7 Kasım 2019 Perşembe

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 4 - Amsterdam

Yazımın bu son bölümünde sanki o akşam orada hiçbir şey olmamış gibi, sanki o akşam normal bir şekilde uçağa binip dönebilmişim gibi davranacağım. Kötü hiçbir şey olmamış gibi anlatacağım Amsterdam'ı ve bitireceğim. Çünkü canım çok yanıyor.
Tamam.
Amsterdam Centraal tren istasyonu bu

Montelbaanstoren kulesi bu uzaktan görünen

meşhur Dam meydanı
Paris'ten de Amsterdam'a trenle gittik. Paris Nord istasyonundan 10:25'te bindik, saat ikiye doğru Amsterdam Centraal istasyonunda indik. Bu bilete de kişi başı 35 euro verdik. Yine hava kapalı ve buz gibiydi Paris'ten bindiğimizde. Amsterdam'da ise hava nedense daha ılık geldi.
Amsterdam'da istasyondan kafanızı çıkarıp şöyle bir baktığınızda hemen o farklılığını hissedebiliyorsunuz. Mimari, köprüler, kanallar, insanlar, bisikletler...daha istasyondan adımınızı attığınız anda daha önce gördüğünüz hiçbir yere benzemeyen bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.
Biz istasyondan 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan otelimize yürüdük önce. Motel One Amsterdam-Waterlooplein'de kaldık ve keşke 4 günü Barselona'da ve o evde heba edeceğimize burada, bu otelde daha çok kalsaymışız dedim. Diğer kaldığımız yerlerden midir bilmem, burası gözüme cennet gibi göründü. Şaka bir yana o kadar salak saçma yerde kalınca normal bir otele tabiki dibim düştü. Girişteki dekora, koltuklara, 24 saat açık bara bayıldım. Odamıza bayıldım, odadaki banyoya bayıldım. Ama tek bir gece yatabildik burada ve onda da sabahın köründe kalkıp, çıkmamız gerekiyordu.
Otelin konumu, dediğim gibi istasyondan kolaylıkla yürünebilir bir yerde. Otelden de yürüyerek tüm kenti gezebilirsiniz, sadece güzel bir havada. Çünkü Amsterdam'ın o zaman zaman çisil çisil yağmurlu, puslu, zaman zaman yerleri göle çeviren şarıl şarıl yağmurlu havasında bu yürüyüş keyiften çok eziyet oluyor.
benim olsun lütfen - 1
İlk gittiğimiz gün hemen otele yerleşip, kendimizi dışarı attık. Otelden diklemesine, daha doğrusu yatayda, yol tutturduk şöyle bir kent hakkında ilk izlenimlerimizi edindik. Binalar, o resimlerde hep gördüğünüz binalar var ya, onlar gerçek :) Ve fotoğraflardakilerden daha da güzeller. Kent topluca bir masaldan fırlamış gibi (bunu Prag'ı, Floransa'yı, Nürnberg'i görmüş bir insan olarak söylüyorum bakın). Her bir binayı fotoğraflamak istiyorsunuz, her bir kanalda köprünün tam ortasında durup her tarafınızı çekmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Yapmayın. Keyfini çıkarın. Bir de bisikletlere dikkat edin. Bu şehirde bisiklet terörü var. Her yerden fırlıyor, kanun benim diyerek üstünüze geliyorlar. Hayatımda bisikletlilerden hiç bu kadar nefret etmemiştim. Pisler. Hıh.
O akşamüstü ilk işimiz meşhur pankekçilerden birine koşturmak oldu bu arada. Gitmeden önceki araştırma aşamasında resmen delirmiştim pankekçilerin görüntülerine. Dekorlar, mekanlar şahane göründüğü gibi pankekler de manyak görünüyordu. Biz Pancakes Amsterdam'ın Negen Straatjes şubesine gittik (https://pancakes.amsterdam/about/locations/negen-straatjes). İçerisi acayip sevimli, üst katta oturduk biz. Herkes bizim gibi turistti zaten, başka başka milletlerden. Üst katla ilgilenen garson abi de alabildiğine sempatikti, kendi kendine şarkı söyleyip dans ederek dolanıyordu. Biz bir tuzlu bir de tatlı aldık, ortaklaşa yedik. Tuzlu dediğim sebzeliydi ortasında da pesto sosu vardı. Tatlı dediğim de çilekliydi ortasında yoğurt sosu ile geldi. Yanlarında da çay ve latte aldık. Toplamda 34,45 euro ödedik. Hesabı ödedikten sonra da garson abi geleneksel Hollanda tahta ayakkabısı şeklinde anahtarlıklardan verdi, müşterilere hatıra olarak veriliyor böyle.
O gün öğleden sonra ve akşam boyunca kenti karış karış yürüdük açıkçası. Waterstones diye bir kitapçıya girdik mesela, çok mutluydum orada. Bizde çevrilip, basılmamış bir dolu kitapla tanıştım. Ayrıca diğer kitapçı ve kırtasiye malzemeleri de çok tatlıydı. Merkezdeki tüm alışveriş sokaklarına daldık, tüm pahalı butiklere, turist mağazalarına girdik. Amsterdam Cheese Company'de peynirler denedik - çalışan gençler pek iyiydi :p -, Dam Meydanı'nda Cafe Zwart'ta oturup içkilerimizi yudumladık (TripAdvisor). Ama dediğim gibi hava berbattı. Bunların hepsini ıslanarak, üşüyerek, kendimizden bezerek gerçekleştirdik.
Ertesi gün sabah kahvaltı için bir randevumuz vardı oraya gittik ama ondan sonra tüm gün bavullarımız otelin deposunda beklerken vakit geçirmek ve akşamki Anne Frank Evi'ne girme saatimize kadar sokaklarda dolanmak zorundaydık. Tam bir eziyetti o gün. Hava zaten kötü. Habire bir kafede mekanda da oturamayız yani. Vakit geçirmek için kanal turu yaptık. Ama iyi ki de yapmışız, çok keyifliydi. 13,50 euro kadardı bizim seçtiğimiz. Bu turların tekneleri hemen istasyonun karşısındaki büyük Damrak isimli kanalda duruyor, oradan seçip binebilirsiniz (bizim bindiğimiz https://www.stromma.com/en-nl/amsterdam/).
benim olsun lütfen - 2
Akşam sekiz çeyrek için Anne Frank House'a bilet almıştık. Girme saatinizden bir dakika bile önce içeri sokmuyorlar kesinlikle. Oraya vardığımızda ölmüş, bitmiştik. Tuvalete sıkışmıştım, üstümüzden sular akıyordu yağmur hiç durmuyordu. Yine de tüm diğer insanlarla birlikte sersefil halde bekledik müzenin önünde. Tam sekiz çeyrekte kuyrukla birlikte içeri alındık. Tüm çantaları, şemsiyeleri girişte bırakıyorsunuz. Sonra audioguidelarla birlikte ilerlemeye başlıyorsunuz. Burayı anlatmak da bana çok iyi gelmiyor şu an. Boğazıma yumrular oturuyor, özür dilerim. Çok küçüktüm ben kitabı, daha doğrusu günlüğü okuduğumda. 9-10 yaşlarında ya vardım ya yoktum. Hiçbir şeyin farkında değildim, savaşlardan, dünyanın pisliğinden haberim yoktu. Dayımların denize bakan evinde bir yaz, kuzenimin kitapları arasında bulup okumuştum herkes denize gider etrafta oyun oynar koştururken. Her şey, Anne'in öyküsü kafama dank diye çarptığında tabiki büyümüştüm. Evi görmek ise...Gitmeniz gerek. Tek söyleyebileceğim bu. (Biletler için-->https://www.annefrank.org/en/)
(Bu arada şu sıralar World on Fire diye bir dizi izliyorum. Haftaya ilk sezonun son bölümü yayınlanacak sanırım. Tam da 1939'da başlıyor hikayesini anlatmaya, Polonya'yı, Britanya'yı, Fransa'yı izliyoruz. Tavsiye ediyorum şiddetle. Son bölümü de izleyip öyle yazacağım.)
Bu noktada anlatımımı bitirmek istiyorum çocuklar. Daha fazla bir şeyler hatırlamaya çalışıp, anlatmaya çabaladıkça canım çok acıyor. Sadece birkaç tavsiyeyle bitirmek istiyorum:
Yeni yerler keşfetmeye tek başınıza çıkın.
Her şeyden kısın ama kaldığınız yerlerden kısmayın. En iyi yerlerde kalın. Çünkü iyi bir uyku, iyi bir dinlenme tüm ruh halinizi, tüm yaşamınızı etkiliyor.
Avrupa'nın güneyindeki ülkelerin kentlerinde tüm o turist kalabalığının arasında aslında kocaman bir sefalet yaşanıyor buna şahit olacaksınız. Tüm göçmenler, afrikalı asyalı ortadoğulu, sokaklarda yerlerde sersefil bir halde ekmeğinin peşinde debeleniyor. İnsanın içine oturuyor. Hazırlıklı olun.
Hava durumuna bakın evet ama yine de güvenmeyin. Her ihtimali düşünün. Hazırlıklı gidin. Çok eşya taşımayın ama hazırlıklı olun.
Minimum zamanda maksimum şey görmeye çalışmayın. Bizim gibi 10 günde 3 şehir göreceğim diye açlıkla saldırmayın. İnsan gibi düşünün, 4-5 günlüğüne bir şehre gidin, insan gibi gezin dolaşın.
Ve en önemlisi çocuklar, sakın ama sakın döneceğiniz akşam trende çantanızı unutmayın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...