opera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
opera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2022 Pazar

Bir Modern Dans Gösterisi : Gangster

 


Geçen hafta Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin "Gangster" gösterisine gittim. Amerika'da 30'ların, o ekonomik buhran sonrası ortamında, çok ünlü olmuş bir gangsterinin, John Dillinger'ın sonunda FBI tarafından öldürülmesine kadarki hızlı ve suç dolu hayatının son birkaç yılında olan olaylardan esinlenilerek sahneye konan gösterisi Modern Dans Topluluğu'nun bir modern dans müzikali. Böyle deniyordur değil mi? Yani hem modern dans hem müzikal olan bir gösteriydi, benim ilk defa böyle bir şey izleme şansım oldu ve alabildiğine cahilim. Hakikaten pek de ne beklemem gerektiğini bilemeden başladım izlemeye. Daha önce birkaç gösteriye gitmiştim opera sahnesinde ama hatırladığım kadarıyla hiç dans içeren bir şey görmemiştim. Gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu bu gösteri. Ya da oyun mu denir, off bilemedim neyse. Sahnenin önündeki orkestra çukurunda müthiş bir şekilde pek çoğunu lisedeyken keşfettiğim ve dinlemelere doyamadığım, en sevdiğim dönemlerden müzikleri, parçaları çalan bir orkestra vardı. Orkestranın müziği eşliğinde şarkıları söyleyen sanatçılar vardı. Müzik eşliğinde dans eden sanatçılar vardı. Dans ederek hikayeyi bedenleriyle anlatıyorlardı. Arada çıkıp, sadece sözle ne olduğunu anlatan dış ses tarzı sanatçılar vardı. Yani her şey vardı, gözümün önünde sahnede şimdiye dek izlediğim her bir şeyin bir kısmından içeren değişik bir gösteri vardı. Bir hikayenin bu şekilde anlatılabildiğine ilk defa şahit olmuş oldum. Müzikler, dediğim gibi, en sevdiğim kısımdı. Yalnızca bildiğim şarkıların oyun için birazcık oynanmış olması, azıcık hımm dedirtti. Danslara öteki yandan, bayıldım. Beceremediğim için hayran olduğum binlerce şeyden biri çünkü dans. Özellikle söze gerek olmadan, sadece dans ederek bir şeylerin anlatılabiliyor olması müthişti. Bunların yanında habire sahnelerin bitip, öbür sahneye geçilmesi aşamalarındaki o durmalar, sessizlik, dekorların gidip gelmesi, oyuncuların çıkıp, girmesi durumları bana biraz tuhaf geldi. Belki normali böyledir, bu tür gösterilerde sahne geçişleri böyle oluyordur. Ama bana değişik geldi işte. Hani gölge oyununda sahnenin ön tarafını izlersiniz ve kafanızı arka tarafa sokup da ne oynatıcının ne de figürlerin (bak bunların da ismini bilemedim ne denir ki) aslında ne olduğuna bakmayız ya, burada oyunu izlerken şey oluyormuş gibiydi, önce perdenin önünü görüyoruz sonra sahne bitiyor öbür sahneye geçerken perdenin arkasını da görüyoruz. Öyle bir şey işte.



Oyuna gitmeden önce konusuna bakmıştım bu arada ama iş yerindeydim, aklım neredeydi bilmiyorum. İlk on beş yirmi dakika bende bir ışıklar yandı izlerken, aaa ben bu hikayeyi biliyorum dedim. İzlerken anca aklıma geldi, seneler evvel Johnny'yi (Johnny Depp'i işte yahu) karizmatik bir John Dillinger rolünde gördüğüm 2009 yapımı Public Enemies'den bu pek meşhur gangterin hikayesine aşinaydım. O zamanlar filmi izledikten sonra bir dolu araştırmıştım ama filmden hemen hemen hiçbir şey hatırlamıyorum. Kalmamış aklımda. Hatta şimdi bakınca fotoğraflarına, Marion Cotillard da varmış anaaa ne arıyor o orada dedim. Hele Carey Mulligan'ı falan...hiçbir fikrim yok. Filmi o kadar silmişim hafızamdan. Filmden hiçbir şey hatırlamıyordum ama Dillinger'ın hayatından birkaç bir şey hatırlıyordum, oyunda anlatıldığı hali tabiki oyunlaştırıldığından baya değişmişti. Değişmemesini beklemiyordum elbette ama yukarıda anlattığım sahne geçişlerinin dışında bir de bu, hikayenin anlatılmasını biraz tuhaf buldum. Yani anlatılma şeklini. Oradan oraya hopladık sanki hep beraber. Belki bu da sahneleme şekli olarak normaldir, bilemedim.


Genel olaraksa şarkıları, kıyafetleri, sahnedeki sanatçıları, tüm o atmosferi çok sevdim. Başından sonuna yahu ben ne izliyorum diye şaşırarak ama keyif alarak, müziğe eşlik ederek izlediğim bir oyun oldu. 7 ve 16 Nisan'da yine sahneleniyor görünüyor, şansınız olursa tavsiye ederim.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Opera sezonunu da "La Traviata" ile açalım

Pazartesi akşamı Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin bu sezonki operası olan "La Traviata"ya gittim. Alexandre Dumas'nın 1848 tarihli romanı "Kamelyalı Kadın"dan Guiseppe Verdi'nin bestelediği, ilk olarak 1853'te sahnelenen 3 perdelik bir opera bu. Saat sekizde başlayan opera, iki kere 15'er dakikalık aralar vererek hemen hemen 3 saat kadar sürüyor.
"Traviare" İtalyanca bir fiil, Türkçe'ye yanlış yönlendirmek gibi çevirebiliriz. Bu fiilden türetilen bir sıfat  (dişi hali) "la traviata".Operamızın ana karakterini belirtiyor, yanlış yola sapmış bir kadın. Violetta Valery yani "la traviata"mız kendini tamamen eğlencelere, erkeklerin ilgisine ve hayattan zevk almaya vermiş, o parti senin bu parti benim geziyor. Etrafındaki hemen hemen her erkek ona aşık, hepsi onu elde etmeye çalışıyor ama Violetta'nın hiç birine eyvallahı yok, o aşk nedir bilmiyor, aşkı küçümsüyor. Ama kader karşısına Alfredo Germont'u çıkarıyor, Alfredo'nun saf aşkı Violetta'yı dark side'dan çekip alıyor. İki aşık kendilerini aşkın doludizgin mutluluğuna atıp, geri kalan her şeyi boşveriyorlar tabi bir süre sonra. Ama iki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor masallardaki gibi. Bir de üstüne Alfredo'nun babası - yeminle red kid'deki cenaze levazımatçısı kılığındaki - Giorgio Germont gelip, Violetta'yı ikna ediyor oğluşumu bırak git diye. Her aşk trajedisinin esas kahramanı gibi yapılacak en saçma şeyi yapıyor tabi Violetta, onun iyiliği için ondan vazgeçiyor. Terk ediyor Alfredo'yu ve Baron Dauphol ile birlikteymiş gibi yaşamaya başlıyor. Ama kaderin sözü daha bitmiyor, Violetta çok pis verem olmuş durumda zaten. En son ölüm döşeğindeyken Alfredo her şeyi öğrenip, Violetta'ya koşuyor tabi ama ahh ne gam ne fayda.
Kamelyalı Kadın'ın 1884(?) baskısı
Şimdi böyle Türk filmi senaryosu gibi hikaye serdim, e bir de tabi 1800ler Dumaslar Verdiler falan dedim ya gözünüzde neler neler canlandı değil mi? Aynen, benim de onlar canlandı, aklımda öyle görüntülerle oturdum koltuğuma. Ama o da ne? Perdeler bir açıldı, sanatçılar bir çıkmaya başladı, aman yarabbi. O dekorlar ne?! O kıyafetler ne?! Tamam olaydan bu kadar anlamıyorum da o kadar değil yani! Tamam kıyafetleri bir noktada kabullendim, dedim çağdaş bir versiyon yapmaya çalışmışlar. 19.yy.da falan değiliz diye hazırlanmış prodüksiyon. Hizmetçiler en ucuzundan hostes kıyafeti giymiş, bahçıvan herhalde diye düşündüğüm birine ben ilkokulu bitirirken moda olan kot bahçıvanlardan giydirmişler,...Ama en en en kötüsü, o çiğ çiğ duran, hemen hemen her perdede yerinden oynamayan bistro masalar, onların üstündeki kağıt bardaklar (o kadehlerin kağıttan olduğunu düşünüyorum açıkçası ya da daha kötüsü dışlarına kağıt, peçete falan sarmış olabilirler), sokak arası kafesi sandalyeleri ve diğer tüm dekorlardı. Hiçbir türlü olayın içine giremedim gözümün önünde bunlar varken. Ne Violetta'ya üzülebildim, ne Alfredo'nun aşkını hissedebildim, ne falcı çingenelerle boğa güreşçileriyle eğlenebildim. Önümde o kadar çiğ, o kadar müsamere gibi şeyler dolanıp duruyordu ki aklım ister istemez yine aynı sahnede nasıl bir Carmen izleyip de ağzım beş karış açık kalmış halde koltuğumda oturduğum o akşam geldi. O izlediğim neydi, bu neydi dedim opera boyunca.
Bir de o en son sahnedeki ışık oyununu çok rahatsız edici buldum. Böyle 90 yaşında teyze gibi davranıyorum ama kimsenin gözü bozulmadı mı ya?! Resmen işkence odasına düşmüşüm, istemeden bir psychedelic müzik videosu ben içindeyken çekiliyormuş gibiydi.
Yine de böyle bir oyunu yaşadığım yerde izleyebilmek şansına sahip olmak güzel, zar zor bilet bulabilmek, salonun neredeyse tamamen dolu olması, her yaştan - ama her yaştan - insanın gelmiş, izliyor olması güzel şeyler. Yalnız bir de genç (çocukluktan gençliğe yeni geçmiş) arkadaşlar habire konuşuyor olmasa opera boyunca, çok daha güzel olacak.

(Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin programı için buraya-->link bakabilirsiniz)

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...