Paris hep korktuğum bir şehirdi. Çocukluğumdan beri bir sürü şehrin hayalini kurdum. Hayal kurmadığım, başka bir şehirde, ülkede yaşamadığım tek bir gün yoktu kafamda. Ama hiçbirinde Paris yoktu, Fransa yoktu. Çünkü aklıma geldiği anda korkuyordum ve hayal etmekten bile vazgeçiyordum. Fransa benlik değil diyordum. Yok, yok Fransa hiç benlik değildi. Ama nasıl da merak ediyordum bir yandan. "Rose of Versailles" bilinçaltımda çok önemli bir mihenk taşıydı zaten, üstüne bir de bu arkeoloji çukuruna bulaştığım andan itibaren Louvre kutsaldı. Ama ben ingilizdim ya, merak edip, korkup, burun kıvırıyordum.
Bu yüzden bu geziyi planlarken en merak edip, heyecan duyduğum kısmının Paris olması çok normaldi. Gitmeden önce en içimi kıpır kıpır eden düşünceydi Paris'e ayak basacak olmam. Sonunda tüm o filmlerdeki, dizilerdeki, hikayelerdeki sokakları kendi ayaklarımla yürüyecektim. O havayı soluyacaktım, orada olacaktım.
Barselona'dan sabah 9:25'te trene bindik. Çeşidi Renfe-SNCF olarak geçiyor. Sants tren istasyonundan biniyorsunuz. Oraya da kolaylıkla metroyla, şehrin her yerinden ulaşılabiliyor. Tren istasyonuna giderken hava iyice bozmuştu, Barselona'ya da sonbahar gelmişti. Yağmur ince ince ama sıklıkla yağıyor, soğuk kendini belli ediyordu. Tabi biz tüm bavulumuzu Barselona'da ve Paris'te güneşli-20 dereceler içerisinde geçireceğiz diye doldurduğumuz için ayağımızda yağmurla alakası olmayan yazlık ayakkabılar ve üstümüzde yağmuru soğuğu içimize işleten ince şeylerle tren istasyonuna gittik. Trenle Barselona-Paris yaklaşık 6 saat sürüyor. Girona-Perpignan-Narbonne-Montpellier-Lyon ve Paris güzergahını takip ediyor. En erken haziranın başında alabildim biletleri eylül için. Tren biletlerini alabildiğiniz web sitesinde maksimum 90 gün diyordu. Yani satın alacağınız tarih ile seyahat tarihiniz arasında 90 günden fazla olunca satılmıyor. İki kişi 178 euro tuttu o zaman. Ama avrupadaki trenlerde şöyle bir özellik var, vakit geçtikçe fiyat artıyor. O yüzden olabildiğince erken almaya çalışmıştım.
Bu trenin içi gayet güzel, temiz, rahattı. İnternet var, restaurant var, tuvalet var. Daha ne olsun? Ayrıca o sabah o trende yediğim ekmek arası omlet hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Zaten bu gezide sadece kahvaltılarda yediğim şeylere bayıldım. Diğer yediğim hiçbir şeyi pek içimden gelerek yiyemedim maalesef ilk kaşıktan sonra. Her neyse ne diyordum, tren. Evet tren çok güzel bir seyahat yöntemi çocuklar. Keşke her yere trenle gidebilsek.
Paris'te Gare de Lyon'da indik. Bu istasyon şehrin biraz daha merkezinde gibi. Oysa kalacağımız yer bu sefer merkezin biraz dışındaydı. İki metro hattı değiştirerek ulaşabildik. Paris'te de 10'luk bilet alabiliyorsunuz. Ama çok saçma bir şekilde 10 tane ufak kağıt bilet veriyor. Öyle tek bir bilet değil. İsmi t+, tanesi 1,49 euro. Ve unutmayın, dikkat edin, bu biletleri saklamanız gerekiyor. Yani turnikeden geçtiniz, metroya bindiniz, durakta indiniz. İndiğiniz durakta görevliler kontrol için bekliyor olabiliyor. Ya da bazı duraklarda, tren istasyonlarında falan çıkış yapabilmeniz için aynı bileti yine okutmanız gerekebiliyor (Bu durumda da yine çöpçülüğüm işe yaradı tabi. Her şeyi çöpe değil, cebime atmamın faydası:)).
Kaldığımız yer Le Montclair Hostel Montmarte idi. Daracık, yukarı doğru çık çık bitmeyen merdivenleriyle aslında sevimli ama hostel yani. Zaten dorm roomları da vardı. Bana ilginç gelen, bir sürü çocuklu aile de kalıyordu. Herhalde daha büyük aile odaları da vardı diğer katlarda ama ne bileyim. Bizim kaldığımız oda iki kişilik diye geçiyordu ama allahtan ikimiz de bir buçuk metreyiz, yoksa o odada hareket edebilmenin imkanı yoktu. Ama özel banyo-tuvalet için hepsine razıydım emin olun. Yine de benim gibi ses konusunda çok duyarlıysanız çok zor kalınıyor. Barselona'daki odaya göre cennetti tabiki ama yine de etraftaki tüm ses odanın içinde. Allahım ben ne zaman şöyle normal bir otelde kalarak gezi yapabileceğim ya? Bundan önce hep öğrencilik falan, para yok diye katlandım bunlara ama al işte kazanıyorum, niye gene böyle sersefil geziyorum ben ya? Neden bu içimdeki sefil varoş öğrenci gitmiyor?
samosa dediğim bunlar |
Colline d'Asie'deki yemeğimiz |
Sacre Coeur şahanesi |
Sacre Coeur'dan Paris'i dinliyorum |
Paris'teki ilk sabahta Seine |
Orada olmuş olduğuma hala inanamıyorum. |
Evet gerçeği burada burada! Önünde durup, uzuuun uzuuun seyrettim. |
Orada bir La Gioconda var uzaktaaaa |
Ben öldüm çocuklar. |
Biz çıktığımızda akşam beş buçuktu. Ki arada da piramidin altındaki kafelerden çay sandviç falan alıp, enerji yenilemiştik. Çıktığınız noktada metro altı alışveriş yerleri gibi bir bölüm var. Ayrıca bir de avmnin en üst katında yemek yerleri olur ya öyle de bir üst kat var. Biz oraya kendimizi atıp, birer çay falan içip, tatlı yedik. Creme Catalane diye bir tatlı yedim ben. Katalan ama Barselona'da yoktu, Paris'te yedim :) Valla muhallebi ile krem karamel arası bir tat ama şahane. Çıktığımızda hava buz gibi olmuştu ve yağmur yağıyordu. O kadar kötüydü ki halimiz, kendimizi otele atmaktan başka çaremiz yoktu.
Pere Lachaise |
Mezara bakın yuh. |
Pere Lachaise'de saatlerimizi harcadıktan sonra bari azıcık bir şeyleri görelim diye fırladık. Önce tabiki ilk durağımız Notre Dame'dı. Ahh Notre Dame. İlk sinema filmim (çizgi filmim). Sinemada ilk ağlamam. Bir gün Quasimodo'nun çan kulesini, tüm o herşeyi görebileceğimi düşünürken...Yoktu. Sadece bir ön tarafı kalmıştı o kadar. Seine'in kenarında yine herkes en güzel pozu yakalamaya çalışıyor ama o yok ki. Notre Dame yok.
Yine de havası çok güzel. Ortam. Nehir kenarında, o yıkıklığa doğru oturmuş, elinde çizim kağıtları kalem, gençler. Sanatçılar. Ahh Paris. Kafalar. Orada hemen Notre Dame'ı arkalarına alıp herkesin fotoğraf çektiği köprünün üstünde seyyardan krep yedik, o meşhur tatlı kreplerden. Orada, o atmosferde acayip lezzetli geliyor tabi, vay be diyorsunuz. Ama sakinleşince düşünceleriniz açılıyor, bu yediğimiz evde tavada annelerimiz yapıyor ya incecik (benimki akıtma diyor mesela), hah işte o. Seyyarcı abiler ablalar içine nutellayı çileği muzu doldurunca insanın gözü dönüyor olay o. Yoksa annem de yıllarca içine peynir maydanoz sarıp ağzımdan burnumdan sokmaya çalışmasaydı belki ben de yerdim. Yemez miydim anneee?
Notre Dame'dan bir şeyler kalmış gibi diyorsunuz tam... |
Ama kalmamış. |
Bir Eiffel de ben koyayım |
Versailles'da çok insan var |
Duvarları bile ulaşıp da göremeyeceğiniz kadar çok insan var |
Tabi Versailles'a nasıl gittik asıl orası da önemli. Araştırma aşamasında çok düşündürmüştü beni. Nereden nereye bineceğiz nasıl gideceğiz diye. Valla bir dolu yol var, trenle, otobüsle, araba kiralayarak, bisikletle...Size en kolay ya da keyifli hangisi geliyorsa onu seçmekte fayda var. Biz trenle gittik. Şuralardaki bilgilerden yararlandım ben önce, sonrası araştırma zaten:
Trenin biletlerini internetten alamıyorsunuz. Yani öyle şehirlerarası, ülkelerarası trenlerden değil. Yerel. Paris ve çevresi treni işte. Biz sabah tren istasyonundaki kiosktan aldık. Gidiş için ve geliş için sabahtan aldık hemen çünkü belli mi olur. Üzerinde saat falan yok. Hani ego bileti aldım istediğim zamanda binerim gibi. Şu an elimde tuttuğum bilette 3,65 yazıyor, tanesi bu kadar. Paris-Versailles Chateu güzergahı olarak seçip, alıyorsunuz kiosktan. Hemen oradaki istasyon içi kafesinde kahvaltı yaptık o sabah. Tabi burada yalnızca kruvasan ve kahve ve portakal suyu ile yetinmek zorundaydık. Ama buradaki çalışan amca çok sempatik, çok iyiydi.
İndiğiniz istasyonda bir tren dolusu insanla birlikte yürümeye başlıyorsunuz. Hiç öyle saray ne taraftaydı, aman allahım çok mu uzak nereye gideceğim diye endişeye gerek yok. İnsan kalabalığına takılın gitsin. Bir on beş dakikalık yürüyüşten sonra karşınıza çıkıyor saray arazisi. Bizim yürüyüşümüz bastıran yağmur ve soğuğun gölgesinde geçti. Saraya ulaştığımızda ise bahçe demirlerinin dışındaki milyonlarca insandan oluşan kuyruğu görmemizle resmen çöktük. Ama o kısımlardan üstte yakınmıştım. Sarayın içine geçiyorum.
İçeride trenle geldiğiniz kalabalığın arasında, her beraber, boğula boğula dolaşıyorsunuz. Sağ kanattan girip, içeride odadan odaya geçerek ilerliyorsunuz. Her odanın bir ismi var, Hercules, Diana Room gibi. Girişte aldığınız free audioguidelarda her odanın bilgi levhasındaki numarayı tuşlayarak oda ile ilgili bilgileri dinliyorsunuz. Odaların hepsi alabildiğine süslü ama eşyaların çoğu eksik. Çünkü bildiğiniz ihtilalin sabahında halk saraya akın edip, her şeyi talan etmiş. Şimdilerde, o gün saraydan aşırılan ve o kadar yıl nesilden nesile evlerde yer alan eşyaların peşine düşmüş Fransız hükümeti. Saraya orijinal eşyalar geri toplanıyormuş.
Bir de aynalar salonu-koridoru meselesi var. Burası kral XIV.Louis tarafından aynalarla doldurulmuş. Sarayın en dikkat ve ilgi çeken yeri gibi bir şey. Bu yüzden de herkes orada yığılıyor. Adım atılmıyor. Her santimde birisi durmuş poz veriyor. Yalnız harbiden güzel yer.
Saray için ne planlar kurmuştum gitmeden önce kafamda ama havanın saçmalığından bahsettim değil mi? Güya içeride çok kalmayacak, kendimizi bahçelere atacak, bisiklet kiralayacak, gölde kürek çekecektik. Oysa sarayın pencerelerinden baktığımızda bahçelerde fırtına vardı resmen. Her yer göl olmuş, göz gözü görmüyordu. Biletlerimiz boşa gitti. (Versailles'ın web sitesi: http://en.chateauversailles.fr/)
O havada tabi geri dönüş yolunda kendimizi istasyonun yakınındaki mcdonalds ve starbucks'a attık. Evet mecburen. Çünkü ölmüş bitmiş, ıslanmış, donmuş ve açtık. Yapacak bir şey yok. Kendimizi otele nasıl attık bilmiyorum. O kadar saçma bir gündü o.
Ertesi gün Paris'te 4 gün kalıp da hiçbir sokağında doğru düzgün dolaşamamış olarak Amsterdam'a doğru yola çıktık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder