9 Nisan 2019 Salı

Goldwin Smith'ten "Jane Austen'ın Hayatı"

Jane ile aramdaki münasebeti, Jane'in ve yazdıklarının benim için ne ifade ettiğini anlatmayacağım şimdi bu yazıda. Çünkü sanırım, yok eminim, daha önce çeşitli yazılarda bin kere yaptım bunu. Dahası yukarıda kocaman bir başlık var: Hocamız Jane Austen. Orada Jane ile ilgili yazdığım her şey var. Oturup, uzun uzun 6 kitabın çeşitli uyarlamalarını incelediğim bir seri bile yapmıştım. O yüzden bugün şimdi direkt konuya gireceğim.
Goldwin Smith,
adeta zaman yolculuğuna düşmüşüz gibi
Konumuz Jane'in biyografisi (Goodreads'te kitap-->şuradan). Biyografisini yazma girişimine soyunmuş bir kitap. 1887 gibi bir tarihte yazılmış hem de. Goldwin Smith amcamız o zamanlar gayet saygın bir Britanyalı tarihçi/gazeteciymiş. Üniversitelerde dersler falan veriyormuş. Adamın adını taşıyan derslik var ya Cornell'de! (Goldwin Smith kimdir-->burada) Ama Jane'e de eserlerine de belli bir ilgi duyduğunu düşünemedim ben okurken yazdığı biyografiyi. Daha çok, bu eline verilmiş bir görevmiş gibi yapmış. Zaten kitap da bir ilginç olmuş bu yüzden. Önce ilk bölümde bir doğdu etti, kardeşleri anası babası diye anlatmaya çalışmış. Ama belki bundan 200 yıl önce bizim şimdi bildiklerimizi bile bilemiyor olabildiklerinden midir nedir, ne öyle detaylı ne de pek bir şey vaadediyor bu ilk bölüm. Aslında biyografinin özünü oluşturması gereken bu bölümden hiçbir şey elde edemiyoruz. Sonrasında başlıyor bölüm bölüm Jane'in kitaplarını anlatmaya. Bakın buradaki "anlatmaya" kelimesini tamamen gerçek anlamında kullandım dikkatinizi çekerim. Çünkü hakikaten de anlatıyor. Satır satır kitapta ne olmuş yazıyor. Hatta yetinmiyor, kitaplardan sayfalarca metni olduğu gibi biyografi olması gereken bu kitaba koyuyor. Koymuş yani vakt-i zamanında. Başlamış mesela Emma'yı anlatacak ya tek tek Miss Taylor buraya gitti, Miss Bates şunu dedi diye yazıyor. Yani Jane'in kitaplarını hiç okumamış, hiç haberi olmayan bir tembel ilkokul öğrencisi için özet çıkarır gibi yazmış. Böyle olan ilk bölümün sonlarına doğru ben hala umutluydum, okuyorum bir yandan ama bir yandan da diyorum ki içimden herhalde böyle kitapta olanları yazdıktan sonra en sonda kitapla ilgili yorumlar yapacak, Jane'in yazımıyla ilgili bir şeyler söyleyecek, bu kitabın Jane'in hayatıyla ilgisini bağlantısını kuracak falan. Ah ne kadar da iyimserim. Yoktu. Kitapları böyle satır satır yazdığı sayfaların sonunda hiçbir yorum yoktu. Ek bir bilgi yoktu. Hiçbir şey. Darcy bunu dedi, Wenthworth şöyle yaptı. Bitti. Biyografi anlayışları 19.yy.da aşırı derecede farklı olsa gerek.
Bir de aralara bol bol o zamanın bilindik edebiyatçılarını sıkıştırmış. Bir dolu bilmediğimiz isim, duymadığımız eserleri ve Jane'in yazdıklarıyla hayatıyla şimdi bunun ne alakası var da bu amca lafın burasında bundan bahsetmiş dediğimiz bir dolu alıntısı var. 
Sonuç olarak tamamen para ve vakit kaybı bu kitap. Biyografi desem değil, kitapları anlatan bir derleme desem, yorumlamıyor ki kitapları aynen yazıyor. O da değil. Hayır anlamıyorum son dönemde, 21.yy.da falan yazılmış bir biyografisi yok mudur Jane'in şöyle adamakıllı? Neden gidip böyle bir şeyi çevirmeyi uygun gördünüz? Bizi böyle önce sevinçle ve umutla havalara uçurmaya, ardından da büyük düş kırıklığıyla yere çakmaya ne hakkınız var? (Sinirli okumuyoruz bu cümleyi, böyle ince hıçkırıklarla, kafamız yana eğik, "i am half agony, half hope" der gibi okuyoruz.)


Ben kitapla Remzi Kitabevi'nde karşılaştım. Maya Yayınları'nın Cansel Yavuzoğlu çevirisiyle şubat 2019 tarihli ilk baskısı. 183 sayfa, arka kapağında yayıncısından basılı fiyatı 24 tl görünüyor ama üstüne bir daha etiket yapıştırılmıştı 22,22 tl diye.


  • Haa bir de ne diyeceğim, kitapta şöyle bir kısım var: "Diğer ağabeyi ile erkek kardeşi denizciydi, I.Dünya Savaşı'nda ülkelerine hizmet etmişlerdi." Bu cümleyi okudum. Sonra kafamı kaldırıp, etrafıma bakındım. Sonra kitabı önüne arkasına baktım. Kafamı salladım, hala yerinde mi diye. Fibonacci dizisini saymaya çalıştım içimden. Ama işin içinden çıkamadım. Katil pek saygıdeğer Goldwin Smith amca mıydı, günahını almak istemediğim çevirmen miydi, yoksa baskıda pek hınzır biri şaka mı yapmak istemişti?

4 Nisan 2019 Perşembe

16 bölümlük "Touch Your Heart"

Hani bir dizi izlersiniz de orada bir çift olur, birkaç çift olur çoğu zaman da işte bunların arasında bir tanesi özellikle, kaderin işi ya müthiş bir kimya yakalar. Böyle herşey daha bir gerçek gelir izlerken, daha bir hissedersiniz, böyle taa içinizde. Ama senarist yapacağını yapar, dizi biter, onların hikayesi bitebilemez.
İşte böyle çiftlerden biri, Goblin dizisinin Sunny'si ile Grim Reaper'i idi (Yani kadın oyuncumuz Yoo In Na ile erkek oyuncumuz Lee Dong Wook oluyor kendileri). İzleyen herkesin, istisnasız herkesin bayıldığı ve dahası hikayelerinin bitmediğini düşündüğü bir çiftti onlar. Hakikaten öyleydi. Ayrı ayrı iki karaktere de yazılan replikler, her bir oyuncunun tek başına ve karşılıklı döktürmesine sebep olmuştu. Çok ama çok iyi yazılmış ve oynanmış karakterlerdi onlar. Üstüne bir de oynayan oyuncular bu karakterlere çok iyi oturunca ve kimyaları tutunca müthiş bir şey ortaya çıkmıştı.
Ama gelin görün ki o kimya büyük oranda karakterlerin kimyasıymış. İki oyuncunun yeni bir romantik komedide nihayet kavuşan bir çifti canlandıracak olması şahane haberdi ancak izleyip, bitirdikten sonra aynen böyle düşündüm. Bu dizideki karakterleri de iyiydi evet, çifti de izlemesi keyifliydi. Ama Goblin'de hissettirdikleri hiçbir şey yok ortada. Sanki ikisi de o kadar eğlencesine, o kadar sevimliliğine orada olduklarını düşünüyorlardı ki yana yakıla aradığımız, hikayelerini güzel bir nihayete erdirmek için tutuştuğumuz çiftten eser yoktu ortada.
Ama dizi aşırı sevimliydi ona diyecek laf yok. Bir zengin aile-şirket veliahtı adamla yaşadığı bir skandaldan sonra kariyeri sona erme seviyesine gelen oyuncu Oh Yoon Seo (yani bizim Yoo In Na'mız), ekranlara dönebilmek için uğraşmakta. Bu sırada bir senaryo görüyor ve bitiyor, ben bunun başrolünde olmalıyım diye senaristine yalvarıyor. Senarist de diyor ki senin oyunculuğun zaten felaket, o yüzden eğer bu rolü istiyorsan 3 ay bir avukatlık bürosunda çalışacak, azıcık tüyo kapacaksın. Böylece Always avukatlık bürosunda işe başlıyor Oh Yoon Seo ve biz de müthiş keyifli, sevimli bir ekibi izlemeye başlıyoruz. Güney Kore'nin tvN kanalında 6 şubattan 28 marta kadar 16 bölüm olarak yayınlandı dizi (Her bölüm 1'er saat.). Ben de haftalık olarak, yayınlandığı sürede izledim.
Avukatlık bürosundaki karakterler izlemesi en mutluluk verici tarafıydı dizinin bence. Keşke çok daha uzun süre çalışsaydı orada ya da hikaye daha farklı gelişseydi ve sırf orayı, onları izleseydik dedim. Adliyedeki savcılar falan izlemek en başta pek sıkıcıydı, özellikle erkek başrolümüz Kwon Jun Rok karakterinin arkadaşı olan erkek ve kadın savcıyı izlerken sinirim bozuluyordu. Ama onlar bile dizi ilerledikçe sevimlileşti, alıştım, gülmeye bile başladım.
Başroldeki çiftimiz oyuncu ile avukat ise en başta çok eğlenceli başladılar. Özellikle Yoo In Na, şahaneydi karakteri oynarken. Senaristin de büyük payı var bence, dengeyi süper tutturmuştu karakterin özellikleri için. Ama avukat rolünde Kwon Jung Rok hemen hemen hiçbir şey yapmadı dizi boyunca. Herhalde en az yorulacak oynadığı karakterdir.
Haa bir de avukatlık bürosunun başkanı ile oyunculuk ajansının sahibi adam arasındaki sahneler özellikle mutluluk sebebiydi. Büro başkanı tek başına bile ortalığı yıkıp geçiriyordu gerçi.
Sonuçta büyük bir umutla başlayıp, en başta ama bu çok sıkıcı gibi görünüyor dediğim, ardından beklemediğim şekilde kahkahalar attığım eğlendiğim, sonunda ise beklediğim şeylerin hiçbirisi olarak çıkmayan, hafif mi hafif, sevimli mi sevimli bir dizi oldu Touch Your Heart. Always avukatlık bürosunu ve ekibini alıp, başka bir dizi yapın lütfen, olur mu?

31 Mart 2019 Pazar

Yuval Noah Harari'den "Sapiens"

Bu kitabı okumayan bir ben kalmış olabilirdim elime aldığımda bu senenin başında. 2012'de yurtdışında, 2015'te de burada yayınlanan kitabı instagramına koymayan kalmamış gibime geliyor. Ben de aşırı merak etmiştim tabi, zaten direkt bana hitap ediyordu ("Sapiens", "insan türünün kısa bir tarihi", TARİH). Ama tam da ilk işimden istifa ettiğim yıl çevrilmişti Türkçe'ye, nette pdflerini buldum tabi ama inat ettim, yeniden param olacaktı ve bu kitabı satın alarak, elimde tutarak, üzerine notlar alarak satırlarını çizerek okuyacaktım. Çünkü emindim, öyle bir kitaptı bu. (Goodreads'te Sapiens-->şurada)
Bir yandan çok doğru tahmin etmiştim, bol bol çiziktirecek yerleri vardı kitabın ama öte yandan aşırı derecede başka bir şey çıktı bu kitap. Bir tarih kitabı değil bence. Yani direkt hedefi o değil. Harari'nin amacı insan ne, psikoloji ne, sosyoloji ne, ekonomi ne, geleceğimizle ilgili ne yapabiliriz, şu an ne haldeyiz, vay arkadaş halimiz nice olacak gibi sorulara cevap vermekmiş bence. Cevap vermek de değil, bunlar hakkında konuşmak istemiş, içinde çok birikmiş, o da valla ben tarih eğitimi aldım, tarihin içinde cebelleştim durdum ama aslında böyle salon salon gezip insanlara ne olacak bu ekonominin hali, aç mı kalacağız diye konuşmak istiyorum demiş. Bu sebepten de önce oturmuş, bir kitap yazayım da hiç değilse lafı oradan açarım hem insanlar da beni tanır diye düşünmüş. (Yuval Noah Harari'nin web sitesi-->burada)
uyuz şey
İlk başlarda hakikaten insanın tarihinden giriyor olaya. Hani yeryüzünde ne vakit canlılar gözlerini açmaya başladı, sonunda bu halimize evrilecek olan canlılar nasıl ortaya çıktı falan oradan başlıyor lafa ama daha ilk sayfalarda Harari'nin nasıl bir tarza sahip olduğunu anlıyorsunuz. Ayrıca aslında bahsetmek istediği şeylerin başka olduğunu da anlıyorsunuz. Hele bu kadar çok insanın bu kitaptan bu kadar fazla şey paylaşmış olmasının nedenini daha iyi anlıyorsunuz. Hepimizin bir şekilde düşündüğü, aklımıza gelen bir çok şeyi bu konsept içinde rahatlıkla sunuyor. Sunabiliyor çünkü sonuçta o ciddiye alınan biri ve "akademik" ya, kimse dalga geçemez. Oysa diyor ki basitçe, dedikodu yapabildiğimiz için "insan" olduk. Hikayeler uydurup, birbirimize anlatabildiğimiz için tüm doğayı, tüm canlıları ele geçiren biz olduk.
Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens hiç görmediği, dokunmadığı veya koklamadığı varlıklar hakkında konuşabiliyor.

Kurgular hakkında konuşabilme becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır.

Tarım devrimini veya tarih kitaplarında bazen yazdığı haliyle Neolitik devrimi ilk öğrendiğimizde aklımıza geliveren sorulara dair de mantıklı açıklamalar getiriyor mesela. Ulan hastalıklar, salgınlar, savaşlar, her türlü kölelik bu toprağı ekip biçmeye, sabit bir yerlere yerleşmeye başlamamızdan sonra ortaya çıktıysa ne demeye zahmet edip de taşlarla sopalarla hayvanları avlamaktan vazgeçtik? diye sorduğumuz noktada Harari diyor ki;
İnsanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? Tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. İnsanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. Ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse - örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi - insanlar, "Evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! Verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. Çocuklarımız aç yatmayacak," diye düşünüyorlardı. Aslında mantıklıydı. Daha çok çalışırsanız daha iyi bir yaşamınız olur. Onların planı da buydu.
Ama tüm bu doğru gibi görünen yanlış kararlarımızda hep ısrar ediyor oluşumuza da sonra bir açıklama getiriyor. Getirdiği açıklamayı biz de biliyoruz, farkındayız ama farkında oluşumuz kendimize engel olabilmemizi sağlamıyor. Dahası bunun onbinlerce yıldır aynı olduğunu vuruyor yüzümüze Harari;
Daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. Bugün aynı durum bizim için de geçerli.Kim bilir ka üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? Öte yandan, bu yaşa gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşına gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurtdışında tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor. Ne yapabilirler? Geri dönüp kök bitkilerini mi eşelesinler? Elbette öyle yapmayıp daha da büyük bir çabayla köle gibi çalışıyorlar.
Tamam böyle böyle satırlarla kitap kendini büyük bir hızla okuttu ilk başta. Vaay, evet doğru, işte ben de tam bunu diyordum vay arkadaş! diyerek son hızla ilerledim kitabın içinde. Ama bir noktada baymaya başladı yazdıkları. Lafı kendi istediği gibi dolandırıp duruyordu, sadece kendi istediklerinden bahsediyordu. İyiydi hoştu bilmediğim - ekonomik gibi - konularda bir şeyler söylemesi ve bunlar hakkında fikirler edinmem ama ben bir tarih kitabı okumak istiyordum, ne olmuş onu öğrenmek istiyordum ki olanlara göre kendi fikirlerimi oluşturayım, üstüne düşüneyim. Bu yüzden ortalardan sonra sıkıldım, kendimi devam etmek için zorladım. Kitap eziyete dönüştü. Dahası Harari'ye de yavaştan kıskançlıktan ötürü uyuz olmaya başlamıştım. Sırf gerekli imkanlara sahip olduğu için o bu kitabı yazabilmişti, tüm gün böyle konular hakkında kafa yorabilecek lükse sahipti. Tüm gün oturup, bunları düşünebilecek lüksü vardı. Gençliğinin o en güzel yıllarında Oxford gibi yerde tarih doktorası yapabilecek imkanı olmuştu. Oysa yazdıklarının hepsini düşünebiliyordum, yazmadıklarını da öğrenmek için can atıyordum, resmen kırıntılardan bilgi toplamaya çalışıyordum açlıkla ama ben yine de bu kitabı alabilmek için tamamen alakasız bir şekilde tüm günümü switchlere konfigürasyon girmekle, güvenlik duvarına kural yazmakla geçirmek zorunda kalıyordum. Bu ülkede değil de başka bir ülkede doğmuş olsam bu kitabı yazan kişi olabilecekken, şimdi bu kitabı okuyabilmek için sabahın köründe bindiğim serviste geçirdiğim yarım saate (bir de akşam dönüşteki yarım saate) sahiptim. Yani dalga geçiyor gibiydi Harari benimle. Hem salakça bir şekilde köle oluyor insan diyordu, hem de kendisi bu köleliğin dışında zevkini sürüyordu. Kitabı bitirdim evet, ama o an karşımda olsa adamın o incecik boynunu koparıverecektim. Kıskançlık böyle bir şey çocuklar. Çok kuvvetli bir duygu.
Daha mutlu muyuz peki? İnsanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? Tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi?(...) Ayak izi rüzgarın olmadığı ayda bozulmamış halde duran Neil Armstrong, 30 bin yıl önce Chauvet Mağarası'nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? Eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi?

Not gibi olsun (yazının içine yerleştiremedim çemkirirken konu bütünlüğüne girmedi:p) : Kitabın orijinal ismi "Sapiens: A Brief History of Humankind". Türkçe çevirinin kapağında insan türünün kısa bir tarihi diye de yazıyor evet ama bizimkiler bir de "Hayvanlardan Tanrılara" diye bir başlık eklemişler. Belki tüm kitabı okuyup çıkarılabilecek mecazi sonuç bu olabilir ama illa ki Sweet November olayına niye giriyoruz ya? Bu başlığın hiçbir gereği yokmuş bence. Normal orijinalini çevir yaz işte. Böyle ufak şeylere takılıyorum işte. Bir de Harari her ülkeye göre kitaptaki örnekleri falan değiştirmiş. Bizim için olan versiyonda işte ne bileyim İstanbul'dan örnekler var gibi diyeyim öyle şeyler. Ne kadar da böyle kendini beğenmişlik, nasıl da bir kendini beğendirmeye çalışmalar, nasıl bir popülizmler...Evet adama her türlü uyuz olacağım.

Ben kitabın Kolektif Kitap tarafından yayınlanan Ertuğrul Genç çevirisi, ekim 2018 tarihli 47.baskısını netten almıştım. Idefix'ten 21,74 tl'ye, kasımın sonunda. Şu an 25 tl görünüyor aynı yerde. Kitapçıya gidip almaya kalksanız 40 liranın üstünde görünüyor. Diyecek söz yok.

30 Mart 2019 Cumartesi

Walk Invisible : The Bronte Sisters (2016)

1847 senesinin sonunda 3 kitap yayınlanır Britanya'da. Jane Eyre, Wuthering Heights ve Agnes Grey. Son ikisi bu ilk yayınlanmalarında, üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra yaratacakları etkiyi oluşturamazlar pek ama ilki ortalığı kasıp kavurur. Currer, Ellis ve Acton Bell imzalarını taşıyan bu kitapların yazarlarını o zamanlar kimse tanımaz, pek bilen de olmaz ama daha o zamanlardan yazdıkları bu hikayeleri okuyanlarda kim olabileceklerine dair bir dolu merak oluştururlar. Merak da hayalgüçlerini harekete geçiriyor tabi.
Oysa 3 kız kardeş onlar. Charlotte 1816'da, Emily 1818'de, Anne de 1820'de doğmuş. Charlotte 38 yaşına kadar ulaşabilmiş hiç değilse ama Emily ve Anne 30 ve 29 yaşlarında veda etmişler hayata. Hayatları boyunca yazmışlar ama yazdıklarının yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir iki sene geçmeden ölmüşler. Bir tek Charlotte bir yazar olarak yaşarken hak ettiği ilgiyi görebilmiş bir miktar. Kitapların yayınlanmasının üzerinden neredeyse 200 sene geçmiş olmasına rağmen Bronte kardeşler hala merakımızı uyandırıyor yine de. Çünkü "bilinmeyen" olarak kalmaya devam ediyorlar, ne kadar öğrenmeye çalışılsa da 200 yıl önceki hayatlarına dair pek az şey söylenebiliyor. Oysa yaşadıkları ev orada, müzeye falan çevrilmiş durumda. Üç beş tane de olsa çizilmiş portreleri de var yaşadıkları zamandan kalma. Charlotte'un arkadaşı Ellen Nussey'ye yazdığı mektuplar var, Elizabeth Gaskell'in yazdığı Charlotte'un biyografisi var ki dolayısıyla Emily ve Anne hakkında da bir şeyler barındırıyor. Sene sene üç kardeşin de nerede ne yaptığına dair bilgiler de var. Ne zaman okula gittiler, nerede eğitim gördüler, nerede ne kadar özel öğretmenlik yaptılar vs. biliyoruz. Ama yine de bir şeyler oldukça gizemli geliyor. Victoria dönemi Britanyası'nın o koyu, kapalı ama bir o kadar da yenilikle dolu dünyasında uzak bir köyün kilisesinde papaz olan babalarıyla ve bir erkek kardeşleriyle birlikte yaşayan bu 3 kız kardeşin kalemlerinden, düş güçlerinden nasıl böyle kitaplar çıkabildiği merak uyandırıyor mesela. 200 yıl sonra bile hala uğruna savaşmak zorunda kaldığımız hakları sorgulayan bir kadın karakteri nasıl yaratabiliyor mesela? Ya da böylesine kendi halinde yaşamış, evinden köyünden çok da uzaklara gitmemiş, pek fazla insan tanımamış genç bir kadın nasıl oluyor da Heathcliff gibi bir karakterin tüm o tutkusunu, hıncını, duygularını hissedebiliyor ve ifade edebiliyor? Belki hala cevaplayamadığımız bir sorudan kaynaklanıyor bu diğer sorular da. Bir insan hiç hissetmediği, yaşamadığı şeyleri yazabilir mi? Ya da hiç görmediği, içinde bulunmadığı durumları, duyguları hayal edebilir mi? Mesela Jane Austen'ın yazdıkları içinde hiç iki erkek yalnız kalmaz odada. Ortamda en azından bir kadının olmadığı hiç bir sahneyi, sohbeti okumayız Austen'da. Bilmediğini düşündüğü şeyi yazmaya çalışmaz mesela Jane. Oysa bir papaz evinde hastalıklarla, ölümle, sıkıntılarla bir arada büyüyen 3 kız kardeş feminizmi, hırsı, kıskançlığı, ihaneti, kötülüğü, tutkuyu, aşkı yazar sayfalarında (Yine de yanlış anlaşılmasın ben hep Janeci'yim:D ).
Film işte bu merak denizine alabildiğine ferah bir yorum getiriyor (IMDb linki burada). Filmin hikayesi 1844-1845 civarında başlıyor. Tarih bize ne söylüyorsa onu anlatıyor çoğunlukla. Erkek kardeş Branwell'in lüzumsuzluğu etrafında kızların var olma mücadelelerini görüyoruz. Yaşlı babalarından devamlı (olmayan) parasını sızdırmaya çalışan, orada burada içip sızan, bir türlü doğru düzgün iş bulup çalışmayan, şımarık, gereksiz bir kişilik Branwell ve kızlar da bu ortamda haliyle babalarını kaybederlerse kendilerine nasıl bakacaklarını düşünüyorlar kara kara. Hayatlarının girdiği bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceklerine dair düşünürlerken Charlotte, Emily'nin şiirlerini okuyor ve üçü de yazdıklarını yayınlatarak hayatlarını kazanabileceklerini anlıyorlar. En azından bir umut ışığı doğuyor. Film bu noktadan ilerleyerek 1847'de üçünün de kitaplarının yayınlanmasına doğru gidiyor ve 1848 eylülünde Branwell'in ölümüne kadar olanların etrafında kardeşlerin kişiliklerine dair ufak ufak dokunuşlar görüyoruz. Alabildiğine kasvetli, alabildiğine düşüncelerle boğulmuş bir hikaye izliyoruz. Hemen hemen her bir kitabın hikayesinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair detayları veriyor film. Karakteri Jane'in yaptığı tüm sorgulamaları görüyoruz Charlotte'un suratında. Wuthering Heights'ın hikayesinin bir benzerini dinliyoruz Emily'den, dışarıdan sessiz görünen kişiliğinin altında o kasvetli evde sadece ailesine görünen o hırçın tutkusunu hissebiliyoruz. Tıpkı Agnes Grey gibi yumuşak ama mantıklı, hiç vazgeçmeyen anlayışına şahit oluyoruz Anne'in.
[Anne'in Agnes Grey'ini tee 2013'te anlatmışım-->burada, Charlotte'un Jane Eyre'sinin de en son uyarlamasını yazmışım 2017'de-->şurada]
Sally Wainwright'ın hem senaryosunu yazdığı hem yönettiği bu televizyon için çekilmiş filmde 3 kız kardeşi de oynayan oyuncular sanırım artık kafamdaki Bronte kardeşler resmine tamamen yerleşti. O kadar boşlukları doldurdular ve karakterlere oturdular ki en başta Charlotte'u oynayan oyuncuya ama yeaa olmaz ki bu kadar da böyle bir tip yapılmaz ki dememe rağmen film biterken benim için Jane Eyre'yi yazan o olmuştu bile. Bu arada Branwell'i öyle bir yazıp, göstermişler ki ekrana dalıp, saçını başını yolasım defol git be köpeeek diye bağırasım geldi tüm film boyunca.
Film aslında çok çok büyük şeyler vaat etmeden başlıyor. Aynı dinginlikte de devam ediyor. Görüntüleri olağanüstü. Çok az az yerlerde çıkışlar yapıyor ama genelinde hızını, seviyesini koruyor. Bu yüzden öyle herkesin izleyip de keyif alabileceği bir film değil onu söyleyeyim. Böyle Bronte kardeşlerle, yazdıklarıyla, yarattıkları karakterlerle gönül bağınız oluştuysa yıllar içinde, o zaman izlemeniz gerekir diye düşünüyorum. Bir de bu derece dingin, kasvetli giden bir hikayenin sonunda o çorak tepede dikilip üç güneşe baktıkları, dönüştükleri sahneyle birlikte yavaşça günümüze atlayıp, müzenin bahçesine doğru süzülmemiz çok güzel düşünülmüş bir şey olmuş. Tüm film boyunca içimde anlamadan biriktirdiğim, hissettiğimi düşünmediğim bir şeyler hissettiğim film biterken.


Mary Shelley (2017)

Mary Shelley, 1797'de doğup 1851'de ölmüş bir İngiliz yazar. Frankenstein'ın yazarı olarak kitabın kapağında ismini görmüş olmalısınız mutlaka. Büyük ihtimalle benim gibi çılgınca meraklar içine girmediniz ya da belki sizin de düştü aklınıza kitabın kapağını kapattığınızda, bu satırları böylesi bir sorularla, bu kadar yalnızlıkla çaresizlikle umutsuzlukla kocaman pişmanlıkla dolu bir hikayeyi yazan nasıl bir insandı acaba diye.
Ben de aynı merakla oturup tüm hayatını, neler yapıp ettiğini araştırmış okumuştum Mary Shelley'nin. Hatta burada baya bir magazin içerikli olarak anlatmıştım size de geçen sene kitabın yayınlanışının 200.yılı şerefine (200 Yıl Öncesinden Mary Shelley'nin Frankenstein'ı). O zaman da anlamıştım belki birkaç bir şey, Frankenstein'ı hikayesini yazan o güçlü kadının nasıl bir hayat yaşadığını okuyunca. Ama 2017'de yayınlanan filmi izleyince bugün, her şey ete kemiğe büründü. Filmin yarattığı atmosferin içinde öyle bir hikayeyi ortaya çıkaran tüm o duyguları görebildim, hissedebildim. (IMDb linki şurada.)
Film hemen hemen 1813 yılında başlıyor. Mary 15-16 yaşlarında, Londra'da babasının kitapçısında, üvey annesinin önceki evliliğinden olan kızı Claire ile birlikte çalışıyor. Evde bir de küçük erkek kardeşleri var. Londra henüz Victoria dönemine girmemiş ama şimdiden karmaşık, pis ve sefalet her köşe başında. Godwin ailesi de sıkıntı içinde, baba Godwin sonuçta bir yazar, doğru düzgün para kazanamıyor. Kitapçıda da zaten işler kesat. Mary kardeşi Claire ile iyi ama üvey annesi habire nefret ettiği ölmüş annesinden dolayı Mary'ye de gıcık ve Mary günün çoğunu annesinin mezarı başında, kuytu köşelerde korku romanları okuyarak ya da yazarak geçiriyor. Sonra Percy Shelley giriyor hayatına, her şey bir anda değişiyor gibi oluyor ama aslında Mary için hayatına başladığından beri hissettiği o yalnızlık, terk edilmişlik, ihanet edilmişlik hiç değişmiyor. Daha 20 yaşına bile gelmeden bir dolu çaresizlik, sefalet, ölüm yaşıyor. Ve sonunda binbir güçlükle, yarattığı canavarın hikayesini yayınlatmayı başardığında tüm bu hissettiklerini dünyaya anlatabilmiş oluyor.
Filmde Mary'nin hikayesini bu şekilde, daha çok etrafını çeviren o koyu gri duygularla anlatmayı seçmişler. Atmosfer yaratımı çok başarılı. İzlediğimiz olaylar genelde tarih kitaplarında anlatılanlardan oluşuyor, Mary ve Percy'nin (ve Claire'in) yaşadıkları, Lord Byron, John Polidori, üvey anne, baba Godwin hakkında her yerde ne anlatılmışsa o var filmde. Başka türlü oldu veya olmadı demeye yeltenmiyor hiç hikaye, olduğu yazılan her şeyin Mary'nin iç dünyasına yansıttıkları ve dolayısıyla Frankenstein'ı ortaya koyduğu için olduğunu anlatıyor bir anlamda. Cenova'daki fırtınalı bir gecede ortaya çıkan bir korku hikayesi değildi diyor Frankenstein. 17-18 yıllık kederli bir hayatın, bir genç kızın içinde büyüttüğü bir canavarın hikayesiydi diyor. Film, ilmek ilmek işliyor kitabın ortaya çıkışını. Mary her eline kalemi aldığında ona dair bir şeyler karalıyor, neye dair olduğunu bilmeden. Ya da yaşadığı her bir kötü şeyde, karşılaştığı her bir kötü olayda Frankenstein'ın sayfalarında okuduğumuz şeyler canlanıyor.
Tabi sadece Mary'nin satırlarını duymuyoruz film boyunca. Percy Shelley'nin şiirleri, Lord Byron delilikleri de dolanıyor ortalıkta. Ama filmi izlerken anlıyorsunuz ki senaryoyu yazan eller Mary'yi de hikayesini de çok sevmiş, çok hissetmiş. Yönetmenin de tüm ortamı kurmakta harika bir iş çıkardığını görebiliyoruz. Ha ama tüm bunlar demek değil ki on numara bir film olmuş. Aksine çok parlak değil, ara ara tökezliyor, çoğu zaman sıkıcılaşabiliyor. Bu şekildeki biyografik dönem filmlerinin arasında ortalama olarak kalıyor. Oyunculukları da öyle aynı ortalamada kalıyor mecburen. Halbuki Elle Fanning, pek de bebek suratlı nasıl gösterecek o karanlığı diye film başlarken burun kıvırmama rağmen Mary Shelley olarak düzgün bir iş çıkarmayı başarmışken ve Douglas Booth, Percy Shelley olarak sinirimi gerçekten bozabilmişken. Sadece Lord Byron'ı oynarken Tom Sturridge'in biraz aşırı yapmacık olduğunu ve tek boyutlu kaldığını düşündüm. Bir de Mary'nin babası William Godwin'in karakterine senaryonun pek bir şey vermemiş olması beklentimi boşa çıkardı. Böylesi bir hayata, böylesi bir kadına etkisini görmemiz gereken bir karakteri çok düz, çok basit bir şekilde ortaya koymuş film, Stephen Dillane ne yapsın.

Son olarak filmdeki atmosferi böylesi etkileyici yapabilen, filmin müziklerinin yaratıcısı Amelia Warner'dan bahsedeyim ve o müziklerin toplandığı albümü şuraya bırakayım:


14 Mart 2019 Perşembe

Ti Dedico Il Silencio

Hani içinizden bir dolu şey bağırmak gelir, böyle bir sürü cümle bir sürü düşünce, hepsi öylesine doldurur ki beyniniz patlıyormuş gibi olur, kafanızın içinde bir kovan arı varmış da vızır vızır habire dolanıp duruyorlarmış gibi olur ve öyle bir noktaya gelir de bağırmak, böyle nefesiniz hiç tükenmeyecekmiş gibi bağırmak istersiniz ya.
Ama onun yerine - öyle bağıramayacağınız için - bir şarkı denk gelir. Müziğin notalarını tüm vücudunuzla ruhunuzla basarak, kendi bağırmanızı değil ama şarkının sözlerini bağırarak - içten içten bağırarak - dinler halde bulursunuz kendinizi.



Sesindeki o şeyi duyabiliyor musunuz siz de benim gibi? O bir türlü adını veremediğim, içime dokunan, o samimi gelen şeyi? Böyle sözler yazıp, bir de bunları öyle bir sesle bize söyleyebilen bir ruh nasıl böyle ufak sevimli bir çocuk olabilir?
Trafik gürültüsünün içinden çıktım eve geldim sessizce, tuhaf hissettiriyor bu akşam diyor.
Daha fazla nefes alamıyorum, sadece seni düşünmeye ihtiyacım var.
Uzun bir süre, kaçırdığım zamanı arıyordum.
Uzun zamandır, zamanın bana yetmediğini düşünüyordum.
Sadece bir sebep arıyorum. Yaşadığımı hissetmek için.
Gökyüzü tuhaf hissettiriyor bu akşam.
Seni anlamaya çalışıyorum sadece. Ve bunu düşünmeden uyuyamıyorum.
Sadece birazcık bile huzurum olsaydı, onlar gibi olabilirdim.
Sen de ziyaret edebilecek bir yeri hak ediyorsun.
Ve bu yararsız kelimelerin gürültüsünü sana adıyorum.
Sessizliği sana adıyorum. Nasıl olsa kelimeleri anlamıyorsun.
Bu gece deneyeceğim. 
Bu gece, seni arıyorum.
Ama zaten cevap vermeyeceksin.
diyor.
Bu ufacık çocuk, hem Peter Pan ismini verdiği bir albüm yapıyor, hem de böyle sözler yazıyor.
Çok geç kalmışım keşfetmek için. Gibi hissediyorum.
Her şeye geç kaldığım gibi.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...