12 Mart 2022 Cumartesi

우주의 메시지

Çok güzel değil mi ya?
Bir gün dövme yaptıracak olsaydım,
böyle olsun isterdim belki.

Bazen, tam da şimdi olduğu gibi, bir anda böyle her şeyi yapabilirmişim hissi geliyor. Bugün böyle sebepsiz yere, yine, öylesine, çamaşır asarken, içim o hisle doldu. Hepsini yapabilirsin, oraya ulaşabilirsin, hepsi olacak. O kadar doğal geliyor ki böyle anlarda tüm o istediklerimin, hayal ettiklerimin olması gerektiği, daha doğrusu kesin olacak olması. Doğanın bir kanunu gibi. O elma o ağaçtan yere düşüyorsa, benimkiler de olacak yani, gibi. Ama bu his, bu hal, böyle gerçek anlamda bir şeyler yapmama, o şeyler için çabalamama, gerçekten başarmama yetecek kadar sürmüyor. Daha çok böyle rüyadan uyanırsınız, hala yataktayken uykuyla uyanıklık arasındayken, çok tatlı bir his içindeyken rüyanın etkisiyle, gördüklerini hatırlamaya çalışırsınız ya. Böyle o rüyanın son ipliklerine tutunmaya çalışır, o hissin azcık daha, birkaç saniye daha sürmesini sağlamak için o uyku halinde kalmaya çabalarsınız da ne kadar çabalarsanız o kadar kaybolur, görüntüler hatırlamaya çalıştıkça silinir ya. Tam da böyle oluyor. O bir anda gelen hepsini yapabilirim hissi, ben ipliklerine tutunmaya çalışıp, havada sallanıyormuşum gibi yapıyor.

Çamaşır asarken bir yandan da BTS'in Seul'deki Permission to Dance konser serisinin ikinci gününü illegal linklerden takip etmeye çalışıyordum. Hala devam ediyor konser, 3'ten sonra bitecek. İşte öbür yanda da aklım bu yukarıda bahsettiğim duygu haliyle uğraşıyordu. Kaçmadan, iplikler elimden kaymadan gelip anlatayım dedim. Bahsettim ya önceki gönderide, 2 aydan fazladır yazmıyordum diye. Aslında sanırım buraya, bloglara, yazmaya, anlatmaya inancımı kaybetmiş de olabilirim. Dedim ya bir faydası olmadı 11 yıldır buranın diye. Ama sanki ben inancımı kaybettikçe evren dürtmeye mi başladı beni? Normalde hiç kimse yorum yazmazdı buraya, son 2 haftadır yorum gelmeye başladı tek tük de olsa. Şaşkınım. Mutlu oldum. Hala blog okuyor musunuz? Parmağınızla sola aşağıya falan kaydırmakla meşgul değil misiniz ya da saçma insanın birinin horlayarak uyurken kendini videoya alışını canlı olarak izlemekten gözlerinizi okumaya ayırabiliyor musunuz? (Geçen gün arkadaşım gösterdi, dombilinin biri canlı olarak horlayarak salya saçarak uyuyuşunu yayınlıyormuş ve milyonlar izliyormuş. Bunu yapan ve izleyenlere insan deniyorsa bana denmesin lütfen.)

Kendimi yine yoktan yere sinirlendirmeye geçmeyeyim. Yorum gelince şaşırıyorum ama ben de en başından beri pek yorum yazmıyorum okuduklarıma. Önemsemediğimden olsa keşke ama daha kötü bir nedeni var. Utanıyorum. Utanıyordum yani. Birinin yazdıklarına, tanımadığım birinin anlattıklarına öyle havadan hoop diye bir şeyler nasıl derim diye kendi kendimi tutuyordum. Yazdığım yorumları da çok uzun iç müzakerelerden sonra yazıyordum hep. Artık böyle olmayacağım. Olmamaya çalışıyordum zaten son birkaç yıldır, daha da gelişeceğim.

Geceyarısı Kütüphanesi'ni bitirdim önceki gün. Matt Haig'in kitabı. Instagramdan takip ederken, çok merak ediyordum, sonunda tezden kurtulunca okuyabildim. Çok iyi başladı, benim açımdan, allahım bunları ben yazmış olabilir miyim diye cümlelere bakakaldım çoğu yerde. Aklımın içine mi girdin be adam dedim, benimle mi yaşadın o berbat günleri dedim. Ama sonra...Sonunda beni ikna edemedi. Ayrıntılı bahsederim gene.

Ondan önce de Charlie Mackesy'nin Çocuk, Köstebek, Tilki ve At'ını okumuştum geçen ay. İçime dokunan, başında oturup, çizimlere baka baka, cümleleri okuya okuya salya sümük ağlatan bu kitabı da anlatmak isterdim ama nasıl yapacağımı bilmiyorum.

Bu ara haftalık olarak "Forecasting Love and Weather" ile "Rookie Cups"ı izliyorum. Bir de ilginç ama atv'deki "Destan"ı izliyorum. İlk defa böyle bir dönemi, böyle bir şekilde anlatıyor olmaları tvde ilgincime gittiği için başlamıştım. Sonra gayet sardı. Gerçi aşırı aşırı uzun olduğu için, youtube'a yüklendikten sonra her gün birer saat falan izleyerek bitiriyorum ama olsun sonuçta izliyorum. Arada yine insanı pöhleten şeyler olmuyor değil, lütfen atv dizisi sonuçta, ama yine de iyi bir çaba.

KBS World'de de her hafta "Two Days and One Night" diye bir show programı var, ona bakıyorum. Acayip eğleniyorum. Önceki seneden beri rastladıkça izliyordum, son zamanlarda gününü saatini bekleyip, haftalık izliyorum o derece sardı. Güney Kore'nin tv dünyasından 6 adam, her haftasonu 1 gün 2 geceliğine ülkenin başka bir köşesine gidip, orada ekibin verdiği görevleri tamamlayıp oyunları oynuyorlar temelde. Ama bunun yanında her hafta gittikleri yeri tanımış, gezmiş oluyoruz. Ayrıca çoğu zaman kanepeden düşüyorum gülmekten.

Bir de Trt 2'de ve Trt Belgesel'de hiç beklenmedik şekilde iyi programlar oluyor. Buna da şaşırıyorum. Mesela Belgesel'deki "Savaşın Efsaneleri" diye bir belgesel serisi var, her hafta onu da merakla bekliyorum. Tarihteki ünlü bir savaşı, ayrıntısıyla, canlandırmasıyla anlatıyorlar. Hemde Türkiye yapımı yani. Şaşırıyorum.

İnşallah, amin.
 "Pera Palas'ta Gece Yarısı"nı da izledim. Aslında Netflix'ten hiçbir şey izlemiyorum. Gördüğüm kadarı yetmişti bana o yapımlardan, içimi kaldırıyor ne yayınlansa orada. Saçma sapan. Neyse. Bu diziyi izledim çünkü bir 'zaman yolculuğu', iki 'tarihteki çok sevdiğim bir döneme zaman yolculuğu', üç 'Agatha Christie ve Pera Palas olayı'...Şans vermem gerekiyordu. Ben sevdim açıkçası. Sevmeyi beklemememe rağmen, sevdim. Keyifle, sonuna kadar izleyebildiysem bence sevmişimdir. Öyle ooo süperdi denecek bir yanı yoktu tamam, bu da bir çabaydı belli ki. İzlemek, o hikayeyi yaşamak iyi geldi bana, önemli olan da bu. Keşke yazabilseydim dediğim türden hikayelerdendi, kıskanmadım değil.


Bir yandan da açıköğretimdeki derslerime çalışıyorum. 2 yıllık Kültürel Miras ve Turizm okumanın bana ne kariyerim, ne maddi durumum ne de hayal ettiklerimi başarmak için hiçbir faydası olmayacak ama işte saçma şeyler yapmakta üstüme yok. Kendimi alamıyorum. Geçen dönem tezle uğraştığım için sınavlara bile girmemiştim, o yüzden bu dönem aldığım iki dersi günü gününe çalışmaya çalışıyorum.

Off bunları yazacağım diye ocaktaki suyu unuttum. Yazmaya oturmadan önce çaydanlığa su koymuştum kaynasın diye, kahve yapıp, onunla oturacaktım yazmaya. Suyu koydum, geldim, başladım yazmaya, unuttum gitti. Şimdi aklıma gelince mutfağa koştum ama yarı yolda yanık kokusu. Çaydanlıktaki su bitmiş, çaydanlık alev alacaktı az daha. Bazen gerçekten nasıl hayatta kalabildiğime şaşırıyorum. Şu hayatta tek başına yaşaması gereken, bir başına kalması gereken en son insanmışım gibi geliyor. Off.

Ofiste, ölmek istiyorum hayattan hiçbir beklentim yok dedikçe aslında hayata dört elle sarılmışsın farkında değilsin dediler geçen. Değil miyim gerçekten? Nora'yı vazgeçirmiş olabilirsin sayın Matt Haig ama beni gene de ikna edemedin.

4 yorum:

  1. Tatli bir dövme olurmuş :) yaptırırsan paylaşırsın :)

    YanıtlaSil
  2. yorum yazmaya çekinmek ya da ne yazsam hissi ilk yorum yazdığımda bende oluyordu ama sonra yaza yaza, işte postun bir cümlesi için mesela daha kolay olmaya başladı. Bloglar eğer düzenli takip ederseniz, yorum yazarsanız tanış olabileceğiniz hatta reel arkadaşlıklara bile gidebilir. Bu her şeyi başarabilirim hissi inanılmaz ya tutunmak için hayata sanırım bunun adı yaşama sevinci :D Ben de neye elimi atsam kuruttuğum için, artık umutsuzum iş hayatından ya da kendi kendine yetebilme umutlarımdan. SAğlık olsun diyor ve depresyona girmemek için BTS'den No More Dream dinliyorum :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu nasıl yaşama sevinci ya :D Anlık delilik bence, yaşamdan o kadar vazgeçmişlik ki artık delirmişlik :D
      Eskiden, üniversitede olduğum sanırım 2005-2010 yılları arasında daha ciddi ciddi böyle blogları takip ediyordum. O zamanlar herkes de daha ciddi yazıyordu, bu kadar sosyal medya mecrası, sosyal medyadan para kazanma, ünlü olma gibi şeyler yoktu çünkü. Herkes gerçekten içini döküyordu, samimiydi okuyucular da yazanlar da. O zamanlar okuduğum bloggerları, odamda birlikte vakit geçirdiğim, yolda yürüyerek muhabbet ettiğim insanlar olarak görüyordum. Yazı gelmeyince uzun süre endişeleniyordum, merak ediyordum. Oysa bu durum böyle azalarak neredeyse yok oldu son yıllarda. Son yıllar bile değil, aslında çook uzun zamandır yok oldu bu dünya. Öyle hissediyorum. O zamanlar sıkı sıkıya takip ettiğim hemen hemen herkes yazmayı bıraktı, blogları silinmiş durumda hatta.
      No More Dream daha da depresyonun dibine sokmuyor mu insanı bu arada? Gençken dinlesem gaz verebilirdi de şu yaşta ancak ağlatıyor beni "aynaya bak kimi görüyorsun" veya "nasıl yaşayacağını bilmiyorsun nasıl uçacağını bilmiyorsun" gibi şeyleri duyunca :(

      Sil
    2. yaşama sevinci demeyelim o halde, hayata tutunmanın bir bahanesi diyelim :) çivi çiviyi söker derler, no more dream belki de ondan sebep. Gençken (ben yani) her şeyi yaparımlarım çoktu, insan istese neler yapardı falan,sonra ben uğraştım biri çelme taktı, ben uğraştım bir şey çamur yaptı, en son mesela 1 sene önce ben uğraştım ve hatta neredeyse imkansıza yakını başardım, hiç yapılmayan yapıldı ve ileri adım atma izni alamadım. Şimdi aman ağzımızın tadı bozulmasınlarımla, bu yemeğin tuzu kararında olmuşlarım destek oluyor yaşama tutunmaya, olmaz demeyin :D Eskiler başkaydı doğru ama burada bir iki eskilerden kalanlar oldu, mesela siz mesela biz, :D 10 sene eski sayılır ya sayılmaz mı:D 1 kişi için bile olsa, 1 kere bile okunsa değmez mi yazmaya. Elinizden daktilonuzu almaları kalemlerinizi açmanıza engel değil, belki ulusa seslenemeyiz ama işte ben duydum sesinizi :D sevgiyle , sağlıkla kalın

      Sil

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...