30 Ocak 2021 Cumartesi

giuramento

 



Komedi diye açtığım şeyde karşılaştığım cümlelere bakın.
Yemin ediyorum bir gün o kadar mutlu olacağım, o kadar başarılı olacağım, o kadar büyük şeyler yapacağım ki böyle sahneler izlerken, böyle cümleler okurken içimde hiçbir şey olmayacak. Kafam hiçbir şekilde bulanmayacak, boğazım tıkanmayacak, ağlamamak için yutkunup durmayacağım. O kadar mutlu olacağım ki böyle sahnelere sadece bakıp geçeceğim, kendimi geri kalan aksiyona, komediye kaptırıyor olacağım.
Ahanda buraya yazıyorum. O kadar mutlu olacağım ki hayatımın o noktadan önceki hiçbir anısına artık en ufak bir acı vermeyecek.


[Sahneler, Secret Royal Agent dizisinden]

25 Ocak 2021 Pazartesi

3...4....

Tam bir haftadır 34 yaşındayım. "34". Böyle yazınca bu iki rakam neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor. Daha önce de yazmıştım, kısa bir süre önce (şurada). Hiç hayal etmediğim yaşlardayım. Hiç hayalini kurmadığım bir dönemindeyim hayatımın. Çocukken kurduğum hayallerin hepsi, şu an olduğum yaşa gelmeden yapacaklarımla ilgiliydi. En son nokta 32'ydi. Kitaplıkta, dosyaların içinde sıkı sıkı kapatılmış duran bir karakalem çizimdeki 32 yaşım. 32 yaşındaki bir ben, saçları omuzlarına yayılmış, bir ağacın dalında rahatça oturmuş, boynunda hiç çıkarmadığı kolyesiyle, uzaklara bakıyor. Lisede, belki de bu resim çizildikten aylar sonra aşırı anlamsız bir şey yüzünden küsüp, hayatım boyunca bir daha arkama dahi bakmadığım anlardan birini yaşamama sebep olan o zamanlarki en iyi dostlarımdan biri çizmişti. Resmin kenarına not düşmüş, 32 yaşında, dünyayı gezerken aynen böyle görünüyor olacakmışım. Neden o yaşı seçmiş, neden tam da öyle bir an seçmiş bilmiyorum. Büyük ihtimalle o da bilmiyor. Çizen insanlar genelde içlerinden öyle geldiği için çizer, onun da içine öyle doğmuş olmalı. Sabahtan akşama kadar okulda aynı sırayı, sonra akşam olunca gece yarılarına kadar dersanede de aynı sırayı paylaşınca aylarca, tüm o bik bik bik onu yapacağım bunu yapacağım orayı göreceğim şunu edeceğim diye bikbiklemelerimden kafasında böyle bir ben hayali oluşmuş olması çok normal şimdi geriye dönüp bakınca. Oysa 32 yaşımda, 2019 yılında, dünyayı gezmiyordum. O zamanlar o lise sıralarında aklımıza bile getirmeyeceğimiz bir şey olmuştum "bilgisayar mühendisi", çalışıyordum. Hem de düzenli bir işte, bir memur olarak. Ki yine o zamanlar biri dese bunu bana, yüzüne pıskırırdım. Oysa fen seçmiştim, 24 saat okulda, dersanede çılgınlar gibi fizik kimya matematik biyoloji testi çözüyordum. Neresinden yırtabileceğimi düşünüyordum bilmiyorum. Tam olarak hangi noktada "kendi hayatım" olduğunu düşündüğüm şeye geçebilmek için o keskin u dönüşünü yapabileceğimi düşünüyordum, hiçbir fikrim yok. Sadece inanıyordum, manyakça bir inancım vardı, o sınav geçecekti, benden istenen-beklenen şeyi okuyup bitirecektim ve padadadam! kendi hayatıma geçecektim. O kadar kolay, o kadar mantıklı görünüyordu. Çizgifilmlerde hani kalemle bir kapı çizerler de havaya, sonra o kapıyı açıp, istedikleri yere geçerler. Aynen öyle canlanıyor gözümde. Benden bekleneni, o yaşıma kadar tüm hayatım boyunca benden bekledikleri şekilde yaptığım her şeyle birlikte, gerçekleştirdikten sonra hadi bana eyvallah deyip, asıl benim olduğunu düşündüğüm hayata kapıyı çizip, gidiyorum. Hayalgücümün başıma bela olacağı hep gün gibi ortadaymış.

Yine geçmişe dönüp bakıyorum değil mi? Normalde zaten her günüm önceki yıllarımın kafamda dönüp durması şeklinde ilerlediği için, gece yattığımda önce tüm günüm, ardından dandanakan savaşına kadar tüm olaylar beynimde film gibi oynadığı için, son birkaç yıldır bu düşünüp durma işinden vazgeçirmeye çalışıyorum kendimi. Burada da o yüzden çoğunlukla geçmişi düşündüğüm, kendimi hırpalayıp durduğum yazılar yazmamaya çalıştım hatırı sayılır bir zamandır. Birkaç yıl önce başlayan ve hala üzerinde uğraştığım "büyüme" çabam bu. Ama bugünlük, sadece bu günlük, son bir kere daha geçmişe dönüp bakacağım. Çünkü biliyorum ki kafamda dönüp duran bir şeyi, en ufak düşünceyi bile yazmazsam, bir şekilde kağıdın ya da klavyenin üstüne dökmezsem, orada öylece dönmeye devam ediyor. Dönerken de beni delirtmeye tabi. En başından (küçüklüğümden yani, o başı kast ediyorum) hikayeler yazmaya başlamamın sebebi buydu zaten. Gün içinde, gece uyumaya çalıştığımda, rüyalarımda, habire filmler dönüyordu kafamda. Bazen masada yemek önümde saatlerce oturup kalıyordum, aklım bir hikayenin içinde o kadar gömülmüş oluyordu ki gerçeklikten kopmuş oluyordum. Hayal etmiyordum, kendileri öylece beliriveriyorlardı. Bilemiyorum belki daha ufak bir çocukken bile hayatımdan çok da memnun olmadığımdan (kabul ediyorum hep aşırı mutsuzdum), kafam kendini başka uydurduğu hayatların, maceraların içine atıyordu belki de. Ama yaşamam gereken bir hayat vardı - ne kadar nefret etsem de - ve yapmam gereken şeyler vardı, o yüzden devamlı o hikayelerin beynimi ele geçirmiş olmasına müsaade edemezdim. Bir noktada, kağıda geçirdiğimde beynimden çıktıklarını fark ettim. İşte o günden beri yazıyorum sanırım. Yazamazsam, deliriyorum. O yüzden şimdi de, bir an önce bu yazıyı yazmalıydım. Çünkü günlerdir kendi kendime konuşup, duruyorum. 34 yılın her bir anı aklımda dönüp duruyor. Yaşadığım her şeyi, yaşayamadığım her şeyi düşünüyorum, tartışıyoruz kendimle. Neler öğrendim, neleri öğrenemedim, nasıl başaramadım, neden başaramadım, neden bu kadar geç, neden bu kadar her şey bitti diye birbirimize dırdırlanıp duruyoruz kafamın içinde. Aman yarabbi o kadar her şey bitmiş gibi görünüyor ki...O kadar yolumu, rotamı, her şeyimi kaybetmişim gibi hissediyorum ki. Bir dizi izlemiştim tee ne zaman (2018'in yazında, şu dizi), anlatacaktım güya izledikten hemen sonra, yetiştirememiştim tabi herneyse, orada 17 yaşında bir kız kaza geçirip komaya giriyordu. 13 yıl sonra uyandığında, aklı anıları kişiliği 17 yaşındaydı hala, oysa birden kendini 30 olarak buluyordu. Diziyi izlerken karakterin hissettiklerini taa içimde hissetmiştim o zaman da, şimdi de öyle. Aynı şekilde hissediyorum çünkü, 12-13 yaşımda bir yerlerde donup kalmışım gibi, ondan sonra yıllar geçmiş ama ben o yılları hiç yaşamamışım da birden 30larımda uyanmışım gibi. Oysa şubatta 10 yıl olacak burada, Neverland'de yazmaya, anlatmaya başlayalı. Sadece burayı bile açıp bakınca aslında bir dolu yaşanmışlık, bir dolu hatıra olduğun görebiliyorum. Neler yaşadın diyorum kendime. Neler gördün. Nerelere gittin. Neler yaptın. Ne anılar biriktirdin, hepsi de acı verse de artık. Ne çok insanlar tanıştın, ne çok insanla ne çok şey yaşadın, hepsini düşünmek acı verse de. Ama aklımın içi, davranışlarım, hissettiklerim, tepkilerim, boyum bile (:p) 20 yıl öncesiyle aynı. Tıpkı dizideki gibi 20 yıl öncesinde bir gün komaya girmişim, buzluğa koyup dondurmuşlar aklımı gibi, pazartesi uyandım ve 34 yaşındaydım. Hala aynı düşünüyordum, aynı bakıyordum, aynı şeylerin hayalini kuruyordum. Bir yandan da kafamın içindeki diğer ben, bağırıyor bitti her şey, bitti bitti hayatın bitti diye tüm o 14 yaşındaki ben'e.

Oysa tam da kendimi tanımaya başlıyordum. Bunca yıl sonra ancak kendimi tanımam gerektiğini anlamaya başlamıştım. Gerçekten ne olduğumu, ne olmadığımı görmeye başlamıştım. O kadar uzun zaman boyunca o kadar fazla soru sordum, o kadar fazla cevap aradım ki artık bulmuş olsam bile bir şey ifade etmiyor. Bulmadım tabi cevapları orası ayrı da, hani bulmaya doğru giden yolun başlangıcını gördüm diyebiliyorum. Oysa ne çok aradım. Neden bu kadar mutsuzum, neden bu kadar başaramıyorum, neden bu kadar elime yüzüme bulaştırıyorum diye okumadığım, araştırmadığım şey kalmadı. Tüm o zodyaklar, burçlar, yükseleni alçalanı, Çin'i Kelt'i, sayıları topla çıkar böl, psikoloji bunu diyor felsefe şunu diyor, reenkarnasyon, kitaplar kutsal kitaplar,...bir türlü asıl aradığım şeyi söyleyen yoktu. Neden böyleyim ve nasıl düzeltebilirim? Asıl benim olan hayata, o benim olduğuna inandığım hayata nasıl geçebilirim? Aksine, mesela burçların, doğduğum anda ve konumda yıldızların gezegenlerin oluşturduğu şeylerin söylediklerine hiçbir şekilde uymuyordum. Uymuyorum. Uymak isterdim ama uymuyorum. Hatta daha da ilginci, burçlarımın benim için söyledikleri, olduğumu söyledikleri şey olmayı çok isterdim, içimden olmak istediğim şeydi onların söyledikleri hep. Ama değilim, tam tersiyim. Hadi buyur buradan yak, bu nasıl olabilir? Böyle olmayı nasıl başarmış olabilirim? Tamam burçlara inanmayın, demeye çalıştığım o değil zaten. Bir açıklaması var mı diye baktığım şeylerin bile bu kadar ters çıkıyor olması da bir tuhaflık, çok büyük bir yanlışlık olduğunu göstermiyor mu? Varoluşumla ilgili koskocaman bir hata olmuş gibi. O kış günü, o hastanede doktorların kaybettik gözüyle bakmalarına rağmen doğmuş olmamda aşırı bir yanlışlık var gibi.


