6 Eylül 2024 Cuma

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. Her şey hallolabilirdi. Herkesi mutlu edebilirdim böylece.

Ama isteyemiyorum. Bir türlü içimden gelmiyor. Bu, gelmiyor. Öbürünü, öbür türlüsünü, o hep imkansız olanı istiyor canım. İçimdeki ses de bağırıyor habire, imkansız mı neden imkansız olsun ki. Onlara göre imkansızsa sana göre de mi imkansız olmalı? Neden öyle kabul edesin ki? Neden bu kadarını kabullenmek zorunda olasın ki?

Yanlış hayattayım. Yanlış olanda. Yanlış. Aşırı yanlış.

4 Ağustos 2024 Pazar

Chan eil fios agam dè a tha mi a 'dèanamh


 Ne yaptığımı bilmiyorum. En son 2 ay önce yazmışım. O günden bu yana hep bir şeyler yazayım diye diye 2 ayı geçirmişim. En son çılgınlar gibi Xdinary Heroes dinliyorum diye yazmıştım ya, hah işte bir başka çılgınlık daha yapıp, temmuzun 7'sindeki konserlerine bilet aldım o arada. Sonra da bir konser için birkaç hafta içinde bilet şu bu alıp, uçağa atladım, Kore'ye gittim. Evet, yine. Konser Seul'deydi ama bu sefer bari başka bir şehir daha göreyim diyerek arada 3 günlüğüne Busan'a da gittim. Böyle bir rüzgara kapılmışım gibi, bu sene hiç aklımda oraya gitmek yokken, geçen sene son gün ülkeye veda ederken bir daha göremem herhalde diyerek içim buruk ayrıldıktan sonra, yine gittim. Kendimi orada buldum. Saçmalamış gibi hissediyorum. Saçmaladım belki de. Kim bilir. Hayatım gittikçe daha da spontane bir hal alıyor. Onca yıl kendimi, her düşündüğümü her hissettiğimi baskı altında tuttuktan, sımsıkı bastırdıktan sonra artık fışkırıyormuş gibi hissediyorum. İstediğim hiçbir şeyi yapamadığım bir 35 yılın ardından şimdi bir şey görüyorum, canım mı istedi, hadi alayım, hadi göreyim, hadi gideyim şeklinde ilerliyorum. Kendime engel olamıyorum. Bir kontrol mekanizmam kalmadı gibi oluyor. Saçma harcamalar yapıyorum, saçma kararlar veriyorum, kendimi durup dururken bir sürü saçma durumun içinde buluyorum.

Koca bir haziran geçmiş, ardından temmuz bitip gitmiş, hiçbir fikrim yok. Temmuz'un ilk günü uçağa bindim, o kadarını biliyorum. İlk haftası Kore'deydim yani, sonraki hafta dönüp, biraz evimin keyfini çıkardım. Hakikaten iyi geldi evdeki o günler. Bir kere daha anladım, sabah evden çıkıp, sabit bir işe gidip, tüm gün bir odada bilgisayar başında oturup, akşamları tükenmiş bir halde eve gelmek olabilecek en salakça yaşama biçimi. Sağlığımın bu kadar b.ktan hale gelmesinin en büyük sebeplerinden biri. Evde geçirdiğim o bir haftada yemem içmem de düzeldi, karın şişliğim de, cildim de saçlarım da psikolojim de. Kendi istediğim saatte kalkıp, ilgimi çeken şeylerle uğraştığımda hem çok verimli olabiliyorum hem de sağlıklı. Allahım gerçekten nefret ediyorum işe gitmekten ya. Gene oturup ağlayasım geldi şu an çaresizlikten.

Haziran hakkında hiçbir fikrim yok bu yüzden. Bilmiyorum ne yaptım. Sanırım yeni bağımlılığımla geçti. Gözüm açık olduğu her an Xdinary Heroes videoları izledim, şarkılarını dinledim. Ofiste de her bulduğum boşlukta, evde de. Daha önce de bahsetmiştim, bir şeyi sevince kendimi öldürüyorum. Sevmeyi bilmediğim için kendimi boğana kadar o şeye düşüyorum. Ortalara doğru bir noktada da sıra kıskançlığa geliyor. O kadar çok seviyorum ki benim olsun sadece, elimi atayım alayım, elimde dursun istiyorum. Benim olamadıkça da çıldırmaya, sinirlenmeye, ardından çok büyük üzülmeye, depresyona girmeye başlıyorum. Bu sefer konserlerine bile gittim, varın siz düşünün.

Cey'le ev buluşmalarımızda "100 Days My Prince [백일의 낭군님]" izlemeye başladık. Baya sardı, 10.bölümdeyiz. Şöyle saray entrikalı, kılıçtan geçirmeli, hafıza kayıplı, yüz tanıyamamalı bir tarihi kdrama izlemeyeli baya olmuştu, iyi geldi. Cey izleyip, ilk 10 puanını verdiği için "Soundtrack #1 [사운드트랙#1]" diye 4 bölümlük mini bir diziyi de izlemeye başladım, son bölümü kaldı. Ama sinirimi bozdu biraz. Yoktan yere kendilerine acı çıkarıveriyor karakterler. Başrollerimiz küçüklüklerinden beri kankalar. Ama neymiş çocuk, kıza aşıkmış aslında, kız bilmiyormuş. Sonra kız fark edince de ben onu üzerim aman olmaz diyerek arkadaşız bir diye tutturuyor. Yok sana bir şey hissetmiyorum demiyor, ben sana aşık değilim demiyor. İsterim ama üzerim diyor. Arghhhh...İçim bayılıyor vallahi.

"Serendipity's Embrace [우연일까?]" diye bir dizi başladı, onu izliyorum sonra haftalık olarak. O da kısa aslında 8 bölüm sürecek. İlk aşklarla ilgili. Kendi kendime neler ediyorum yarabbi?

"Miss Night and Day [낮과 밤이 다른 그녀]" diye bir dizi başladı bir de. Hiç tanıtımlarını görmemiştim, tesadüfen rastladım, şimdi haftalık olarak onu da izliyorum. Aşırı eğlenceli, aşırı komik ve ilginç bir bir fikir olarak başladı. Bu hafta son iki bölümü yayınlandı, vaktim olursa bitiririm bugüne yarına.

Uçakta Kore'ye giderken "Lohusa(2024)"yı izledim, dönüşte de "Jungle Cruise(2021)"u. Film izleyebilecek kadar odaklanabilmem için sanırım 10 saatlik uçak yolculuklarına ihtiyaç duyuyormuşum. Lohusa'yı izlerken iyi güldüm, iyi oldu. Gerçi uçakta herkes uyurken izliyor olduğum gerçeğiyle hiç uyuşmuyor bu durum ama elimi ağzıma kapatıp, kahkahalarımı içime doğru bıraktım. Jungle Cruise ise güvenli bir liman gibiydi benim için, Dwayne dayımla saçma ama komik bir macera yine.

"All The Light We Cannot See" diye bir dizi var, bayadır izlemek istiyordum. Ona başladım. İki bölüm izleyebildim ki sadece 4 bölüm zaten. Beni üzeceğini biliyordum, gene de devam etmek istiyorum. "Belgravia:The Next Chapter"ı bitirdim sonra. Şurada anlattığım Belgravia'nın devamı gibi düşünülmüş ama bir 20-30 yıl sonrasında başlıyor. İlkini gene izleyebilmiştim, bu o kadar bile ilginç değildi. Sırf işte period drama ve tanıdık bir hikaye diye izledim. "Maxton Hall : The World Between Us" diye bir dizi izledim, tam bir guilty pleasure olarak. Çünkü ben de bir kızım ve arada böyle psikolojik desteklere ihtiyacım var. "Zamanın Kapıları" diye bir yerli diziyi ilginç buldum gibi oldu tanıtımlarında. Ona bakayım dedim, iki bölüm izledim. Devam etmek istediğimi düşünmüyorum.

Kaan Murat Yanık'ın Sular Üstünde Gökler Altında kitabını okuyorum hala. Haziran'ın başında başlamıştım, hayatım gibi o da elimde dolanıp duruyor. Aslında arada iş yerinde öğlenleri çıkıp, parka oturup bir saat de olsa iyi okuyordum. Öyle bir süre iyi gitti kitap. Ama sonra parkta habire ötemde berimde sigara içen insanlar oturmaya başladı. Dumanlarıyla nasıl olsa açık havadayız diye beni rahatsız ettiklerini zerre düşünmeden oturan bu yaratıklar kitap okuma hevesimi de kursağımda bıraktı. Hele bir gün bir tane kadına dönüp baktım, o da bana baktı noldu der gibi. Dedim pöff duman, e napabilirim dedi pişkin pişkin. Öl geber, onu yapabilirsin mesela. Gün içinde sinirime dokunup, keşke ölse dediğim herkes ölse, dünya çok mükemmel bir yer olacak.

Neyse yine iki cümle yazayım dedim saat dokuzu geçti. Oysa bilgisayarın başına oturduğumda hava bile aydınlıktı.

2 Haziran 2024 Pazar

보고 싶어요

 


Yine zamanın ucunu kaçırdım. Neyse. 19 Mayıs'tan bugüne, tam iki hafta. Olsun.

Zamanın ucunu kaçırmakla alakası yok ama bugünlerde hep şunu düşünüyorum, sanki ne kadar yapmam-sevmem-istemem-bakmam-düşünmem dediğim şey varsa hepsi tek tek önüme çıkıyor, içimden fırlıyor, aklıma düşüyor gibi. Sanki bu son birkaç senede, hep böyle şeyler oluyor gibi. Misal, 9 yaşındayım ve kırmızıdan nefret ediyorum diyorum. Yıllarımı kırmızıdan nefret ettiğim düşüncesiyle geçirmişim, benim için normal bir şey haline dönüşmüş bu. Aklımın ucuna bile gelmemiş onca yıl, üstüne hiç düşünmemişim başkaca. Ama, diyorum ya bu son birkaç sene içerisinde bir gün, öyle alelade bir anda, durup dururken bir de bakıyorum ki kırmızı çok güzel. Aman yarabbi içim içime sığmıyor, kırmızıya bir sebepsiz coşku duyuyorum. Misal dedim, kırmızıyla alıp veremediğim yok yani.

Bu durum sadece böyle bir şeyleri beğenmek-beğenmemek üzerine olsa gene iyi. Çocukken - pek bilmiş ukala bir çocukken - ve içine kapanmış gözlüklü sivilceli bir gençken küçük gördüğüm, hıh dediğim, burnumu kıvıra kıvıra bir hal olduğum ne var, tek tek yollarına gelmeye başlıyorum. Ve içimden geliyor bu, zorunda kalıyor muyum diye düşünüyorum, tam da öyle de değil. İçimde bir anda o düşünceleri buluyorum. Dalga geçtiğim onca şeyi, isterken buluyorum mesela kendimi. Küçük gördüğüm pek çok şeyin aslında tam da istemiş olabileceğim şeyler olduğunu anlıyorum mesela. Lanetler ettiğim bazı şeyleri de elimde tutabilmek için dua eder hale geliyorum, elimden gitmediği her an için sevinç gözyaşları döküyorum mesela.

Bir de kararlarım gece başka gündüz başka hale geliyor. Bunun yukarıdaki durumlarla alakası yok. Yine başka bir konuya atladım. Neyse. Gündüzleri, güneş varken, evden dışarı çıkmışken, ne bileyim işteyken, insanların arasındayken, parkta bahçedeyken, kendi halimde yürürken falan her şeyi yapabilirmişim hissiyle doluyorum. Bu dünyada istediğim ne varsa, hepsini yapabilirmişim gibi. Her şeyi başarabilirmişim gibi. Oraya da giderim buraya da. Onu da söylerim bunu da. Ne var bunda korkacak utanacak üşenecek, yap gitsin, çık yola, söyle olsun. Roket takımıyım güneşin altında.

Ama karanlık çöküp, eve girince, hele bir de kafamı yastığa koyunca puff...Hayır diyorum, hayır hayır hayır. Yapma yapma. Gidemezsin, olur mu nasıl olur, yok yok. Yapamazsın, nasıl olacak daha neler. Şuraya kıvrılıver, şu yorganın altına, ıhıh çıkma buradan, ses etmeden şöyle huzurlu huzurlu takıl. Nasıl olsa vakit sınırlı, yaşar gidersin işte, boşver. En güzeli burası, en rahatı vallahi, kitabın da yanında oku mesela, bilgisayar da şurada hemen, peş peşe bir sürü dizi izlersin ohhh şahane. Her şey güvenli, güvendesin, yapma bir şey salak mısın? Tam olarak bu haldeyim geceleri.

Bu yüzden hiçbir şeye karar veremiyorum hayatımda şu ara. Aslında taa geçen seneden başlamıştı sanırım. Bir dolu tiyatro bileti şu bu alıp gündüz kafamla, gece ev kafamla gitmedim ya mesela o oyunlara. Hah işte. Böyle. Şimdi de gündüzleri cesaretle dolup, yapacağım diye karar verdiğim her şeyden geceleri vazgeçiveriyorum. Artı birle eksi biri toplayınca da sonuç beliriveriyor.


Neyse ne diyecektim? Bu iki haftada ne yaptım? "A Typical Family" diye bir dizi başlamıştı, onun ilk bölümüne baktım. jTBC dizisi olduğu için pek de benlik bir atmosferi yoktu, o yüzden o kadar ilginç bir konusu olmasına rağmen bıraktım. Doğaüstü güçleri olan bir aile var, bir yanda da zenginleri dolandırarak geçinen bir aile var. İşte gerisini hayal edin. Başka bir kanal çekse çok daha eğlenceli ve heyecanlı olabilecekken jTBC çekince böyle oluyor işte, bana baygınlıklar geliyor izlerken. Oysa ailenin torunu olan küçük kızın maceralarını izlemeyi çok istiyordum. Kısmet değilmiş.


Sonra "Dare to Love Me" diye bir dizi başladı, onun ilk bölümlerini izledikten sonra devam etmeye karar verdim haftalık olarak. Aslında vakit kaybı gibi duruyor da. Kim Myung Soo'yu uzun zamandır izlememiştim, başrolde. Bir de bunun da konusu ilginç aslında ve iyi bir noktadan başlıyor ama bütçesi düşük, yapımı ucuz. Seul'ün azcık dışında hala Joseon dönemindeki geleneklerine bağlı bir şekilde yaşayan bir köy varmış diyerek başlıyor. Hani 21.yy.dayız evet ama bu köy böyle kendi içinde teknolojiden uzak durup, bir yandan dış dünyayla uyum içinde ama kendi halinde takılıyor. Turistler için köyün dış tarafında pek çok şey var ama asıl iç kapıdan içeri girilmiyor. Bu köyün yönetici ailesinin oğlu da lisede bir ara şehre kaçıp, çizgi roman çizme kursu gibi bir şeye gitmiş. Oradaki çizim hocası olan kadınla yıllar sonra karşılaşıyorlar. Aralarında 6 yaş var, bir de roller tersine dönmüş, yıllar önce ezik olan oğlumuz şimdi suçluların peşinde kaslı bir adam, yıllar önce öğrencilerin saygı duyduğu öğretmenimiz ise 30una gelip, bir türlü kariyerini ilerletememiş, iş yerinde herkesin ezdiği bir junior tasarımcı. Yan karakterler daha eğlenceli şimdilik. İzliyorum, düşünmeden, mutlu eder belki diye.

Geçen haftasonu finaller vardı. Pek umutlu değilim ama umarım içlerinden birkaç tanesini geçerim. 19.yy. Türk dünyası tarihi diye 1800lerde Kazakistan'da, Rusya'da, Azerbaycan'da olan ve zerre merak etmediğim bir dolu şeyle ilgili soru çözmek zorunda kaldığım için sinirim bozuk ama yapacak bir şey yok. Hayır bakın tarihi gerçekten seviyorum, her bir detayını, kenarını köşesini. Burada siz biliyorsunuz nasıl seviyorum. Ama beni bile ilgilendirmeyen şeyler varmış tarihte. Daha doğrusu bazı ülkeler, bazı ırklar, bazı milletler...Gerçek hayatta karşılaşıp da hiç hazzetmediğim insanların milletlerinin tarihlerinden mesela tiksinebiliyormuşum. Bir de hala sorguluyorum ama boşuna biliyorum, Türkiye'de tarih öğretiliyorsa neden illa mesela Türkler Türkler Türkler...diye...off neyse. Bu konuya girmeyeceğim.

Yazının Tarihi diye bir kitap da sipariş etmiştim geçen aylarda hani. Unutmuşum tamamen, duruyordu kitaplıkta. Ona başladım. Hem de en merak ederek aldıklarımdan, listemde uzun zamandır duranlardan biriydi. Evet, kötüymüş. Bitirince daha detaylı söylerim ama yazıyla ilgili bir kitap ancak bu kadar kötü yazılabilirmiş. Teşekkürler Steven Roger Fischer.

"Lovely Runner" bitti bu arada. Evet o pek beklediğim mutlu sonuma kavuştum. Ama ne bileyim ya. Mutlu son görünce de üzülüyorum artık dizilerde. Hani benim mutlu sonum diye ekrana bakakalarak. Ben de artık 16.bölümüme gelmek istiyorum hikayemin yahu. Her şeyin çözüldüğü, sorunların kalmadığı, her karakterin gülümsediği, gökyüzünün mutlu bir mavi olduğu, kötülerin yok olduğu cezalarını bulduğu, iyilerin hiçbir endişesinin kalmadığı. Nerede?


Cuma akşamı da Cey'e gittim işten sonra. O da kore dizisi izlemeye başladı. Onca yıldan sonra. İzlediğim onlarca diziden tek kelime bile bahsedemedikten sonra ben, o da başladı. Sevinçten ortalıklarda koşturacaktım. Ama bu sefer de 2016'dan beri içimde biriktirdiğim ne varsa bir anda anlatacak gibi olduğum için kötü oluyor. Ağzımı açınca hiç susmayacağım diye korkuyorum, kendimi durdurmaya çalışıyorum. Oturduk o akşam, "My Sassy Girl"ün ilk bölümünü izledik birlikte. Çok sarmadı tabi, Oh Yeon Seo'yu pek sevmem zaten. Sonra açtık ikimizin de yarıda kaldığı My Demon'a baktık.


Çılgınlar gibi Xdinary Heroes dinlemeye devam ediyorum. Youtube videolarını da izliyorum tek tek. BTS'e daldığım ilk zamanlarıma döndüm. O kadar değiller tabiki de, aynı heyecan, aynı merakla bakıyorum. Ahh özledim. İnsan hiç gitmediği yerleri evi gibi hissettiği gibi, hiç tanışmadığı, konuşmadığı insanın da özlemini çekebiliyormuş demek ki. Çok özledim be.

Son iki gündür yaz geldi. Gerçek anlamda. Mayıs'ın ortasında bile kombi yakmışken, hiç gelmeyecek gibiydi. Bu yazı da geçen yaz gibi geçirmek istemiyorum. Umrumda değil.

19 Mayıs 2024 Pazar

Tha mi creidsinn gun do shoirbhich leam

 En son yazdığımdan bu yana geçen bir haftadan bahsetmek için oturdum klavyenin başına. Bu yüzden kendimle gurur duyuyorum. Aklımda planladığım miniminnacık bir şeyi de olsa yapıyor olmamın haklı gururu bu. Küçük zaferler. Daha büyüklerini de başarmamı sağlayabilir mi? Neyse.

Çok önemli bir şeyler olduğundan değil tabi bu bir haftadan bahsetme isteğim. Yazmak sonuçta. Amaç yazmaktı, yazabiliyorum ya. Önemli olan o.


13'ü pazartesiye kararlı bir şekilde başladım. Haftasonu oturup da burada içimde biriktirdiklerimi atabilince cesaret geldi haliyle. Bankanın uygulamasında kredi kartımın hareketlerinde iptal ettiğim uçak biletinin geri yatacak miktarını bir türlü göremiyordum. Ama havayollarının sitesinde gönderdik yazıp duruyordu. Önce bankayı aradım. Sabırla menüler arasında yol alıp, canlı bir insana ulaşabilmek için uğraştım. Sonunda kontrol ettirebildim, geri ödeme yatmış. Ama orada da bir yumruk yedim tabi. Ben bakarken miktarlara, o anksiyete ve kendime küfretmelerim arasında çok pembe bir miktar hesaplamışım. Benim yatacağını sandığım miktarın çok çok daha azı yattı. Olsundu. Kısmet. Nefes al, ver. Kendine kızma. Kendine gülümse. Kendi kendinin başını okşa.

Sabahtan kapkaranlıktı hava pazartesi. Öğlene doğru güneşlendi, ısınırmış gibi yaptı ama soğuktu gene de. Aklıma geçen sene nisanın sonunda Seul'de tiril tiril gezerim derken nasıl da buz tuttuğum geldi. Eskiden de baharda üşüyor muydum ki? Hatırlayamıyorum bir türlü. Eski yazdıklarıma bakmam gerek belki de. Baharı hiç sevmedim zaten oldum olası. Yıl boyu yalnızca yeteri kadar ısındığım zamanları sevdim hep. Hep böyleydim, çok daha gençken sadece biraz romantiktim sanırım. O boş romantiklikle sonbahar ne güzeldi, yağan yağmur ne hoştu. Ay allahım ne salakmışım da...Nefes al, ver. Kendine kızmak yok. Kendine güzel güzel seslen. Hişt. Tamam.

Akşam eve gelince de sabahki aynı kararlılığımla bu sefer şu konser biletlerini aldığım (ve satışa koyduğum) web sitesinin yardım hattına yazmaya oturdum. Biletleri satışa koyduğum ilk günlerde de yine aynı şeyi sormuştum canlı chatte, o akşam da aynısını sormak üzere oturdum. Çünkü biletlerden biri satılmış diye mail geldi. Mailde de sattınız haydi şu işlemlerden birini yapmanız lazım gibisinden şeyler vardı. Ama elimde olmaya bilet, ne işlemi yapacağım falan (geçen hafta anlatmış olmalıyım). Haziranın birindeki konserin bileti satılmış, benim satın aldığım satıcının uluslararası posta yoluyla bana göndereceği hani. Benim de önce otel ayarlayamadığım için bir türlü posta adresimi Türkiye'den Hong Kong'a değiştiremediğim bilet hani. Açtım live chati, başladım beklemeye. Bu sefer niyeyse çok yoğundu, bir saate yakın bekledim birinin gelmesi için. Başım uykudan düştü düşecek, bilgisayarın başında oturdum. Sonunda Ashley geldi (böyle isimli insanlar cevap veriyor işte), dedim ben daha önce de sormuştum Jericho ile konuşmuştum (Jericho da bana bir türlü gerçek isim havası vermemişti gerçi, çünkü benim için Jericho hep yüksek lisans derslerinde gördüğüm antik şehir). Benim bilet satıldı ama bilet bende değil. Dahası konser gününe kadar da bende olmayacaktı zaten. Ben şimdi elimde olmayan bileti nasıl göndereyim yeni alıcıya? Bu arada satıştan sonra yeni alıcının adresi de bana gösterildiği için benden satın alan kişinin de Hong Kong'da olduğunu görebiliyordum. Dedim ki Ashley'ye, bu bilet inşallah çoktan Ankara'ya doğru yola çıkmamıştır, inşallah okyanusta bir yerlerde falan değildir değil mi? Bak öyleyse konsere kadar bana ancak ulaşır, ben de sonra yeni alana gönderemem. Tabi sayfalarca yazdım böyle. Ashley benim endişe seviyemden tırstı, kontrol ediyorum, biraz bekleteceğim falan filan uğraştı durdu. Saatlerce bekledim, o kontrol etti. Sonunda baktı ben manyağa bağlamış durumdayım, dedi şu an asıl satıcıya ulaşamıyorum istersen mail atayım sana, o mailden yarın yine iletişime geçelim falan. Karalar bağladım. Peki dedim, kapattım ama dünya başıma yıkılmış halde. Gene zombi gibiydim.

14'ünde salı günü zombi zombi işe gittim. İş yerinde görüşemediğim için mecburen eve dönmeyi beklemem gerekiyordu. Akşam hemen açıp, yine yazdım live chate. Bu sefer başka bir isim. John gibi bir şeydi. Önceki akşam yazdıklarımı tekrarladım, gelen maili kopyaladım, yine kriz geçiriyorum tabi. Neyse ki John daha aklı selim çıktı, sabırla dinledi, tüm sorularıma cevap verdi. Ama tabi ben onunla konuşmadan önce siteyi biraz daha kurcalamış, neler olabileceğine dair tüm senaryoların en kötüsüne bağlamıştım aklımı. John oraya ulaştı buraya ulaştı, bekletti falan bu arada dedim John'a ben bu bileti yeni alıcıya gönderemezsem ne olacak bak kötüyüm şu an. Önce yeni alıcıya yeni bir bilet buluyorlarmış, sonra o biletin de parasını benden alıyorlarmış, bu arada zaten bir de iki katına aldığım biletin parası da benden çıkmış oluyor, ohh sabahlar olmasın. Dedim John, ben şurada iki dakika bir balkondan kendimi atıp geliyorum sen devam et. Eski satıcıya ulaşıp, sorgulatana kadar öldüm öldüm dirildim. Sonrasında hala şaşırıyorum ve inanasım gelmiyor ama bilet hala eski satıcıdaymış. Yola çıkmamış. Eski satıcıya yeni alıcının adresini bildirdi John, bak buraya göndereceksin yanlışlık olmasın diye. Bana da merak etme, sorun yok dedi. Hala şansıma inanamıyorum ama neyse. John'a teşekkür ede ede, kendimi açıklaya açıklaya bırakmadım ya. Başka bir şey var mı diyor kapatacak chati, ben habire ama bak valla kusuruma bakma ben böyle pimpirikli manyak bir şeyim bak eminsin değil mi böyle oldu değil mi diye diye yazmaya devam ediyorum. Ama bir şey diyeyim mi, o her şey yolunda diye yazınca üstümden kocaman bir kamyon kalkmış da yeniden nefes almışım gibi hissettim. Hayat yeniden önümde uzanır gibi oldu. Diyorum ya hep, aslında gayet yolunda giden hayatımda habire kendi kendime zorluklar yaratıyorum. Habire kendimi sıkıntıya sokuyorum yoktan yere.


15'i çarşamba sabahı güneş açtı tabiki de. Ruh halimle birlikte. Yeniden gözlerim açılır gibi oldu, öğlende yürüyüş yapabildim. Ama tam da o yürüyüş sonrasında anladım ki artık nur topu gibi bahar alerjim var. Bu yaştan sonra. Bunca yıl alerjisi olan herkesle dalga geçtikten, burun kıvırdıktan, hor gördükten sonra. Çok kötü oldum ya. Gözlerim biber sürmüş gibi yanıyordu, normalde kuruluktan yanardı ama bu öyle değildi. Burnum fış fış - o da normalde akar evet ama bu böyle fış fış. Gece tıkanıyorum, gündüzleri bacaklarım yerinden kalkmıyor, gözlerim açılmıyor uykudan. Yapacak bir şey yok. Yaşlanmak kötü.

16'sı perşembe günü o yüzden odadan hiç çıkmadan günü geçirdim. Ofiste pencereden baktım, odada volta attım. Dışarı çıkmayınca gözüm burnum biraz daha iyiydi. Ama eve gelince dayanamadım artık, iki adım yürüyeyim, hem yağmur da yağdı polen falan inmiştir yere dedim. Akşam üstü biraz yürüdüm.


17'si cuma günü yağmurla başladı. Yine öğlene doğru güneş açtı. Ben gene üşüdüm tabi. Salı akşamında o iyi haberi aldığımdan beri aslında günler nasıl geçti pek bir fikrim yok. Tam hatırlayamıyorum da cumartesi olana kadar.


18'i cumartesi müzeler günü olduğu için heyecanlıydım ama boş bir heyecanmış tabi. Geçen seneydi sanırım ya da önceki sene miydi, müzeler gününde akşam 10'a mı 11'e kadar mı ne açık olacağını duyunca müzelerin ne hevesle gidip gezmiştim...Yine öyle bir şeyler hayal ediyordum kafamda. Kahvaltıdan sonra çıktım, Ulus otobüsüne atladım. İki haftadır evden de çıkmayınca bir kendimi ikna ettim yani, güneş de var durma dedim. Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne giderim, sonra Roma Hamamı'na, sonra da halime bakarım canım ne isterse diye düşünüyordum. Otobüs tahmin ettiğim yerden gitmeyip, dönünce başka bir noktada indim, indiğim yerden de AMM'ye yürümeye başlayınca önce Ankara Palas ile karşılaştım. Hiç aklımda yoktu, unutmuşum da. Oysa T demişti açıldığında, gidecektik. Dedim kader herhalde, bugün görmeliymişim. Daldım. Geçen sene müzeler gününde müzelere giriş bedava değil miydi ya? Yanlış mı hatırlıyorum, hayal mi ediyorum? Herkes de benim gibi hayal mi görmüş ki, sorup da şaşıranlar oldu çünkü. Neyse, Ankara Palas'ın içinde foto-video çekemiyorsunuz, ayağınıza da galoş geçiriyorsunuz. Daha detaylı anlatacaktım ama bu yazı çok uzuyor, saat yine geç oluyor. Ayrıca anlatırım o halde. Sadece şey diyeyim, içerisi ve bina bence çok güzel, sergilenenler de ama...Ama'sı var işte, neden yani.


Oradan yokuş yukarı sardım AMM'ye. Bu arada Ulus her zamankinden kalabalıktı. Okullar geziye gelmiş sanırım, her yer genç. Bir de çocuğunu kapan aileler, gruplar...Herkes müze geziyor. Operada bilet kalmadığında yaşadığım şaşkınlığı yaşadım yine. Hep aynı soruyu tekrarlıyorum, madem müze gezebilen insanlarsınız neden o zaman yine de herkes öküz? Ülke böyle?! Madem herkes operaya gidiyor, tiyatroda yer kalmıyor, müzeler tıklım tıklım...E o zaman nasıl?! Gerçi durum da şöyle bir yandan...AMM'ye girebilmek için sıraya girmek zorunda kaldım, o derece kalabalık ama tabi ki kimse sıra olmayı, sırada beklemeyi bilmiyor, şark kurnazları dolu ortalık...Dahası kavga edenler, görevlilerle atışanlar...Ama herkes müze gezmeye gelmiş, evet.


AMM'de gerçekten aşırı yoruldum. Hem kalabalıktan hem açlıktan. Bir de çıktım Kızılay'a yürüdüm. Bir tatlıyı hak ettiğimi düşündüm. Tek bir Kore kafesi var burada, Lumiere. Orada hem dinledim, hem de aylar sonra güzel bir croffle'ın tadını çıkarmış oldum. Çalışan çocuklardan biri beni hatırladı, çok şaşırdım, en son ne zaman gittiğimi bile hatırlayamıyorum çünkü. Bu hafta da tatlılarla yaşıyorum köşemiz böyleydi, sağolun varolun.

Geçen hafta cumartesi akşamıydı sanırım, içim dayanamadı gene şu filmi açtım bakayım diye. Anne Hathaway'i gördüğüm için sırf. "The Idea of You". Sevmedim demek yeterli olur mu ki? Böyle bir boş bir tat bıraktı ağzımda. Çocuk beni rahatsız eden bir şeylere sahip, anlayamadım. Nicholas Galitzine ismi, daha önce nerede gördüm ki? Beni rahatsız eden bir şeyler var üstünde, havasında. "The Craft:Legacy" diye bir film izlemiştim bir ara, ay allahım gülesim geldi neyse, orada varmış mesela ama imdb'de görmesem hatırlamazdım da. Neyse işte, bu Galitzine'yi bir daha görmek istemiyorum sanırım, iyi hissettirmiyor bana. O yüzden onca Anne Hathaway sevgime rağmen mutsuz oldum filmi izledikten sonra. Zaten olmamış da film.

Hafta içinde de Lovely Runner'ın bu haftaki bölümlerini izlemeye çalıştım önce. Bir bölümü izledim, dedim hayır, dayanamıyorum yine. Yani evet romantik komedi, böyle puf puf bir hikaye olması gereken şey bana endişe atakları geçirtiyor. Hah şimdi çok mutlu bir şeyler oluyor ama kesin kötü bir şey olacak, hah şimdi gülümsüyorlar ama bunlar hep geçmişte kalacak böhüüüü diye diye izliyorum ya. O yüzden haftanın ikinci bölümünü ancak bugün izleyebildim. Araya My Man is Cupid'in kalan bölümlerini sokuşturunca ancak psikolojim düzeldi. Çünkü o kadar kötü ki o dizi :D Bayramdı annemdi çocuklardı derken yarım bıraktıklarımdan biriydi o da. Geri dönmeyecektim aslında ama Lovely Runner'ın ruh halime ettiklerine ancak o iyi gelir diye açtım, bir baktım bitirebiliyorum - ileri sara sara tabiki. Dedim haydi be, bitir gitsin. Bitti. Onu da Jang Dong Yoon ve Nana hatrına izlemiş oldum ama olsun. Arada böyle 5.sınıf saçmalıklara da ihtiyaç var. Yalnız daha ne kadar geçmiş yaşamda böyle oldu şimdi gene bulduk temalı hikayelere maruz kalacağız kore dizisi obsesifleri olarak bilemiyorum. Bu senenin dizilerine çok da bakamadım ama geçen sene tamamen gündemimiz buydu ve inanılmaz bıkkınlık geldi. Peşinden de geçmişe dönme teması görüyor gibiyim ama haydi hayırlısı.

Kitap okumadığım bir hafta daha bu arada. Haftaya finaller var. Ders çalışmaya çalışıyorum. Yine kendimi durup dururken sıkıntıya sokmak gibi geliyor artık ama bu da. Yani niye uğraşıyorum ki diyorum, bu derslere uğraşacağıma milyon tane kitap okurdum, zibilyon tane film izlerdim. Ama işte, yol üstünde takıldığım noktalar...Habire geri dönüyorum. Bir noktayı çözemeden, hiçbir yere gidemiyorum.

11 Mayıs 2024 Cumartesi

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da
Charlie Brown çıktı

 En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks yazısını uykumda yazmışım gibi hissediyorum). Böyle bir şeylerin başlangıcı pazartesi gününe denk gelince insan gereksiz bir motivasyonla doluyor değil mi? Köşeli masa, odanın tam köşesine tam oturunca ya da yolda yürürken tam ışıklara geldiğinizde ışık yeşil yanınca falan böyle bir, bir şeylerin tam olması hissi işte.

Öyle bir motivasyonla dedim ben bu ramazanda çılgınca oruç tutarım. Yaparım. Hem dışarıdan yemek istemiyorum artık, hem her gün evden bir şeyler hazırlayarak getirmenin yükünden kurtulurum. Ofiste de diğerleri tuttuğu için tüm ramazan boyu, bir şeyler yemek içmek de zaten insana bir tuhaf geliyor, onun psikolojisinden  kurtulurum. Ama her zamanki gibi kendimi çok abarttım. Nasıl bu 1,5 metrelik boyumu unutarak kafamın içinde bu apartmanın çatısından öbür apartmanın çatısına atlayabileceğime dair senaryolar döndürüp, buna inanabiliyorsam, oruç da tutabileceğime inandım. O pazartesi, ben, ben değildim. Her gören neyin var dedi, ölüyormuşum gibi şaşkın ve acıklı gözlerle üstüme titredi. Öğleden sonra artık tamamen insanlıktan çıktım. Başımın ortadan ikiye yarılmasının yanında öğürmelerimi zor tuttum. Kusarsam bozulur diye kusmamı geri bastırmaya çalışmaktan içim dışıma çıktı. İftara da T bana gel bu halinle tek başına uğraşma, ben de yemek sofra var dedi. Yok dedim, ıhıh dedim ama dinletemedim. Çünkü o halde yemeği bile düşünmüyordum, sadece eve gidip, kendimi halının üstüne atıp, son nefesimi huzur içinde vermek istiyordum. Mecburen gittim. Evet eski ben'in değişmesi oldukça yol kat etti ama bazı şeyler hala nezaket ve iyi duygular içeriyor, onları da ayırt edebiliyorum. Neyse gitmeden önce tatlı alayım hemen caddeden de öyle geçeyim dedim. Tatlıcıda bir baktım kartım yanımda yok, naktim çıkışmadı, zombi gibiyim ayakta sallanıyorum, iftar oldu olacak, tatlıcı dedi ki al al önemli değil. Elimde tatlı paketi, yere çöküp ağlayacaktım ama abi ben ben...diye diye. Şimdi hatırladıkça sinirle gülüyorum. Hayatım kendi kendimi zor durumlara sokmakla, habire kendime yoktan yere sersefillik yaşatmakla geçti hakikaten. T'de yemeği zor yedim, artık kesinlikle kusmam gerekiyordu, kendimi eve zor attım. Saçma sapan bir şekilde durup dururken kendime zorluk yaşatmışım, kendimi hasta etmişim gibi hissediyorum vallahi.

O akşam Midnight Photo Studio (야한 사진관) dizisi başladı. Geçen hafta bitmiş olması lazım. O başladığı akşam bakmadım ama daha sonra bir ara ilk bölümüne baktım. Tee Joseon Dönemi'ndeki bir atası, ölüler dünyası ile anlaşma yapan Seo Ki Joo isimli esas kahramanımız, öldükten sonra ruhların son isteklerini yerine getiren bir fotoğrafçı gibi bir şey. Han Bom isimli başrol kızımız ise doğrucu davut bir savcıyken kovuluyor mu ne, avukatlık yapmaya çalışıyor. Tabiki yolları kesişiyor, oğlumuzun antik lanete göre son 100 günü mü ne kalmış yaşamak için falan filan. Başrollerde Joo Won ve Kwon Nara var, Joo Won'u severim de kız için hislerim karmaşık. Konu da böyle birçok başka fantastik dizinin orasından burasından birkaç bir şey alınıp, patchwork battaniye yapılmaya çalışılmış gibiydi. Çok çok boş, aşırı işsiz ve sıkılmış iseniz izlenebilir tabi. Bir bölüm bakıp, kapattım.


O hafta boyu artık ömrüm boyunca oruç tutamayacağımı anlamış olmanın yenilgi duygusuyla her öğle arasında bir kahveciye oturup kitap okudum. Gizli Bahçe'ye başladığımdan bir önceki yazıda bahsetmişim, Şubat'tı. İncecik kitap ama satır satır dikkat ede ede okumak istedim. O hafta bitti kitap. Ve filmi izlediğim yaşlarda okusam dikkat etmeyeceğim, beni etkilemeyecek şeyleri böyle fark ederek okumuş oldum.


15'inde cuma akşamı haftayı yine servisteki kızlarla iftar yaparak bitirdik (tek birimiz oruç tutuyordu ama olsun adı iftar). O gün telefon hattımı da değiştirdim. İşe başladığımdan beri Vodafone'du sanırım, Turkcell'e geçtim. Numarayı değiştirdim çünkü artık o icra olacak, fatura borcunuzu bize ödeyin diye taciz edip duran avukatlık bürosundan kurtulmam gerekiyordu. Şikayet edebileceğim her yere ettim, numaran değil de isimden geldiği için de engelleyemiyordum. Koskoca ülkenin adalet sistemi böyle bir şeye bile engel olamadığı, dahası bunu illegal bile bulmadığı için kendim çözüm bulmaya çalıştım. Artık hiçbir yere numaramı vermiyorum, satarsa bir Turkcell satar. (Gelen mesajlarda benim olmayan bir numara ve benim olmayan bir isim bulunuyordu bu arada, en üst düzeyden sinir bozucu.)


Gizli Bahçe bitince Kelt Mitleri ve Efsaneleri'ni aldım elime hevesle. Şubat'taki kitap siparişimle gelmişti o da. Evet hevesle okumaya başladım ama doğru düzgün 20-30 sayfa bile okuyamadım. Kafam allak bullak oldu. Tabiki Kelt mitolojisi ile ilgili bilgim sınırlı ve her şey yabancı geliyordu ama bu derece, bu kadar aşırılıkta bir yabancılık beklemiyordum. Yine ne de olsa bir kulak dolgunluğum var diyordum. Okuma benim için hiç keyifli olmamaya başladığı noktada tamam dedim, bir kenarda dursun onun da zamanı gelir herhalde.

O günlerde tvde yayınlanan bir diziye sardım ister istemez: Kızıl Goncalar. Youtube'da habire önüme düşüyordu videoları. Hımm bu neymiş o neymiş diye bakarken bir baktım izliyorum. İzleyebiliyorum, izlenebilir bir şey yani dedim. Sardı, cidden sardı. Özcan Deniz'den hoşlaşmayışımızda hepimiz birleşiyoruz evet ve bence Özgü Namal gerçekten rol yapamıyor (konuşma telaffuz tarzı ve ses rengiyle ilgili bir çiğlik var, kendi gerçek hayattaki sınıfından çıkamıyor bir türlü, her ağzını açtığında Adıyaman gibi bir yerlerden gelmiş, 14 yaşında evlendirilmiş, kaskatı bir cemaatin içinde büyümüş, dünya görmemiş bir kadın değil de şen şakrak bir Özgü'nün benliğini alttan alttan duyuveriyorum.). Ama hikaye sarıyor, diğer oyuncular çıtayı yükseltiyor - özellikle Sadi Hüdayi'yi oynayan Erkan Avcı ve Müyesser'i oynayan Asiye Dinçsoy'u ekranda her görüşümde kilitleniyorum - ve bir bakmışım merakla yeni bölüm bekliyorum.


Ekinoksta yazdım ama hey be kafam nasıldı dedim ya, işte baharın gelişinin ertesi günü kar yağdı burada. Şaşırdık mı hayır. Çünkü sonraki gün de 22'sinde de yağmaya devam etti. O haftasonu - 22'si ve 23'ünde - açıköğretim vizeleri vardı. Varmış yani, ben takvimime nedense daha sonraki bir tarihi işaretlemişim dönem başında. Instada Anadolu Üniversitesi'nin hesabında vizelerle ilgili bir gönderi görünce haftanın başında hayıııır olamaaaz diyerek ders çalışmaya başladım. Bir hafta çalışıp, vizelere girdim. Nedense - benim kaplumbağa hayatıma göre - aşırı hareketli bir haftasonu oldu o. Cumartesi tüm gün sınavlara girdim, çıktım T ve E ile alışverişe gittim, yemeğe tatlıcıya derken gecenin bir yarısı eve döndüm. Yorucu ama iyi hissettiren bir cumartesiydi. Üçümüz oturup tatlıcıda, güneşin batışını izleyerek muhabbet ettik. Hava aşırı soğuktu bana göre, sabah arabanın üstünde ince bir kar tabakası vardı mesela. Pazar günü de yine sabahtan sınava gittim, sınav çıkışı yine T ile Kızılay'da dolaştık.

Tatlı konusunda ne kadar abarttığımın kanıtı

25'i 26'sı 27'si güneşli ama buz gibi ve rüzgarlı olmaya devam etti. 28'inde çöl tozları geldi buldu bizi, hava yaz gibi oldu. 29'unda cuma akşamı eve geldikten sonra otururken aklıma esti, T'yi aradım gel gidip creme brulee yiyelim dedim. Aşırı güzeldi o creme brulee yalnız. 40'ıma varmadan bir arada bu tatlı işini kesmem gerekiyor biliyorum, ama nasıl olacak. Çünkü bazen - değil neredeyse her zaman - hayatta ilgimi çekip beni mutlu eden tek şeyin tatlılar olduğunu düşünmüyor değilim.

Aşırı güzel ama çok az gelen Creme Brulee

O haftasonu ise seçim zamanıydı. 30'unda cumartesi güneşin de etkisiyle balkondaki saksılara ne bulduysam ektim. Tüm gün balkonda iki büklüm maydanoz, salatalık, domates, çilek, çiçekler...ne bulduysam ektim. Arada bir bazı seneler böyle heves geliyor, azimle bir şeyler yapıyorum. Sonra güneş ve kuşlarla (ve tembellikle) olan mücadelemi kaybedip, vazgeçiyorum. Bakalım.


31'inde seçim günü hiçbir şey yapmadım. O kadar umutsuz, o kadar bezmiş halde, bu sefer sabah erkenden bile gitmedim oy vermeye. Akşam en son artık biterken gittim bir koşu. Amaaan diyerek. Tüm gün tv açmadım, hiçbir habere bakmadım netten. Sonra whatsapp gruplarından bir şeyler gelmeye başladı akşam. Neler oluyor diye bir açtım tvyi...Sanırım ilk defa 22 Temmuz 2007'deki genel seçimlerde oy kullanmış oluyorum, 18'i geçtikten sonra karşılaştığım ilk seçim o olmalı. En erken hatırlayabildiğim siyaset görüntüleri de Turgut Özal'ın gözlüklü halini içeriyor. Ben hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım.

Nisan başlarken açtığım şans kurabiyesi falı
- Ama yalan -

Nisan da yine bir motivasyon hissiyle başlamadı değil, 1 Nisan pazartesiydi çünkü. Ramazan son sürat devam ediyor olduğundan yine her öğlen kendimi odadan dışarı atıyordum. Ama her gün her gün bir kahvecide oturamazdım, hava da parklarda oturabilmek için yeterli durumda değildi o günlere dek. Nisan'ın ilk günlerindeyse 26lara kadar çıktı. Aklım havalarda dolaşmaya başladı. Ve o akılla bu senenin de salaklıklarını yapmaya başladım. Nette dolanırken takip ettiğim sanatçıların, grupların konserlerini turlarını görüyordum. Oraya bak buraya bak, onu araştır buna tıkla derken bir baktım bir yerden çok da dinlemediğim bir tanesinin tee Kuala Lumpur'daki konserine iki katı fiyatına bilet alıyorum. İşte böyle hayatımın bazı aşamalarında bazı şeylerde akıl tutulması yaşıyorum ya hani. Burada kaç kere de yazdım bunları, kaç kere böyle salaklıklar yaptığımı. Gene de yapıyorum.

Köye doğru yola çıkmadan hemen önce gelen kitaplarım

Ertesi gün annem geldi köyden. Bayramda ben onların yanına gidecektim, ama arabayla geleceğim dedim. Bunun üzerine tek başına olmaz diyerek birimiz yanında gelelim bahanesiyle annem geldi bu sefer. Cuma günü de işe gittim, cumartesi yola çıktık annemle. Annem araba süremiyor, direksiyonunun yükünü almak için değil de hani yalnız olmayayım diye yanımdaydı. Yalnız daha iyi sürüyor olduğuma inandırmam mümkün değildi tabi. En saçma günde yola çıktık tabi. 551 kmlik yol 11 saat sürdü. Aşırı trafik vardı, her yerde yol çalışması vardı. Suyum çıktı.

Köyde bayram ziyaretlerinden ev baklavaları

Köydeki ilk günler elimi kolumu kaldıramaz haldeydim. Her yerimden et kesilmişti. Böyle günlerce spor yapmışım da hiç dinlenmemişim gibi. Hareketsiz yatmak istedim ama bir yandan da annem hiçbir şey yapmasın, ben varım en azından bu birkaç günde her işi ben yapayım diye uğraştım. Tüm temizliği yaptım, tatlıları almaya gittim, her şeyi düzenledim, mezarlık ziyaretine gittim. Bayram günlerinde de bayram ziyaretlerine götürdüm onları. Biraz bile olsun dinlenemeden 13'ünde de bu sefer geri dönüş yoluna koyuldum. Yine yan koltukta annem, bu sefer aynı yol 17 saat sürdü. Çünkü geri dönüş yolunda bu kez her şey çok daha kötü bir hal almıştı. Her yer kapalıydı, arabalar yol kenarlarında durmak zorunda kaldı. Bir santim ilerlemeden saatlerce dağların, bayırların, çorak arazilerin ortasında yüzlerce araba bekledik. Tuvaletler doluydu, yiyecek bir şey yoktu, kaldı ki saatlerce hiç benzin alacak yer bile görünmedi. Çıkmayacak canım varmış diyorum. O gün geceyarısını geçerken eve girdik. Ama bu hayata çile çekmek için gelmişim. Bitmemişti.

Bu arada köye gitmeden hemen önce kitap siparişlerim gelmişti, Kaan Murat Yanık'ın iki kitabı ile Erşc H.Cline'ın M.Ö.1177 kitabı. Bavula atıp, gitmiştim. Kaan Murat Yanık'ın kitaplarına birkaç zamandır denk geliyorum, baya da merak ediyordum, sonunda Kitap Yurdu'nda bir indirim görünce aldım. Yanlarına sepeti tamamlasın diye attığım kitaba onlardan önce başladım ama. M.Ö.1177 kitabı da alışveriş listemdeydi tabi, ne zamandır okumak istiyordum ama indirim olmuyordu. Neyse almış oldum ve köyde öyle bir an boş vakit bulunca bir açayım bakayım dedim. Kendimden geçtim. Cidden. Çok mutlu etti beni kitap. Bunu tabiki anlayamazsınız, anlatamam. Goodreads'te şöyle yazdım mesela:




M.Ö. 1177: Medeniyetin Çöktüğü YılM.Ö. 1177: Medeniyetin Çöktüğü Yıl by Eric H. Cline
My rating: 5 of 5 stars

Konuyu daha önce okulda gördüğüm ve bir derste birkaç haftalığına dinlediğim için belirli bir fikrim vardı kitabı elime alırken. Ki zaten elime almama sebep olan da buydu. Arkeolojinin en ilginç dönemlerinden biridir bu dönem. Geç Tunç Çağı'nda Akdeniz'in etrafındaki topraklarda şimdi hikayelerimize ve efsanelerimize konu olan o meşhur medeniyetler en şaşaalı dönemlerini yaşıyordu. Mısır, antik dünyanın o muhteşem imparatorluğuydu. Hititler onlara kafa tutan bir diğer muhteşem uygarlıktı. Kenan'da, Mezopotamya'da, Yunan anakarasında ve adalarda tüm o isimlerini bildiğimiz büyük krallıklar, imparatorluklar gelişmişti. Sonra bir anda, hepsi tarih sahnesinden silindi. Mısır ayakta kaldı ama artık o eski Mısır değildi. Büyük imparatorlukların yerini küçük şehir devletleri, tuncun yerini demir aldı. Dünya sanki birden karanlığa gömülmüş gibi oldu. Çok eskiden beri tarihçilerin ve arkeologların bu duruma açıklaması III.Ramses'in sözlerinden alıntıydı: Deniz insanları gelip, her şeyi yakıp yıkmıştı. Bu o kadar dilimize oturdu ki, arkeolojiyle ilk ilgilenmeye başladığımdan beri "deniz kavimleri" deyişi benim için de alabildiğine normal bir şey haline geldi.
Oysa durum bundan çok daha karmaşık ve çok daha farklıydı. İşte tüm bunları da Cline'ın yazdıkları sayesinde öğrenebildim. Cline aslında fikir belirtmekten çok bu konuda yüzyıllardır ne yazılıp, çizildiyse uzun uzun onları döküp, sayıyor. Aralara hımm belki de şöyle böyle diye sıkıştırıyor ama ekseriyetle kesin böyle düşünüyorum demiyor. Esasında kitabın sonlarına doğru içimde tamamen genişletilmiş bir tez okuyorum hissi uyanmadı değil. Okulda yazdığımız tüm o proje ödevleri ve tezlerin ana yapısına birebir uymuş. Önce tüm bu uygarlıkların o kocaman kocaman hallerine nasıl geldiğini bir anlatıyor, oyuncuların biyografilerini dizer gibi. Sonra en gelişmiş hallerindeki hikayeyi anlatıyor ki o dönemdeki kozmopolitliğin bu derece olduğunu bilmiyordum cidden inanılmaz boyutlarda bir global dünya oluşturmuşlar 3000 sene önce. Ardından sözkonusu nihai çöküşe getirip, böyle oldu diyor. En sonda da tıpkı tezlerde yaptığımız gibi, bir sonuca bağlamaya çalışıyor ki kendi düşüncelerini belki de en fazla bu kısımda açık ediyor.
Ben aşırı keyif aldım okumaktan. Çok severek, her bir satırında öğrendiğim bilgilerin mutluluğuyla dolarak taşarak okudum.

View all my reviews

O hafta boyu annem kalırım haftaya dönerim deyince sevinmiştim. Hem birlikte daha çok vakit geçirmiş oluruz hem de köyde pek bir şey göremiyor, gezeriz diye düşünmüştüm. Ama bayram dönüşü ofistekiler haydiiii çalışalııımm deliler gibiiii modundaydı. İki gün izin istedim, vermediler. Ya yazık günah, annemi azcık gezdireceğim, kendim için istemiyorum, ıhıh. Çalışacağız. Sanki atomu parçalıyoruz. Zaten bayramda da izin yapmışım. Bayramda? İzin? Zaten resmi tatil olan günler olduğu için hiçbirimiz ofise gelmedik ki. Nasıl yani dedim. Yok şehir dışına gitmişim. Herkes burada kalmış ben gitmişim yani izin yapmışım. Aklım dimağım almıyor. Almadı. Şaka mı dedim ya. Bu olsa olsa şaka olabilir böyle absürt bir şey. RESMİ TATİL. Evde oturup, bilgisayarı açıp güvenlik duvarına gözlerimi dikip, her an bir şey olur da ofise koşmam gerekirse diye arabanın anahtarı elimde durmam mı gerekiyordu?! 

Çocuklarla resim yapmak - aşırı rahatlatıcıymış!?

Salı gün öğleden sonra çıkabildim güç bela rica minnet. Annemi biraz gezdirdim. Abim hemen aradı tabi. Size geleceğiz diye. Dedim gelmeyin biz gelelim. Belki böyle yırtarız diye düşünmüşüm, ne kadar safım. 27'si çarşamba akşamı gittik tamam. Dedim artık daha görmemize gerek yok bir kere görüştük. Ama içimde hala sıkıntısı var. Hava 30 derecelere doğru yol alıyor. İşten bir türlü başka izin alamıyorum, annem evde, ben ofiste çılgınlar gibi çalışıyorum. Tabi bunların hiçbiri yine salaklıklarım için bahane değil ama işte bence haklıyım. Benim suçum değil. Her şey diğer insanların suçu. Herkes ve her şey üstüme aşırı baskı oluşturmasa, herkes ve her şey hayatıma karışmasa....Yeter artık diye bağırmak istedim ya. Bağıramadığım için bu sefer de başka bir grubun Hong Kong'daki konserine yine iki katına bilet aldım. Bunları hiç düşünerek yapmadım bu arada anlayabiliyor musunuz? Böyle kocaman bir topun içinde herkes beni bir tarafa sallıyormuş, yuvarlanıyormuşum gibi bir kafada geçen günlerde yaptım bu işleri. Bir yandan diyorum ben ne yapıyorum ama yapıyorum. Hong Kong'a da gitmek istemiyorum, Kuala Lumpur'a da. O kızı da dinlemiyorum öbür grubun müziğine de pek dayanamıyorum. Ofiste habire bir şeyler oluyor, ya bir saniye konuşmayın benimle bir saniye bir şey söylemeyin bir karışmayın bir beni bana bırakın da bir anlığına da olsa kafam bana kalsın ya. Yok. Çıldırmanın eşiğindeydim, bir yandan Hong Kong'a gidiş bileti aldım. Ama hiçbiri istediğim şeyler değil, kim yapıyor bunları diye ellerime bakıyorum. Zaten cuma akşamı da abim geldi, çocukları bize attı ve gitti. Cumartesi oldu, çocuklar duruyor. Cumartesi akşamı ofise gitmem gerekiyordu, çalışma yapacaktık. Bakın haftasonu bile işe gittim o hafta. Pazar sabahı oldu çocuklar hala bizde. Annem de yorgun, ben bitiğim. Bu arada anneme pazartesiye geri dönüş bileti aldık, ben durdukça bunlar senin başını yiyecek dedi kadın çünkü. Halime o daha da üzüldü. Pazar günü ancak öğleden sonra olduktan sonra annemle baş başa kalabildik. Biraz belki birkaç saat ayaklarını uzatabildi. 22'sinde de döndü zaten.

23'ünün tatil olması göklerden gelen bir iyilik gibiydi. Evin altı üstündeydi, kirlenmemiş, üstüne edilmemiş hiçbir eşya, hiçbir nokta kalmamıştı. Tüm gün temizlik yaptım. Evle birlikte ruhumu da temizlemeye çalışıyordum. Bu arada malum biletleri aldığım andan beri her dakika kafamın içinde şöyle dolaşıyordum: Gitmek istemiyorum, ne yapacağım, gideyim gideyim niye gitmeyeyim ki güzel macera hak ettim sonuçta taksit taksit öderim, hayır hayır istemiyorum o kadar para harcamak ne demek yarın öbür gün ülke iflas edecek ben ne yapıyorum hem hak etmiyorum etmiyorum işte istemiyorum,...ama her dakika. Her bir dakika. Kafamın içi. Yatıyorum, sabahlara kadar gözüme bir saniye uyku girmiyor. Gün içinde insanlarla konuşuyorum, kafamın içinde hep bu sesler. 23'ünde akşam boğazımın sol kenarına bir şey takıldı. Yediğim şey boğazımda kaldı ohh mükemmel diye küfrederek yattım. Elimi sokuyorum, kusmaya çalışıyorum, ekmek yiyorum, su içiyorum ıhıh gitmiyordu. Yine küfrederek ve tüm gece kafamda o seslerle yattım.

24'ünde sabah kalkarken bu sefer boğazımın her yanı acıyordu. Dedim iyi tahriş ettim akşam kalan şeyi çıkaracağım derken. Lanetler okuyarak işe gittim. Öğlende kafam bir milyon oldu, bir baktım ateşim çıkmış. Ben hala boğazımda bir şey kaldı zannediyorum. Allah allah dedim ne demek ateşim çıktı. Akşam evde otel-kalacak yer bakmaya başladım Hong Kong için. O kadar para gömdüm çünkü kaçarı yok artık işi ciddiye almam lazım dedim. Tüm akşam nette kalacak yer inceledim. Habire bir aksilik çıktı önce, en ufağından en büyüğüne. Liseden beri kullandığım kalem bozuldu mesela elimde. Kalakaldım. Otel bakarken bozuldu. Öylece. Kalem bile bozuldu. Okudukça, yer baktıkça moralim de bozuldu. Çok kötüydü. Her şey, her yer çok kötüydü. Ya bir aylık maaşımı verip, tamamen 4-5 yıldızlı bir otel tarzı bir yerde kalacaktım ya da sabahına tüm iç organlarımdan vazgeçeceğim tarzda bir yere razı olacaktım. Ki 4-5 yıldızlı oteller için bile neler yazıyordu. Sinirlerim alt üst oldu. Zaten gitmek istemiyorum bir de her şey kötüydü. Hong Kong da Çin'e dahil gibi bir şey olduğundan (bu konular teferruatlı) en son bir şey okuduktan sonra aklımda şey belirdi, e ben gidince annemi nasıl arayacağım whatsapptan diye düşünüp ağlamaya başladım. Zaten ateşim vardı. Sarhoş gibi bir şeydim.

25'inde perşembe sabahı bir gözümü açtım ölüyorum. Boğazım aşırı kötü, kafam sisin içinde. Hiçbir yerimi oynatamıyorum. İşe gidemedim, aile hekimine bari gideyim diye açılma saatinde asm'ye gittim. Bir soğuk algınlığı ilacı falan verir de öğleden sonra işe giderim diyordum, çünkü hala dünyayı biz kurtarıyoruz ya iş yerinde aman gitmemezlik etmeyeyim. Doktor boğazıma bakıp geri hopladı. Bu ne olmuş böyle dedi, ne olmuş dedim. Ben hala bir şey kaçtı ve tahriş oldu diyorum. Bir dolu ilaç, antibiyotik...verdi. Eve gidip, yattım. Ben nasıl hasta olurum diyordum kendi kendime. Yani midem rahatsızlanıyor evet son senelerde ama böyle hasta olmak...Gözlerim biraz açılır gibi olunca geçtim bilgisayarın başına ne olacaksa olsun dedim. Önce uçak biletini iptal ettim, bir kısmını kestiler tabi. Sonra konser biletlerini satışa çıkardım. Birkaç hafta içinde maaşımın yarısını öylece puf diye sokağa attım yani. Öylece. Sadece. Bir de işin detayları var ki şu anda da anksiyete krizleri geçirmeme sebep oluyor. Misal a ise b ise c veya d iken e gibi önermelerin sonucunda bir bakmışım şey olabilir, hem biletleri alırken ödediğim paranın benden çıkmasının yanında, hem yeni satacağım insanlara biletler ulaşmamış olacağı için onların ödediği paraları da benden alabilirler. Gitmesi gereken yere gitmeyip de bana gelirse biletin biri, bir de üstüne uluslararası kargo parası ve gümrük falan ödemek zorunda kalabilirim. Gibi gibi. Şeyler olabilir. Benim salaklığımla...hepsi olur valla. Havayolu şirketi de parayı yatırmadı zaten hala.

 

 26'sı cuma günü işe gittim tabiki. Çünkü, dedim ya ça-lı-şı-yo-ruz. Ama ölüyorum. İlaçlar bana mısın demedi. Güller açmaya başlamıştı, aklımda Candy'nin jenerik müziği, gördüğüm her güle üzgün üzgün baktım. Evde yatarken Queen of Tears'ı (눈물의 여왕) izlemeye geri dönmüştüm. Bayramdan önce annem geldiğinde izlemeyi bıraktığım için ve o zamandan bu yana da başım dağılmadığı için 7.bölümde mi ne kalmıştım. Sonra Lovely Runner'a (선재 업고 튀어) başladım. Byeon Woo Seok'u Strong Girl Namsoon (힘쎈여자 강남순) fiyaskosundaki tek elmas tanesi olarak izleyip, yeteri kadar düşmüştük hep birlikte hatırlarsanız. Buradan sonra ne yapacak artık bu acıklı gözlerimizden kendini mahrum mu edecek derken bu dizinin haberi gelmişti. Gerçekten kendime bu eziyeti etmemem gerekiyor ya. Yine bir geçmişe dönüp, geleceği değiştirmeye çalışma hikayesi. Gene bir pişmanlıklar, kaçırılan şanslar, yaşananamışlıklar...İzlemek istiyorum, kendimi alamıyorum ama içim eziliyor, göğsüme taşlar doluşuyor. Çok aşırı mutlu sona bitmezse kendimi nasıl toparlarım bilmiyorum. Minik kalbim daha fazla dayanamayacak gibi hissediyorum.

 

 27'si cumartesi olunca bu sefer de pikniğe gittim servisteki kızlarla. Çok önceden verilmiş bir sözdü, ayarlanmış bir şeydi, ben olmayınca da iptal olurdu, o yüzden ilaçlarımı içtim, kendimi iyi olabileceğime ikna ederek çıktım yola. İyi de geldi, temiz güneşli havada olmak, kızlarla muhabbet edip gülüşmek...Başka bir şey düşünmemek. Özellikle, düşünmemek. Gene de gün içinde zaman zaman olduğum yere yığılıp kalacakmışım gibi hissettim, hiçbir şey belli etmedim. O yüzden ertesi gün, pazar günü yattığım yerden kalkamadım, yine ateşim yükseldi. Hava da zaten delicesine bir fırtınaydı. Nisan'ın son günleri sırf o fırtınayla geçti zaten.


Mayıs'ın birinin de tatil olmasına gerçekten ağlayacaktım mutluluktan. Çünkü neredeyse bir aydır, Nisan'ın başından beri hayatım beni bir sürü kayayla çakılla dağın tepesinden yuvarlamış gibi hissediyordum. Her yerim yara bere içinde, etlerim sökülüyor ama duramıyorum, her durmaya çalıştığımda bir tekme geliyor dönmeye devam ediyordum. Yorgundum. Böyle bu kelime anlatmıyor hissettiklerimi. Yorgundum. Yopyorgun, yopusyorgun, yoryoryoryorgun. Hasta. Bitik. Bir türlü iyileşemiyordum. O gün evde olmak çok iyi geldi. Sabah kalkıp, ekmek almak için çıkınca hanımelilerin açtığını görünce de bir mutlu oldum (çünkü en çok sevdiğim çiçek).

Bu arada tam o günlerde instada bir grubun videolarına denk gelmeye başladım. Yıllardır k-pop'un hep aynı şeylerini dinleyip duruyorum, artık her yeni çıkan grup, her yeni çıkan şarkı tamamen aynı. Hiçbirinin birbirinden bir farkı olmuyor ya da müzikal anlamda bir şeyler ifade etmiyorlar. Olay tamamen konsepte dönmüş durumda. Bu sefer duyduğum şey pop değildi, rock müzikti. Sanki uzun yıllar önce arkamda bıraktığım bir arkadaşımla karşılaşmışım gibi hissettim. Yıllardır sadece kola içiyormuşum da şimdi elime su geçmiş ve ilk yudumla birlikte aslında suyun ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlamışım gibi oldu. Biraz daha dinledim, açtım şarkıların tamamını dinlemeye başladım. Sonra kim bunlar, ne bunlar diye bakındım, sadece kendi şarkılarını değil, yaptıkları coverların videolarını izledim. Xdinary Heroes diye bir gruptu bu. 6 çocuk. Bateri, bas gitar, iki elektro gitar ve keyboard, synthesizer vardı. Normalde k-popta önemli olan müzik gibi gelmiyor bana açık söyleyeyim. Hatta dediğim gibi, artık tamamen konsept için yapıyorlar her şeyi. Bu grubu dinlerken müziği duydum ya. Böyle basbaya müzik. Ben gençken ve müzik gerçekten müzikken canlı canlı duyduğum şeyleri duydum. Basın sesini duydum, müzikle birlikte hisseden bu çocukları gördüm. Tabi hiç fikrim yok değildi bu tür grupların varlığına dair. Şimdiye kadar The Rose dinliyordum mesela, Day 6 dinlemiştim, Hyukoh dinlemiştim, N.Flying dinliyordum. Ama hiçbirinin müziği bu derece "müzik" gibi gelmemişti. Gerçekten müzik duyuyordum. Sanki yıllarca mağarada kalıp, müzikle yeni tanışıyormuşum gibi hissediyorum. Son 10 gündür aralıksız Xdinary Heroes dinliyorum. Evet yine bir şeye takınca kendimi tüketene kadar takıyorum. Bu ara denk gelmemin sebebi de yeni albümleri çıktığı için sosyal medyanın onları önermeye başlaması.

Mayıs'ın 4'ünde ve 5'inde cumartesi pazar günleri kombiyi yaktım. Evet. Mayıs'ta. Çünkü buz gibiydi evin içi. Geçen hafta boyu dışarıdan yedim. Aslında iyi gidiyordum bu konuda. Sonra işte, geçen hafta ip söküğü gibi...Bir gün pizza, bir gün döner, bir gün dürüm, en son dün akşam yine pizza derken bu sabah da kahvaltı niyetine kalan pizzaları yedim. Çok yorgun ve bitiğim diye gram hareket de etmiyordum zaten. Sağlığımın zirvesindeyim şu an. Dün akşam C ve N gelmişti, aylar sonra buluşmuş olduk. Saatlerce astroloji muhabbeti yaptık. Arada böyle şarj olmak gerekiyor sanırım. Onları yolcu edip, kapıyı kapatıp boş eve bakınca içimi bir bomboş hissettim. Yaşlanmışım.

Bugün cumartesi güya ama habire pazarmış gibi hissediyorum. Bir pazar havası var üstümde. Yerimden kalkıp, bir an yarın işe gideceğim diye moralim bozuluyor sonra kendime hatırlatıyorum yarın pazar, işe gitmeyeceksin. Sabah güneşliydi ama şimdi yine karanlık, yağmurlu, şimşekli. Tam pencere kenarında battaniyeye sarınıp, Jane Austen okumalık.

20 Mart 2024 Çarşamba

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"


Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - Keşiş Bede, Eostremonath (Nisan ayının eski Anglo-Sakson isimleri) sırasında pagan Anglo-Saksonların onun onuruna düzenlenen festivallere yardım ettiğini belirtiyor. (İki yüz yıl sonra Almanya'da, Charlemagne'ın Hayatı adlı eserinde, Einhard adlı bir keşiş, Nisan ayının eski adını Ostaramonath olarak vermiş mesela.) Almanya'daki bazı yazıtlarda da ondan bahsediliyor ve modern Paskalya tatilinin ismi de ondan geliyor. "Eostre" (Eski Germen dilinde "Ostara") adı, Yunan şafak tanrıçası Eos'la ilişkili aslında ve her ikisinin de kökeni Proto-Hint-Avrupa kökenli bir şafak tanrıçasına kadar uzanabilirmiş, öyle diyorlar.

Jakob Grimm, Teutonic Mythology adlı eserinde "Ostara, Eástre, baharın büyüyen ışığının tanrıçasıydı." diye yazar. Yılın bu zamanında çiy şeklindeki kutsal su veya derelerden toplanan su toplanıyordu; onunla yıkanmanın gençliği geri getirdiği söyleniyordu. Saf beyazlar içindeki güzel bakirelerin eğlenirken görüldüğünü yazar Grimm. Ayrıca Grimm'e göre, Osterrode'un beyaz bakiresi, kemerinde büyük bir anahtar yığınıyla ortaya çıkar ve Paskalya sabahı su toplamak için dereye doğru yürür.

Ostara genellikle genç bir bakire olarak belirtilir - Ember Cooke'un yazdığı gibi, "...çocuk doğurabilecek kadar yaşlı ama anne değil." Çiçeklerle veya yeni yeşilliklerle süslenmiştir ve sıklıkla dans eder. Çoğu zaman neşelidir, ancak aniden yağmura dönüşebilen bahar havası gibi kolaylıkla aniden ciddileşebilir. Baharın kendisi gibi o da kaprisli ama masumdur.

Günümüzde ise "Wheel of The Year"ın bayramlarından biri. Bahar boyunca kutlanan 3 bayram var, 2 Şubat'taki Imbolc, 20/21 Mart'taki Ostara ve 30 Nisan/1 Mayıs'taki Beltane.


Babil takvimi, Mart'taki bu bahar ekinoksundan sonraki ilk yeni ayla, Sümer tanrıçası İnanna'nın (sonraki İştar) yeraltı dünyasından dönüşünün ertesi günü başlıyordu mesela. İştar Kapısı'ndan Eanna tapınağına Akitu adı verilen bir seremoninin olduğu geçit törenleri ve Tammuz (Sümerlerdeki Dummuzi) ile evliliğinin canlandırıldığı ritüeller yapılıyordu.

Pers takvimi de her yeni yıla bahar ekinoksu ile başlıyordu. İran'da hala bu şekilde hatta bildiğim kadarıyla. Navruz olarak kutladıkları bu gün oldukça önemli onlar için. Roma'daki ev arkadaşlarım olan İranlı kızlar yılın bu zamanı hep eve gidiyorlardı kutlamalar için mesela. Hindistan'da da sanırım bu böyle. Japonya'da da bu gün tatil oluyor, insanlar aile evlerini ziyaret ediyorlar.

Kamboçya'daki Angkor Wat'ta ve Meksika'daki Teotihuacan'da bahar ekinoksunda güneşin doğuşu kutlanıyor her yıl.

Bahar ekinoksunda, Teotihuacan'da güneş doğduğunda sabah 7:15 ile 7:45 arasında, Quetzalcoatl Sarayı'nın batı duvarındaki mazgallı siper benzeri yapıya kazınmış ve kırmızıya boyanmış figürler boyunca bir gölge yukarı doğru hareket ediyor. Tasvir edilen figürlerden bazıları, karanlığın yanı sıra ışık ışınlarıyla da ilişkilendirilen bir kuş olan baykuşlar.

Ekinoks sırasında Angkor Wat'ta ise gün doğumunda, batı girişinin önünde duran biri güneşin doğrudan merkezi lotus kulesinin üzerinden yükseldiğini görebiliyor.

Ostara yeni başlangıçların ve büyümenin zamanı. Ostara'nın sembolleri yaşam döngüsünü, büyüme ve bolluk potansiyelini ve aydınlık ile karanlık arasındaki dengeyi temsil ediyor.


“Hail Ostara, white-clad maiden. Snow and ice melt at your gaze, flowers bloom with each soft step. We who late have longed for spring-time, we welcome you at winter's end. I praise you now, O bright Ostara: Earth's cold cover send from here!”

11 Mart 2024 Pazartesi

beatha


 Vay. En son tam bir ay önce yazmışım. Yuh bana. Oysa bu bir ay içinde çok defa yazmalıyım dediğim oldu. İçimden böyle yazma isteğiyle taşarak eve geldiğim oldu. Ama niyeyse her defasında bir şekilde başka işlere daldım. Evde iş bitmiyor ki. Eve girince ne ara gece yarısı oluyor anlamıyorum. İş yerinde de işler yavaş bu ara aslında. Çok meşgul değiliz. Ama ne hikmetse sekiz buçukta masama oturuyorum, ne ara akşam oldu, ne ara servise koşturuyorum anlamıyorum. Serviste eve doğru gelirken düşünüyorum ben bugün ne yaptım, bunca saat ne ile geçti, hiçbir fikrim olmuyor. Koca bir boşluk. Hafızam bomboş oluyor. Neyse. En son görüştüğümüzden bu yana neler hissettim, neler düşündüm, neler oldu?

Çin takvimine göre Ejderha yılına girdik. İlk o oldu evet. Kaplan yılı olan 2022'de hevesle, bir kaplan olduğum için mükemmel şeyler olacak diye düşündüğümde ve o yıl - yine - sihirli değnek ortaya çıkmadığı için, çok da sallamıyorum ama neyse. Kaplanlar için ejderha yılı fena değil diyorlar, hadi bakalım.

Ejderha yılına girmemizin ertesi gününde bir pazartesi akşamı, serviste, hepimiz eve doğru yol alırken konu ilerledi, muhabbet gelişti ve bir baktık, eh hadi inince avmye gidelim derken bulduk kendimizi. Bir arkadaşımızın yeni bebeği olduğu için ona hediye alacaktık. Bir ara almamız gerekiyordu, neden o akşam olmasındı ki? İndik, arabayı aldım, 4 kız akşam trafiğinde baya da uğraşarak (benim üstün araba kullanma becerilerim sayesinde) avmye gittik. Hediyemizi aldık, yemek yedik, tatlı yedik, çay içtik. Ama en önemlisi muhabbet ettik. Kahkahalarla, keyifle, merakla, coşkuyla muhabbet ettik. O akşamki kadar mutlu hissettiğim çok az akşam vardır, öyle söyleyeyim. Şimdi böyle her gün okuluna gidip, tüm gün arkadaşlarıyla dışarıda olan, tüm gün birilerini gören, konuşanlara çok tuhaf geliyordur böyle bir şeyi böylesine olağanüstü şekilde anlatmam. Yalnız bir hayat geçirmeyen herkes için tuhaf gelebilir. Tek başınıza yaşıyor olup, yalnız olmayabilirsiniz, o zaman da tuhaf gelebilir bu dediklerim. Öyle bir akşamın, enerjinin tuttuğu hemen hemen yakın yaşlardaki diğer 3 insanla yalnıza muhabbet edip, eğlenebilmenin benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu nasıl anlatabilirim ki? Yalnızca keyifle sohbet edebilmek, bir şeyler yiyebilmek, fikirler paylaşabilmek...Çok mutlu hissettim o akşam. Mutlu hissedebilmek de olağanın üstünde bir durumda benim için. Ben 2019'dan beri kendime ne yaptım, hayatıma ne oldu yeni yeni algılayabiliyorum böyle şeyler hissettiğimde. Ne kadar değiştiğimi fark ediyorum. Bu kadar değişebilmek için kaç kere ölüp geri dirildiğimi hatırlıyorum. O masada oturup, kızlarla sohbet ederken kendime baktım dışarıdan. Eskisi gibi değildim. Artık kimseye rol yapmıyordum. Başka biri, başka bir şey olmaya çalışmıyordum. Hissettiklerimi gizlemeye çalışmıyordum. Her hareketimi kontrol etmeye çabalamıyordum. En ufak bir şey belli etmemek için büyük büyük hareketler etmeye çalışmıyordum. Beni sevsinler diye uğraşmıyordum, sevimli olmaya çalışmıyordum, ilgi çekmeye, saçma bir şekilde de olsa ilgiyi kendimde toplamaya çalışmıyordum. Bendim artık. Sadece kendimdim. İçimden geldiği gibi muhabbet ediyordum. Değiş diye yazmıştı biri bir sabah bir kapının ardına yapışmış bir kağıdın üstüne büyük harflerle. Bu kadar zaman almasını ummuyordum.

O sabah aslında Nihan da öyle durup dururken haydi bu akşam buluşalım demişti. Sonra iptal olmuştu buluşmamız gün içinde. Akşamına serviste bu defa böyle bir anda haydi gidelim diye bir şey olunca vay dedim hayatın tesadüfü. Sonra ofiste oda arkadaşlarımla gün içinde Leo'nun ayıyla güreşip, Oscar almasından konuşmuştuk. Akşam kızlarla konuşurken konu yine Leo ve ayıya geldi. Allah allah dedim. Öğlende odadakilerin canı pide çekmişti, pide söyleyip yediler. Ben istemedim. Akşam da kızlar haydi pide yiyelim dedi. Güldüm, yedim. Yolda avmye giderken Çin burçlarından bahsettik, çünkü hani yani Çin yeni yılıydı. Sonra avmde alakasız bir şekilde kocaman peluş kaplanlarla karşılaştım. Büyü olayını çözmeme şu kadar kaldı.

14'ünde "The New Look" diye bir dizi yayınlandı. Christian Dior'la Coco Chanel'in II.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadıklarından esinlenmiş gibi bir hikaye. Hem tarihi, hem moda devleriyle ilgili falan derken büyük bir hevesle açtım ilk bölümü. 15-20 dakika ancak dayanabildim sanırım. Hiç sarmadı. Hem de o kadar her şey benlikmiş gibi dururken.

15'inde bir otelde seminer gibi bir şey vardı. Ona gittim. Bir otel dedim ama, şimdiye kadar gördüklerimin en en en'iydi yani. Daha önce de yazdıklarımı okuduysanız çok da otel görmediğimi, oteller hakkındaki bilgimin sınırlı olduğunu biliyorsunuzdur. Bu defa gördüğüm en devasa olanıydı benim için. Böyle de hayatlar var dedim. Böyle de şeyler var. Kendimi yine 10 yaşında hissettim. Tek başıma orada olmamalıymışım, annemin elinden tutuyor olmalıymışım gibi. Üstüm başım, saçım, her şeyim bir yetersiz gibi geldi. Bir eğreti duruyor gibi hissettim yine. Sosyal sınıfların çizgileri çok kesin çocuklar. Çok derin.

O gün KitapYurdu'nda YKY kitaplarında indirim vardı. Yıllardır okuyacağım okuyacağım dediğim Amin Maalouf'un kitaplarından Doğunun Limanları ile Arapların Gözünden Haçlı Seferlerini ve Binbir Gece Masalları'nın ciltli halini, bir de Frances Hodgson Burnett'in Gizli Bahçe'sini sipariş ettim.(Amin Maalouf'un yazdıklarıyla tanışmamı şurada anlatmıştım.) Görünene göre yarı fiyatlarına aldım ama zaten en başında o kitapların fiyatları bu şekilde mi olmalıydı, orasını da bilemiyorum. Gizli Bahçe bu arada benim için ayrı bir yere ve öneme sahip. Neverland'de de bahsetmişimdir, çocukluğumu etkileyen filmlerden bir tanesiydi 1993 yapımı filmi. Neverland'e ilk başladığımda hevesle yaptığım listelerden "Ben Masumum" serisinde yazmıştım hatta. Hatta blogun sağ şeridine bir göz gezdirirseniz filmin üçlüsünün bahçedeki bir fotoğrafını da bulabilirsiniz. İşte taa o zamanlardan ruhumda olan hikayeyi ancak bu yaşta kitap olarak elime alıp, okumaya da başlayabildim. Ocak başladığında hevesle başladığım Elizabeth Kostova'nın Tarihçi'si aynı hevesle bitirebildim şükürler olsunki (bu ki birleşikti değil mi). Goodreads'te işaretlediğime göre 2015'te okumak istiyorum demişim Tarihçi'yi. Her şeyin bir zamanı var demek ki. Hemen ardından da elime Gizli Bahçe'yi aldım. Tarihçi'yi bitirebilmem bir buçuk ayımı aldı ama olsun.

16'sında Cey'e gittik. İş çıkışı, cuma akşamı, üç kız oturup ev yapımı pizza yedik nostaljik müzikler eşliğinde. Nihan doğum haritalarımızdan senelik çıkarımlar yaptı (bu sene gene hiçbir şey olmuyor hayatımda, kendi içime dönme senemmiş, hangi sene değildi ki). Pasta kestik, Neredeyse 1 ay olmuş olabilirdi ama hala doğum günümdü. O masada oturmak tuhaftı. Normalde o evde, salondaki masada yemek yemek için yetişkin olmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Hissediyorum yani. Ama yetişkin değildik. Öyle miydik? Üniversitedeymişim gibi oluyorum çünkü Cey'in evine gidince. Doğruca odasına gidip, yine ödev yapacakmışız gibi. Annesi yiyeceklerimizi odaya getirecek, biz de halının üstünde yiyecekmişiz gibi. Salondaki masada küçük kalıyormuşum gibi hissettim, boyum yetmiyormuş gibi. Oysaki annemin benim bu yaşımda olduğu yaşta, liseye giden bir çocuğu vardı. Bense 37 yaşında liseyi yeni bitirmişim gibi hissediyordum. Salondaki koltuklarda oturduk sonra. Gözümde hep Im Juli izlediğimiz gece vardı. Çünkü salondaki koltuklarda da oturmazdık öğrenciyken. Tek bir sefer, sabahına ne sınavı olduğunu hatırlamadığım bir sınav olduğu o gece, sabah 4'e kadar salonda oturup, o filmi izlemiştik.

17'si Neverland'in doğumgünüydü (Tam 13 yaşında artık) ama çok meşgul, pek sosyal bir hafta geçiriyordum. O cumartesi sabahı koştur koştur pasta aldım mesela, hayır Neverland'i kutlayabilmek için değil, Tuğba'ya sürpriz yapacaktık. Sonra bebek görmeye gittik, yeni doğan bir bebeğin doğumunu kutlamanın adı bu. Kısa sürmesi gereken oturma tüm günümüzü aldı. Saatlerce oturup, konuştuk çünkü Emrah'ların evinde. Çaylar doldu doldu boşaldı. Güldük, konuştuk, ben yine kendimi tuhaf hissettim. Çünkü yine mutluydum. Keyif alıyordum. İnsanlarla bir arada olmaktan. Muhabbet etmekten. Bir şeylerin parçası olmaktan. Yalnız olmamaktan.

Akşamüstü benim eve geçtik kızlarla. Bu sefer Tuğba'nın pastasını kestik. Kahve eşliğinde iş yerinden yakındık, insanlardan yakındık, dedikodu yaptık. Birbirimizin renk analizini yaptık, çok güldük, çok eğlendik. Sadece mutluydum. İlginç bir şekilde mutluydum. Saf bir halde. Bir yetişkinin ortamında ama gene de çocuk olarak. Bunun üzerine düşünmeyerek. Yine sadece kendim olarak. Kızlar gittikten sonra evin ortasında durup, bu değişik duyguyla ne yapacağımı bilemez halde dikildim.

18'inde pazar günü tüm gün bilgisayarın başında, yıllardır yazmaya çalıştığım bir şeyi yazmak için oturdum. Tüm gün. Sabahtan akşama. Gidip gelip yazdım. Çünkü perşembe günü, öylesine bakarken bir şey görmüştüm. Kader gibiydi. Tam benim düşündüğüm ama o kadar da olmayacak bir şeydi. Ona başvurabilmem için aylardır ertelediğim bu şeyi bitirmem gerekiyordu. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar motive bir halde tüm gün uğraştım. Sonunda bitirdiğimde o şeye başvurmamın bile bir önemi kalmamıştı. Çok uzun zamandır aklımda olan, benimle omzumun üstüne her yere gelen, ağırlığıyla süründüğüm bir şeyi yere bırakabilmişim gibi oldu. Sırf o sayfayı yazıp, kaydete basınca bile bir ferahlık geldi üstüme. Sanki o sayfanın yapacağı, o sayfanın bana açacağı yolun hepsi olmuş da hayatım istediğim gibi olmuş hissi geldi üstüme. Sadece o satırları yazabilmek bile yetti bana neredeyse yani. Gerçi az önce cevap geldiğini gördüm, olmamış ama olsun.

Marry My Husband bitti 20'sinde. Bu senenin ilk dizisiydi benim için. Başından sonuna iyi gitti, kararında bir hikaye anlatıp, bitirdi. Onu da yazacağım umarım bir ara.

Sonraki hafta tamamen Avatar The Last Airbender'la geçti. 22'sinde 8 bölüm birden yayınlanınca ve aylardır onu bekliyor olduğum için perşembeden pazara yemeden içmeden bölümleri izledim. Güldüm, eleştirdim, karşılaştırdım ama bolca ağladım. Evet. Bir çizgi filmden uyarlanan bir fantastik diziye, çocukların oynadığı bir diziye bakarak salya sümük ağladım. Çünkü hem çizgi filmin kalbimdeki yeri ayrı, hem de dizi için yer yer çok özenli, çok nokta atışı sahneler, monologlar yazmışlar. Off. Keşke çizgi filmi ilk defa görüyor olsaydım. Keşke ilk defa izliyor, ilk defa karşılaşıyor olsaydım.

24'ünde cumartesi günü Avatar izlemekten şaşılaşmış gözlerimi dinlendiririm hem, hem de güneş manyak parlıyor dışarıda diye çıktım kaleye gittim. Çook küçükken, Ankara'ya ilk geldiğimiz zamanlarda sanki bir annemlerle kale yoluna doğru gitmiştik arabayla. Çok bellli belirsiz bir görüntü gözümün önünde. O kadar. Sonraki 25 yıl boyunca hiç gitmedim. Çünkü ben büyürken kalenin olduğu yer biraz fazla tehlikeli, fazla ücraydı. Canına değer veren kimse yanaşmazdı. Sonra oraları da düzelttiler, kaleyi de. Hep doğru bir zaman, doğru bir fırsat oluşsun diye bekleyince de böyle oldu. Çıktım gittim o cumartesi. Pırıl pırıl güneş. Yeni makinemi de denedim. Hiç başarılı değilim ama olsun. Kalede de çok görülecek bir şey yok ama ona da olsun.

27'sinde salı akşamı "Mehmed Fetihler Sultanı" dizisi başladı. Trt'nin tarihi dizilerinin izlenemez olduğunu fark edeli yıllar oluyor. Ama her defasında aynı heyecana kapılıyorum, elimde değil. Hepsinin ilk bölümü izlemeye oturuyorum bir, böyle sanki her defasında aynı şeyi yaşamamışım gibi. Bir türlü akıllanmıyorum. İçimde hep o umut. Ama bu sefer biraz işe yaradı o umut. Bu dizi iyi başladı. Gerçekten iyi. Henüz ilk iki bölüm yayınlandığı için o kadar gözüme batmadı ama propaganda olayları herhalde bir 4-5 bölüm sonra bunda da kafayı yedirtir hale gelir. Şimdilik mutluyum. Sadece o kadar uzun ki haftaya yayarak izleyebiliyorum.

28'inde çarşamba akşamı bu sefer aynı ekip - 4 kız olarak - Korelee'ye gittik iş çıkışı. Çok lezzetliydi yine her zamanki gibi. Ne varsa yedik. İkramlar da başlamış, aylar oldu herhalde gitmeyeli oraya. Önündeki sıra her zaman insanı bir geri geri götürüyor, en lezzetlisi olmasına rağmen Kore yemeği yemek istiyorsam direkt bomboş olan diğer yerlere gidiveriyorum. Yemeklerle de birlikte yine çok güzel bir akşam geçirdim o akşam da. Deliler gibi yedik, sonra kahve içmeye oturduk, güle oynaya muhabbet ettik.


"The Impossible Heir" dizisi başladı 28'inde ayrıca. Lee Jae Wook'a artık Alchemy of Souls'dan sonra neredeyse tapıyor olduğumuz için (abartıyorum da demeye çalıştığımı anladınız) dört gözle ondan sonraki ilk dizisini bekliyorduk. Fragmanlar da acayip gaza getiriyordu zaten. İlk bölümü izledim. Çok iyi bir hikaye seçmiş tamam, ekip aşırı iyi o da tamam. Jae Wook zaten manyak görünüyor, daha ne olsun derken başrole uygun gördükleri kız hikayeye dahil oldu ve her şey bitti. Gözümde tüm dizi çöpe dönüştü. Çünkü kız çöp. Nasıl anlatabilirim ki. Yaşamanız lazım. Neyse.

Ocak'ın 26'sında başlayan "FlexXCop" dizisine bakabildim sonunda o hafta. Ahn Bo Hyun için daha önce de yazmıştım "Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında." diye. O yüzden severim, her yeni dizisine bakmak isterim. Bu dizi de değişik aslında. Böyle çekim görüntüsü de ilginç, hikayesi de değişik. Anlatım tarzı da. Aslında izlemek isterdim diye düşündüm ilk bölümü bitirirken. Ama sanki daha bir çok motivasyona ihtiyacım varmış gibiydi. Çok çok boş vaktim olsaydı belki dedim.

Mart'ın birinde Dune geldi. Benim Dune'um. Kitaplığımın köşe taşı, 20li yaşlarımın uzun gecelerinin sayfaları, korkularımın duası...İlk kitabın ikinci yarısının filmi nihayet geldi. 3'ünde pazar sabahı çıktım gittim sinemaya. İlk defa 4DX'i deneyeyim hem diye. Çok yanlış bir seçim olmuş. Ben Dune'u izlerken kendimden geçiyorum zaten. Ama koltuklar habire sallanıyor, etrafa tutunuyorum, kilo da aldım halbuki yetmiyor zıplıyorum koltuğun üstünde. Filme konsantre olamıyorum, yüzüme yüzüme rüzgar üflüyor, koltuk durmuyor. En kötüsü de koskoca salon neredeyse bomboşken hemen iki adım öteme düşen bir gencin, tüm film boyunca burnunu çekmesiydi foşur foşur. Ters ters baktım, üfledim püfledim ama anlamadı çünkü hiçbirinizin aklına gelmiyor burun çekmenin pis ve sinir bozucu ve hatta terbiyesizce bir şey olduğu. Hayır söylesem biliyorum ki iki dakika sonra gene unutup çekmeye devam edecek çünkü daha önce yaşadım. Bir daha sinemaya gitmeyeceğim ya. Valla. Çekmek zorunda değilim ben bu pisliği.

Filme gelirsek...Okurken hayal ettiğim tam olarak buymuş, izleyene kadar, önümde kanlı canlı bir şekilde görene kadar fark edememişim. Paul'ün ilk solucan çağırışını ve sürüşünü izlerken baştan ayağa titredim. Rahibe Ana Mohiam'a sesi kullandığı sahnede her şey tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Sanırım Timotee Chalamet, hayal ettiğimi bile bilmediğim Paul'müş.

Bu hafta da pek bir şey olmadı. 8'inde cuma günü, günün de bahanesiyle öğleden sonra izin aldım. Tuğba'yla çıktık dolaştık. Dizilerde izlediğim gibi "arcade" olan bir yer var Next Level'da, oraya gittik. Her yerimizi yara bere içinde bıraktık, ihtiyar bedenlerimizin her yanı tutuldu. İlk defa öyle bir yere gitmiş oldum (çünkü tüm okul hayatımı katıksız bir inek olarak geçirdim). Minik bir atış poligonunda bilye mermilerle hedeflere atış yaptık ondan da önce. Hiç de fena değilim bu arada, bu kadar iyi olmayı beklemiyordum. Tüfekle iyiydim en azından, tabancayı denemedim. Eğlenceli bir gündü, değişik bir gündü. Böyle günlerim daha çok olsa aslında ben de daha iyi olurdum diye düşündüm.

Kitapçıya da uğradık tabiki cuma günü. D&R'da ikinciye yüzde 60 indirim yazınca gaza geldik haliyle. Daha doğrusu Koridor Yayınları'nın bez ciltli Orhan Veli Bütün Şiirleri baskısını görünce kendimden geçtim, onun etkisi olabilir. Onu elime alınca yanına da haydi indirimden yararlanmış olayım diye bir kitap daha seçtim. Steven Roger Fischer'ın Yazının Tarihi kitabını kaptım. İnternetten daha mı ucuza gelirlerdi, evet. Olsun.

Yine Ocak'ın sonunda başlayan bir dizi var "Doctor Slump". Onu izliyorum birkaç gündür. Park Shin Hye ile Park Hyung Shik. Depresyon ve hayatta yolunu bulma ile ilgili bir alt metin dönüyor karşımda ama o kadar parmak ucunda izliyorum ki diziyi...Biliyorum bir an kaptırırsam kendimi, bir anlığına da olsa hikayeye girmeye karar verirsem salacağım kendimi. O yüzden hiç öyle kendimi kaptırmadan izlediğimden pek hafif geliyor. Park Shin Hye de ne güzel yahu diye bakıyorum, Park Hyung Shik'in komedik zamanlamalar konusundaki yeteneğine hayran hayran bakıyorum. Onu gördükçe aklıma Taetae geliyor, bir hüzün çöküyor ama silkeleniyorum.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...