9 Mayıs 2020 Cumartesi

Üçgen solosu

Florida Orkestrası'nın ekim 2017'deki bir gösterisinde şöyle bir şey olmuş :



Eheheh:D Tabiki baş perküsyonist ile orkestra şefi anlaşıp, hem orkestranın geri kalanına hem de seyirciye böyle bir şaka yapıyor. Olayın asıl şeyi ise bir reklamdan çıkıyor: https://www.youtube.com/watch?v=VfDb-bFaEIE
Ahh ahh...Yapmam gereken milyon tane şey var ama bunları izliyorum. Kısmet.

5 Mayıs 2020 Salı

Harry Potter ve Felsefe Taşı'nı Bölüm Bölüm Dinliyoruz

Hala böyle şeylere sevinebiliyor olmam güzel. Hala kaybetmemişim demek ki. Neyse sadede geliyorum. Bugün öğlenden sonra youtube'da Wizarding World bir video yayınladı:



Bu kısacık videoyu izlerken önce Eddie Redmayne'i görüp sırıttım. Sonra o sarı kızı görünce bu niye buradaki şimdi dedim. Sonra diğerleri göründü, hee iyi o zaman tamam kitabın audiobook halini bir de böyle yapacaklar herhalde dedim. Şu ara Harry Potter'ın sesli kitaplarını audible'da bedava dinleyebiliyorsunuz sanırım. Ya da ilk kitabı mı ne, hepsini de olmayabilir. Karantina sebebine böyle bir güzellik yapalım dediler. Neyse işte bu oyuncularla da seslendirecekler herhalde derken araya Beckham karıştı. Lan! Yapmayın bana bunu, diyordum ki en sonda Daniel çıktı. Bakın bu çocuk bacak kadarken Harry olduğunda ben liseye başlamıştım. Yani o kadar da ihi ihi ihi olmamam lazım, büyüktüm yani. Ama bu çocuğun suratını görünce - istediği kadar çalı çırpı sakalıyla kaplanmış olsun - Daniel Radcliffe gidiyor, 30lu yaşlarındaki ben gidiyorum, hep beraber eve geri dönmüş oluyoruz. Nerede olursak olalım, kaç yaşında olursak olalım, evimize, Hogwarts'a geri dönüveriyoruz. İşte ekranda durduğu ol 6 saniye boyunca ben yine oraya döndüm.
Anlayacağınız Daniel da dahil böyle değişik değişik oyuncular falan (Stephen Fry, David Beckham, Dakota Fanning, Claudia Kim, Noma Dumezweni ve Eddie Redmayne ilk gördüğümüz isimler) ilk kitabın bölümlerini okuyacaklar tek tek. Video halinde yayınlanacak, Daniel'ın okuduğu ilk bölüm yayında, https://www.wizardingworld.com/chapters/reading-the-boy-who-lived. Ayrıca spotify'da da sadece seslerini dinleyebileceğiz.



Ben ilk bölümü, 25 dakikalık okumasını Daniel'ın bitirdim birkaç saat önce. İlk başta ahh bu çocuk nasıl okuyacak şimdi bunu ne anlar bu kitap okumasından diye başlamıştım dinlemeye. İlk birkaç dakika hölölölö hölölöl diye başladı o da zaten, bir heyecanla çabuk çabuk okuyordu ki sonra rahatladı. O kadar kendini vererek okumaya başladı ki eli kolu durmadı, canlandırdı, karakterlere büründü, gülümsedi, ezberden okudu...Mutlu oldum be. Valla. Offf.

24 Bölümlük İnsana Dönüşen Kedi Hikayesi--> Welcome ya da Meow: The Secret Boy (2020)

20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere falan işte logo vs bir şeyler tasarlıyorlar şirkettekilerle. Kendisi insanları ikiye ayırıyor: Kedi gibi olanlar ve köpek gibi olanlar. Köpek gibi olan insanlar sadık, devamlı insanın peşinden gelen, ne dersen yapan tipler. Kedi gibi olan insanlarsa eh işte bildiğiniz kedi gibi, kafasına göre takılan, açıklama yapmadan kaybolan ortaya çıkan, kendini düşünen, peşinden koşturtan. Bu yüzden kedileri sevmediği gibi kedi gibi olan insanları da sevmiyor esas kızımız.
Liseden beri kankası olan Ko Doo Shik de aynı şirkette bu arada (bu ikinci çift denilen çiftin erkek tarafı). Bu ikisi acayip böyle geveze, hareketli, hopur hopur iki tip. Ayrıca bir de sessiz mi sessiz Eun Ji Eun diye bir kız daha var aynı şirkette, öyle (bu da ikinci çiftin kız tarafı). Onlar dışında 3 elemanı ve bir de sahibi var buranın tabi, Nalsaem Design ismi.
Kim Sol Ah ile Ko Doo Shik'in liseden bir arkadaşları daha var ortada, Lee Jae Sun (ikinci erkek kontenjanı). Esas kızımız bu ikinci erkeğimize liseden beri aşık. Tam böyle çıkmaya başlayacaklarken artık sebebi sonradan ortaya çıkacak bir şeyler oluyor, ikinci erkeğimiz esas kızımızı bırakıp gidiyor. Senelerce başka kızlarla falan çıkıyor, yurtdışlarında dolanıyor. Sonunda memlekete geri dönüş yapıyor, bir kafe açıyor. Tam da en son sevgilisinden ayrılmış. Esas kızımızda heyecan doruk noktasında. 3 eski lise arkadaşı tabi bir araya geliyor. Ama ikinci erkeğimizin elinde bir kedi. Eski sevgilisine hediye ettiği bu kediyi, cırtlak eski sevgili getirip geri vermiş. İkinci erkeğimizin kedi alerjisi de olunca, eh hadi buna yeni bir ev bulalım diye bakınıyorlar. Sonunda bu bahtsız kedi, kedileri hiiç mi hiç sevmeyen esas kızımızın başına kalıyor. Eve götürüyor kediyi Kim Sol Ah ama bilmediği bir şey var, bu bembeyaz kedi durup dururken bembeyaz örgü kazaklı bir genç adama dönüşebiliyor.
Hikayesi böyle başlayan dizi, 25 Mart-30 Nisan arasında yarımşar saatlik 24 bölüm (yani bildiğiniz 12 bölüm) olarak Güney Kore'nin KBS2 kanalında yayınlandı. Orijinal dilindeki ismi "어서와" (osova gibi telaffuz ettiler dizide). Bunu tam çevirince google bize "come on" diyor ama koreliler hoşgeldin gibi bir anlamda kullanıyor sanırım. Dizideki kullanımı da böyle ve dahası hikayenin vermek istediği de bu gibi. Bir tür hoşgeldin hayatıma (melek misin sen canım mısın sen hoşgeldin meleeek sefalar getirdiiiin diye aklına gelen bir ben olamam çocuklar:p ). Peki tıpkı dizinin esas kızı gibi kedilerden zerre hazzetmeyen ben niye böyle bir diziyi izledim? Cevap Kim Myung Soo denilen adam. Daha önce anlattığım Angel's Last Mission:Love dizisinde tanıştıktan ve izledikten sonra ulan bu ne güzel adam böyle diye bakakaldığım Kim Myung Soo gene bir romantik-komedi gibi bir şeyler yapıyor olunca izlemeye attım kendimi tabiki. Ama ortada çok vasat bir iş var. Vasat olacağını da biliyordum niyeyse. Belliydi çünkü ne bileyim. Daha ilk bölümde bile anladım bu iş böyle salak saçma, vasat bir şekilde ilerleyecek. Ama elimde değildi, adam çok güzeldi, çok sevimliydi (92li'ye adam diyorum allahım ben ne diyorum ne ara büyüdü bunlar ne ara yaşlandım ben böyle).
Hikaye zaten en başından pek bir şey vaat ediyor gibi durmuyor. İlerledikçe de yan hikayelerle birlikte ne ciddi bir şeyler söylüyor, ne iyice bırakıp da absürtleşeyim bari durumu öyle kurtarayım diyor. Tamamen ortalama devam ediyor. Başrolleri oluşturan 5 oyuncu bile son bölümlere geldiğimizde sanki aha tam da artık böyle birbirlerini tanımış, birbirlerine yeni ısınmış gibi oluyorlar dediğimiz noktada hikaye bitiyor. Yani sanki tam bir şeyler anlatabilirmiş gibi olacakken bitiyor. Oysa 12 saat boyunca öyle ortalarda geziniyor hikaye. Ne böyle tam çok üzülüp ağlayabildiğiniz şeyler oluyor, ne de öyle çok güldüğünüz eğlendiğiniz şeyler. Çok büyük hayat dersleri de vermiyor, önemli bir şeyler de söylemiyor. Sadece öyle böyle işte. Eh. Bazı anlar sevimli oluyor, bazı tepkiler güldürüyor. Kore dizilerinin - bence - en büyük artısı, özelliği olan yan hikayeler ve yan karakterler bile çok yok. İkinci erkeğin geçmiş kırıklıkları, travmaları öff be adam dedirtiyor. İkinci çiftimizin bir araya gelişi sevimli oluyor ama olması gerektiği için olmuş gibi oluyor. Esas kızımız ile erkeğe dönüşen kedimizin aşık olması ise insanı ortada bırakıyor. Kızım kedin o senin kedin nassı yani? diye bir sevsem mi göz mü devirsem bilemiyorsunuz. Zaten esas kız o kadar itici geldi ki bana. Böyle sinir bozucu vıcır vıcır. Tüm dizideki tek başarılı şey, ikinci çiftin kızının yani Eun Ji Eun karakterinin karakteriydi sanırım. İzlediğim en başarılı oluşturulmuş içe dönük karakter olabilir. Ya da daha uygun ifade şöyle olacaktı, izlediklerim arasında, içe dönük bir karakteri en iyi anlatan karakter hikayesi bu dizideki yan hikaye olabilir.


Bir de dizideki kediyi daha önce de benim için çook ayrı bir yeri olan "Because This Is My First Life" dizisinde de izlemişim. Evet kedileri sevmiyorum ama bu kedi ne bakıyor arkadaş! O nasıl kafa oynatmalar, nasıl oynamalar. Hikayesinin bir yere varmaması dışında görüntüleri çok güzel dizinin. Her bir karesine özenildiği çok belli oluyor. Ama yine de...Neyse, diziyi izlemenize gerek yok. Onu söyleyeyim dedim.


28 Nisan 2020 Salı

16 Bölümlük Sımsıcak Bir Dizi: When The Weather Is Fine

Günün birinde artık canına tak eder Mok Hae Won'un (esas kızımız). Seul'de cello öğretmeni olarak çalıştığı yalnız ve mutsuz hayatından, büyük şehrin ikiyüzlü ve çıkarcı insanlarından kaçıp, bavulunu toplar, cep telefonunu bir çukura gömer ve yıllardır doğru dürüst görmediği köyüne/kasabasına gelir. Kışın ortasıdır, tıpkı Mok Hae Won'un kalbi gibi tüm doğa da buz tutmuş haldedir. Dağlarının arasından deresi akan, herkesin birbirini tanıdığı, haberlerin öğlen olmadan bir uçtan öbür uca herkes tarafından öğrenildiği, çocukların bisikletle tarlalar arasından yol alarak okula gittiği, hava buz gibi olsa da bir araya geldiklerinde ortamı soba yanmışçasına sımsıcak yapan insanların olduğu kendi halinde bir köydür burası. Oysa Mok Hae Won'un burada yaşadığı dönemden çok da güzel hatıraları yoktur aklında. Sorunlu geçmişinin yükünü taşımıştır hep. Şimdi de azıcık deli, yıllardır kendi içine kapanmış, eski-yazar teyzesinin yaşadığı eve geri döner. Üşüyen ruhunun bu kış günlerinde, bu sımsıcak kasabada buzlarının çözüleceğini tahmin bile etmez.
Mok Hae Won'un dönüşü ile bu küçük kasabadaki bir yalnız ruh daha kabuğundan çıkmaya başlar. Im Eun Seob (esas oğlanımız), kendini bildi bileli esas kızımıza aşıktır. Ama hiç sesi çıkmamış, hiç gık dememiş, senelerce onun 3-5 gün gelip, gitmesini izlemiştir. Artık bir kitapçısı vardır Lim Eun Seob'un, kendi halinde, uykusuzluğuna çare kitaplarıyla birlikte yaşamaktadır. Ama bu kış, her şey değişmeye başlar. Bahar gelene, havalar güzelleşene kadar hem esas kızımız ve oğlanımız, hem de bu sevimli köyün sevimli insanları güzel bir hikayeye başlarlar.
Allahıııım ben ne izledim? Ben böyle ne güzel bir şey izledim? Böyle bir hikayeyi kim yazdı, kimin aklına geldi, hangi akıllar böyle cümleler kurdu, hangi eller böyle güzel görüntüler çekti, o oyuncular nasıl o kadar şahane şeyler yapabildiler? Nasıl anlatacağımı bilemedim. Şurayı açıp, yeni post sayfasına "çok sevdim çok güzel" yazıp, kaldım bir süre. Ne diyeceğimi, ne yazacağımı bilemedim. Çünkü 8 hafta boyunca ben böyle öyle bir hikaye izledim ki...
Ama ayıptır böyle güzel kitapçı mı olur?
Ama sizi yerim kitap kulübü
Dizinin tam ismi, Hangul ile yazımından birebir çevirmeye çalışırsak "If the weather is good, I will go" oluyor. Yani hikayenin ilk başta söz verdiği giriş-gelişme-sonucu çok açık bir şekilde söylüyor. Esas kızımız havaların en kötü, kışın bastırmaya başladığı bir dönemde hikayemize düşüyor ve bahar geldiğinde, havalar düzeldiğinde geri dönecek, hikayesi bitecek. Bu şekilde 24 Şubat'ta başlayıp, 21 Nisan'da biten dizi Güney Kore'nin jTBC kanalında yayınlandı. Lee Do Woo Yi isimli Güney Koreli bir yazarın 2018 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Dizinin de kKonusunu iyileşme, affetme gibi gibi şeyler yazıyorlar hep web sitelerinde ama o iyileşme ya da affetme, kabullenme gibi temalarından çok gösterdiği, anlattığı karakterler için, onların birbirlerine ifade ettikleri şeyler için, bir araya geldiklerinde oluşan o şahane mutluluk hissi için izledim ben. Zaman zaman Northern Exposure hissi verdi, ara ara fonda çalan melodileri bile Cicely sokaklarında dolaşıyormuşum gibiydi. Böyle küçük bir kasabada, dağların arasında sıcacık bir kitapçıda olmayı sevdim ben dizi boyunca. Lim Eun Seob gibi bir karakterin oluşunu sevdim. Sıcak değil ama böyle tam da ılık hissi veren o karakteri. Böyle çok üşümüşüm de, ikimizin üstünde de buz tutmuş montlar var ama sarılıp, onun montuna gömüldüğümde hoş bir ılıklık kaplıyor içimi gibi. Aslında "ılık" kelimesini kullanınca hiç de anlatmaya çalıştığım hissi vermiyor. "Warm" demek istiyorum, warm tam olarak bu duygunun hali. Hani çıplak elle kartopu oynadıktan sonra eve koşturur, musluğu açarsınız da o su, o kışın buz gibi aktığını bildiğiniz su ılık ılık gelir ya elinize. Hah işte o his. O hiçbir şey beklemeksizin kendi kendine sevmesini, değişik yaşlardan değişik karakterlerde insanlardan bir kitap kulübü oluşturup, her hafta o kahve kokulu kitapçıda birbirlerine güzel hikayeler anlatmalarını, şiirler okumalarını sevdim. Minik Seung Ho ile büyükbabasını sevdim, annesinin eczanesinden büyükbabaya malzeme aşıran Hyun Ji'yi sevdim, küçük bir kasabada hiç mutsuz olmadan dünyayı düşleyen Soo Jung'u sevdim, her bir duygusunu kocaman kocaman bağıra çağıra yaşayan şıpsevdi Lim Hwi'yi sevdim, sevimli ama ısrarlı satıcı Tae Hyung'u sevdim. Ve bizimki gibi bir dünyada, böylesi bir çağda herkesin burun kıvırdığı bir hayatı kendisinin asıl mutluluğu olduğu için tercih etmiş olan ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile yaşayan Jang Woo'yu sevdim.
Ahh bu sahne...
Sessiz sessiz, yavaş yavaş ilerleyen bir hikayeydi bu. Önce batıran fırtınalı yağmurlarla başlayan, sonra her yeri kaplayan karların altında devam eden, adım adım ısınan hava ile çözülen bir hikaye. Normalde kış mevsiminin soğukluğu ile karakterlerin soğukluğunu özdeşleştiriyor gibi görünse de aslında bu hikayede kış mevsimi içinden hiç çıkmak istemeyeceğimiz bir masal diyarına dönüşüyor. Kış bastırmışken, kar lapa lapa yağarken hep birlikte sobanın üstünde bir şeyler pişirip, birbirimize hikayeler anlatıyoruz. Aslında en ısındığımız zaman oluyor böylece kış mevsimi bu hikayede. Baharın gelişi diğer hikayelerde mutluluk gibi görünürken, bu hikayede havanın ısınması, baharın geliyor olması üzücü bir şeye dönüşüyor, en başta bize söz verilen bu çünkü, bahar gelince her şey bitecek. O yüzden kış hiç bitmesin, hava hiç ısınmasın istiyoruz.
Dizi boyunca bu şahane hikayelerin içinde güzelim alıntılar da yer aldı hep. Kitaplardan cümleler, eski halk öyküleri, şiirler hikayeyle bütünleşip, önümüzden akıp gitti. Bir de her bölümün sonunda esas oğlanımızın geceleri gizli gizli yazdığı blog postları vardı. Çoğu zaman o bölümün içinde izlediğimiz şeyleri bir de karakterin gözünden dinliyor olduğumuz için tebessüm ettiriyordu ama bazen de içimizi acıtıyordu. Bu kitap ve şiir alıntılarını KoreanDramaland'de bir güzel toparlamışlar mesela, bakabilirsiniz. Bölüm isimleri bile pek güzel ya (wikide var).
Off şimdi de yazıyı nasıl bitireceğimi bilmiyorum.



Eh bir de o güzelim müzikleri de bırakayım şuraya da.

Stravinsky'nin Firebird'ü

Bugün bu videoyu hatırladım yine iyi güldüm bunca saçmalığın içinde.


Ama çok güzel ya! Tüm orkestranın yüzlerine dikkat edin, ortam çok güzel.
(Bu arada tam bu yukarıdaki videoda yeni başlayan kısmı Stravinsky'nin 1960'da kendi yönettiği halini şuradan dinleyebilir/izleyebilirsiniz.)

25 Nisan 2020 Cumartesi

6 Bölümlük Belgravia

1815 yılında Brüksel kentindeyiz. Yirmi küsür senedir Avrupa'da savaş devam ediyor (öyle dünya savaşı tarzında değil de ülkeler birbirleriyle hep bir çatışma halinde yani öyle bir durum). Bir önceki yazıda, hani kitabı anlattığım, Fransa Kralı XIV.Louis'den bahsettim ya, hah işte bizim güneş gibi parlayan luiden sonra gayet otomatik bir sıralamayla XV.Louis ve XVI.Louis Fransa tahtına çıkıyor. XV.'nin yönetimi biraz çalkantılı, kendisi bizim luinin torunu (72 yıl tahtta kalırsan senden sonra ancak torunların hayatta kalmış oluyor haliyle), eh güçsüz de, ortalık karışıyor. Gidip evlendiği kişiden dolayı Polonya tahtına da hak iddia ediyor arada. Eee Polonya bu, dünya savaşlarında bile çok sorun olacak yer (savaşların tarihinde Polonya oradan buradan pop-up gibi çıkıverir çocuklar). Önüne gelen orası benim diyor tee o zamanlar da (önüne gelenler : Avusturya, Rusya felan feşmekan). Bu XV.'den sonra gelen de hepinizin bildiği XVI.Louis, hani Marie-Antoniette'in kocası. Hah işte insan ona biraz acıyor, çünkü aslında tee bizim güneş kral luinin zamanında tomurcuklanan devrim, on altıncının yönetiminde iyice olgunlaşıyor ve en sonunda bu on altıncının başına patlıyor (giyotin olarak). Oldu mu size Fransız Devrimi?! Hah işte devrimden sonra alıyor diğer Avrupa krallıklarını bir korku. Ulan bizimkiler de ayaklanıp, gelir mi saraya diye (Victoria'nın 3.sezonunda sanırsam böyle bir bölüm vardı).
Hal böyle olunca diğer Avrupa krallıkları-devletleri, Fransa hanedanlığından geriye ne kaldıysa onu desteklemeye başlıyor. Fransa'daki cumhuriyet ise vay siz misiniz bizim cumhuriyetimize karışan diye efeleniyor. Bu efelenme olayı insanın gözünde hep minik bir adam boyundan büyük hareketlere girişiyor olarak canlanır ya, hah tam öyle işte. Napolyon Bonapart isminde bir küçük enişte kılıklı general bu devam eden savaşmaların, çatışmaların arasında milleti punduna getirip, darbe yapıyor, artık o imparatoreeee. Ve hambur humbur dünyayı yutmaya başlıyor.
İşte 1815 yılının haziranında Brüksel'in dışında, Waterloo denen bir yerin yakınında en son meşhur Dük Wellington komutasındaki İngiliz, Hollandalı, Hannover'lı falan toplaşmış kuvvetler Napolyon'u ve ordusunu dümdüz ediyor (her iki taraf için de ağır oluyor da işte Fransızlar yenilmiş oluyor). Napolyon durdurulmuş, 23 yıldır süren savaşlar bitirilmiş oluyor.
Dizimiz de tam olarak o savaştan iki gün önce başlıyor (https://www.imdb.com/title/tt9642982). Brüksel'de Britanyalı aristokratların ve üst rütbeli askerlerin olduğu bir baloya konuk oluyoruz önce. Orduya mal tedarik eden alt tabakadan bir tüccar olan James Trenchard'ın kızı Sophia, acayip asil ve köklü Brockenhurst ailesinin varisi Edmund'la birbirlerine çok aşık. Sophia'nın annesi endişeli, bu aile bizim kızı istemez, kalacak bu kız ortada diye. Nitekim tam da o gece Quatre Bras Muharebesi patlak veriyor ve Edmund da tüm askerlerle birlikte savaşa gidiyor. İki gün sonra Waterloo kazanılıyor ama Edmund artık hayatta değil. Sophia, Edmund'ın onu sahte bir evlilikle kandırdığını söylüyor ailesine. Ama çok büyük bir sorunları var, Sophia aynı zamanda hamile. Gizli gizli ayarlamaları yapıyorlar, Sophia, İskoçya'da bir yerde çocuğu doğuruyor, bir rahip ailesine veriliyor çocuk. Ve 28 yıl sonrasına atlıyoruz.
1843 yılına geldiğimizde görüntü tamamen değişmiş. Artık İngiltere tahtında Kraliçe Victoria var, Trenchard ailesi daha da zenginleşmiş, aristokrasi içerisinde kendilerine yer edinmeye başlamış. James Trenchard sadece tüccar değil artık, inşaat işine de girmiş. Londra'da köklü aristokratlar için Belgravia denilen toki gibi bir yer inşa etmiş. Trenchard'ın karısı Anne Trenchard, yıllar önce kaybettiği kızının hala yasını tutarken, kendisi gibi yas tutan bir diğer anne ile karşılaşıyor: Edmund'ın annesi Kontes Brockenhurst. Ve ortak bir torunları olduğunu söylemeye karar veriyor.
İşte böyle başlayan hikayemiz 6 bölüm olarak ITV kanalında 15 Mart-19 Nisan arasında yayınlandı. Birkaç gün önce anlattığım The English Game gibi, bir Julian Fellowes senaryosu. Daha doğrusu Fellowes'un 2016'da yayınlanan aynı isimli romanından uyarlama. Geneline baktığımızda oldukça iyi bir iş olmuş gibi duruyor. Gayet iyi oyuncularla, tıkır tıkır işleyen bir hikaye. Zaten gözleri kapalı bile period-drama çekebilen Britanya tvlerinde çok da olağanüstü bir durum olmadıkça ortaya çıkan işler kalitesiz olmuyor. Ama azıcık durup düşünüp baktığımızda bu tıkır tıkırlık sanki biraz formülize geliyor. Downton Abbey'den önce ve DA'dan sonra diye iki dönem var artık çünkü tv seyircileri için. Karşılaştırıp duruyor insan ister istemez artık izlediği her period-dramayı. Belgravia'da da sanki bildiğimiz tüm formülleri kullandıkları bir çorba oluşturmuşlar gibi geliyor ilk başlarda. Çok doğal bir hikaye izlemiyoruz gibi oluyor. Ne zamanki hikaye hızını alıyor, oradan buradan sağlı sollu kroşeler önümüzde patlamaya başlıyor, hah işte o zaman biz de kaptırıp gidiyoruz. O formüllü yapaylık kayboluyor, oyuncular karakterlere bürünüyor ve vay anasını şimdi ne olacak acaba demeye başlıyoruz.
Yine de arada takıldığım şeyler yok değil. Misal neden Belgravia? Yani asillerin oturduğu, işte Trenchardların inşa ettiği bölge orası ama dizinin, hikayenin odak noktası ya da önemli bir parçası değil. Yani Downton'da o ev, o arazi asıl konuydu, o ailenin var oluş sebebiydi. Burada bu isim pek alakasız hikaye ile. Sırf karizmatik bir isim olsun diziye diye koymuşlar ha, ya da işte Fellowes kitaba öyle koymuş.
Bir de böyle çoğu şeyi, çoğu karakterin neye ne diyeceğini tahmin edebiliyorsunuz. Yani formül formül deyip durmak da istemiyorum ama bir karakterle tanıştığımız anda ne olacağını ufaktan tahmin ediyoruz. Gerçi hakkını yemeyeyim, acayip twistler de oldu yol boyunca. Daha önce hiç rastlamadığım türden karakterlere de rastladım. Yani elimizde yine bir üst kattakiler-alt kattakiler hikayesi var ama burada - dönemin de etkisiyle - daha karmaşık gruplarımız. Bir yanda geleneksel asillerimiz var title'larıyla rank'leriyle, havada burunlarıyla. Bir yanda bu geleneksel yapı içinde yer edinmeye çalışan, yeni yüzyılın, sanayi ve teknoloji devriminin yol aldığı çağın asıl sahipleri olan çalışarak zenginleşmiş kesim var. Onlar da asiller gibi görünüyor, onlar gibi yaşıyorlar ama yine de hep uzak tutuluyorlar. En son da hizmetçi dediğimiz sınıf var. Asillerin ve aristokratların hep etrafında, hayatlarının her anında, her olayın içinde. Ve bu sefer hiç de bildiğimiz gibi değiller, neler dönüyor neler.
Ama tüm hikayede en bir sevdiğim, tüm bu sınıfların arasında, tüm olayların entrikaların içinde, Kontes Brockenhurst ile Anne Trenchard'ın ilişkisiydi. Yani bu bromance'in kadın versiyonuna ne deniyordu hah işte o. Bu iki kadının bir araya geldiği her sahne pırlanta gibiydi. İzlemesi en keyifli dakikaları onlar oluşturuyordu bence.
Demem o ki, bu ara canınız Downton ya da Bronte kardeşler, Austen hikayeleri falan çekiyorsa (ki ne zaman çekmiyor değil mi:D ), Belgravia bir parmak bal çalabilir ağzınıza.

22 Nisan 2020 Çarşamba

Vonda McIntyre'dan "Ay ve Güneş"

Muhteşem Versailles Sarayı'nın ahalisi hep beraber okyanustaki görevinden dönecek olan gemiyi bekliyor. Genç bir rahip olan Yves, aynı zamanda bir doğa filozofu olarak krala inanılmaz bir deniz canavarı getiriyor. Kral XIV.Louis, 50li yaşlarında ama kendisi de Fransa'sı da altın çağını yaşıyor. Sarayda ilişkiler karmaşık, herkes kralın gücünden yararlanmak istiyor. Güç oyunları, entrikalar birbirine girmiş durumda. Tüm bunların ortasında Rahip Yves'in kız kardeşi Marie-Josephe, henüz çok genç, çok masum. Martinique'deki manastırdan sonra kendini birden Versailles'ın tüm bu karmaşasının içinde buluyor. Dahası, hayatı abisinin krala getirdiği deniz canavarıyla birlikte geri dönülemez bir biçimde değişiyor.
Vonda McIntyre Amerikalı bir bilimkurgu yazarı. 1948 doğumlu yazar, geçen sene ayrılmış dünyamızdan. Bu kitap (Goodreads'te Ay ve Güneş) ile ilk defa adını gördüm ben ama 70lerden beri bilimkurgu dünyasında oldukça tanınmış ve başarılı bir yazarmış. Nebulalar Hugolar havada uçuşuyor resmen biyografisine baktığımızda. Bu kitabı ile de 1997'de Nebula kazanmış zaten. Beni daha çok kapağındaki "alternatif tarih" ibaresi çekti kitaba. Güneş kral XIV.Louis dönemi, genel anlamda Fransa tarihi, biraz cahil kaldığım bir alan olduğu için o döneme, o tarihe dalmak için fantastik bir tarih yazımından daha iyi bir şey olamaz diye düşündüm. Kim bu lui diyorsanız, ki ben de diyordum, Versailles'ı yaptıran kral kendisi. Yani aslında babası XIII.Louis'nin av köşküymüş orada duran. Versailles diye bir orman köyünde, avlanmaya gittiklerinde kalmak için yani. Ama bizim lui takmış, ki bunun da hikayesi 2015-2018 arasında 3 sezon süren Versailles dizisinde anlatılıyor, burası benim kalem benim sarayım gücümün göstergesi olacak diye saraya çevirmeye (Versailles Sarayı'nı gezişimi şurada anlatmıştım). Sadece şimdinin bu ünlü sarayını yaptıran kral değil o, aynı zamanda 72 yıl Fransa tahtında kalarak antibiyotiklerin veya penisilinin olmadığı bir çağda manyak da bir iş başarmış bir insan evladı. Gerçi 5 yaşında tahta çıktığı için biraz avantajlı olmuş oluyor ama sonuçta çocukluğu bile sağlıkla atlatmanın zor olduğu bir çağ yani öyle düşünün. Hatta şöyle karşılaştırabiliriz: Lui tahta oturduğunda Osmanlı'da Sultan İbrahim padişah, hani şu Kösem'in azcık kafası değişik oğlu. Ardından IV.Mehmet, II.Süleyman, II.Ahmed, II.Mustafa ve III.Ahmed padişahlık yapıyor. Lui hala tahtta. En son işte buralarda Lale Devri'nin başlamasına 3 sene kala gidiyor. Off aklıma geldi, şahane de bir filmi var ya, 1998 yapımı The Man In The Iron Mask. Leo'nun bu krala hayat verdiği film en bir favorilerim arasındadır ha. Hatta bu Üç Silahşörler hikayesi falan hep onun döneminde, gerçi sanırım babasının döneminde başlıyor. Neyse ne diyordum? Kitap. Tamam.
Hikayemiz kesinlikle orijinal. Evet, ona bir şey diyemem. Yani bildiğimiz tarihin içine deniz kadını-adamı gibi fantastik öğeler sayılan şeyler atmak ne kadar orijinal de diyebilirsiniz ama hakkını yemeyelim, değişik. Ancak zaten yazarın - diğer pek çok fantasik/bilimkurgu yazarının da yaptığı gibi yapmaya çalıştığı şey aaa bak bak bak deniz insanları nasıl da oluyormuş gibi bir şey anlatmak değil, fantastik bir öğe üzerinden insan doğasına, insan beyninin kendisine ve çevresine yapabileceklerine dair bir hikaye anlatmak. 40-50 yıldır tahtta oturan ve artık gençliğinin o kuvveti, sağlığı kendinden uzaklaşan kralın gençliğini geri getirme bencilliği, ölümsüzlük açlığı üzerine bir arayışın etrafındakilere neler yaptığına dair bir hikaye de anlatıyor. Ve tabi, Versailles'ın 17.yy.ına baya gerçekçi bir bakış da sunuyor.
Vonda McIntyre
Hikaye ilk başta benim için içine dalması zor bir haldeydi aslında. Bir kere başlayıp, bıraktım. Araya başka kitaplar girdikten sonra yine aldım elime, bu ikinci seferimde okumaya devam edebildim. Hem yazarın anlatımından hem de karakterlerin isimleriyle rütbeleriyle, kova ile kafamıza dökülüyor olmasından. İlk başta bir karakter listesi veriyor zaten Vonda McIntyre, o da farkındaymış demek ki ne kadar zor olduğunun. Kim kimdir, necidir, niye bunu söylüyor, o nereye gidiyor falan diye bir 50-60 sayfa bakınıp durdum. Açıp, tarihi okumak ve notlar almak zorunda kaldım. Kimseyi tanımıyorum, dönemi bilmiyorum, benim aklımda XIV.Louis hep lepiska saçlı LeoDiCaprio. Luinin kardeşi kimdir, onun çocukları, bunun çocukları, luinin binbir tane sevgilisi falan hiçbir fikrim yoktu. Ama tüm bunları oturtunca kafamda, hikaye hızını aldı, dört nala gitmeye başladı.
Hikaye çok güzel okunuyordu evet, yine de bir soğukluk vardı bence. Tıpkı bu kitabı beğendiğini ifade etmiş olan Ursula K. LeGuin'in de yazdıklarını okuduğumda hissettiğim gibi, bir soğukluk. Bir mutsuzluk. Kötü olaylar olmasını falan kast etmiyorum ya da depresyonda karakterleri de kast etmiyorum. Bazı hikayeler mutsuz geliyor bana. İnsanı sarıp sarmalayamıyorlar yani. Bu da öyle bir kitaptı. Hikayesini sevdim ama bir şeyler eksik geldi hep. Karakterleri konuşurken çoğu zaman ayırt edemedim. Her birine ayrı bir soluk vermemiş gibi, birbirine girdi benim için hep. Yine de ben hikayeye konsantre olmaya çalıştım, karakterlere kendi hayallerimi verdim, öyle devam ettim. Girişi zor olan hikaye dediğim gibi ortalarda çok keyifliydi benim için, sona doğru ise yine bir içimi baydı, bitirişini ise ne yani hakikaten mi diyerek yaptım.
Kitabın bu arada yapımına 2014'te başlanmış bir de filmi varmış. İsmini "The King's Daughter" koymuşlar, kitapta hikayenin odak noktası bundan çoook uzakken hem de. IMDb'ye göre gösterim tarihi 2020 ama 2014-2015 civarında çekilip bitirilmiş film, yapımcının web sitesinde fragmanları bile var. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla film 5-6 yıl önce bir hevesle çekilmiş, sonra az bir yerde gösterilecek derken gelin biz buna daha fazla efekttir şudur budur koyalım işi büyütelim, gösterimi de geniş olsun demişler. Odur budur derken sanıyorum film bir yerde gösterilmemiş henüz. Dağıtıcısı mı olmamış, kimselerle anlaşılamamış mı ne, öyle bir şeyler. Görüntülerinden gördüklerime göre ise film bir tuhaf olmuş. Pierce Brosnan'ı XIV.Louis olarak görüyoruz, o anlaşılabiliyor ama Kaya Scodelario'nun kitabın anlattığı masum ve cahil Marie-Josephe ile hiç ilgisi yok. Hele ki o kostümler ne öyle? 17.yy. ile alakası yok, yine bir kafamıza göre modernize edelim böyle bütçesi düşük olur demişler gibi. Ama en bir gözlerime inanamadığım durum ise Lucien de Barenton karakteri. Kitap boyunca da, en azından son 100 sayfaya kadar bu karakter ile ilgili durumu bir türlü algılayamamıştım ben zaten. Filmde de benim gibi bakmışlar duruma. Ben gerçeği kavradıktan sonra bile kafamda yine de onu öyle hayal etmek istemedim mesela, filmi yapanlar da tıpkı benim gibi hayal etmişler karakteri. Gönlümüzden böyle geçiyor o zaman böyle olsun amaaan diyerekten de, eh o zaman hikayenin çok büyük bir yapıtaşına sıva dökmüş olmuyor musunuz dostlarım?



Zaten ben kendimi de Elizabeth Olsen olarak hayal ediyorum. Her şey mümkün.

Bu arada bende kitabın İthaki Yayınları'ndan çıkan Aslı Genç çevirisiyle 2015 tarihli ilk basımı var. 544 sayfa. Yurtdışındaki basımına göre İthaki'nin kapağı, tasarımı muhteşem. Öyle çok fazla yazım hatasına da rastlamadım, tek tük. Taa yazın sipariş etmişim Kitap Yurdu'ndan. Ben aldığımda 23,50 tl imiş. Şimdi 47 tl görünüyor, ayrıca tükenmiş Kitap Yurdu'nda. Kitabın arka kapağında İthaki'nin bastığı fiyat 34 görünüyor, onun üstüne bir etiket yapıştırılmış 39 olarak, onun da üstüne en son 47 etiketi yapıştırılmış. Demek ki kitabı 5 liraya falan mal ediyorlar diye düşünüyor insan bu durumda. Idefix'te de stokta yok diyor. Ama HepsiBurada'da falan var.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...