Yeni yeni anlamaya başlıyorum aslında yanlışlıkları. Böyle zar zor doğunca, sonra da habire hasta olunca, ufak çelimsiz bir kız çocuğu olunca habire korunarak büyütülüyorsunuz. Her şeyden korunarak, ailenin en küçüğü olarak üzerinize sevimli, akıllı uslu bir rol yükleniveriyor. Bana verilen rol böyleydi, herkes benden akıllı olmamı, çok çalışmamı, herşeyi olması gerektiği gibi yapmamı bekliyordu. Ne eksik ne fazla. Kurallara uy, fazlasını hayal etme ama azını da yapmana müsaade yok, sen zaten daha azını yapamazsın ki. O yüzden hep ortalama oldum. Bukowski'nin bir sözü var, "I wanted the whole world or nothing.". Ben de dünyayı istiyordum ama sadece elimdekiyle yetinmem gerekiyordu. Bu yüzden sonunda hiçbir şeyim olmadı. Olanı da kaybettim. Çünkü tüm dünyayı alacak bir insanı yetiştirebilecek bir ailede doğmamıştım, önümde o kadar kötü örnekler vardı ki...Sonunda annemin bir başka versiyonu haline geldiğimi fark ediyorum. Son birkaç yıldır bunu fark ettikçe daha da ürküyorum kendimden. Halbuki yıllar oldu artık annemle ve babamla yaşamıyorum. Oysa ne kadar ayrı kalırsam o kadar derine işlemiş şeyler su yüzüne çıkıyor. Hatta hatırlamadığım anneannemin bile davranışlarını aldığımı görüyorum anlattıklarında. Keşke o diğer insanlar gibi olabilseydim, hani benim en büyük rol modelim annem falan diye gururla anlatan. Aksine benim en büyük korkumdu bu, tüm çocukluğumu gençliğimi kapkara bir mutsuzlukla dolu bir evde, habire bağıran bir baba ve onun hörhörlerinden korkup sinen, ağlayan, kendine acıyan, ezilen bir annenin ortasında geçirdikten sonra. Bir videoda izledim, hani şu sıralar taktığım grup vardı ya onun videoların birinde işte, bir şeyler yapıyorlardı. Bir tanesi bitiremedi yaptıkları şeyi, diğerleri bitirdi ve acele ederlerken o şey dedi, bu tür şeyler için zaman ihtiyacım olduğunu biliyorsunuz. Gayet kendinden emin. Ukala veya kızgın bir şekilde değil, gayet ortada olan bir gerçeği ifade eder gibi. Ve yapmaya devam etti. Kendi hızında. Kendi bildiği şekilde. İçimde bir şeyler boğazıma oturdu. Hayatım boyunca annemle birlikte babamın hızına yetişmeye çalıştığımızı fark ettim. Annem, babamdan önce diğer herkes için acele etmişti, bir noktadan sonra babam için koşturmuştu. Ben de onunla birlikte. Tüm hayatımızı ona göre ayarlamıştık. Babam bugün markete gidelim dedi, kahvaltıdan hemen sonra aşağı inip arabaya oturur şimdi, haydi koşturalım. Gittiği yerden dönecek haydi yemek hazır olmalı, koşturalım. Erkenden yattı, aman ses yapmayalım. Uzun yola gidiyoruz, bir an önce gittiğimiz yere varmak istiyor aman arabayı durdurmayalım tuvalete varınca gideriz. Tüm bu koşturmanın ortasında hiçbir şeye dikkat etmemeye, hiçbir şeye önem vermemeye başlıyorsunuz. Diğer insanların önem verdiği, dikkat ettiği şeylere. Evden çıkarken güzel giyinmek veya saçını taramak veya makyaj yapmak gibi. Eve bir şey lazım olunca o şeyin güzel veya estetik görünmesi için uzun süre aramak, bakınmak, değerlendirmek, düşünmek taşınmak yerine bir şey lazım hemen alalım hah şu pratik şu ucuz diyerek koşturmak gibi. Tüm hayatımı babamın hızına yetişelim, aman kızmasın bağırmasın diyerek, her hareketimle onu memnun etmeye çalışarak geçirmişim gibi. Benimle gurur duysun, aman zayıf görünmeyeyim güçlü durayım. Yaptıklarımı takdir etsin, aman bir şeyler hissettiğimi anlamasın. Bir şeyler hissetme. Sakın duyguların olmasın. Aman sinirlenmesin, koştur. Neden bu kadar korktuğumu anlayamıyorum. Anlıyorum aslında, çocuksun korkuyorsun. Sonra yaşın büyüyor ama hala çocuksun. Korkuyorsun. Korkuyordum. Daha yeni yeni kendime hatırlatabiliyorum, amaaan kızsın nolmuş diye. Amaaan sinirlensin, ne olacak. Onun ne düşündüğünün ne önemi var? Onu memnun etmenin ne anlamı var? Kendime her defasında bunları hatırlatıyorum. Ve hiç kendi hızımda yaşayamadığım hayatıma dönüp bakıyorum. Benim de her şeyi kendime göre yapma şeklim, yapma hızım varmış. Her şeyi hemen düşünmek, hemen anlamak zorunda değilmişim. Yeni yeni görüyorum. Saçımın güzel görünüp görünmediğinin önemi varmış mesela, "ben" önem veriyormuşum. Buna önem vermemde hiçbir sakınca yokmuş.

Ahh buraya nereden geldik? Offf. Korkaklığıma kadar geldik mi? Tüm bunlar korkak bir ben yaratıyor işte. Korkarak, sinerek büyüyünce o kadar korkuyor oluyorsunuz ki mücadele ruhu falan kalmıyor ortada. Hiçbir şey için mücadele etmiyorum ben mesela. Şu Martian(2015) diye bir film vardı ya hani yine Matt Damon'ın kurtarıldığı. Onu sinemada izlerken boğulacak gibi olmuştum. Ben öyle bir durumun saniyesinde kendimi yere atıp, boylu boyunca uzanıp ölmeyi beklerdim çünkü. Zorluk gördüğüm her noktada bırakıveriyorum ben. O kadar korkuyorum ki her şeyden, başarısızlıktan, bir yerimin acımasından, dalga geçilmekten, eleştirilmekten, bağırılmaktan, karşı çıkılmasından, her şeyden, hiçbir şeyi denemiyorum o yüzden. Denemeden her şeyden vazgeçiyorum. Hiçbir şeyin peşinden koşmuyorum, nasıl olsa elde edemeyeceğim diye. Hayallerimin hiçbirini neden yapamadığımı anlıyor musunuz yani? Ben hayatım boyunca hiçbir şeyin peşinden azimle, sabırla, vazgeçmeden ilerlemedim. Çok istedim, orası ayrı. Bazı şeyleri aşırı istedim, o kadar istedim ki yokluklarından canım acıdı. Ama o acıya rağmen bile, peşlerinden azimle gidemedim. Çünkü durduğum yerde acı çekmek, yolda ilerleyip acı çekip başarısız olacak olmamın acısından daha iyi geliyordu. Korkuyordum. Hiçbir şey için mücadele etmedim. İstediklerimi başaran, istediklerini başaran insanları izliyorum ya şimdi, izliyoruz ya hepimiz. Senelerce hepsini kıskanmakla geçirdim zamanımı. Beddua etmekle, haset etmekle geçirdim. Hiçbiri hak etmiyordu o şeyleri, nasıl gelmişlerdi oralara? Sinirden çatlıyordum. Oysa "çalışmanın" önemini yeni anlıyorum. O hakir gördüğüm, inşallah her şeylerini kaybederler diye beddualar ettiğim internetteki insanların her birinin bir şekilde bir şey için aşırı çalışmış olduğunu anlıyorum. Benim bildiğim, anladığım şekilde çalışmak olmasa da sonuçta bir şeyin peşinde çaba göstermiş olduklarını görüyorum. Benim bu tek boyutlu hayat algımla bildiğim tek şey çalışmak, ders çalışmak, işinde çok çalışmak falan ya hani, başka bir çaba türünü bilmiyorum. Oysa oturup, en güzel selfieyi çekmek için saatlerce, günlerce elinde telefon kendi fotoğrafını çekmek de bir çabaymış. Sonuçta bir hedefin var ve onu gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa yapıyorsun. İşte ben yapmıyorum. Korkuyorum, gururuma yediremiyorum, yapmıyorum. Tüh aslında tam da çok çalışmanın önemini anlamışken yaşımın geçmiş olması...

6 Ocak 2021 Çarşamba

Hurra die Welt geht unter

 Köydeyim ben. Yılbaşından sonra izin aldım iki hafta, böyle bir verandada kuzinenin dibinde oturup tez yazayım dedim. Ama tezi yazmak dışında her şeyi yapıyorum yine, kuzineye odun atıyorum, bulaşıklarla uğraşıyorum, her sabah evi süpürüyorum, bol bol boş boş denize bakıyorum. Bu arada söylemiştim bir ara bir yazıda, Almanca'ya bakmaya başlamıştım yine. Lisede bir sene - iki miydi yoksa? - gördükten sonra ucunu bırakmıştım, kaçmıştı. Oysa sevmiştim ben Almanca'yı, sevdiğim şeyleri sevmeme hiçbir sebep bulamadığım onca şeyin arasında bir tanesi daha işte. Neyse, yeni bir yılın ilk gönderisi. Bu şarkı. Ne dediğini anlamazken çok güzeldi. Ne dediğini üç beş çözmeye çalıştığımda öyle çok da takılmadım gerçi ama videoyu görünce tabiki ooo dedim. Çünkü ben yeterince derin bir insanım biliyorsunuz, o manyak sesin çıktığı insanı görünce hiçbir şekilde vay vay vay demedim. Lafı uzatmayayım, şarkıyı dinleyelim.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Wonder Woman 1984 (2020) --> Ama ben biliyordum başıma geleceği


 Hakikaten bu kadar heyecanla, umutla bekleyince, bu kadar yükselince, üzerine bu kadar eğlenceli ve bir dolu şey geliyormuş gibi gösteren tanıtımlar yapılınca anlamam gerekiyordu. Bu kadar beklentimi yükseltmemem gerektiğini, yoksa önüme ne getirirlerse getirsinler yetinemeyeceğimi bilmem gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.

Batman v Superman: Dawn of Justice (2016) faciasındaki tek güzel şeydi Wonder Woman'ın ekranda birden bire, o manyak müziği eşlinde belirmesi. Nefesim kesilmişti, hiç beklediğimi bile bilmediğim bir şeydi Gal Gadot'un dimdik Wonder Woman'ı. Sonraki sene gelen Wonder Woman (2017) filmini de o yüzden deli bir hevesle bekliyordum yine. Ama ilk defa göreceğim bir şey olacağı için yine de bu seferki kadar yükselmiş değildim herhalde ya da o film hakikaten acayip iyiydi ki ne kadar yükselmiş olursam olayım, beklentimi gene de karşılamıştı gibime geliyor. Yani son bölümüne, hikayeyi bağlamalarına kadar en azından. O zamanlar şöyle yazmışım hatta:
Sanki tek bir Wonder Woman gelecek ve tüm bu kötülüğün, dünyanın karanlığının ilacı olacakmış gibi, öyle umut ettik yani. Tamam film o kadar da devasa bir yere ulaşmıyor, önce onu söyleyeyim. Aksine o kadar naif, o kadar sade bir anlatımı var ki bir süper kahraman filminden çıkmış gibi olmuyorsunuz. Bir tuhaf bir hafiflikle baş başa kalıyorsunuz film bitince. Bir Man of Steel izledikten sonra ya da bir Avengers, Captain America filmi izledikten sonra o koltuğa yapıştıran, kafanızı ağrıtan, boynunuzun tutulmasına yol açan ağırlıkla dolu keyif gibi değil; bir başka bir keyiflilik, bir hafiflik. Yavaş çekimde neredeyse kare kare takip edebildiğiniz savaş sahnelerinin estetikliğinden, güzelliğinden mesela tekrar tekrar izlemek istiyor insan. Diana'nın bu dünyaya ilk defa düşen masum köylü halleri ya da, oraya buraya savrulan Thor gibi kahkahalar attırmıyor ama gülümsetiyor, çok daha doğal duruyor. Tüm diyaloglarında kararlılık dolu sonra, her türlü yere çekilebilecek, saçma yerlere gidebilecek, klişeye gömülebilecek konular hakkında gayet tadında, kararında, akıl dolu, mantık dolu diyaloglar izliyoruz. Hikayenin ana mesajına, asıl kahramanına yönelik bir film izliyoruz. Bir dolu olay, karakter, mesaj birbirine girmiyor. Dört bir yandan teknolojiler, aletler, kötüler, kahramanlar uçuşmuyor. Kafamızı arap saçına döndürmüyor Wonder Woman. Uzun zamandır izlemediğimiz bir şeyi yapıyor, sade bir hikaye ve ışık dolu bir kahraman sunuyor. (Yazının tamamı şurada)



O filmin hemen ardından açıklanmıştı bu ikincisinin geleceği. Ben gene beklentinin umut dolu saflığıyla takip etmeye koyuldum gelişmeleri. Sonra dünya başımıza geçti, her şey birbirine girdi ve film her defasında bir kere daha ertelendi. Sonunda bugünlerde hem sinemalarda vizyona girmesine hem de sanırım HBO max mı öyle bir platformda gösterilmesine karar verdiler. Bu sabah kalktığımda ilk işim o yüzden interneti kontrol etmek oldu, şansıma ki şaşırdım da bu kadar çabuk düşmesine, buluverdim hemen ve izlemeye koyuldum.

Ama dedim ya çok yükselmişim. Çünkü film aslında o kadar da kötü olamaz. Kötü değildi zaten ama, bir şeyler...Böyle ifade edemediğim bir yetmemişlik. Oysa 2 saat 31 dakikalık devasa bir süreye sahip bir hikaye izletiyor film. Yetmemişlik duygusu hikayeden de değil de, dedim ya anlamlandıramıyorum. Sanki böyle her şeye bir sebep bulalım diye uğraşmışlar gibi. Her şeyin bir nedeni olsun, her şey için bir mesajımız olsun, her şeye dokunalım. Ama hiçbir şeyi abartmayalım. 70 yıl önce kaybettiğini bildiğimiz sevgilisinin ruhuna kanlı canlı başka bir adamın bedeninde rast gelsin ama iki dakika şaşırmasın. Topuklu ayakkabı üzerinde bile doğru dürüst duramayan kadın, birden bire herkül olduğunu fark etsin ama sorgulamasın, şaşırması üç saniye falan sürsün. Aslında dönüp bakınca bu 2 buçuk saati eee o zaman neyle doldurdular, ne izledim ben diye merak etmiyor da değilim. Hayır sıkıldığımdan değil (tamam tamam arada üç beş sıkılır gibi oldum yalan yok) izlerken de, o kadar vakti de geçirecek şeyler olmamış gibi geliyor.



Anlayacağınız bu böyle ilki gibi duygu yoğunluğumdan buralara döktürdüğüm, ara ara açıp favori sahnelerimi izlediğim, müziklerini döndürüp durduğum bir film olmayacak. Sanki film, 3 yıldır ara ara ortalığa saldıkları fotoğraflar, tanıtım videoları ve oyuncuların reklamlarından ibaretmiş gibi geliyor şu an. Sanki tüm o beklediğim süre içinde gördüğüm şeylerdi aşırı heyecanlı ve keyifli olanlar. Filmin kendini izlerken ne o 80ler ışıltısı kaldı, ne komedisi vardı. Sadece, her zamanki gibi, açılıştaki Amazon ülkesi sekansında etkilendim sanırsam. Bir de - spoiler vermeden bunu nasıl söyleyeceğim ki - Diana'nın bir şeylerden vazgeçmesi gerektiğinde bir boğazım düğümlendi - ama o tamamen benim kişisel sebeplerimden. Neyse işte. Çok şey beklemiştim. Bu lanet senenin bitişini değiştirir diye beklemiştim. Aklımı artık şu çekik gözlü çocuklardan uzaklaştırır, biraz ferahlarım belki demiştim. Olmadı. Zaten bir şeyler dilemenin handikapı da bu değil mi? Mutlaka yan etkileriyle birlikte geliyor. Sihirli lambayı ovalayıp, dileğini dilerken o dileğin yanında neler olacağını da hesaba katman gerekiyor. Uzundur beklediğin bir filmi artık izleyebilmeyi diliyorsun, film geliyor ama hiç de beklediğin gibi çıkmıyor.

23 Aralık 2020 Çarşamba

İçimize dokunan bir hikaye, 16 Bölümlük Crash Landing On You(2019)

 

Kendi kurduğu moda şirketinin pek başarılı patronu Yoon Se Ri, bir gün yamaç paraşütü yaparken akıl almaz bir fırtınaya yakalanıp, kendini Kuzey Kore sınırları içinde bulur. Sınırdan bir şekilde birinin geçtiğini anlayan o günkü nöbetçi askerler ve komutanları Ri Jung Hyuk, Yoon Se Ri'nin peşine düşerler. Ama kaderin cilvesi, Yoon Se Ri bir şekilde sınırın hemen dibinde köye kadar ulaşabildiği için onu soruşturma merkezine teslim etmek yerine komutanın evinde saklamak zorunda kalırlar. Çünkü onun sınırdan oraya kadar gelmesi nöbetçilerin seri şekilde yaptıkları birtakım hataların sonucudur aynı zamanda ve onlar da hataları belli olmasın diye durumu kurtarmaya çalışırlar. Güneydekilere gıcık olan uzman asker, yakışıklı ve iyi çocuk kontenjanındaki asker, güneyin dizilerine ve kültürüne aşık asker ve ana kuzusu henüz çok genç olan askerden oluşan bu kafadarlar, farkında olmadan, hiç bilmediği bir ortamda, can korkusuyla ve geri ülkesine dönebilme çabasıyla sıkışıp kalmış olan Yoon Se Ri'nin en candan dostları olurlar.  Ve onların sert görünüşlü ama altın kalpli komutanı Ri Jung Hyuk da tabi Yoon Se Ri'ye aşık olur. Ama bu iki ülke birbirlerine düşmandır, sınırdan kuş bile uçurtulmazken Yoon Se Ri'yi geri ülkesine sağ salim göndermek nasıl mümkün olacaktır?



"Crash Landing On You" Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) 2019'un 14 Aralık'ta başlayıp, bu senenin 16 Şubat'ına kadar 16 bölüm halinde yayınlandı. Her bölümü neredeyse 1 buçuk saate yakın süren dizi, ülkenin iki efsane oyuncusunu bir daha da buluşturduğu için ayrıca çok beklenip, çok izlendi, çok tutuldu. Geçen sene bu zamanlar, ben de hafta hafta izliyordum. Hakikaten atmosferi, anlatımı ile hissettirdikleri bu zamana kadar izlediklerimden bir parça da olsa değişik gelmişti o zaman. Kafamın algılayamadığı bir ortamdı, kendi ülkesinin sınırından çıktığı anda baş kahramanımızla birlikte biz de sanki tavşan deliğinden aşağı düşmüş gibi olmuştuk. Gerçekte nasıl olduğunu hemen hemen tüm dünyanın da bilmediği bir ortam/ülkeyi, hemen dibindeki onlardan çok farklı olan diğer ülke, böyle portre ediyordu. Çok değişikti. Yoon Se Ri ile birlikte ben de o çaresizliği hissettim çoğu zaman, genelinde bir komedi de olmasına rağmen hikaye. Ama daha çok bir Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler esintisi taşıyor pek çok yönüyle. Önce nereden evlerine düştüğü belli olmayan ve onlara da etraflarına da zararı olabilecek bir kadınla uğraşmak zorunda kalıyor dizideki cücelerimiz/askerler de. Sonra yavaş yavaş onlar da bu prensesle kaynaşıp, içimize düğümlenen, yüzümüzü gülümseten bir dostluk oluşturuyorlar. Bu anlamda hikayenin aşk kısmı gördüğünüz üzere bana pek etki etmiş değildi. Yani Yoon Se Ri ile komutan Ri Jung Hyuk'un aşkı bana o kadar geçmedi, halbuki tüm diziyi onun etrafında kurgulamış gibilerdi. Sanırım oyuncu Son Ye Jin'in aşık rolleri bana etki etmiyor, kadından o hissi alamıyorum, bundan olabilir. Hyun Bin'in ise hala nasıl bu kadar çirkin olup da bu kadar etkileyici olabildiğine şaşıp kalıyorum.



Beni etkileyen ve tüm dizi boyunca hikayeyi benim için devam ettiren, 4 asker ve sonradan onlara katılan bir diğer askerin hem kendi aralarındaki hem de komutan ve prensesimiz ile olan hikayeleriydi. Her birine ayrı birer kişilik, karakter kazandırılmış olması, her birine hikayede tamamlayıcı bir rol düşmesi ve hepsini canlandıran oyuncuların bize ekstra duygularını geçirebilmesi bence diziyi etkileyici yapan asıl şeydi. Tabi bir de sınır köyündeki teyze ve o hayat. Ahh asıl bir de - ki esas aşk hikayesinden çok daha etkileyici olduğuna izleyen herkesin katılabileceği - ikinci aşk hikayesi. Zampara dolandırıcı Goo Seung Jun ile buzlar kraliçesi Seo Dan'ın imkansız aşkı. Bu kesinlikle çok güçlü ama çok harcanmış bir yan hikayeydi.


Tüm diziyi baştan sona heyecanla, duygu yoğunluğuyla, karmaşasıyla, güzel görüntüleriyle izledim. Benim için vuhaa dedirten bir hikaye olmadı evet, böyle sonları sevmem çünkü. Ama kesinlikle hatırlayacağım ve iyi ki izlemişim diyeceğim bir hikaye oldu.

impazzire

Bu ara böyle, utandığım şeyler yapıyorum. Yıllar sonra yine dönüp baktığımda ah ulan gerizekalı ne harcamışsın zamanı diyeceğim şeyler. Ama elimde değil. Uzmanlık tezimi yazmam gerekiyor. Mart'tan beri ensemde indi inecek şeklinde asılı duran giyotin misali, habire içimi kemiren bu lanet şey, bu ara boğazımı iyiden iyiye sıkmaya başladı. Hayır daha önceki şeyler gibi suçu başkasına atıp, içimden başka birilerine saydırıp, nefretimi yönlendiremiyorum da. Çünkü hayatımı değiştirebilme şansını değerlendiremedim ve bu işi bulmak zorunda kaldım, bu işe girdim ve şimdi bu tezi yapıp yapmamak da bana bağlı. Yaparsam işime devam edebilirim, yapmazsam sürülürüm gibi bir şey olur. Konuyu da zaten ben seçtim sayılır çünkü seçilecek konular hep mühendislikle ilgili olacaktı. Yani şu duruma kendi kendimi soktuğum için başka kimseyi de suçlayamıyorum. Suçlama zincirimde iyice gerilere doğru ilerleyip, lafı yine aileme getirebilirim elbet (hayatımı siz mahvettiniz!hepsi sizin suçunuz!siz beni mühendis yaptınız!mutsuzluktan ölüyorum!) ama sanırım oraya dönmek hiçbirimize - yine - bir fayda getirmeyecek.

Ara ara gerçekten çok kötü oluyorum. Oturup tez için hazırladığım word dosyasını açtığım anda boğazımı sıkmaya başlıyorlar. Satırları okuyorum, tek bir kelimesini bile anlamıyorum (A-BART-MI-YO-RUM). Saçma sapan şeyler yazıp, kaç sayfa dolduğuna bakıyorum. 20 sayfa bile etmiyor her defasında. Jürinin önünde nasıl sunacağım, ben bu soruları nasıl cevaplayacağım, hiçbir fikrim yok, bu tez nasıl bitecek, BU TEZ NASIL BİTECEK? Diye diye evin içinde kendimi boğarak dolaşıyorum. Herkes ohh mis evde, karantinanın, dünyanın durmasının keyfini çıkarıyor diyorum, ben ne yapmak zorundayım? Ben neden hep bir şeyler yapmak zorunda buluyorum kendimi? Neden ben de kanepede boylu boyunca kucağımda bilgisayarla, işten gelen maillere aheste aheste cevap veriyor olamıyorum? Delirecek gibi oluyorum. Bir de uzun süre bilgisayara bakamıyorum artık ya ameliyattan sonra. Üniversitedeyken nasıl öyle gecelerce visual studioda uğraşıp duruyormuşum, tüm gün gözümü ekrandan ayırmadan bakıyormuşum, aklım almıyor. Bir de lens oluyordu gün içinde, hiç mi kuruyup gözüme yapışmıyormuş ki? Haa ama tabi o zamanlar o kadar eziyet edince bu yaşımda bu hale geldim. Akıl çocuklar akıl. Gençliğinizin kıymetini bilin.

Tezden ötürü bu ara böyle iyice dibe vurup duruyorum. İçine düştüğüm ruh halini çok anlatamadım ama hakikaten kötü. Kötünün de kötüsü. Anlatabilmeye de çalışmak istemiyorum açıkçası, şu an, içinde bulunduğum 10 dakikalık zaman diliminde az biraz düzelttim, geri bozmak istemiyorum. Büyük ihtimalle blogger sekmesini kapattıktan yarım saat sonra falan gene zombi gibi dolaşmaya başlayacağım evin içinde tezi yazmalıyım tezi yazmalıyım nasıl yazacağım ben gerizekalının tekiyim diye ama olsun, bu 10 dakika iyiyim. Anneme telefonda da böyle göründüğüm için onu da endişelendiriyorum. Sonra onu endişelendirdiğim için kendimi iyice hırpalıyorum. Her şeyin başı sağlık diyor, bak ben o hastane yataklarından kalkamıyordum ya ölmüş bitmiştim ya ben diyor, doğru diyorum içimden, ben de neyi takıyorum şu an mal mıyım diyorum ama kendime de engel olamıyorum.

Sanırım bu kadar yalnız ve bu kadar hiçbir şeyi dışarı vermeyen halimden ötürü her şeyi, en ufak şeyi bile sizin hepinizin hissettiğinden çok daha fazla ve derinden yaşıyorum. Yani siz bir şeye sinirlendiğinizde o an bunu belli ediyorsunuz. Seviniyorsanız gösteriyorsunuz. Heyecan duyuyorsanız, üzülüyorsanız, hepsini yaşayabiliyorsunuz. Ben içimdeki hiçbir şeyi söyleyemediğimden, belli edemediğimden, çoğu zaman da konuşacak kimsem olmadığından her şey içimde patlıyor. İçimde kalıyor kalıyor, nefes alamayacak gibi oluyorum. İlla sinirlendiğim üzüldüğüm bir şey olmasına da gerek olmuyor. Mesela siz bir şey izlersiniz ve oradaki oyuncuyu çok beğenirsiniz, bu beğeni duygusu içinize bir hoşluk verir ve arada orada burada görürsünüz, mutlu olursunuz. Bu yeterlidir. Ama ben birini beğeniyorum, o kadar içimde kalıyor ki bu beğeni, çünkü ne anlatabiliyorum ne üstüne konuşabiliyorum ne yapacak başka bir şeyim var, delirecek gibi oluyorum. Dünyanın öbür ucundaki o insanla konuşmam gerekiyor gibi hissediyorum ya da bir şekilde iletişim kurmam gerekiyor çünkü o kadar patlıyor içimde. O kadar anlatamıyorum ki artık acı vermeye başlıyor beğeni duygusu. Canım acıyor.

Böyle, hiçbir şeyi doğru dürüst yaşayamadığım için her şey bende abartılı oluşuyor. Mesela canım bir şey çekiyor, atıyorum bonibon alıyorum, yemeye başlayınca kendimi durduramıyorum. Hiçbir kontrolüm kalmıyor, tek başıma olduğum için beni durduracak hiçbir mekanizma kalmıyor. Üstüne bir de tez yüzünden kendimi o kadar strese soktuğum için kendimi uyuşturacak bir şey arıyor çaresizce bünyem. Bu uyuşturacak şeyler haliyle illegal şeyler olamayacağı için, mesela oturup bir diziye ya da öyle bir şeye sardırıyorum. Ama hani oturup bir sezon dizi izlemek gibi değil, kafayı bozuyorum, hiçbir şey yemeden içmeden, nefes bile almadan neredeyse o şeyin içine düşüyorum. Çünkü, tekrar ediyorum, beni durduracak hiçbir şey yok.

Son 2-3 haftadır bu şekilde BTS'e taktım. 13 yaşımda nasıl Backstreet Boys ile yatıp kalkıyorsam aynı o yaşa döndüm. Ama bu daha kötü, çünkü 20 yıl önce youtube, internet, bu kadar etkileşim yoktu. Tüm gün videoları çıkacak diye mtv nin başında oturup dururduk, her ayın başında dergilerde bir resimleri, röportajları yayınlanacak diye bayiye koştururduk. Oysa şimdi neredeyse 24 saatlerini canlı izleyebiliyoruz, istemediğimiz kadar haklarında bilgi yer alıyor internette. Ben bu dipsiz kuyuya nasıl düştüm? Ben bu kuyuya nasıl atladım? Hepsi stresimden, bozuk psikolojimden. Oturup 2013'te ilk koydukları videolardan başladım, youtubeda ne kadar videoları varsa, yayınlanmış ne kadar şarkıları, konser kayıtları, canlı performansları varsa izledim. Uyudum uyandım izledim. Başka hiçbir şeye bakmadan, sadece onları izledim. Yaşıtlarım çocuklarını büyütüyor, kariyerlerinde ilerliyor, ben çocuğum yaşındakileri izliyorum bağımlı gibi. Tamam çocuğum yaşında değiller de, sonuçta en büyükleri 5 yaş, en küçükleri 9 yaş küçük benden ve bir anlamda çocuk sayılırlar yani. Haftalardır onlarla gülüyorum, ağlıyorum, onlarla nefes alıyorum. Mutlu olmak için bakmaya başladığım şeyden artık mutlu olmuyorum, kendime kızıyorum, hayatıma üzülüyorum. Bağımlı gibi onları görmeden günümü geçiremiyorum. Sonra kendime daha da kızıyorum. Çocuklar orada dünyanın öte ucunda hayatlarını yaşıyor, başarıdan başarıya koşuyor, en güzel çağlarını yaşıyorlar, ben ne yapıyorum diyorum. Yapmam gereken onca şey varken oturmuş onların başarmalarını izliyorum. İçlerinden bir tanesi aşırı mükemmel, gerçekten mükemmel, her bir ayrıntısı özenle yaratılmış gibi. Niye bu kadar beğeniyorum bunu, çocuk bu utan kendinden diye kendimi dövmeye başlıyorum. Ve daha da kötüsü, neden bu kadar mükemmel diye ondan da nefret ediyorum. Ben niye bu kadar çirkinim, başarısızım, salağım, yeteneksizim diye kendimi hırpalamaya başlıyorum. Ruh halime bakın, birine çok yakışıklı çok başarılı diye aşık oluyorum, sonra bu kadar yakışıklı ve başarılı olduğu ve ben olmadığım için yine aşık olduğum kişiden nefret ediyorum. Akıl sağlığım o kadar bozuk ki bu yaşa kadar nasıl gelebildim inanın ben de anlayamıyorum.

Ahhh bir şeyler daha diyecektim. Ama tükendim. Şimdilik bu kadar. Gözlerim acıyor yine.



20 Aralık 2020 Pazar

İzlemesi eziyet olan 16 bölümlük Convenience Store Saet-Byul(2020)


Henüz 22 yaşında gencecik bir kız olmasına rağmen Jung Saet Byul hem birkaç işte birden çalışıp, evi geçindiriyor, hem de lisede okuyan kız kardeşine bakıyor. Dışarıdan bakıldığında minicik ve narin bir kız gibi görünse de o aslında acayip dövüş yeteneklerine sahip, çok güçlü bir genç kadın. Çünkü zaten onlara bakacak, ilgilenecek bir ailesi olmadığı, hayatta yanlarında olan kimse olmadığı için Jung Saet Byul her durumda güçlü olmayı ve kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş durumda. Günün birinde küçüklüğünden beri sevdiği, ilk öpücüğünün sahibi, ilk aşkıyla Choi Dae Hyun ile karşılaşıyor. Choi Dae Hyun bir "convenience store" işleten, kendi halinde, azıcık saf, içi iyilik dolu, bu iyilikle ve katıksız adalet duygusuyla hala dünyada fark yaratabileceğine inanan bir hayalperest. "Convenience store"dan uzun uzun bahsetmeyeceğim, hiç duymamış olanlar için şöyle söylenebilir (ben de gidip görmüş değilim tabiki, bunca zamandır dizilerde izlediğim kadarıyla öğrendiğim bu): 24 saat açık mahalle marketi gibi bir şey. Ama içeride sadece market malzemeleri satılmıyor, hazır haldeki yemekleri ısıtabileceğiniz, hazırlayabileceğiniz, içecekleri yapabileceğiniz gerekli teçhizatlar da var. Yemek hazırlayıp, oturup yiyebileceğiniz masalar, yerler de var. Yani bizde hava karardı mı biten sokaktaki hayatın aksine, 24 saat boyunca açta açıkta kalmayacağınızın garantisi bir ortam. Jung Saet Byul kızımız Choi Dae Hyun'un marketinde part-time elemanı olarak işe başlıyor. İlk başta sadece işinde çok iyi olarak aşık olduğu adama yardım etmek ve bir yandan da onun da kendisine aşık olmasını istemekle meşgulken zaman ilerledikçe tabi araya bir dolu ilginç karakter ve akıllara zarar olaylar da giriveriyor.

Bu sevimli Jung Saet Byul ile saf Choi Dae Hyun'un aşık olma maceraları gibi başlayan "Convenience Store Saet Byul" Güney Kore'nin SBS kanalında 19 Haziran ile 8 Ağustos arasında, her bölümü yaklaşık birer saatlik 16 bölüm halinde yayınlandı. 2016-2017'de yayınlanmış "Convenience Store Saet-Byul" isimli webtoon'dan uyarlanmış. Webtoon ne ola ki derseniz, hani çizgi romanlar var ya, onları artık bu çağda internette yayınladılar mı webtoon oluyor ismi, işte o. Dizinin orijinal dilindeki isminde yer alan Saet Byul hem esas kahramanımızın ismi hem de sabah yıldızı demek Korece. Hoş.

Ben diziyi elbette Ji Chang Wook'un bir diğer yeni dizisi diye hevesle bekliyordum. Askerden döndükten sonraki ilk dizisi "Melting Me Softly" tam bir ziyandı (şurada bahsetmiştim), o yüzden hadi bu sefer güzel bir şey yap da izleyeyim diyordum. Çünkü adama aşıktım, söylemişimdir. Artık değilim. Vallahi kendime şaşırıyorum ama adam için eriyip biterken şu an görmeye bile dayanamıyor hale geldim. Ve işte hepsi bu peş peşe berbat dizilerde izlemiş olmamdan. Gerçek hayatta tanımadığım için haliyle oyunculuğuna ve oynadığı karakterlere aşık oluyorum, her oyuncu için bu böyle doğal olarak. Ji Chang Wook da bu içime fenalıklar getiren dizilerde, poflatacak karakterlere bürünüp durduğundan kendisinden buz gibi soğuttu sonunda.

Asıl başrol kızımız Kim Yoo Jung'u ise ilk defa Love in The Moonlight(2016)'ta görmüştüm ama o diziyi bir türlü bitiremedim, bir 3-5 bölüm bir şey kaldı. Orada dünyalar tatlısı bir şeydi, bu dizide bir tuhaf geldi gözüme. Ufacık bir kafa, kalın bir boyun, üstünde emanet duran giysiler. Ne bileyim. Dizinin her şeyi bana tuhaf gelip durdu herhalde. Hani bir ifade var ya "cringe" diye, artık ne demekse, işte tam o kafada her şey. Absürd de gibi, böyle saçmalıklar silsilesi. Ama aralara da acayip ağır şeyler sıkıştırma çabaları, böyle insanın boğazını düğümleten şeyler... Esas kızımızın dövüşmesi ile ilgili her şey absürd de zaten, bir çizgi film kafasında, diğer noktalarda insanı deli eden şeyler oluyor bir yandan. Esas erkeğimizin karakteri insanı çileden çıkaracak derecede eziklikle, saflıkla doluydu mesela. Ya da onun için acayip tatlı bir aile çizmişler ama onların hikayesi de çoğu noktada fazlasıyla gürültülü, gereksiz derecede çığlık çığlığa ekranı işgal ediyordu. Esas erkeğimizin sevgilisinin ne yapmaya çalıştığı belli olmayan yan hikayesi habire gözümüze sokulmaya çalışılıp durdu. Esas kahramanlarımızın kankaları olan kızlar ve erkekler ise olayın komedi tarafını çok aşırı zorlamak olarak geliyor.


Aslında oldukça ilginç ve taze fikirlerle başlayan bir hikaye gibi görünüyordu dizi ilk bölümlerde. Yenilikçi karakterlere sahip esas oğlan ve esas kıza sahipti, kendi başının çaresine bakan, bilek gücüne güvenen, aşkının peşine düşen bir genç kızla, ne olursa olsun hep doğruyu söyleyen, herkese iyi davranan ama bu iyiliği neredeyse eziklik derecesinde yumuşak başlı olmasına yol açan bir genç adam.  Genel olarak hikayenin geçtiği ortam da diğer dizilerin arasında çok daha sıradan bir yer olması ile ayrı bir yere sahip gibi geliyordu ayrıca. Yani bir mahalle arasında, sıradan kaygıları olan, sevimli insanların günlük işleri güçleri gibi esasında baktığımızda. Öyle büyük büyük hayallere sahip olmayan hepimiz gibi insanların maceraları. Bir holdingin veliahtı olan gıcık bir esas oğlanımız yok, fakir ve aşırı saf esas kızımız da yok. Çok sıradan ama bir yandan da çok absürt karakterlerimiz var. Ama dizi ile ilgili her şey o kadar kötüydü ki, bu ilk bölümlerden sonra izlemesi benim için felaket derecede eziyet haline geldi. Yani sanki çekerken acayip eğlenmişler ama hiçbirisi de çıkıp ortaya, ulan biz ne saçmalıyoruz dememiş gibi. Oysa bayadır bekliyordum ve hayatımın en kötü dönemlerinden birinde iyi gelmesini umuyordum. Yayınlandığı yaklaşık 2 aylık dönemde haftalık olarak izlemiştim, bir yandan annemin ameliyatını bekliyordum, sonra yoğun bakımı, hastane günleri, evde bakması derken Ji Chang Wook'un da bana ilaç olmasını umut etmiştim. Ama sonucu adamdan tiksinmem oldu. Olsun artık, yeni aşklara yelken açacağız aynı umutla.


Yine de izlemek isterseniz youtube'da legal bir şekilde tüm bölümleri ingilizce altyazılı mevcut. Şurada.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...