İstanbul'dan Barselona'ya uçuş 3,5-4 saat sürüyor. El Prat havalimanına iniyoruz. El Prat'tan şehir merkezine mesafe çok değil aslında. Bir de bir dolu ulaşım seçeneği var. Bir dolu otobüs çeşidi var, tren var. Gitmeden önce tabi her şeyi araştırmıştım, resmen şehir haritasını ezbere biliyor hale gelmiştim.
Havalimanından merkeze ulaşım için değişik değişik seçeneklere ben şuralardan baktım:
- https://www.barcelona-tourist-guide.com/en/airport/barcelona-airport-transport.html
- https://www.barcelona-airport.com/eng/transport_eng.php
- https://www.travelwithpedro.com/how-to-get-from-barcelona-airport-to-city-centre/
- https://www.aerobusbcn.com/en/
- https://www.barcelona-tourist-guide.com/en/airport/transport/barcelona-airport-bus-aerobus.html
Barselona'daki ilk gün yemeğimiz, tapas menüsü |
"Plaça" meydan demek. Avrupa'daki her şehirde olduğu gibi burası da meydanlar şehri (yazarken bile sinirlerim bozuluyor, allahım bizimkiler niye meydanların canına okudu, ne istediler bu meydanlardan, yaşadığım şehre bak-Ankara, hey allahım ). Plaça Espana'da indiğimizde şehre dair ilk görüntü etkileyiciydi. Buraya çektiğim şöyle afili bir fotoğrafını koymak isterdim ama ben gezerken fotoğrafı telefonu unuturum genelde, ağzım beş karış açık etraftan gözlerimi ayırmadan hayaller içinde gezerim. Netten de bulduğum bir şeyi koymak istemiyorum. Neyse, meydandan metroya indik hemen. Buradan yeşil hatta--> L3 hattına binip, Drassanes'te inmemiz gerekiyordu. Metro ve otobüslerde geçerli T-10 biletinden aldık metrodaki makinelerden. 14,90 euroya tek bir kart alıp, iki kişi kullanabiliyorsunuz. Toplamda 5 biniş sağladı yani bize. Şehirde böyle bir dolu metro hattı var (metro haritası şöyle: https://www.barcelona-tourist-guide.com/en/maps/barcelona-metro-map.html).
Kolayca ulaşımı sağlayabiliyorsunuz.
Biz inmemiz gereken duraktan bir sonrakinde ancak inebildik. O da tam ünlü cadde La Rambla'nın ortasına çıkan bir durak olduğu için kendimizi daha ilk gün ilk dakikalardan o kalabalığın içinde bulduk. Ama şimdilik kalacağımız yeri bulmak ilk hedefimizdi, hiçbiri dikkatimizi çekemedi. Kaldığımız yer Charming Rooms adında bir evdi aslında. Yani kelimenin tam anlamıyla bir hanımabla, genç kızı ve ergen oğluyla yaşadığı evin diğer iki odasını böyle kiralıyor gibi bir şey. Bulması baya zor oldu, aslında öncesinde abla mail atıp tek tek anlatmıştı, şuraya dönecek buraya gireceksiniz diye. Ama o kadar yorgun ve aç bilaç haldeydik ki dolandık durduk aynı yerde. Odamız kocamandı evet, tertemizdi o da tamam. Eşyalar tam benlikti, antika. Yerden göğe kadar iki kanatlı ahşap pencereler. Her şey görünüşte şahaneydi. Ama...Tam dibimizdeki binada çılgınca bir inşaat-tadilat vardı ve ses dayanılır gibi değildi. Bu yüzden ha bir de ortak banyo-tuvalet sebebiyle Barselona günlerim bir miktar eziyet gibi oldu bana. Ortak banyoyu bilerek ayarladım odayı evet ama bu kadar merkezi ve ucuz olması için katlanabilirim gibi gelmişti 4 gün. Yıllardır yalnız yaşayan bir insan olarak anladım ki katlanamıyormuşum. Ama en en en kötüsü inşaattı. Yorgun argın odaya geliyorsunuz ve iki saniye huzur yok. İnşaat bitiyor, partileyen insanlar çıkıyor sahneye. Balkonun altında, sabaha kadar, bakın abartmıyorum kelimenin tam anlamıyla sabah 8'e kadar partiliyorlar. Ve zaten biz de o saatlerde kalkıp, planlarımıza göre nereye gideceksek oraya gitmek üzere hazırlanmak zorunda kalıyorduk ki tüm bunlar yüzünden bir gram uyku uyumadan yaptık bunu. Haliyle Barselona'da pek plana göre gidemedik. Daha çok salaş bir şekilde dar sokaklarda, meydanlarda yürüdük, etrafa baktık, ilginç gördüğümüz her dükkana, kafeye, pastaneye, bara girip baktık. Öyle yok bu müze yok şu anıt kilise heykel diye hiiiiç düşünmedik. Ondan sebeptir ki Barselona'dan gına bile gelmişti 4 gün sonunda.
Plaça Ramon Berenguer el Gran'da mevzubahis abinin heykeli ve arka planda roma surları |
İlk vardığımız gün öğleden sonra 4'e falan gelmişti saat, odamıza yerleştiğimizde. Üstümüzü falan değiştirip hemen dışarı attık kendimizi. Kafamızda pek bir plan olmadan ara sokaklara daldık. Çok yorgun ve aç olduğumuz için bir şeyler yemekti ilk hedefimiz. Önce kendimizi sahile doğru yürürken bulduk. Passeig de Colom'a indiğimizi fark ettikten sonra biraz o cadde üstünde yürüdükten sonra Via Laietana'ya girdik. O caddenin sonuna doğru işaretlediğim yerler vardı bir şeyler yiyebileceğimiz ama ayaklarımız daha fazla taşımadı. Plaça de Ramon Berenguer el Gran'a kadar yürüyebildik. Orada hemen meydandaki bir restauranta oturuverdik. Restaurante Gloria'nın meydanın kıyısındaki masalarından birine çöküp, iki tane tapas menüsü sipariş ettik (https://www.grupoelreloj.com/en/restaurantes/gloria/ ve Trip Advisor). Tapas dediğimiz şey atıştırmalık bence. Koca bir sürahi sangria eşliğinde akşam atıştırmalığı. Patates, tavuk, değişik omletler, salata, soğuk makarna, domates sürülmüş ekmek dilimleri vb. ufak ufak şeyler var. Hepsi bir araya gelince tabi acayip doyurucu oluyor ama temelde atıştırmalık.Tek menü 17,50 euroydu. Gayet lezzetliydi her biri, sangria da şahaneydi. Orada baya bir oturduk kaldık tabi. Leyla gibi olmuştuk, yemeği de yeyince uyuklamaya başladık. Sonunda kalkıp, yine etrafta saçma sapan bir şekilde yürümeye geri döndük. Oturduğumuz noktada La Muralla Romana denilen roma dönemi duvarı vardı. İmparator Augustus döneminde Barcino kolonisi kurulmuş, 3.yy.da da İmparator Claudius hadi şu duvarları güçlendirelim demiş. 13.yy.a gelindiğindeyse I.James zamanında daha da bir şeyler eklenmiş kent duvarlarına (ya buna duvar denmiyordu sanki başka bir şey deniyordu ama hatırlayamıyorum hay allahım aklım iyice gitti). Karşısında dikilip, kolayca seyre dalabiliyorsunuz şimdi koca koca duvarları. Ardından meydandaki heykel dikkatimizi çekti. Kocaman duvarın önünde gerçek boyutunda bir at üstünde bir heykel. III.Ramon Berenguer'a ait bu heykel 1950'de konulmuş buraya, 1888'de yapılan heykelin bronz bir kopyasıymış. Barselona'yı 1097-1131 arasında yöneten kont kendisi. Aynı zamanda "great" de denmiş, haçlı seferleri yapıp durduğundan mıdır yoksa orayı al burayı fethet onunla evlen bununla ittifak yap derken Katalonya kentlerinin çoğunu ele geçirmesinden midir bilemem ama sonunda gitmiş tapınak şövalyelerine de katılmış (Knights Templar denen hani).
Döne dolaşa sonunda odamıza dönelim dedik. Dönmeden önce de pek sevimli görünen La Cure Gourmande'ye girdik. Burası bir kurabiye, şekerleme dükkanı. Tabi insanın gözü dönüyor, her şeyden yiyesi geliyor. Birkaç bir şey aldık denemek için. F marzipanlı bir şey yedi, ben sevmem almadım. Limonlu marmelat dolgulu kurabiye aldım ben. Koca paket, Paris'te dolaşırken bile yiyordum hala.
Barselona'daki ilk tüm günümüze ise ciddiyetle Sagrada Familia'ya giderek başladık. Daha önce biletlerimizi almıştım netten, saati belli oluyor ona göre girmemiz gerekiyordu. Çeşitli seçenekleri var biletin (şurası resmi sitesi: https://sagradafamilia.org/en/tickets-individuals). Bir çok web sitesi bulabilirsiniz nette bu biletleri almak için ama bence resmi web sitesinden başka bir yere pek dokunmayın. Biz katedralin içini ve Nativity Kulesi'ni audioguide ile gezebileceğimiz biletten almıştık. Kişi başı 32 euro bu bilet.
Sagrada'ya yaklaşırken ilginç görüntüsü insanı bir anda büyülemeye başlıyor. Hakikaten de diyorsunuz tüm o fotoğraflardaki gibiymiş, gerçekten dünya üzerinde böyle bir şey varmış. Karşısına çıktığınızda daha da nutkunuz tutuluyor, çünkü nereye bakacağınızı neye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Ama sonra tüm o turist kalabalığı aklınızı başınıza getiriyor. Sagrada'nın etrafı milyonlarca fotoğrafını çekmeye çalışan insanla dolu. Herkes parkın demirlerinin olduğu kaldırımda, çılgınca fotoğraf çekiyor, çekiliyor. Katedrali ilk gördüğümde bende aman yarabbi diye elime telefonu alıp, basmaya başlamıştım ama sonra baktım ki zaten fotoğraflarını nette de görüyordum, eh ben de onlardan daha iyilerini çekebilecek değildim. Öyleyse neden - belki de - hayatımda bir kere bulanabileceğim bir noktada, bir anda, durup da o görüntüyü yaşamıyordum? Öyle de yaptım. Telefonu cebime koydum, ağzıma bir limonlu kurabiye attım ve izledim.
Sagrada'ya giriş çok kolay oldu bu arada. Acayip sıra var gibi görünüyordu ama hiç beklemedik, hemen ilerledi sıra, herkesin bileti saati belli sonuçta. Audioguideları da kulağımıza dayayıp, ses nereye yönelin diyorsa öyle devam ettik. İçerisi en başta anlaması zor geliyor, geldi yani bana. Çünkü 2016-2017'de İtalya'da ve Avrupa'da bir dolu kiliseye girip çıktığım için hafızamda belli bir görüntü vardı. Burası ise daha önce gördüm hemen her şeyden biraz içeriyor, oradan buradan bir dolu değişik şeyi bir araya getirmiş gibi. En başta bu da ne böyle diye çekinerek yaklaştım, ama sonra büyülenmeye devam ettim.
İki taraftaki kuleden birini tercih ederek bilet alıyorsunuz bu arada, biz o yüzden Nativity tarafındakini almıştık. O kuleye çıktık. Kule çıkışları asansör ile. İnerken döne döne kule içi merdivenlerden iniyorsunuz. Yükseklik korkusu olanlar çıkmasın diyorlar ama bence korkmazsınız. Korkacak kadar çok açıkta kalmıyor insan. Sadece klostrofobi hissedebilirsiniz, merdivenler daracık ve gına gelebiliyor. Kulenin pek bir hikayesi yok aslında, sadece şehre bakabiliyor, şehir manzarasıyla fotoğraf çekinebiliyorsunuz. Biletinizde yazan saate göre katedrale girip, yine saatine göre kuleye çıkıp indikten sonra istediğiniz kadar içeride durabilirsiniz. Biz baya yorulup, bir süre oturduk içeride ilahi sesleriyle.
Euskal Etxea'da tapas |
Sagrada'dan çıkınca da tabi kurt gibi acıktığımız için hemen yemeğe yöneldik. Sabah ufak sandviçle geçiştirmiştik kahvaltıyı. Tabiki yine planlı bir şekilde belirlemedik yemek yerimizi. Ara sokaklara dalmışken Euskal Etxea'ya denk geldik. İsmi görünce aaa ben burayı listeye yazmıştım dedim. O zaman dalalım dedik birlikte :) Bu sefer de tek tek seçmeli tapas olayını denedik. İçerisi hafif loş, bar gibi. Duvarlara dayalı raf gibi masalar var. Ya bunu doğru düzgün anlatamadım ama anlayın işte neyi tarif etmeye çalıştığımı. Ortada masa yok da duvarlara doğru oturuyorsunuz. Açıkçası ortam çok hoşuma gitti (çalışan pek sevimli arkadaştan ötürü de kanım ısınmış olabilir). Bardaki ekmek üstü şeklinde tapas seçkisinden istediğiniz kadar alıp, tabağınıza oturuyorsunuz. Bunlar soğuklar. Arada mutfaktan sıcaklar çıkıyor taze taze, dolaştırıyorlar. Her ekmeğe kürdan batırılmış, sonunda da o kürdan sayısına göre fiyat hesaplanıyor. Burada tanesi 2,10 euroydu, 5 tane yedim. Tabiki daha fazla yiyebilirdim ama başka yerleri ve yemekleri de denemek istiyordum. Yanına da bir portakal suyu aldım, o da 2,80 euro. Tek başıma 13,30 euro ödemiş oldum. Bu ekmekli tapas konsepti sevimli olsa da ben diğer çeşidini tercih ediyorum sanırım çünkü devamlı ekmek yemek istemiyorum. (http://gruposagardi.com/en/restaurant/euskal-etxea-taberna/ ve Trip Advisor)
Zenzoo'dan aldığımız bubble tea denen şeyler |
Zenzoo'nun içi |
Passeig de Gracia'daki bahsettiğim binalar vol.1 |
Günün geri kalanını da Antoni Gaudi'nin eserlerine bakarak geçirelim dedik (gitmeden önce yaptığım planda o gün Gaudi günüydü). Tabi biz bu işi gayet tembelce ve sallana sallana yaptığımız için yine daha çok sokaklarda yürüme olayına dönüştü gezimiz. Önce Palau Güell'e gittik. İçine girmedik, yolun karşısında durup, uzun uzun seyrettik (şuradan inceleyebilir ve şuradan da bilet falan bakabilirsiniz). Ardından görüp vurulduğumuz bir dükkana girdik: Zenzoo. Bubble tea dükkanıymış. Valla ben ilk defa böyle bir şey görüyorum ama sanırım uzakdoğuda meşhur bir şey. İçerisi de uzakdoğulu doluydu zaten. Böyle manyak sevimli bir dükkan, rengarenk. Bubble tea dedikleri de şey, aromalı minik topçuklar var, onları yine aromalı bir çayımsı sıvıya dolduruyorlar. Pipetle içiyor, ağzınıza gelen topçukları da patlatıp içiyor-yiyorsunuz. Öyle garip bir şey işte. Çok güzel tadı ama bir yerden sonra yoruyor topçuk kovalamak. Ben mavili bir tanesini seçtim, blueberryli tabiki :) 4,5 euro ödedim.
Sonra Gaudi turumuza devam etmek üzere Rambla'nın en tepesine Plaça Catalunya'ya oradan da Passeig de Gracia'ya girdik. Gracia benim sevdiğim gibi bir kısmı şehrin. Şimdi bakın Avrupa'daki şehirler Orta Çağ'dan beri aynı durumdalar ya hani, eski kent kısımları. Böyle daracık sokaklar, taş döşeli pasajlar. Tarihi film setindeymiş gibi hissettiren binalar, heykeller...Hah işte bu dar sokaklar olayı beni boğuyor. Otobüste uçakta bile koridor tarafına oturuyorum ben boğulmamak için. Tamam ilk birkaç saat güzel geliyor o sokaklar, o taşlar. Sevimli oluyor. Zevk alıyorum. Ama sonra duramıyorum, gökyüzünü görmem lazım, etrafıma baktığımda açıklık olması lazım. O yüzden mesela Milano'yu Viyana'yı severim ben. Yine tarihi binalar, yapılar var evet ama geniş caddelerde. Ferah ferah. Küçük şehir sevmiyorum, büyük şehir metropol seviyorum. O yüzden de Passeig de Gracia geniş ve düzgün haliyle bana nefes aldırdı. Passeig Katalanca yol, geçit demek (passage işte yahu). Çook eskiden duvarlarla çevrili Barselona kentinden Gracia kasabasına giden yolmuş burası. Şimdilerde ise şehrin en lüks mağazaları ve iş merkezleri ile mimari harikalarının olduğu bir yol.
Passeig de Gracia'daki bahsettiğim binalar vol.2 |
Bizim buradaki hedefimiz Gaudi'nin ve bazı başka mimarların eserleriydi. Yol üstünde önce Casa Lleo Morera (bu Montaner diye bir insanın eseri bina), Casa Amatller ve Casa Battlo'yu görme şansımız oldu. Son ikisi Gaudi'nin. Daha da ilerleyince Casa Mila'ya ulaştık (evet bu da Gaudi). Bu arada Plaça Catalunya'dan beri gördüğümüz ünlü markaların mağazalarına dalıp, çıkmayı da ihmal etmedik. Fiyat araştırmamın sonuçlarına göre diyebilirim ki fiyatlar pek fakir ülkemiz ile aynı. Yani bu demek oluyor ki ülkemizde de her şeyi euro-dolara göre satıyorlar, orada 20 euro ise bir giysi burada 120 lira. Haa ama orada bir insan 2000 euro maaş alıyorken biz 2000 lira alıyor oluyoruz. Bu da ayrıca çok enfes. Her neyse yine kendi kendime köpüyorum, durayım.
Bu saydığım binalar hakikaten şahane görünümlere sahipler. Daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyorlardı. Genel anlamda tarzlarını sevmesem de etkilendim (ben daha klasik, daha antikçiyim ya çocuklar). Günün sonunda en merak ettiğim kısma gelmiştik, Gracia'nın ara-yan sokağındaki Burne'ye. Burası daha ilk planları yaparken bile işaretlediğim bir Kore restaurantıydı. Görüntüleri acayip sevimliydi mekan olarak, eh bir de zaten son birkaç yıldır çok meraktaydım kore mutfağı konusunda. Çok mutlu oldum gidince. İçerisi minicik. İki tane iki kişilik masa var, bir de duvarlarda 2-3 kişinin daha oturabileceği kadar yer. Hah tabi bir de üst katı var ama ben oraya çıkmadım, orada da yerler var. Gördüğüm kadarıyla mutfakta bir abla var, bir de yemekleri servis eden genç kızımız. Allahım çok sevdim ben orayı ya. Valla o gazla bir dolu yemek söyledim, onu da yiyelim bunu da deneyelim diye ama unutmuşum Korelilerin porsiyonları devasa oluyor (e be akıllı o kadar dizi izledin 3 yıldır ekrana yapışmış halde hiç mi kafan basmadı). Neler söyledik? Tteokbokki, japchae ve bir de haemul jeon. İlk yazdığım yemek en merak ettiğimdi, tadı güzeldi ama balık kekleri pek benlik değil. İkinci yazdığım etli noodle aslında. Sanırım herkes için en yenebilir olan o. Üçüncü yazdığım ise deniz ürünlerinden mücver gibi bir şey. Onu da çok merak ediyordum, aslında böyle kaynar kaynar tavadan yeni alınmış halinde tadı da güzeldi ama tüm söylediğimiz şeyler çok fazla geldiği için o an o kadarda hoşuma gitmiş gibi olamadı. Ha bir de bu haemul jeon'u birazcık dağıldı tavadan alırken diye bize karşı mahçup hissedip parasını almadılar mesela. Oysa bizim için hiç bir sakıncası yoktu, dağılmış gibi bile durmuyordu. Dedim ya burası çok aşırı sevimli bir yer diye. Yani toplamda bir tabak tteokbokki, bir tabak japchae ve iki suya 19,40 euro ödedik. (Trip Advisor'da Burne)
tteokbokki |
Haemul Jeon |
Japchae |
ve Burne! |
Ertesi gün - Barselona'daki 3.günümüzde - şöyle adamakıllı bir kahvaltı yapalım diyerek güne başladık. Odada zaten uyuyamıyoruz geceler olmuş haram. O yüzden soluğu Federal kafede aldık. Birkaç yerde var, biz Passatge de la Pau'dakine oturduk. Güzel, hoş bir mekan. Ve aşırı lezzetli, hala rüyalarıma giren bir kahvaltı yaptım burada. Altı üstü ekmek-yumurta-avokado-roka falan yedim aslında ama bunların bir araya getirilmiş hali muhteşemdi. Yanında americanomu içtim. F de şakşuka diye geçen bir şey istedi, yanına da karışık meyve-sebzelerden bir içecek - sanırım ismi batido verde idi. Yediği şey tavada aşırı tuzlu domates püresi üstünde sahanda yumurtaydı açıkçası ve pek yenebilecek gibi değildi. İçeceği efsaneydi ama. Tüm bunlara toplamda 24,70 euro verdik. Benim tek başıma yediğim gibi yerseniz 10,30 euro. (Trip Advisor'da Federal)
Kahvaltıdan sonra yine sallana sallana dolaşmamıza geri döndük. Gördüğümüz her şeyi yiyesimiz içesimiz geliyordu. Teresa's diye bir yerde hani şu yoğurt-meyve-fındık fıstık gevrek gibi şeyler oluyor ya ondan gördük, olley diye saldırdık. Tanesi 5,95 olan bu şey yoğurt değil çocuklar. Tatsız süt kreması gibi bir şey. İçine sıfır şekere sahip meyvelerden atıyorsunuz. Yine tat yok. Bir tek fındık fıstık gibi olan kısmında şeker vardı, onun yardımıyla yutmaya çalıştık. Aldığımıza bin pişman, dolaşmaya devam ettik.
Rambla'nın sonuna inip, Mirador de Colom'a baktık biraz. Bizim Kolomb'un anıtı bu. Tam caddenin bitip gemilerin başladığı yere dikmişler, göğü deliyor. Günün geri kalanını ise sahile gitmekle geçirdik. Gerçek anlamda sahile ulaşmaya çalıştık yürüyerek. Google kısaymış gibi gösteriyor ama yürü yürü denize kuma ulaşamıyorsunuz. Kumsal ilginç. Yani bakın Türkiye'de nasıl bir hayat yaşıyorsunuz, ortamınız ne bilmiyorum ama ben kendimi hakikaten uzaylı gibi hissettim orada. Kumlara uzanmış, oturmuş bir dolu genç insan. Birbirini ilk defa gören insanlar hemen tanışıp, muhabbet ediyor. Kumsalda iyi vakit geçiriyor ve sonra herkes kendi yoluna geri dönüyor. İnsanlar rahat, huzurlu. Kimse kimseye bizim gibi bakmıyor, buradaki gibi bakmıyor. Bilmiyorum ya, insanı kendi ülkesinden daha ne kadar nefret ettirebilirler, bilmiyorum. Sahilden dönmek için bu bisikletli araçlara bindik. Çok eğlenceliydi. Önde sürücü bisiklet sürüyor hani, siz de arkada oturuyorsunuz püfür püfür. Bu yolculuk bizim için sahilden otele 15 euro mu ne tuttu.
Denizde geçirdiğimiz günün akşamı bu defa yemek için bir Japon restaurantına gittik. İsmi Sushi Ya. Burası da minicik ama Burne gibi sevimli gelmiyor, dar geliyor. Günün menüsünden söyledik iki tane, içeriği çoktan seçmeli. İki de içecek. Menünün tanesi 9,80 euro. Toplamda 27,10 euro ödedik. Ama burada yediklerimi pek beğenmedim. Yosun çorbası içtim ilk defa, değişikti. Sushi tabağı iyiydi. Kızarmış sebzeler hiç hoş değildi. Körili tavuk da sırf köriydi. Ama en fecisi tatlılardı. Özellikle tatlıları denemek istemiştim bir hevesle. Yeşil çaylı kek ve yine yeşil çaylı puding. Allahım böyle felaket bir tat yok. Yeşil çay bile içemeyeceğim herhalde demiştim bir daha ama neyse ki içebildim geçen gün. O kadar midemi kaldırmıştı çünkü o tatlılar.
Barselona'daki dördüncü günümüze Black Remedy'de kahvaltı ile başladık. O sabah da klasik bir avrupa kenti kahvaltısı yapayım, Roma'daki günlerimi anayım diye bir kahve bir cornette (kruvasan işte) aldım. İkisi 6 euro tuttu. Tabi bu şekilde on dakika sonra acıktığımı unutmuşum. Mekandan çıkmadan başka nerede ne yiyeceğim diye düşünüyordum. Neyse, burası pek güzel bir kahveci. Arkadaşım F benim önceki günkü kahvaltı benzeri tost üstüne yumurtalı bir şeyler aldı, burada böyle seçenekler de var. Kahvaltıdan sonra bugünü müzelere ayıralım dedik. Picasso Müzesi ve Çikolata Müzesi'ne gittik.
Picasso Müzesi'nin (http://www.museupicasso.bcn.cat/en/) perşembeleri akşam 6-9:30 arası bedava giriş özelliği var. Ama bunun için de bilet almanız gerekiyor internetten. Ben bedava olduğunu not etmiştim, önceki akşam sallana sallana gittik bir baktık bilet yok diyorlar. Tamam mı unutmayın, önceden netten bilet alacaksınız bedava olarak. Para ödemiyorsunuz ama almış oluyorsunuz. O yüzden cuma sabahı gidip, bilet alıp girdik biz. 12 euro normal koleksiyonu gezmek için. Normalde Picasso pek benlik değildir. Yani şimdiye kadar gördüğüm haliyle değildi. Oysa bu müzede fark ettim ki gördüklerimden fazlasıymış Picasso. Hep gördüğümüz eserlerini bir yaştan sonra yapmaya başlamış (ki görmeye bile dayanamıyorum ben onları düzgün olmayan şeyler sinirimi bozuyor). İlk çizmeye, resim yapmaya başladığında yaptıkları muhteşemdi. Bu müzeye iyi ki gitmişim dedim.
Oradan çıkıp, hızımızı alamayıp kendimizi Çikolata Müzesi'ne attık. Yani Museu de la Xocolata. En merak ederek, hevesle gittiğim yerdi herhalde burası Barselona'da (tamam Sagrada'yı daha fazla merak ediyordum abartmayayım). Ama beklentilerimin çok altında kaldı. Pek bir şey bulamadım içeride. Yani bir azimle başlamışlar, çikolatanın kökeninden, şimdiye yolculuğuna doğru anlatmaya çalışmışlar ama elde öyle çok da malzeme olmayınca pek olmamış. Sevimli bir girişim diyelim biz bu müzeye. Giriş için bilet yerine çikolata alıyorsunuz mesela. Çıkışta kafesinde sıcak çikolata içebiliyor, çeşitli hediyelik çikolatalardan alabiliyorsunuz. Bu çikolata bilet 6 euro. Kafedeki hediyelik çikolatalar ise görünüş olarak süper, lezzet olarak sıfır. (http://www.museuxocolata.cat/museu.php)
Oradan çıkıp, yakındaki bir meydanda oturup bir şeyler atıştırdık önce. O yorgunluktan ismine falan hiç dikkat etmemişim ama yediklerimizi çektiğim için biliyorum. Birer bardak bir şeyler içip, bu üzerine sos dökülmüş patateslerden bir de tavuk kroket gibi bir şeyden atıştırdık. Kroketler lezzetliydi ama patatesin üstündeki sosta bir baharat var, o biraz fazlaydı. Oradan kalkıp, hemen yakındaki Parc de la Ciutadella'ya girdik. Burası şehrin parkı işte. Çok gezemedik, hemen bir kıyısından girip, ağaç altına, çimenlere attık kendimizi. Bir süre uyukladık, kurabiye yedik (kurabiye canavarı gibi çantamda her yere kurabiye taşımışım). Aslında bu parkı dolu dolu gezmek planlarım içindeydi ama daha en başından dedim ya, planlara hiçbir türlü uyamadık.
Barselona'daki bu son günümüzün akşamında La Merce festivaline denk geldik. Yani festivalin başlangıç akşamıydı, ucundan köşesinden görmüş olduk. Festival Barselona'nın şehir azizi-koruyucu azizi gibi bir şey olan Mare de Deu de la Mercè onuruna düzenleniyor. "Mare" Katalanca anne demek, "deu" ilahi-kutsal gibi bir şey. Resmi olarak 1902'den beri kutlanan festivalin aslında - bence - çıkış noktası yine çiftçilikten çıkan pagan geleneklere dayanıyor. Yazın sıcak günlerinin bitip, serin sonbaharın gelişini kutlamak aslında çünkü. Gündüzden sokaklarda, kentin çeşitli noktalarında sahneler kurulmaya başlanmıştı o gün. Akşamüstü müzik sesleri gelmeye başladı o sahnelerden. Ama o gün hava kapamaya, yağmur atıştırmaya ve rüzgar dondurmaya başlamıştı bir yandan da. Biz yorgunluktan odamıza dönmeden önce belediye binasının olduğu meydan Sant Jaume'deki sahnedeki gösterileri biraz izledik. Hiçbir şey anlamadığım İspanyolca/Katalanca'ya rağmen sanıyorum ki şehrin tarihiyle ilgili bir şeyler anlattılar, o sırada anlatılanlara uygun canlandırmalar oldu (İspanyolca'daki pek çok kelimeyi anlayabiliyorum İtalyanca'ya benzerliğinden dolayı ama cümle halinde hiçbir şey anlamıyorum haliyle).
Barselona yazımı bitirirken söylemeliyim ki bu şehir hiç ama hiç beklediğim gibi değildi. Gidene kadar aklımda oluşan Barselona imajı ile şehir çok farklıydı. Yani Roma'da tanıştığım, muhabbet ettiğim İspanyol'lardan dolayı ben çok daha eğlenceli, keyifli bir şehir bekliyordum, öyle insanlar bekliyordum. Tüm gezimizi planlarken herhalde önce Barselona'da çok eğlenir, denize falan girer, mutlu oluruz, sonra diğer şehirlerde de müzedir kültürdür doyarız diyordum. Oysa Barselona'da geçirdiğim günlerden hiç keyif almadım. Doğru düzgün bunu becerememiş olabilirim, yani kabahat bende de olabilir de. Ama şimdiye kadar gezdiğim hiçbir şehirde bu kadar insanlarla iletişim kurmadan-kuramadan günler geçirmemiştim. Yani şöyle anlatayım, şehrin tam turistik merkezinde kaldık, o 4 gün boyunca pek dışına da çıkmadık. Her yer bir dolu turist. Yerli insan çok yok. Bir çok yeri göçmenler işletiyor, asya ve afrikadan göçmenler. Varsa ispanyol etrafta, onlar da işte yine hizmet sektöründekiler, polisler, belediye işçileri. Kimse de insanla konuşmuyor doğru düzgün, yani herkeste bir bıkkınlık, bir turiste doymuşluk. Tamam çok girişken, sosyal bir insan değilim ama gezerken daha önce hiç bu kadar soyutlanmış hissetmemiştim. Bir sürü sokağını yürüdüm, ufacık bir çember içinde gezinip durdum gerçi. Adam akıllı bir gezi olmadı bu belki. Gene de sevmedim ben Barselona'yı. Sanırım hala güneyi, Granada'yı daha çok merak ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder