Geçen hafta Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin "Gangster" gösterisine gittim. Amerika'da 30'ların, o ekonomik buhran sonrası ortamında, çok ünlü olmuş bir gangsterinin, John Dillinger'ın sonunda FBI tarafından öldürülmesine kadarki hızlı ve suç dolu hayatının son birkaç yılında olan olaylardan esinlenilerek sahneye konan gösterisi Modern Dans Topluluğu'nun bir modern dans müzikali. Böyle deniyordur değil mi? Yani hem modern dans hem müzikal olan bir gösteriydi, benim ilk defa böyle bir şey izleme şansım oldu ve alabildiğine cahilim. Hakikaten pek de ne beklemem gerektiğini bilemeden başladım izlemeye. Daha önce birkaç gösteriye gitmiştim opera sahnesinde ama hatırladığım kadarıyla hiç dans içeren bir şey görmemiştim. Gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu bu gösteri. Ya da oyun mu denir, off bilemedim neyse. Sahnenin önündeki orkestra çukurunda müthiş bir şekilde pek çoğunu lisedeyken keşfettiğim ve dinlemelere doyamadığım, en sevdiğim dönemlerden müzikleri, parçaları çalan bir orkestra vardı. Orkestranın müziği eşliğinde şarkıları söyleyen sanatçılar vardı. Müzik eşliğinde dans eden sanatçılar vardı. Dans ederek hikayeyi bedenleriyle anlatıyorlardı. Arada çıkıp, sadece sözle ne olduğunu anlatan dış ses tarzı sanatçılar vardı. Yani her şey vardı, gözümün önünde sahnede şimdiye dek izlediğim her bir şeyin bir kısmından içeren değişik bir gösteri vardı. Bir hikayenin bu şekilde anlatılabildiğine ilk defa şahit olmuş oldum. Müzikler, dediğim gibi, en sevdiğim kısımdı. Yalnızca bildiğim şarkıların oyun için birazcık oynanmış olması, azıcık hımm dedirtti. Danslara öteki yandan, bayıldım. Beceremediğim için hayran olduğum binlerce şeyden biri çünkü dans. Özellikle söze gerek olmadan, sadece dans ederek bir şeylerin anlatılabiliyor olması müthişti. Bunların yanında habire sahnelerin bitip, öbür sahneye geçilmesi aşamalarındaki o durmalar, sessizlik, dekorların gidip gelmesi, oyuncuların çıkıp, girmesi durumları bana biraz tuhaf geldi. Belki normali böyledir, bu tür gösterilerde sahne geçişleri böyle oluyordur. Ama bana değişik geldi işte. Hani gölge oyununda sahnenin ön tarafını izlersiniz ve kafanızı arka tarafa sokup da ne oynatıcının ne de figürlerin (bak bunların da ismini bilemedim ne denir ki) aslında ne olduğuna bakmayız ya, burada oyunu izlerken şey oluyormuş gibiydi, önce perdenin önünü görüyoruz sonra sahne bitiyor öbür sahneye geçerken perdenin arkasını da görüyoruz. Öyle bir şey işte.
Oyuna gitmeden önce konusuna bakmıştım bu arada ama iş yerindeydim, aklım neredeydi bilmiyorum. İlk on beş yirmi dakika bende bir ışıklar yandı izlerken, aaa ben bu hikayeyi biliyorum dedim. İzlerken anca aklıma geldi, seneler evvel Johnny'yi (Johnny Depp'i işte yahu) karizmatik bir John Dillinger rolünde gördüğüm 2009 yapımı Public Enemies'den bu pek meşhur gangterin hikayesine aşinaydım. O zamanlar filmi izledikten sonra bir dolu araştırmıştım ama filmden hemen hemen hiçbir şey hatırlamıyorum. Kalmamış aklımda. Hatta şimdi bakınca fotoğraflarına, Marion Cotillard da varmış anaaa ne arıyor o orada dedim. Hele Carey Mulligan'ı falan...hiçbir fikrim yok. Filmi o kadar silmişim hafızamdan. Filmden hiçbir şey hatırlamıyordum ama Dillinger'ın hayatından birkaç bir şey hatırlıyordum, oyunda anlatıldığı hali tabiki oyunlaştırıldığından baya değişmişti. Değişmemesini beklemiyordum elbette ama yukarıda anlattığım sahne geçişlerinin dışında bir de bu, hikayenin anlatılmasını biraz tuhaf buldum. Yani anlatılma şeklini. Oradan oraya hopladık sanki hep beraber. Belki bu da sahneleme şekli olarak normaldir, bilemedim.
Genel olaraksa şarkıları, kıyafetleri, sahnedeki sanatçıları, tüm o atmosferi çok sevdim. Başından sonuna yahu ben ne izliyorum diye şaşırarak ama keyif alarak, müziğe eşlik ederek izlediğim bir oyun oldu. 7 ve 16 Nisan'da yine sahneleniyor görünüyor, şansınız olursa tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder