6 Kasım 2019 Çarşamba

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 3 - Paris

Paris hep korktuğum bir şehirdi. Çocukluğumdan beri bir sürü şehrin hayalini kurdum. Hayal kurmadığım, başka bir şehirde, ülkede yaşamadığım tek bir gün yoktu kafamda. Ama hiçbirinde Paris yoktu, Fransa yoktu. Çünkü aklıma geldiği anda korkuyordum ve hayal etmekten bile vazgeçiyordum. Fransa benlik değil diyordum. Yok, yok Fransa hiç benlik değildi. Ama nasıl da merak ediyordum bir yandan. "Rose of Versailles" bilinçaltımda çok önemli bir mihenk taşıydı zaten, üstüne bir de bu arkeoloji çukuruna bulaştığım andan itibaren Louvre kutsaldı. Ama ben ingilizdim ya, merak edip, korkup, burun kıvırıyordum.
Bu yüzden bu geziyi planlarken en merak edip, heyecan duyduğum kısmının Paris olması çok normaldi. Gitmeden önce en içimi kıpır kıpır eden düşünceydi Paris'e ayak basacak olmam. Sonunda tüm o filmlerdeki, dizilerdeki, hikayelerdeki sokakları kendi ayaklarımla yürüyecektim. O havayı soluyacaktım, orada olacaktım.
Barselona'dan sabah 9:25'te trene bindik. Çeşidi Renfe-SNCF olarak geçiyor. Sants tren istasyonundan biniyorsunuz. Oraya da kolaylıkla metroyla, şehrin her yerinden ulaşılabiliyor. Tren istasyonuna giderken hava iyice bozmuştu, Barselona'ya da sonbahar gelmişti. Yağmur ince ince ama sıklıkla yağıyor, soğuk kendini belli ediyordu. Tabi biz tüm bavulumuzu Barselona'da ve Paris'te güneşli-20 dereceler içerisinde geçireceğiz diye doldurduğumuz için ayağımızda yağmurla alakası olmayan yazlık ayakkabılar ve üstümüzde yağmuru soğuğu içimize işleten ince şeylerle tren istasyonuna gittik. Trenle Barselona-Paris yaklaşık 6 saat sürüyor. Girona-Perpignan-Narbonne-Montpellier-Lyon ve Paris güzergahını takip ediyor. En erken haziranın başında alabildim biletleri eylül için. Tren biletlerini alabildiğiniz web sitesinde maksimum 90 gün diyordu. Yani satın alacağınız tarih ile seyahat tarihiniz arasında 90 günden fazla olunca satılmıyor. İki kişi 178 euro tuttu o zaman. Ama avrupadaki trenlerde şöyle bir özellik var, vakit geçtikçe fiyat artıyor. O yüzden olabildiğince erken almaya çalışmıştım.
Bu trenin içi gayet güzel, temiz, rahattı. İnternet var, restaurant var, tuvalet var. Daha ne olsun? Ayrıca o sabah o trende yediğim ekmek arası omlet hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Zaten bu gezide sadece kahvaltılarda yediğim şeylere bayıldım. Diğer yediğim hiçbir şeyi pek içimden gelerek yiyemedim maalesef ilk kaşıktan sonra. Her neyse ne diyordum, tren. Evet tren çok güzel bir seyahat yöntemi çocuklar. Keşke her yere trenle gidebilsek.
Paris'te Gare de Lyon'da indik. Bu istasyon şehrin biraz daha merkezinde gibi. Oysa kalacağımız yer bu sefer merkezin biraz dışındaydı. İki metro hattı değiştirerek ulaşabildik. Paris'te de 10'luk bilet alabiliyorsunuz. Ama çok saçma bir şekilde 10 tane ufak kağıt bilet veriyor. Öyle tek bir bilet değil. İsmi t+, tanesi 1,49 euro. Ve unutmayın, dikkat edin, bu biletleri saklamanız gerekiyor. Yani turnikeden geçtiniz, metroya bindiniz, durakta indiniz. İndiğiniz durakta görevliler kontrol için bekliyor olabiliyor. Ya da bazı duraklarda, tren istasyonlarında falan çıkış yapabilmeniz için aynı bileti yine okutmanız gerekebiliyor (Bu durumda da yine çöpçülüğüm işe yaradı tabi. Her şeyi çöpe değil, cebime atmamın faydası:)).
Kaldığımız yer Le Montclair Hostel Montmarte idi. Daracık, yukarı doğru çık çık bitmeyen merdivenleriyle aslında sevimli ama hostel yani. Zaten dorm roomları da vardı. Bana ilginç gelen, bir sürü çocuklu aile de kalıyordu. Herhalde daha büyük aile odaları da vardı diğer katlarda ama ne bileyim. Bizim kaldığımız oda iki kişilik diye geçiyordu ama allahtan ikimiz de bir buçuk metreyiz, yoksa o odada hareket edebilmenin imkanı yoktu. Ama özel banyo-tuvalet için hepsine razıydım emin olun. Yine de benim gibi ses konusunda çok duyarlıysanız çok zor kalınıyor. Barselona'daki odaya göre cennetti tabiki ama yine de etraftaki tüm ses odanın içinde. Allahım ben ne zaman şöyle normal bir otelde kalarak gezi yapabileceğim ya? Bundan önce hep öğrencilik falan, para yok diye katlandım bunlara ama al işte kazanıyorum, niye gene böyle sersefil geziyorum ben ya? Neden bu içimdeki sefil varoş öğrenci gitmiyor?
samosa dediğim bunlar

Colline d'Asie'deki yemeğimiz
Otelde hemen yerleşip, üst baş değiştirip dışarı attık kendimizi. Yine açız tabi. Bulunduğumuz yer Sacre Coeur bölgesine yakın olduğundan oralarda şöyle değişik bir şey yer bulalım dedik. Colline d'Asie diye bir yere gittik. Asya mutfağı ama birkaç ülkenin yemekleri var. Çalışanlara en son menüdekileri baya bir sorduk biz, Vietnam-Kamboçya-Çin falan diye saydılar. Bu yemek oranın, bu yemek buranın diye diye. Bu arada çok sevimli bir restaurant burası, ufak ama çok güzel. Çalışanlar da çok sevimli, çok sempatik. Cama dönük oturduk, yoldan geçenleri izledik tüm yemek boyunca, böyle içerisi tıklım tıkış ama çok mutlu bir ortamdı. Tam hani böyle filmlerdeki gibi hissettim. Bu arada menüde tek kelime ingilizce yok. Bizim baya yabancı olduğumuzu görünce hemen geldi çalışanlardan birisi, elinde tabletten büyük büyük resimleri yemeklerin göstereyim anlatayım dedi. Resimleri göstererek ingilizce anlattı. Ona göre seçtik. Usanmadan anlattı, içeriklerini, tek tek malzemeleri sorduk hepsine cevap verdi. Gözümüz dönmüş halde bir dolu şey istemeye başlayınca da yok yok bunlar kocaman porsiyonlar yiyemezsiniz dedi. Haklıymış. Asya mutfağı kocamanmış çocuklar. Siz bu hatayı yapmayın. Altı üstü ellişer kiloyuz neremize yiyecektik acaba? Biz bir çorba gibi noodlelı bir şey, ayrıca etli noodle gibi bir şey ve samosa istedik. Samosaları yediğimizde doymuştuk öyle diyeyim anlayın. Toplamda 26,5 euro tuttu. (Trip Advisor'da Colline d'Asie)
Sacre Coeur şahanesi

Sacre Coeur'dan Paris'i dinliyorum
Yemekten sonra hava iyice kararmıştı ama fena değildi ısı olarak. Sacre Coeur'a yöneldik. Bu muhteşem bazilikaya gitmek için tam o Paris'in meşhur merdivenlerini çıktık. Yaaa çıldırıyorum, herşey o kadar da gösterildiği, anlatıldığı gibi ki. Böyle masalın, filmin içinde gibi oluyor insan. Akşam on buçuğa kadar açık bazilika sabah altıdan. Ve giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Ayrıca bir uygulaması da var audioguide olarak, onu da indirip, kulağınıza alıp, güzel güzel gezebiliyorsunuz. (http://www.sacre-coeur-montmartre.com/english/) Burası akşamları hep böyle mi oluyor bilmiyorum, eğer öyleyse Paris çok güzel bir şehirmiş:) Kalabalık, herkes gelmiş oturuyor bazilikanın önünde. Muhabbet edenler, bir şeyler içenler, eğlenenler...Şehre bakan  merdivenlerde gençler oturmuş, bir sokak şarkıcısı da şarkısını söylüyor. Herkes eşlik ediyor, herkes coşmuş...Şehir ışıklar içinde, başka hiçbir şeyin önemi yok. O gece hem çok mutlu hem çok üzgündüm. Orada o "an"ı yaşayabildiğim için mutluydum. Ama tüm ömrümün böylesi bir anlayışa, kültüre, yaşama sahip olmayan bir ülkede harcanıyor oluşuna da içim kan ağlıyordu. O kapana kısılmışlık duygusu yine çöreklendi içime. Bu ülkede kısıldığım kapanın göğsümdeki ağırlığı çöktü üstüme.
Paris'teki ilk sabahta Seine
Ertesi gün Louvre günüydü. İşte yıllardır beklediğim ama gerçekleşeceğine inanamadığım şeylerden biri. Louvre'daydım! Tüm o Antik Mısır koleksiyonunu görebilecektim. Olmam gereken şeyden bu kadar uzaklaşmış, bu kadar umutsuz bir hale düşmüşken en azından onları görebilecek, aralarında dolaşabilecektim.
Orada olmuş olduğuma hala inanamıyorum.
Çocuklar Louvre biletlerini önceden alıyoruz internetten. Çünkü kıyamet gibi ortalık. Tanesi 17 euro biletlerin. (şuradan alın haa: https://www.louvre.fr/en) Biz hemen sabah 9 buçuğa almıştık biletleri, çünkü tüm günü orada geçireceğime emindim. Ama uzaktan geliyorduk ve o sabah polis her yeri kapatmıştı (climate change protestoları). Neredeyse geç kalıyorduk. Koşturmaktan çok etrafımıza dikkat edemedik ama Seine'in kenarında, Jardin des Tuileries'te o muhteşem görüntünün (ağaçlar sonbaharla yapraklarını dökmeye başlamış, yerler hep yaprak, hava esintili, kimsecikler yok, sanki tarihi bir filmdeyiz, geçmişe yolculuk etmişiz birazdan karşımızda Aramis belirecek) içinde koşturuyoruz. Yaaa ağlayacağım ama. Paris çok güzel. Ama gezemedim. Şöyle adamakıllı sokaklarında gezemedim. Off ya.
Evet gerçeği burada burada! Önünde durup, uzuuun uzuuun seyrettim.

Orada bir La Gioconda var uzaktaaaa

Ben öldüm çocuklar.
Şimdi burada Louvre hakkında konuşmaya başlamayacağım. Kendimi çok zor tutuyorum ama yapmamalıyım. Yoksa bu gece buradan gidemem. Kanepeye yapıştım zaten. Ama sadece hap niyetine şunları diyeceğim. Çok büyük. Çok karışık. Bitmiyor. Hiçbir harita, uygulama sizi kurtarmıyor. Yine de kayboluyorsunuz. Zaten birkaç saat sonunda etrafınızdaki herkesin endişeli gözlerle oradan oraya koşturduğunu görmeye başlıyorsunuz. Ha, bir şekilde olur da piramidin altındaki ana giriş/çıkışa gelebilirseniz de kendini buraya atabilmiş diğer insanları görüyorsunuz, ellerindeki haritaları oraya buraya fırlatmış, kendilerini de yine buldukları yerlere atmış halde. Bir de ingilizce hiçbir şey yok. Tüm eserlerin açıklamaları fransızca. Hiçbir şey anlamıyor insan. Bunca yıldır okuduklarım olmasa, öyle eblek eblek bakar kalırdım herhalde.
Biz çıktığımızda akşam beş buçuktu. Ki arada da piramidin altındaki kafelerden çay sandviç falan alıp, enerji yenilemiştik. Çıktığınız noktada metro altı alışveriş yerleri gibi bir bölüm var. Ayrıca bir de avmnin en üst katında yemek yerleri olur ya öyle de bir üst kat var. Biz oraya kendimizi atıp, birer çay falan içip, tatlı yedik. Creme Catalane diye bir tatlı yedim ben. Katalan ama Barselona'da yoktu, Paris'te yedim :) Valla muhallebi ile krem karamel arası bir tat ama şahane. Çıktığımızda hava buz gibi olmuştu ve yağmur yağıyordu. O kadar kötüydü ki halimiz, kendimizi otele atmaktan başka çaremiz yoktu.
Pere Lachaise
Ertesi gün şehri gezelim diye ayırdığım gündü ama onu da beceremedik. Gerçi kahvaltı muhteşemdi. Kahvaltı deneyimimiz tam bir Paris filmiydi. Hani böyle köşede bir kafe olur, kaldırımda masaları. Sandalyeler yola doğru dönük. Minik minik masalar, ahşap sandalyeler. Hah işte tam bu manzarada oturduk kahvaltımızı yaptık birer tost ve kahveyle. Bu gezi boyunca "tost" dediğimde anlamanız gereken bir kızarmış ekmek dilimi üzerine çeşitli soslar, otlar ve sahanda yumurta. Yani öyle bizim klasiğimiz olan tost değil. Cafe La Halte idi ismi oturduğumuz yerin. Klasik Fransız kafesi. Ama çok güzeldi be o sabah. Çalışan abiler de çok sempatik, çok ilgili. O sabah baktığımız 3.yerdi mesela orası ve diğer iki yerden hiç hazzetmediğimiz için buraya oturmuştuk. Keşke ilk başta buraya gelseymişiz. İlk baktığımız yer Soul Kitchen'dı. Ama kesinlikle vegan olmayan bizler için pek kahvaltılık bir şey yoktu. Daha doğrusu iki Türk olarak pek doyacağımızı gözümüz yemedi orada. İkinci yer Francis Labutte diye bir kafeydi yine. Ama oradaki çalışan tek kelime ingilizce cevap vermediği gibi pek muşmulaydı (oysa pek de yakışıklıydı). Bakın zaten Fransa'daki büyük sorun bu: Hangi dilde konuşursanız konuşun sadece Fransızca cevap veriyorlar. İngilizce söylüyorsunuz, anlıyorlar. Ama geri Fransızca cevap veriyorlar. Böyle saçma sapan bir diyaloga giriyorsunuz. Labutte'te de öyle olunca kalktık. La Halte'ye geldik. Dedim ya iyi ki de oturmuşuz. Burada iki kişi toplamda 25,10 euro ödedik. (TripAdvisor'da La Halte du Sacre Coeur)
Mezara bakın yuh.
Kahvaltıdan sonra Pere Lachaise mezarlığına gidelim önce diye tutturduğumdan ötürü saatlerimizi orada dolanarak geçirdik. İşaretlediğim hemen hemen hiçbir mezarı bulamadık. Kaybolduk. Dolandık da dolandık. Yahu sorun bende mi? Harita okuyamıyor muyum ben? Survivor yeteneklerim bu kadar mı yok? Bulamadım. Hayır mezarlık çok güzel. Evet biliyorum bir "mezarlık" nihayetinde ama etkileyici. Bizim köydekileri gördükten sonra inanın öyle. Yani daha doğrusu bizim kültürün mezarlıklarını gördükten sonra (bizim dediğim ülkenin yani). Burada işaretlediklerimden sadece Jim Morrison'ın, Champollion'un ve Oscar Wilde'ın mezarlarını bulabildik. Şaka gibi.
Pere Lachaise'de saatlerimizi harcadıktan sonra bari azıcık bir şeyleri görelim diye fırladık. Önce tabiki ilk durağımız Notre Dame'dı. Ahh Notre Dame. İlk sinema filmim (çizgi filmim). Sinemada ilk ağlamam. Bir gün Quasimodo'nun çan kulesini, tüm o herşeyi görebileceğimi düşünürken...Yoktu. Sadece bir ön tarafı kalmıştı o kadar. Seine'in kenarında yine herkes en güzel pozu yakalamaya çalışıyor ama o yok ki. Notre Dame yok.
Yine de havası çok güzel. Ortam. Nehir kenarında, o yıkıklığa doğru oturmuş, elinde çizim kağıtları kalem, gençler. Sanatçılar. Ahh Paris. Kafalar. Orada hemen Notre Dame'ı arkalarına alıp herkesin fotoğraf çektiği köprünün üstünde seyyardan krep yedik, o meşhur tatlı kreplerden. Orada, o atmosferde acayip lezzetli geliyor tabi, vay be diyorsunuz. Ama sakinleşince düşünceleriniz açılıyor, bu yediğimiz evde tavada annelerimiz yapıyor ya incecik (benimki akıtma diyor mesela), hah işte o. Seyyarcı abiler ablalar içine nutellayı çileği muzu doldurunca insanın gözü dönüyor olay o. Yoksa annem de yıllarca içine peynir maydanoz sarıp ağzımdan burnumdan sokmaya çalışmasaydı belki ben de yerdim. Yemez miydim anneee?
Notre Dame'dan bir şeyler kalmış gibi diyorsunuz tam...

Ama kalmamış.
Oradan da hemen Eiffel'e yetişmeye çalıştık. Üstüne falan çıkmayacaktık da hava bozmadan görelim diye. Önündeki çimenlere çöktük, izlemeye başladık. Hava iyice bozuyordu, soğuyordu. Donmak üzereydim ama herkesle birlikte oturdum. Çünkü Paris'teydim, çünkü hayatımda ilk defa o çimenlerin üstünde oturuyordum. Hava karardıkça ışık gösterileri başlıyor, kuleyi ışıklandırmaya, büyülü hale getirmeye başlıyorlar. Orada oturup, dünyanın binbir köşesinden binbir insanla aynı şeyleri hissediyorsunuz. Altı üstü demirden bir kule. Ama değil işte.
Bir Eiffel de ben koyayım
Paris'teki son günümüzü Versailles'a ayırmıştım. Rose of Versailles'ı izlediğimden beri bir çizgi film imgesiydi bu saray benim için, hiç gerçekliği yoktu. Oysa kocaman bahçeleri, havuzları, odaları ve heybetiyle görkemli bir saray burası. Gerçi bizim için tam bir perişanlık, sefalet ve eziyet sarayına dönüştü o gün ama neyse. Artık temmuz-ağustos dışında evin kapısından adımımı bile atmayacağım yeminle. Nereye gitsem kar yağmur fırtına tsunami bu nedir ya? Versailles'ın olduğu yer zaten çoook eskiden yel değirmeni yeriymiş, ortam rüzgarlı-soğuk defaultta zaten. Üstüne bir de eylülün sonunda tam havaların bozduğu dönemde gidince vurdu mu gözüne yağmur, hava oldu mu buz. Öyle tüm turist ahalisi olarak hep birlikte sarayın önünde saatlerce o havada titreye titreye kuyrukta bekledik. Haa diyeceksiniz sen her bileti önceden alıp, saatli girişi garantileyip gitmedin mi ne kuyruğu bekliyorsun? Bahtsız bedevi benden bahtlı biliyorsunuz. Yine bu "climate change" protestolarından ötürü saray girişindeki saatli girişleri o gün kaldırmışlar. Biletinde ne yazdığı önemli değil, herkesle aynı sıraya girecek, saatlerce bekleyecek ve aynı girişten gireceksin. Asıl yaptığım büyük salaklığı anlatayım (bende salaklıklar bitmiyor biliyorsunuz). Özellikle biletlerin çıktısını alıp, güzelce dosyaya koyup almıştım yanıma. Yani en azından tüm Barselona sokaklarında ve Paris'te ilk günlerde taşımıştım. O gün dosyayı pek zekice odada bırakmışım. Ama tamam, sonuçta artık her şey dijital, her yerde telefonlarımızı gösteriyoruz değil mi? O rahatlıkla elimde telefon, saatlerce sıra bekledik. Anlattığım havada. Aç bilaç, iliklerimize kadar üşümüş, donmuş halde. En sonunda girişe geldik. Görevli elindeki barkod okuyucuyu kaldırdı, ben de telefonun ekranına sarayın biletlerine ait olduğunu sandığım, daha önceden indirip kaydettiğim karekodları getirdim. Görevli yok dedi, barkod olacak. Nassı yani dedim. Bu karekodların neyin de indirdim ben. Tamam internetten bir daha açayım dedim, hemen kenara durduk açtım web sitesini (çünkü maile göndermiyor sarayın sistemi biletleri). Hesabını açmak gerekiyor web sitesinde. Şifremi zerre hatırlamıyorum. Zaten o kalabalıkta kenarda durmuşuz, elim ayağıma dolaşmış, sinirlerim alt üst olmuş nasıl bırakırım biletleri diye. Yok hesabı açamadım, biletlere ulaşamıyorum. Kaldık mı öylece girişte. Geri dönsek dönemeyiz otele 3 günlük yol var. Girmek istesek sokmazlar barkod okutmadan. Var ya kendime ne kadar kızsam az. Hakikaten. Mecburen sıradan çıktık, mahvolmuş bir şekilde kendimizi hemen yan taraftaki tuvaletlere attık. Tuvaletten çıkıp, banklardan birine oturup, sakince internetten biletlerimize ulaşmaya çalıştım. Biletleri indirebildim o anda tamam ama o giriş kuyruğuna giremezdik bir daha, kıyamet gibi bir şeydi. Bu noktada allah yüzümüze baktı herhalde. Kuyruğu hizada tutmakla sorumlu görevlilerden bir tanesine derdimizi anlattık. O da hemen ön taraftaki barkod okuma noktasına girmemize izin verdi. Böylece Versailles'a girebildik ama ne gezmeye ne bakmaya ne de bir şeylerden keyif almaya halimiz kalmıştı.
Versailles'da çok insan var

Duvarları bile ulaşıp da göremeyeceğiniz kadar çok insan var

Tabi Versailles'a nasıl gittik asıl orası da önemli. Araştırma aşamasında çok düşündürmüştü beni. Nereden nereye bineceğiz nasıl gideceğiz diye. Valla bir dolu yol var, trenle, otobüsle, araba kiralayarak, bisikletle...Size en kolay ya da keyifli hangisi geliyorsa onu seçmekte fayda var. Biz trenle gittik. Şuralardaki bilgilerden yararlandım ben önce, sonrası araştırma zaten:
Trenin biletlerini internetten alamıyorsunuz. Yani öyle şehirlerarası, ülkelerarası trenlerden değil. Yerel. Paris ve çevresi treni işte. Biz sabah tren istasyonundaki kiosktan aldık. Gidiş için ve geliş için sabahtan aldık hemen çünkü belli mi olur. Üzerinde saat falan yok. Hani ego bileti aldım istediğim zamanda binerim gibi. Şu an elimde tuttuğum bilette 3,65 yazıyor, tanesi bu kadar. Paris-Versailles Chateu güzergahı olarak seçip, alıyorsunuz kiosktan. Hemen oradaki istasyon içi kafesinde kahvaltı yaptık o sabah. Tabi burada yalnızca kruvasan ve kahve ve portakal suyu ile yetinmek zorundaydık. Ama buradaki çalışan amca çok sempatik, çok iyiydi.
İndiğiniz istasyonda bir tren dolusu insanla birlikte yürümeye başlıyorsunuz. Hiç öyle saray ne taraftaydı, aman allahım çok mu uzak nereye gideceğim diye endişeye gerek yok. İnsan kalabalığına takılın gitsin. Bir on beş dakikalık yürüyüşten sonra karşınıza çıkıyor saray arazisi. Bizim yürüyüşümüz bastıran yağmur ve soğuğun gölgesinde geçti. Saraya ulaştığımızda ise bahçe demirlerinin dışındaki milyonlarca insandan oluşan kuyruğu görmemizle resmen çöktük. Ama o kısımlardan üstte yakınmıştım. Sarayın içine geçiyorum.
İçeride trenle geldiğiniz kalabalığın arasında, her beraber, boğula boğula dolaşıyorsunuz. Sağ kanattan girip, içeride odadan odaya geçerek ilerliyorsunuz. Her odanın bir ismi var, Hercules, Diana Room gibi. Girişte aldığınız free audioguidelarda her odanın bilgi levhasındaki numarayı tuşlayarak oda ile ilgili bilgileri dinliyorsunuz. Odaların hepsi alabildiğine süslü ama eşyaların çoğu eksik. Çünkü bildiğiniz ihtilalin sabahında halk saraya akın edip, her şeyi talan etmiş. Şimdilerde, o gün saraydan aşırılan ve o kadar yıl nesilden nesile evlerde yer alan eşyaların peşine düşmüş Fransız hükümeti. Saraya orijinal eşyalar geri toplanıyormuş.
Bir de aynalar salonu-koridoru meselesi var. Burası kral XIV.Louis tarafından aynalarla doldurulmuş. Sarayın en dikkat ve ilgi çeken yeri gibi bir şey. Bu yüzden de herkes orada yığılıyor. Adım atılmıyor. Her santimde birisi durmuş poz veriyor. Yalnız harbiden güzel yer.
Saray için ne planlar kurmuştum gitmeden önce kafamda ama havanın saçmalığından bahsettim değil mi? Güya içeride çok kalmayacak, kendimizi bahçelere atacak, bisiklet kiralayacak, gölde kürek çekecektik. Oysa sarayın pencerelerinden baktığımızda bahçelerde fırtına vardı resmen. Her yer göl olmuş, göz gözü görmüyordu. Biletlerimiz boşa gitti. (Versailles'ın web sitesi: http://en.chateauversailles.fr/)
O havada tabi geri dönüş yolunda kendimizi istasyonun yakınındaki mcdonalds ve starbucks'a attık. Evet mecburen. Çünkü ölmüş bitmiş, ıslanmış, donmuş ve açtık. Yapacak bir şey yok. Kendimizi otele nasıl attık bilmiyorum. O kadar saçma bir gündü o.
Ertesi gün Paris'te 4 gün kalıp da hiçbir sokağında doğru düzgün dolaşamamış olarak Amsterdam'a doğru yola çıktık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...