde onlar da hosteli arıyor. Sonunda kapıyı açtı içerden birisi ve anneyle kızı daldı, biz de peşlerinden. Kimse bizle ilgilenmiyor, yani olabilecek en şaşkın bakışları atıyorlar ama kalkıp da napıyonuz hemşerim demeye cesaret etmedi hiçbiri. Biz de deli danalar gibi içeriyi kolaçan ediyoruz, ulan nerde bu hostel diye. Kapalı kapıları falan zorladıktan sonra bir hanımkızımız geldi hani buyrun ne aradınız gibisinden. Dedik hostel nerde. O da bir dumur oldu. Ne hosteli? Peşine taktı bizi, diğer bir çıkışa götürüyor. Bir yandan da diyor ki, buradaki oteli kaldırdılar artık burası göçmen sığınma yeri gibi birşey (içerdeki tırsmış insanlar da yeni gelmiş göçmenler). O iki dakika içerisinde kafamdan neler neler geçti var ya. Aha dedim sıçtık, booking.com bizi yedi, kaldırılmış oteli var gibi gösterdi de aldık biz de keriz gibi, şimdi yok ortada, kaldık mı ortada, ne yaparız bu soğukta alamanyalarda, bizi de göçmen niyetine alırlar mı buraya, ulan benim ne işim var burada bu yaşta, ne güzel 7.dereceye de düşmüştüm niye bırakırsın ki memurluğu,...Ölüyorum kafamda var ya. Kız bizi yolcu ederken şu tarafta herhalde hostel falan dedi, çıktık kapıdan. Gene gittik tabelanın dibine. Allahım bu tabela nereyi gösteriyor olabilir ki?
Söyleyeyim, hemen o sokağı. Yani restaurantın kenarındaki sokağı. Dimdik o sokağa girip de az biraz ilerledik mi al bize hostel. Orada. Bir de pek yeni, pek güzel. İçerisi sırf genç, bıcır bıcır. Sıcacık. Hiiç öyle Floransa'daki köhne yer gibi değil. Odamız 8 kişilik kadın yatakhanesiydi. Banyo tuvalet katta ve bal dök yala. Odada kilitli dolaplar var ama paralı. Yataklar tertemiz, 4 tane ranza. Her bir yatağın duvarında bir gece lambası ve priz var. Odanın ortasında ayrıca bir büyük ahşap masa ve tabureleri ile bir de boy aynası var. Kendimize bir çeki düzen verdikten sonra dışarı çıktık, şehri keşfetmeye. Ama hava kararmış ve soğumuştu. Şöyle bir yürümeye, doğaçlama yapmaya karar verdik.
Nürnberg bu dikdörtgen surların içinde ikiye ayrılmış gibi duruyor nehirle. Pegnitz Nehri. Köprüler ve adalar var ama en ünlüsü, biz de geçip durduk, Fleischbrücke-Fleisch Köprüsü. Ama durun durun oraya gelmeden evvel, kent surlarına Farbertor'dan girip, Farberstabe (burdaki b değil ama idare edin, almancadaki o z-ş gibi okunan b'ye benzeyen harf ve bu strabe kelimesi de haliyle sokak cadde falan demek) üzerinden yürüdük önce. Sonra Dr.Kurt-Schumacher Strabe'ye döndük. Orada azıcık ilerleyince zaten Jakobsplatz'ta buluyorsunuz kendinizi (platz da bizim piazza yani).Orada durduğunuzda bir yanınızda Jakobskirche, diğer yanınızda St.Elizabethkirche yükseliyor (kirche de chiesa işte). 1209'da kurulan kilise Büyük Aziz James'e adanmış evanjelik kilisesi. Evanjelik demek Protestan demek ama muhafazakar olanından, Lutherci olanından (http://jakobskirche-nuernberg.de/). St.Elisabethkirche ise Katolik kilisesi. 24 yaşında ölen ama buna rağmen çeyiz parasıyla hastane kurup, hastalara bakan Macar kraliçesi Elisabeth'e adanmış, e tabi tarihler 1235. Ama şimdi görebildiğimiz yeşil kubbeli güzel bina çook sonradan yapılmış ve en son 1903'te tamamlanmış olan bina. Herneyse bu iki kilise de çok güzel duruyor o meydanla birlikte.
Meydandan ilerleyip Ludwigstrabe'ye girdiğimizde ise sokak boyunca sıralı dükkanlar, restaurantlar, kafeler bulduk. Hem KFC hem Çin restaurantı hem de Urfa Dürüm. Bu arada Urfa Dürüm'de dürümlerimizi yedik tabi, demleme çayı da ince belli bardaklarda içerek (ulan var ya sen onca yıl dalga geç, eleştir bu yurtdışına gidip de bir türlü oranın kültürüne girmeyen, parklarda mangal yapan Türkleri, ondan sonra gel Avrupa'da bulduğun her şehirde dürüm ye. Avrupa'da beş parasız dram.). Sokak bitip de sağınıza dönerseniz de Irish Pub. İlk gece için Rosenaupark'ı da içine alan yarı kaybolarak yarı bilerek yaptığımız bu gezinin ardından hostele döndük.
Ertesi gün erkenden hostelden çıkıp, (tamam o kadar da erken değil) Kartausergasse'ye daldık. Bu sokakta boylu boyunca yürürken sağ yanınızda Ulusal Müze'yle karşılaşıyorsunuz, biz girmedik. Sol yanınızda ise birden göğe sütunlar yükselmeye başlıyor. İşte burası Strabe der Menschenrechte-İnsan Hakları Yolu. 1993'te yapılan bu anıt yolda sanırım 27 tane sütun var. Her birinin üstünde Uluslararası İnsan Hakları Bildirgesi'nin bir maddesi yazıyor Almanca ve başka bir dilde daha. Sokağın kuzey bitişinde de kent kapısının benzeri bir kapı yapılmış. Evet birinde de Türkçe yazıyor, manidar bir madde hem de. Nürnberg kenti olarak Nazi parti toplantılarının en coşkulu yapıldığı yer olma sıfatımızı bitirecek birşeyler edelim, ne edelim derken böyle bir şey yapmaya karar vermişler. Gitmeden önce internetten araştırırken nereyi göreceğiz diye, resimlerini falan gördüğümde alla alla çok saçma bunun neyini göreceğiz diye ekrana söylenmiştim. Ama gidip de, o sokakta yürüyüp, tek tek o sütunlara baktığınızda, o maddeleri okuduğunuzda, birşeyler oluyor. Kendinizi bir tuhaf hissediyorsunuz.
Bu yol Kornmarkt caddesine çıkıyor. Dikine geçip, Frauengasse'ye ilerledik biz. Bu Frauengasse ve onun paralelindeki Breite G., Brunnengasse, Karolinenstrabe ile buraları dikine kesen ara sokaklar hep çarşı. Dükkanlar, restaurantlar, ünlü markalar, tanıdık markalar ve yaya yolu olduğundan mütevellit insanlar. Akşamları güzel oluyor, ışıl ışıl, insanlar cıvıl cıvıl. Ama bir iki saat için. Sonra terk edilmiş bir şehre dönüyor her yer. Gündüz de öyle çok bir cıvıltı yok. Bu cadde ve sokakları arşınlayıp, Pegnitz nehrinin kenarına ulaştığınızda ise kasım-aralıkta noel marketlerine dair ilk izler başlıyor. Biz gittiğimizde kasımın ortası olduğundan daha hepsi, herşey açılmamıştı. Üç beş tanesi açılmış, diğerleri tahtaları taşıyor falan halindelerdi. Asıl cümbüş nehri geçince. Ama nehri geçmeden bu tarafta son bir kilisemiz daha var bahsedilecek. St.Lorenz Kilisesi. Aziz Lawrence'a adanmış ve bu da evanjelik kilisesi. 15.yy.ın başında yapılmaya başlanan kilisenin elemanlarıyla birlikte tamamlanması yüzyılın sonlarını bulmuş. Yapı çok güzel açıkçası. Bu da gotikmiş ama artık her gördüğüm şey gotik, o yüzden gotik denince artık ee diyorum. Güzel mi güzel.
Nehrin öte yanında atladığımızda ise ilk karşımıza çıkan Hauptmarkt alanı. Ufak, büfemsi dükkanların olduğu alan işte. Noel marketin devamı gibi. Bu alanda bir de kilisemiz var ki, şahane. Frauenkirche kendisi. 1361'de açılan kilise katolik kilisesi ve "parish" diye geçiyor, yani işte papazın ana merkezi gibi birşey, önemli işte ya anlayın. Leydimizin kilisesi demekmiş Almanca. Tabiki bu da gotik, ön tarafı, içi falan muazzam güzellikte.
Şimdi bu market alanında, leydimizin kilisesinin önünde çapraza doğru baktığımızda böyle turistlerin etrafına üşüştüğü, göğe doğru yükselen tuhaf bir şey gördük. Ne ola ki diye yanına yanaştığımızda ki pek yanaşmadık aramıza mesafe de bıraktık yani ne olur ne olmaz, böyle gotik kiliselerin kulelerinden bir tane minyatür yapmışın da boyayıp koymuşun gibi bir şey. Millet etrafındaki parmaklıklardan içeri elini uzatıyor, dokunuyor, selfie çubuğunu uzatıyor falan, ilginç bir manzara. Durduk baktık, anlayamadık. Hiçbir şey yazmıyor, tabela yok bir şey yok. Sonunda vazgeçip yolumuza devam ettik ama araştırmacı bilgiye aç Ravenclaw yanım sonradan öğrendi tabiki de ne olduğunu. Schöner Brunnen'miş (Almanca'dan çeviriverirsek güzel çeşme demek). 14.yy.a tarihlenen bir çeşmeymiş, bu kiliseden aşırmışlar diye zannetmemin sebebi de gotik bir çan kulesi tepesi şekli verilmiş olmasıymış (mimari dikkatim süper, müzik kulağım olmadığı gibi mimari gözüm de yok). İnsanların anlam veremediğim davranışları ise tamamen şans içinmiş, parmaklıklara iliştirilmiş iki halkayı çevirince şans geliyormuş. Bileydim, tüh bak görüyor musunuz.
Buradan Haupmarkt caddesinden devam ettiğimizde hükümet binasına denk geldik ki arkamızı döndüğümüzde bu sefer de bir başka mimari güzellik, St.Sebalduskirche. Yine bir evanjelik kilisesi, ismini 8.yy.da yaşamış bir keşişten almış, yapılışı 1225 falan. Bu da dahil olmak üzere Nürnberg'deki bahsettiğim kiliseler II.Dünya Savaşı'nda hep aşırı zarar görüp sonradan restore edilmiş. Tabi bu restore dediğim, benim anladığım kadarıyla, ki kiliselerin içinde bu restorasyonu, savaştan hemen sonra çekilen fotoğrafları falan koymuşlardı, kiliseyi yeni baştan yapmışlar o derece bir yıkım. Yani görüp, gezdiğimiz her biri aslında 20.yy.işiydi. Ama olsundu, sonuçta İskender Lahdi'ni hortumla su tutarak yıkamaya çalışan bir zihniyet değil bu restorasyonu yapan.
Buradaki Rathausplatz'dan Burgstabe'ye geçip, ilerlediğimizde dümdüz yukarı kaleye çıktı yol. Burg kale demek zaten, kale caddesi kaleye çıkacak başka nereye çıkacak. Yalnız kaleye girmedik, kapanış saatine denk gelmişiz. Yalnız bu noktaya kadar rast geldiğimiz kiliseler öylesine güzeldi ki kalenin pek bir cazip yanı yoktu açıkçası. Görüntüsünde falan bir şey yok, sadece tepede. Bahçesindeki ağaçlar, dökülmüş yapraklar güzeldi. Bir de kaleye bakan yamaçtaki evler tamamen o ortaçağ filmi evleriydi. Hani olur ya bizde de Safranbolu evleri tipi vardır, öyle bir güzel görüntü.
O yüzden kaleyi es geçip Obere Schmiedgasse'den devam ettik yürümeye. Bu sokak kıvrılarak Dürer evinin olduğu ufak meydana çıktı. Bu meydanda dikildiğinizde işte kendinizi tam olarak tarihi bir filmin içinde buluyorsunuz. Yerler taş kaplı, evler ortaçağdaki görüntüsünü korumuş, sur duvarının çıkışından kale görünüyor, ortada kocaman bir asırlık ağaç. Hafif atıştıran sulu kar. İnsanın orada yüzyıllarca durası geliyor. Zamanı durdurası geliyor.
Ki bu da bizi zamanın bir miktar donduğu yere, Albrecht Dürer Evi'ne getirdi. Bu Dürer de kim ola ki diyorsanız wikipedia yardımını esirgemez (https://tr.wikipedia.org/wiki/Albrecht_D%C3%BCrer). Haa eğer siz de benim gibi o pek ünlü portredeki o delici, meydan okuyan bakışların peşinde buraya gelirseniz ev hakikaten de hoş bir gezinti sunuyor. Girişinde kulağınıza takıp sesli rehberi, tüm evi, resimleri ve baskılarıyla birlikte geziyorsunuz. Haa ama tabloların hiçbiri gerçek değil, gerçekleri hep müzelerde olduğundan sadece bu resim hallerinin etrafında dolaşabiliyorsunuz ama olsun ev gerçek. Eşyalar, ayağınızın altında gıcırdayan tahtalar gerçek. Ben açıkçası çok mutluydum orada geçirdiğim bir saatten. Sonra Viyana'da Mozart evinde bile o kadar keyif almadım.
Buradan çıkıp, Albrecht Dürer strabe'den aşağı vurdurup, Karlstabe'ye girdiğimizde ise daha da mutlu edici bir yer vardı: Spielzeugmuseum-Oyuncak Müzesi. İlk oyuncak müzesi tecrübemi İstanbul'da yaşamıştım, ne beklemem gerektiğini biliyordum ama voovv! Böylesini beklemiyordum. 3-4 kat boyunca kronolojik olarak oyuncaklar. Ama ne oyuncaklar! Buranın kapısına geldiyseniz en azından 2 saatinizi ayırmanız gerek. Biz biraz koşturduk mecburen ama ben tüm günümü geçirebilirdim.
Nürnberg'deki bir buçuk günde görebildiklerimiz bu kadardı. Ha arada ufak tefek heykeller, çeşmeler vs. gördük ama genelinde şöyle diyebilirim, burası ufak bir ortaçağ kasabası görünümünde. Tabiki eski kentin dışına çıkmadığımız için diyorum bunu. Pasaklı ve güney asya göçmen cenneti halindeki Roma'dan sonra burası bize o kadar temiz geldi ki inanın gözlerimiz kamaştı. Bir de çok ıssız geldi haliyle, Roma'da her gün milyonlarca insanın arasında, hiç tükenmeyen bir insan denizinin içinde nefes alamıyor olduğumuzdan Nürnberg'in sokaklarındaki boşluktan önce bir tırstık. Ama bir süre sonra o sessizlik, o sakinlik insana ne kadar huzur veriyormuş onu gördük. Öylesine yaşanabilir bir yer gibi görünüyordu ki ister istemez Roma'yı ilk sıraya yazan akıllarımıza sövüp durduk. Belki Almanya hakikaten daha iyi bir seçenek olurdu ama bu saçmalığı da yaşamamız gerekiyormuş demek ki (saçmalık=Roma). Bir de aşırı Türk nüfus var burada, Almanya'nın diğer yerleri nasıl bilmiyorum (gerçi Münih'i de gördük, anlatacağım, orası da böyle gibiydi) ama burda sokakta nerdeyse sadece Türkçe duyabilirsiniz. Ulan var ya keşke iş bulsam Nürnberg'de yaşarım ha, yaşanır yani burada.
Münih'e geçmeden bence soluklanalım. Çünkü bunu bile 4 gündür mü ne yazıyorum. Bir de niye hiç fotoğraf yok diye çemkirmeyin, diskim elimde ağlamaklı bir şekilde bakan fotoğrafımı koyarım anlarsınız. Gitti fotolar, gitti! Eylülden beri ne çektiysem o bozuk diskin içinde, elime tutuşturuverdi tamirci.
Bakalım bir hal yolu bulacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder