3 Nisan 2022 Pazar

Tesadüfen rastlayıp, bağımlılık yapan Rookie Cops(2022)

 


Normalde 2016'dan beri, Güney Kore dizileriyle tanıştığımdan beri, çok sıkı plan programla izleyeceklerime karar verip izliyorum. KoreanDrama.org'da gelecek hemen hemen tüm dizilere önceden bakıp, inceleyip, hah bunu izlerim işte dediklerimi MyDramaList'te işaretliyorum. Listeler yapıp, zamana göre izliyorum. Bu listeler çoğu zaman aklımı korumama yardımcı oluyor çünkü. Çok kötü bir günün ardından yatağa girdiğimde izlemek istediğim türde bir hikayenin ne olduğunu biliyorum ve o listelerden açıp, izleyebiliyorum. Normal zamanlarımda ise haftalık takip ettiğim genellikle bir ya da iki dizi oluyor. İki diziden fazlası haftalık olarak zorluyor mesela, her hafta ikişer bölüm yayınlandığı için tüm zamanımı almış gibi oluyor.

Bu sene başladığında yine tezden dolayı ilk iki ayımı yaşayan ölü gibi geçirdikten sonra ilk izleyebildiğim, haftalık olarak normal bir şekilde takip edebildiğim Ghost Doctor(2022)'ı yazmıştım. Onun bittiği günün ertesinde yine önümde ekran, yatağa girmiş, kafamı boşaltmak için dizi açayım demiştim. Listelerime göre yeni başlamış, ilk bölümleri izlenip karar verilecek bir dolu dizi vardı. Ama o akşam tamamen tesadüfen listemdekine bakmadan, her zamanki izleme sitemde sayfanın aşağısına doğru ilerledim ve Rookie Cops'ı gördüm. Listeye almamıştım, konusuna oyuncularına bakıp izlememeye karar vermiş olmalıydım. Ama düşünmeden elim gitti, açtım, izlemeye başladım ilk bölümü. Sonrasını hatırlamıyorum. Yani nasıl oldu da sonra o akşama kadar yayınlanmış 8 bölümü birden yutarcasına izledim bilmiyorum. Dünyanın en müthiş şeyi değildi, en kalitelisi, en mantıklısı, en eğlencelisi,...ama o akşam ve sonrasında bu dizi, bu hikaye, bu karakterler o kadar sarıp sarmaladı o kadar iyi geldi ki bana. Size de öyle gelecek diyemem ya da hakikaten iyiydi şurası burası da diyemem. Hani yan sınıftaki çocuğa aşık olursunuz da kankanız dudak büker, ayhh bu çocuğun nesini beğeniyorsun deyip bir türlü anlayamaz ya. Hah işte aynen öyle hissediyorum.



Peki ne anlatıyor bu dizi? Disney+ platformunda 26 Ocak-16 Mart arasında birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlanan dizi, isminden de anlaşılabileceği gibi aslında polis olma yolundaki öğrencileri anlatıyor. Güney Kore'deki polislik sistemini hiç bilmiyorum, gerçi Türkiye'dekini de bilmiyorum pek, kim nereden nasıl polis oluyor öyle açık bir fikrim yok ama dizide gerçekliğe biraz yer veriyorlarsa eğer durum şöyle: Ulusal Polis Üniversitesi diye bir şey var, liseden sonra yazılı ve sözlü ve spor içeren sınavlarına girip, okula girmeye hak kazanıyorsunuz. Bu okuldan mezun olunca sanıyorum daha üst rütbeden sayılabilecek bir polis oluyorsunuz. Bu okul dışında polis olma yöntemleri de var sanırım ki o diğer yöntemden gelme polisler, bu okuldan olma polislere gıcık kapıyor. Bu okuldan olma polisler de bir elit görüyorlar kendilerini zaten, gruplaşma var yani ülkede. Neyse, ana hikayemizin kahramanları bu okula giren 8 genç. Hepsi ülkenin farklı bir köşesinden, farklı kültürlerden gelen bu gençlerin bir şekilde okuldaki zorlu eğitim sırasında tanışıp, kenetlenip, dünyanın en sevimli arkadaş grubunu oluşturmalarını izliyoruz. Bu sene izlenecekler listemi oluştururken bu diziyi neden dahil etmediğimi anlayabiliyorum. Büyük ihtimal listeyi yaparkenki ruh halim mutlu ve sevimli bir arkadaş grubunun hayata yeni başlıyor olması macerasını kaldıramamıştır.


Temelde böyle bir hikayeyi anlatıyor ama aslında dizi kafası çok karışık ilerliyor. En başından da aslında kafa karışıklığını gösteriyor da ben tahmin etmemiştim. Açılışı acayip dramatik bir gerilim-aksiyon sekansıyla yaptıktan sonra pat diye günlük güneşlik bir havada karakterlerimizi, okula giriş hikayelerini anlatmaya başlıyor. Ben ilk bölümün bu ilk dakikalarını herhalde karakterlerden biri sinemada film izliyor ya da hayal ediyor falan diyerek izlemiştim. Hiçbir anlam verememiştim çünkü, ilk nerdeyse 3-5 bölüm boyunca da anlam verdirtmiyor zaten hikaye.

İlk defa izlediğim Kang Daniel'e de mesela anlam verememiştim ilk bölümlerde. Kim olduğunu, neci olduğunu bilmiyordum diziden  önce. Allahım yarabbim bu çocuğu nereden bulup başrole getirmişler, kimin tanıdığı bu böyle donuk suratla diye gözlerimi kısarak bakıyordum ekrana. Zaten saçları ısrarla yüzünü kapatıyor dizi boyunca, elimi ekrana atıp durdum. Kimin fikriyse o saçlarını önünden çekmeyelim, vallahi acayip küfür yedin stilist/kuaför/yönetmen artık kimsen. Çünkü çocuğun oyunculuğunun yüzde doksanı o saça gitti, yapmaya çalışıyorduysa da rol, görünmüyordu. En başta böyle hissettiğim çocuğu neyse ki bölümlerin ve hikayenin ilerlemesiyle, karakterlerin her birine ayrı ayrı kanımın ısınmasıyla sevmeye başladım. Öyle ki sonlara doğru artık gülümsemesi sevimli, kendisi az biraz da olsa düzgün yüzlü gelmeye başlamıştı. Ama kabul et Kang Daniel çocuğum, ilk 5-6 bölüm boyunca sen de kararsızdın, bu karakter nasıl tepki verir, ne düşünür, nasıl bakar nasıl konuşur sen de bir kafanda oturtamadın.


Onun dışında Chae Soo Bin'i daha önce çoook sevdiğim I'm Not A Robot(2017)'ta izlemiştim ilk defa. Sonra Love in The Moonlight(2016)'ta da gördüm ama onu anlatmadım daha (anlattıklarımın isimlerinde blogdaki yazının linkini koyuyorum, diğerlerinde MyDramaList'teki dizi sayfasının). Kızımızı severim, öyle sevimli gelir. Burada da iyiydi, çok bir değişik ya da fazla çaba gerektiren bir rol değildi ama iyiydi. Park Yoo Na'yı önceki sene True Beauty(2020)'de görmüştüm ilk defa, oradakinin neredeyse aynısı bir karakteri, hem de benzer bir şekilde oynamayı neden kabul etmiş bilemedim. Lee Shin Young'u da hemen hemen hepiniz Crash Landing On You(2019)'nun yakışıklısı olarak hatırlıyorsunuz. Bense arada saçma bir dizisini hevesle açıp, çocuk o kadar da bakılacak  gibi değilmiş demek ki diyerek kapatmıştım. Burada neyseki izlenebilen ve iyi bir karaktere hayat veriyor. Uzmanı olmasam da, tüm bir diziyi belirgin bir aksanla oynamak yiğit işi. Grubun diğer üyelerini canlandıran Min Do Hee'yi, Kim Woo Seok'u, Park Sung Joon'u ve Cheon Young Min'i ilk defa izledim.

Ardından gelen bölümlerde bu sefer okuldaki manyak eğitim sürecine odaklandığında ise tarz değiştiriyor ve gerilimle sağlı sollu tokat yemeye başlıyoruz. Haa tamam o zaman okuldaki bu zorlu eğitimi ve yaşananları anlatan bir hikaye izliyoruz, izleyeceğiz dediğimiz noktada bu sefer yine pat, hikaye değişiyor. Okul dünyanın en sevgi kelebeği yerine dönüşüyor, az önce Freddy Krueger karşımıza çıkmış gibi kaçarken şimdi Freddy ile K-pop festivali yapıyoruz. Gene adapte olmaya çalışıyoruz, o zaman aslında bir arkadaş grubu/aşk meşk hikayesi izleyeceğiz diyoruz. Bu sefer de polislik olayları çözmeye başlıyorlar, hem de hikayenin tarzını yine 180 derece döndürerek. Hiç beklemediğimiz bir sertlikle, şiddetle, bir anda  gereksiz bir gerilim ve dram yaratılıyor. O gereksiz abartılan (böyle bir hikaye için, yoksa başka bir hikayede tadında olabilirdi) kötülük durumunu ise son birkaç bölümde yazıp, çizip, hooop hallediyorlar. 

Ah şu fotoğrafın verdiği his...

Valla son bölümlere geldiğimde artık ortada kalmış, nerede olduğuma karar vermeyi bırakmış, hislerimi çok aşırılarda yaşamayan bir izleyiciye dönüşmüştüm. Ha gene mutluydum, keyif alıyordum ama bu tamamen karakterlerden ve o karakterlerin dünyasında yer aldığımdandı. Yoksa hikaye...kararsızdım. Tıpkı hikayenin kendisi gibi.


(Neyse, dizinin hareketli sahnelerinden oluşan klibiyle,
başrol Kang Daniel'in seslendirdiği pek eğlenceli soundtrack parçası ile veda edelim)

Bir Modern Dans Gösterisi : Gangster

 


Geçen hafta Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin "Gangster" gösterisine gittim. Amerika'da 30'ların, o ekonomik buhran sonrası ortamında, çok ünlü olmuş bir gangsterinin, John Dillinger'ın sonunda FBI tarafından öldürülmesine kadarki hızlı ve suç dolu hayatının son birkaç yılında olan olaylardan esinlenilerek sahneye konan gösterisi Modern Dans Topluluğu'nun bir modern dans müzikali. Böyle deniyordur değil mi? Yani hem modern dans hem müzikal olan bir gösteriydi, benim ilk defa böyle bir şey izleme şansım oldu ve alabildiğine cahilim. Hakikaten pek de ne beklemem gerektiğini bilemeden başladım izlemeye. Daha önce birkaç gösteriye gitmiştim opera sahnesinde ama hatırladığım kadarıyla hiç dans içeren bir şey görmemiştim. Gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu bu gösteri. Ya da oyun mu denir, off bilemedim neyse. Sahnenin önündeki orkestra çukurunda müthiş bir şekilde pek çoğunu lisedeyken keşfettiğim ve dinlemelere doyamadığım, en sevdiğim dönemlerden müzikleri, parçaları çalan bir orkestra vardı. Orkestranın müziği eşliğinde şarkıları söyleyen sanatçılar vardı. Müzik eşliğinde dans eden sanatçılar vardı. Dans ederek hikayeyi bedenleriyle anlatıyorlardı. Arada çıkıp, sadece sözle ne olduğunu anlatan dış ses tarzı sanatçılar vardı. Yani her şey vardı, gözümün önünde sahnede şimdiye dek izlediğim her bir şeyin bir kısmından içeren değişik bir gösteri vardı. Bir hikayenin bu şekilde anlatılabildiğine ilk defa şahit olmuş oldum. Müzikler, dediğim gibi, en sevdiğim kısımdı. Yalnızca bildiğim şarkıların oyun için birazcık oynanmış olması, azıcık hımm dedirtti. Danslara öteki yandan, bayıldım. Beceremediğim için hayran olduğum binlerce şeyden biri çünkü dans. Özellikle söze gerek olmadan, sadece dans ederek bir şeylerin anlatılabiliyor olması müthişti. Bunların yanında habire sahnelerin bitip, öbür sahneye geçilmesi aşamalarındaki o durmalar, sessizlik, dekorların gidip gelmesi, oyuncuların çıkıp, girmesi durumları bana biraz tuhaf geldi. Belki normali böyledir, bu tür gösterilerde sahne geçişleri böyle oluyordur. Ama bana değişik geldi işte. Hani gölge oyununda sahnenin ön tarafını izlersiniz ve kafanızı arka tarafa sokup da ne oynatıcının ne de figürlerin (bak bunların da ismini bilemedim ne denir ki) aslında ne olduğuna bakmayız ya, burada oyunu izlerken şey oluyormuş gibiydi, önce perdenin önünü görüyoruz sonra sahne bitiyor öbür sahneye geçerken perdenin arkasını da görüyoruz. Öyle bir şey işte.



Oyuna gitmeden önce konusuna bakmıştım bu arada ama iş yerindeydim, aklım neredeydi bilmiyorum. İlk on beş yirmi dakika bende bir ışıklar yandı izlerken, aaa ben bu hikayeyi biliyorum dedim. İzlerken anca aklıma geldi, seneler evvel Johnny'yi (Johnny Depp'i işte yahu) karizmatik bir John Dillinger rolünde gördüğüm 2009 yapımı Public Enemies'den bu pek meşhur gangterin hikayesine aşinaydım. O zamanlar filmi izledikten sonra bir dolu araştırmıştım ama filmden hemen hemen hiçbir şey hatırlamıyorum. Kalmamış aklımda. Hatta şimdi bakınca fotoğraflarına, Marion Cotillard da varmış anaaa ne arıyor o orada dedim. Hele Carey Mulligan'ı falan...hiçbir fikrim yok. Filmi o kadar silmişim hafızamdan. Filmden hiçbir şey hatırlamıyordum ama Dillinger'ın hayatından birkaç bir şey hatırlıyordum, oyunda anlatıldığı hali tabiki oyunlaştırıldığından baya değişmişti. Değişmemesini beklemiyordum elbette ama yukarıda anlattığım sahne geçişlerinin dışında bir de bu, hikayenin anlatılmasını biraz tuhaf buldum. Yani anlatılma şeklini. Oradan oraya hopladık sanki hep beraber. Belki bu da sahneleme şekli olarak normaldir, bilemedim.


Genel olaraksa şarkıları, kıyafetleri, sahnedeki sanatçıları, tüm o atmosferi çok sevdim. Başından sonuna yahu ben ne izliyorum diye şaşırarak ama keyif alarak, müziğe eşlik ederek izlediğim bir oyun oldu. 7 ve 16 Nisan'da yine sahneleniyor görünüyor, şansınız olursa tavsiye ederim.

30 Mart 2022 Çarşamba

“How did it get so late so soon?”

 Ahh valla bağırarak etrafıma  yumruk sallamak istiyorum. Hiçbir şeye vaktim kalmıyor, ben ne yapıyorum ya? Her gün bir sürü şey aklımda kalkıyorum, sonra akşam olmuş, bir bakıyorum baygın halde yatmışım. Eee hiçbirini de yapamamışım. Zaman benimle dalga geçiyor. Neyse, iki dakika bunu söylemek için gelmiştim. Bu şarkıyı da bırakıp, gidiyorum. Çünkü çok güzel.


12 Mart 2022 Cumartesi

우주의 메시지

Çok güzel değil mi ya?
Bir gün dövme yaptıracak olsaydım,
böyle olsun isterdim belki.

Bazen, tam da şimdi olduğu gibi, bir anda böyle her şeyi yapabilirmişim hissi geliyor. Bugün böyle sebepsiz yere, yine, öylesine, çamaşır asarken, içim o hisle doldu. Hepsini yapabilirsin, oraya ulaşabilirsin, hepsi olacak. O kadar doğal geliyor ki böyle anlarda tüm o istediklerimin, hayal ettiklerimin olması gerektiği, daha doğrusu kesin olacak olması. Doğanın bir kanunu gibi. O elma o ağaçtan yere düşüyorsa, benimkiler de olacak yani, gibi. Ama bu his, bu hal, böyle gerçek anlamda bir şeyler yapmama, o şeyler için çabalamama, gerçekten başarmama yetecek kadar sürmüyor. Daha çok böyle rüyadan uyanırsınız, hala yataktayken uykuyla uyanıklık arasındayken, çok tatlı bir his içindeyken rüyanın etkisiyle, gördüklerini hatırlamaya çalışırsınız ya. Böyle o rüyanın son ipliklerine tutunmaya çalışır, o hissin azcık daha, birkaç saniye daha sürmesini sağlamak için o uyku halinde kalmaya çabalarsınız da ne kadar çabalarsanız o kadar kaybolur, görüntüler hatırlamaya çalıştıkça silinir ya. Tam da böyle oluyor. O bir anda gelen hepsini yapabilirim hissi, ben ipliklerine tutunmaya çalışıp, havada sallanıyormuşum gibi yapıyor.

Çamaşır asarken bir yandan da BTS'in Seul'deki Permission to Dance konser serisinin ikinci gününü illegal linklerden takip etmeye çalışıyordum. Hala devam ediyor konser, 3'ten sonra bitecek. İşte öbür yanda da aklım bu yukarıda bahsettiğim duygu haliyle uğraşıyordu. Kaçmadan, iplikler elimden kaymadan gelip anlatayım dedim. Bahsettim ya önceki gönderide, 2 aydan fazladır yazmıyordum diye. Aslında sanırım buraya, bloglara, yazmaya, anlatmaya inancımı kaybetmiş de olabilirim. Dedim ya bir faydası olmadı 11 yıldır buranın diye. Ama sanki ben inancımı kaybettikçe evren dürtmeye mi başladı beni? Normalde hiç kimse yorum yazmazdı buraya, son 2 haftadır yorum gelmeye başladı tek tük de olsa. Şaşkınım. Mutlu oldum. Hala blog okuyor musunuz? Parmağınızla sola aşağıya falan kaydırmakla meşgul değil misiniz ya da saçma insanın birinin horlayarak uyurken kendini videoya alışını canlı olarak izlemekten gözlerinizi okumaya ayırabiliyor musunuz? (Geçen gün arkadaşım gösterdi, dombilinin biri canlı olarak horlayarak salya saçarak uyuyuşunu yayınlıyormuş ve milyonlar izliyormuş. Bunu yapan ve izleyenlere insan deniyorsa bana denmesin lütfen.)

Kendimi yine yoktan yere sinirlendirmeye geçmeyeyim. Yorum gelince şaşırıyorum ama ben de en başından beri pek yorum yazmıyorum okuduklarıma. Önemsemediğimden olsa keşke ama daha kötü bir nedeni var. Utanıyorum. Utanıyordum yani. Birinin yazdıklarına, tanımadığım birinin anlattıklarına öyle havadan hoop diye bir şeyler nasıl derim diye kendi kendimi tutuyordum. Yazdığım yorumları da çok uzun iç müzakerelerden sonra yazıyordum hep. Artık böyle olmayacağım. Olmamaya çalışıyordum zaten son birkaç yıldır, daha da gelişeceğim.

Geceyarısı Kütüphanesi'ni bitirdim önceki gün. Matt Haig'in kitabı. Instagramdan takip ederken, çok merak ediyordum, sonunda tezden kurtulunca okuyabildim. Çok iyi başladı, benim açımdan, allahım bunları ben yazmış olabilir miyim diye cümlelere bakakaldım çoğu yerde. Aklımın içine mi girdin be adam dedim, benimle mi yaşadın o berbat günleri dedim. Ama sonra...Sonunda beni ikna edemedi. Ayrıntılı bahsederim gene.

Ondan önce de Charlie Mackesy'nin Çocuk, Köstebek, Tilki ve At'ını okumuştum geçen ay. İçime dokunan, başında oturup, çizimlere baka baka, cümleleri okuya okuya salya sümük ağlatan bu kitabı da anlatmak isterdim ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.

Bu ara haftalık olarak "Forecasting Love and Weather" ile "Rookie Cups"ı izliyorum. Bir de ilginç ama atv'deki "Destan"ı izliyorum. İlk defa böyle bir dönemi, böyle bir şekilde anlatıyor olmaları tvde ilgincime gittiği için başlamıştım. Sonra gayet sardı. Gerçi aşırı aşırı uzun olduğu için, youtube'a yüklendikten sonra her gün birer saat falan izleyerek bitiriyorum ama olsun sonuçta izliyorum. Arada yine insanı pöhleten şeyler olmuyor değil, lütfen atv dizisi sonuçta, ama yine de iyi bir çaba.

KBS World'de de her hafta "Two Days and One Night" diye bir show programı var, ona bakıyorum. Acayip eğleniyorum. Önceki seneden beri rastladıkça izliyordum, son zamanlarda gününü saatini bekleyip, haftalık izliyorum o derece sardı. Güney Kore'nin tv dünyasından 6 adam, her haftasonu 1 gün 2 geceliğine ülkenin başka bir köşesine gidip, orada ekibin verdiği görevleri tamamlayıp oyunları oynuyorlar temelde. Ama bunun yanında her hafta gittikleri yeri tanımış, gezmiş oluyoruz. Ayrıca çoğu zaman kanepeden düşüyorum gülmekten.

Bir de Trt 2'de ve Trt Belgesel'de hiç beklenmedik şekilde iyi programlar oluyor. Buna da şaşırıyorum. Mesela Belgesel'deki "Savaşın Efsaneleri" diye bir belgesel serisi var, her hafta onu da merakla bekliyorum. Tarihteki ünlü bir savaşı, ayrıntısıyla, canlandırmasıyla anlatıyorlar. Hemde Türkiye yapımı yani. Şaşırıyorum.

İnşallah, amin.
 "Pera Palas'ta Gece Yarısı"nı da izledim. Aslında Netflix'ten hiçbir şey izlemiyorum. Gördüğüm kadarı yetmişti bana o yapımlardan, içimi kaldırıyor ne yayınlansa orada. Saçma sapan. Neyse. Bu diziyi izledim çünkü bir 'zaman yolculuğu', iki 'tarihteki çok sevdiğim bir döneme zaman yolculuğu', üç 'Agatha Christie ve Pera Palas olayı'...Şans vermem gerekiyordu. Ben sevdim açıkçası. Sevmeyi beklemememe rağmen, sevdim. Keyifle, sonuna kadar izleyebildiysem bence sevmişimdir. Öyle ooo süperdi denecek bir yanı yoktu tamam, bu da bir çabaydı belli ki. İzlemek, o hikayeyi yaşamak iyi geldi bana, önemli olan da bu. Keşke yazabilseydim dediğim türden hikayelerdendi, kıskanmadım değil.


Bir yandan da açıköğretimdeki derslerime çalışıyorum. 2 yıllık Kültürel Miras ve Turizm okumanın bana ne kariyerim, ne maddi durumum ne de hayal ettiklerimi başarmak için hiçbir faydası olmayacak ama işte saçma şeyler yapmakta üstüme yok. Kendimi alamıyorum. Geçen dönem tezle uğraştığım için sınavlara bile girmemiştim, o yüzden bu dönem aldığım iki dersi günü gününe çalışmaya çalışıyorum.

Off bunları yazacağım diye ocaktaki suyu unuttum. Yazmaya oturmadan önce çaydanlığa su koymuştum kaynasın diye, kahve yapıp, onunla oturacaktım yazmaya. Suyu koydum, geldim, başladım yazmaya, unuttum gitti. Şimdi aklıma gelince mutfağa koştum ama yarı yolda yanık kokusu. Çaydanlıktaki su bitmiş, çaydanlık alev alacaktı az daha. Bazen gerçekten nasıl hayatta kalabildiğime şaşırıyorum. Şu hayatta tek başına yaşaması gereken, bir başına kalması gereken en son insanmışım gibi geliyor. Off.

Ofiste, ölmek istiyorum hayattan hiçbir beklentim yok dedikçe aslında hayata dört elle sarılmışsın farkında değilsin dediler geçen. Değil miyim gerçekten? Nora'yı vazgeçirmiş olabilirsin sayın Matt Haig ama beni gene de ikna edemedin.

11 Mart 2022 Cuma

Eğlenceli, sevimli, hüzünlü, güzel bir hikaye : 16 Bölümlük Ghost Doctor


 Başarılı kalp cerrahı Cha Young Min için işler alabildiğine tıkırında giderken, bir gün her şey alt üst olur. Çalıştığı hastanenin sahibinin tıp okuyan, şımarık ve beceriksiz torunu Ko Seung Tak, asistan olarak işe başlar ve Cha Young Min'in yıllar önce onu terk edip giden eski sevgilisi de Amerika'dan geri döner. Tüm bunların üstüne çok zor bir ameliyatla, çok büyük bir şirketin başkanını da ölümden döndürdüğü gece arabasıyla bir kaza yapar. Bedeni, kendi çalıştığı hastaneye koma halinde getirildiğinde Cha Young Min de koma hayaleti olarak, neredeyse evi gibi olan hastanede yepyeni bir maceraya başlar.

"Ghost Doctor" Güney Kore'nin tvN kanalında 3 Ocak-22 Şubat tarihleri arasında yaklaşık 70'er dakikalık 16 bölüm halinde yayınlanan bir dizi. Bu yılın izlediğim ilk dizisi. Aynı zamanda izlediğim ilk Rain dizisi. Yayınlanmasını merakla bekliyordum, medikal dramaları severim, ama en çok Rain'i (bu dizide başroldeki Cha Young Min'i canlandırıyor) bir dizide izlemek istediğim ve Kim Bum'ı da (bu dizide yine bir diğer başrol olan Ko Seung Tak'ı canlandırıyor) daha önce "Law School"da severek izlediğim için. Haftalık olarak, çok büyük keyif alarak izledim diziyi. Beklentim eğlenmekti, keyifli vakit geçirmekti. Dediğim gibi bu beklentimi karşıladığı gibi hiç beklemediğim şekilde hüngür şakır ağlattı, hayat üstüne bol bol düşündürdü, ağız dolusu kahkahalar attırdı, sevimli sevimli gülümsetti. Ortada çok büyük bir aksiyon yoktu, çok büyük bir gizem yoktu, kocaman bir aşk hikayesi veya kavuşamamaktan içimizi kurutan aşıklar falan da yoktu. Temelde bir adamın karanlık taraftan aydınlık tarafa geri dönüşünün, en başta aydınlıktan karanlığa nasıl geçtiğinin, genç bir adamın hayattaki yolunu bulmasının hikayesiyle iç içe geçmiş bir şekilde anlatan bir hikayeydi. Bu ana hikayenin orasından burasından dokunup, bu hikayeyi besleyen daha da hüzünlü ve düşündürücü yan hikayeleri ise hem ağlattı hem de gülümsetti çoğu kere. 

Ah be Tess ahjussi

İnsanın pişmanlıklarını, şanslarını, kıymetini bilmesini gerekenleri, hayatta önemli olan şeylerin neler olduğunu, görünenin ardında pek çok şey olabileceğini anlatmaya çalıştı. "Herkesin kalbinde sakladığı bir hikayesi vardır." diyerek bilge hayalet Tess amca bizi bir yandan hastanede dolaşan diğer tüm hayaletlere ve yaşayanlara baktırırken bir yandan da kendi içimize döndürdü. Hikayenin yazılışı ve anlatılışı o kadar iyiydi ki temelde komedi olarak yayınlanan bir dizide bu kadar ağlamayı beklemiyordum. Şirket başkanının son sahnelerini öyle güzel düzenlemişlerdi ki o akşam izlerken bölümü ve izledikten sonra kendime gelemedim ağlamaktan. Müziğin kullanımı, görüntülerin gözlerimin önünden geçişi, oyuncuların bir aradaki o halleri...Sanırım uzun yıllar izlediğim en iyi sekanslardan biri olarak hatırlayacağım. 

İçimi dışıma çıkarttınız ağlamaktan, alacağınız olsun

Bu kadar etkilemesini de beklemiyordum gerçi. Normalde, dedim ya severim medikal dramaları, heyecanlı ve aksiyonlu gelir, izlemesi keyiflidir. Ama herhalde annemle hastanede geçirdiğim günlerden sonra bir şeyler tetikleniyor içimde izlerken. Eskisi gibi voo diyerek izleyemiyorum ameliyat sahnelerini ya da hastaların hikayelerini, doktorların bir hastayı kurtarma çabalarını, hasta yakınlarının bekleyişlerini. Bu diziyi izlerken fark ettim bu durumu. Özellikle kalp cerrahlarının ameliyatlarını ve hikayelerini gösterdiği için bol bol kalp ameliyatı izlemek zorunda kaldım ve çok kötü oldum. Aşırı hikayeleştirilmiş ve somutluktan çok uzak olmalarına rağmen kendimi hep bir şekilde hikayenin içine girmiş buldum.

Başrollerimizi canlandıran Rain ve Kim Bum

En solda botokslu Son Na Eun, en sağda ifadesiz Uee

Neyse. Oyuncular açısındansa Kim Bum'ın ve Rain'in oynadıkları karakterlerin aynı bedeni paylaştığındaki halleri ne kadar iyiyse, ayrı ayrı karakterlerinin farklılıklarını oynayışları da bir o kadar iyi oluşundan bahsedebilirim mesela. Gerçi Uee'nin ifadesiz suratından ve Son Na Eun'ın botokslu gibi duran bet suratından ötürü olduğundan daha iyi bulmuş da olabilirim başrol erkeklerinin oyunculuklarını. Yan rollerdekiler ise Güney Kore dizilerinde hep olduğu gibi başroldekilerden çok daha anlamlı ve başarılı oyunculuklar çıkararak yan hikayelerini insanın içine dokundurtan hikayeler haline getirmeyi başardılar. Tess amcayı oynayan Sung Dong Il'i artık herhalde kaç yüz dizide izledim bilmiyorum ama her defasında yeni bir yön gösterip, güzel bir hikaye anlatmayı başarıyor. Ya da herhalde ilk defa izlediğim, Han Seung Hyun oynamıyor olsa, o koma hayaletinin hikayesi bu kadar etkili olmayabilirdi gibime geliyor.


"Ghost Doctor" öyle kocaman, şatafatlı bir hikaye anlatmıyor yani. Ama minik minik içe içe geçmiş kah hüzünlü kah gülümseten hikayelerinin bir araya getirdiği eğlenceli ve her bölümde heyecanı dimdik tutan keyifli bir hikaye seriyor gözlerimizin önüne.



Ayrıca acayip hoşuma giden, izlerken hikayeyi daha da tamamlayan soundtrack i de buraya iliştiriyorum.

8 Mart 2022 Salı

손실

 Ne yazacağımı bilmiyorum. Bir şeyler anlatmam gerekiyormuş gibi hissediyorum ama içimden bir şeyden bahsetmek gelmiyor. Bu sefer planlı yaptığım bir şey değil bu. Kendiliğinden oluverdi. En son kış gündönümünde yazmışım, sonrası...Bunu söylemek istemiyorum ama hakikaten sanırım bir yaştan sonra zaman dört nala uçarak gidiyor gibi oluyor. Aralık'ın sonunda annemlerin yanına gittim köye, sonra eve döndüm tezle uğraşmaya devam ettim, Ocak'ın ortasında İzmir'e gittim, döndüm yine tezle uğraştım. Ama Şubat boyu ne yaptım? Hiçbir fikrim yok. Zaman nasıl, ne ile geçti? Hiçbir fikrim yok. Kafamın bir köşesinde hep "bloga yazmalıyım" dolanırken, elim bir türlü gitmedi. Belki de buraya 11 yıldır, 11 koca yıldır anlatıp durduğum için ve hiçbir şey değişmediği için usandım. Kim bilir. Aslında bu sene düzenli olarak bir psikologla görüşmeye başladığım için bence büyük olasılıkla. Çünkü ona da tıpkı buraya anlattıklarımı anlatıyorum. Hatta görüşmeler sırasında çoğu zaman dilimin ucuna geliyor kendimi zor tutuyorum, "ama bana bir daha bir daha anlattırma bunları, her şeyi en ince ayrıntısına kadar yazdım ben!" diye oflayıp puflayasım geliyor. Öyle yapamıyor muyuz ya? Blogun linkini gönderip, "haydi bakalım buradan 2011 Şubat'ından başla, günümüze kadar oku öğren, beni yorma lütfen" diyemiyor muyuz? Çünkü anlatmak sadece boğularak ağlamama sebep oluyor. Yeniden ve yeniden. Durmadan. Anlatmadan çözülmüyor mu hiçbir şey? Böyle otursak karşılıklı bir on beş dakika, dümdüz bana baksa psikolog, sonra hah tamam şimdi şunu şunu içeceksin yiyeceksin iki ters takla atıp beş dakika da oturdun mu hepsi çözülüyor dese mesela. Böyle olmuyor mu?

Anlayacağınız bu görüşmelerin de bana pek bir faydası olmuyor. Dünya içinde biz varken savaşa girişiyor ama ben hala kafamın içiyle uğraşıyorum. Durmadan kilo alıyorum mesela, Aralık'tan beri bir şeyler oldu, bir ayar bozuldu bende. Durmadan kilo alıyorum, nefes alırken kilo alıyorum. Göbeğim tüm gün hiçbir şey yemesem de davul gibi şiş duruyor, sert ve bastırınca acıyor. Saçma sapan şeyler oluyor. Bu yüzyılda, elimizde dokunmatik ekranlı minicik telefonlar varken bir ülke, başka bir ülkeye, güpegündüz, herkesin gözü önünde haldır huldur girişiyor. Aklım almıyor. Gerçeklik ayarlarım bozuldu. Ben tarihin içinde, Normandiya Çıkarması'nda, Dandanakan Savaşı'nda, Ibn Battuta'nın peşinde hayal dünyamın içinde dolanırken yanıbaşımızda gerçekten savaş oluyor. Aklım almıyor.

Tabi ben yine saçmalamaya devam ediyorum. Kendimi daha da kötü hissedeceğim şeyler yapmaya devam ediyorum. Dans kursuna gittim mesela. Hayal dünyamda ben o izlediğim dansları ayağa kalktığım gibi takır takır yapabiliyordum ama kursta o kocaman aynalara çarpıp paramparça oldum. Hiçbir şey yapamıyordum, dans edemediğimi, öğrenemediğimi, elimi kolumu oynatabilmekten bile aciz olduğumu fark etmemle yine tüm dünyamın üzerime yığılması bir oldu. Psikologa göre kendi kendimi sabote ediyormuşum. Böylece bir yandan da kendimi özel hissediyormuşum. Bu şekilde kendimi nasıl özel hissedebilirim? Ben sadece şu hayatta becerebildiğim ufacık, minicik bir şey bile var mı diye bir şeyler denemeye çalışıyorum. Ve her defasında yine, yeniden hiçbir şey beceremediğimi, yaşıyor olmamın hata olduğunu teyit edici bir şeyle daha karşılaşıyorum. Bunun neresi beni özel hissettiriyor allah aşkına? Kaldı ki keşke özel hissetsem. Hissetsem de en azından nefes almak için bir sebebim olsa.

Neden bloga gelip de bir türlü yazamadığımı, elimin gitmediğini hatırladım şimdi. 

Buraya yazmak da sadece ağlamama sebep oluyor çünkü.

2 Şubat 2022 Çarşamba

설날 - Kaplan Yılının İlk Günü

 


Dün 1 Şubat'ta Güney Kore'de, Ay takvimine göre yeni yılın ilk günüydü (Çin'de ve bu takvime göre geleneklerini devam ettiren diğer uzakdoğu ülkelerinde de). Kış Gündönümü'nden sonraki ikinci Yeni Ay'la birlikte yeni bir yıl başlamış oluyor bu takvime göre. Her seneye bir hayvanın ismi veriliyor ve toplamda 12 hayvan var. Bu senenin benim için önemiyse Kaplan Yılı olması. Çünkü ben de, tam 35 sene önce, bir Kaplan Yılı'nda doğdum.

Kore'de bu yeni yıl bayramı oldukça önemli ve çokça kutlanıyor. Çin'de neredeyse 15 günü bulan bir tatilken Kore'de de önceki ve sonraki günleri de kapsayacak şekilde 3 günlük bir tatil haline gelmiş durumda. Bu bayramda, tıpkı eskiden bizim de yaptığımız gibi herkes aile evine toplaşıyor, geleneksel yemekler yeniyor ve hatta çocuklar büyüklerden harçlık alıyor. Ben eskiden, çocukken, hep nefret ederdim bayramlarda tüm akrabaların toplaşmasından. Çünkü bu annemle babamın daha da mutsuz olması ve kavga etmeleri için bir başka ortam oluşması anlamına gelirdi. Oysa şimdi, keşke böyle geleneklerimiz olsa ve mutlu olsak diye düşünüyorum. Neyse.

떡국 - Oval dilimler halinde kesilmiş pirinç keklerinin asıl malzeme olduğu bir çorba bu. Yeni yılın ilk günü, sabah, bundan bir kase yemezseniz, yaş almış olmuyorsunuz.

약과 - Bu da içinde bal falan olan, yağda kızartılmış bir tatlı.
Yeni yılı kutlarken bu da yeniliyor.  Aslında tıpkı bizim baklava dilimleri gibi olanları da var. Biz de bayramlarda baklava yemez miyiz?

Bu yıl 이민년 yılı olarak isimlendiriliyor. Kara Kaplan'ın Yılı. Kaplan güçle, bilgelikle, bağımsızlıkla ve meydan okumayla ilişkilendiriliyor. Kötü ruhları savuşturan kutsal bir hayvan kaplan. Kaplan yılının önemli izler bırakacak büyük değişikliklerin olmasının ve beklenilenden çok daha fazlasına kavuşabilinecek bir yıl olarak geçer. Benim gibi Kaplan Yılı'nda doğanları için ise zorlayıcı bir yıl olacağı anlamına geliyor çünkü geleneğe göre doğduğun yılın havyanı yine geldiğinde o yıl çok zorlanıyoruz. En son Kaplan Yılı olan 2010'da mezun olmaya, sonunda istediğim bölümü okuyabilmeye ve iş bulmaya çalışıyordum. Ondan önceki yıl olan 1998'de ortaokul birdeydim ve yeni bir sınıfta, hayattaki yerimi bulmaya çalışıyordum. Ayrıca 60 yıllık element döngüsüne göre de Su Kaplanı Yılı. Yani sezgilerimize güvenmemiz gereken bir yıl var önümüzde. Bu işi bırak git kafe aç diyorsa sezgileriniz yani, dinlemeniz gerekiyor olabilir (Bir Ateş Kaplanı olarak bana nasıl bir etkisi olur onu henüz bilemedim ama kısmet).




Öyleyse  hepimize 새해 복 많이 받으세요 diyelim. Yeni yılda tüm şans bizim olsun.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...