16 Ekim 2025 Perşembe

Cinderella Closet [シンデレラ クロゼット] (2025) - 12 bölümlük sevimli bir değişim hikayesi


 Ailesinin lahana çiftliğindeki evinden Tokyo'ya üniversite okumak için gelen Haruka, sevimli mi sevimli, hayat ve neşe dolu bir genç kız. Büyüdüğü küçük kasabada lise okurken hep hayalini kuruyor Tokyo'da üniversite okumanın. Günü gelip büyük şehre gidebilince artık dilediği gibi makyaj yapacak, okul giysilerinden kurtulacak, güzel şeyler giyecek, lezzetli kahveler içecek ve arkadaşlarıyla keyifli bir üniversite hayatı geçirecek. Bu sevimli hayallerle geliyor Tokyo'ya ama birkaç sene geçip de bir gün durup bakıyor ki haline, hiçbir şey hiç de hayal ettiği gibi gitmiyor. Tüm o şeyleri hayal eden neşeli kız gitmiş, yerine her sabah evden koşturarak çıkan, saçı başı dağınık, üstünden dökülen giysileri ve bez ayakkabısıyla okula koşturan, sonra yarı zamanlı işinde saatlerce canı çıkana kadar çalışan ve sonunda gecenin bir yarısı dağınık, iç karartıcı evine girdiği an kendini yatağa atan soluk yüzlü bir kız gelmiş yerine. Bu nasıl oldu, ben nasıl böyle oldum diye düşünürken yolda biriyle çarpışıyor. Çarpıştığı kız o kadar güzel, o kadar bakımlı, parıl parıl görünüyor ki tam da Haruka'nın kendi için kurduğu hayallerdeki gibi.

Bu kızı görmesiyle değişmeye karar veriyor. İtici gücü de yarı zamanlı işinde (kafe-restaurant tarzı bir yerde garsonluk) iş arkadaşı olan Keisuke'ye hislerini açıp, çıkma teklif etme isteği oluyor. Uzun zamandır Keisuke'den hoşlanıyor kızımız ama diyor ki bu noktada kendi kendine önce hayal ettiğim gibi güzel giyinen, güzelce makyaj yapıp kendine çekidüzen vermiş bir kız olacağım, ondan sonra da hoşlandığım çocuğa açılacağım. Ve sokakta çarpıştığı güzel kızla bir daha karşılaştığında yalvarıyor ona bana öğret öğret diye. Böylece başlıyor Haruka kızımızın ve etrafındakilerin kendileriyle ve dünyayla ilgili bir şeyler öğrenme ve değişme yolculuğu.

Bu yolculuğu anlatan Cinderella Closet [シンデレラ クロゼット], Japonya'nın TBS kanalında 24 Haziran'dan 16 Eylül'e kadar 20'şer dakikalık 12 bölüm şeklinde yayınlanan bir dizi. Wakana Yanai tarafından yazılmış çizilmiş bir mangaymış aslında. Bessatsu Margaret adındaki shojo manga dergisinde haziran 2019'dan ocak 2022'ye kadar yayınlanmış.

Manga serisinin kapakları

Dizi adından da anlaşılabileceği gibi bir Cinderella hikayesi. Yani hikayenin temel fikrini alıp, çok başka bir şekilde anlatan bir başka hikaye bu da tüm diğerleri gibi. Benim için ayrı bir önemi var, başından sonuna izleyebildiğim ilk Japon dizisi oldu Cinderella Closet. Kore dizileri izlemeye başlayan insanlar genelde ne olduğunu anlamadan kendilerini Çin ve Japon dizilerinde, hatta diğer uzakdoğu dizilerinin arasında bulurlar. Ya da tam tersi, Çin dizisi izlemeye başlayanlar gayet doğal bir akış içinde diğer uzakdoğu dizilerini de izlemeye başlarlar. Benim için hiç böyle olmamıştı bu seneye kadar. Yani denedim, denemedim değil. Dünyada birçok ülke ve birçok hikaye var, 8000 km ötedeki bir minik ülkenin hikayeleri bana bu kadar içten gelmişse belki başka bir dolu kültür de vardır böyle değil mi diye düşündüm hep ama bir türlü izleyemedim sonra her denediğimde. Çince'yi hala duymaya dayanamıyorum mesela, bir türlü kabul edemiyor kulaklarım ama kim bilir belki onun da zamanı gelir. Korece'ye o kadar alışınca artık hiç yabancı bir dil gibi gelmiyor ya mesela, o his beni izlediğim şeylerin içine çekebiliyor veya içinden atabiliyor. Birkaç Çin dizisini açıp bakmayı denediğim oldu geçen yıllar içinde. Bir tane Tayvan dizisini ciddi ciddi izlemeye çalıştım, hatta burada da bahsetmiş olmalıyım (haa şurada). Ama kulaklarıma gelen sesler tuhaf olunca o kadar ilgi çekici hikayeler bile izlenemez oldu gözümde. Japonca diğerleri gibi o kadar da ayrıksı, rahatsız edici gelmedi mesela. Sesler kötü değildi, Japon dizilerinde bana daha tuhaf gelen bir hava vardı. Adını koyamadığım bir soğukluk, bir duvar. Birkaç tanesini ciddi ciddi açıp, ancak birer bölüm izleyebildim geçen zaman içinde. O yüzden birkaç hafta önce öylesine önüme düştüğünde hikayesine falan hiç bakmadan açıp izlemeye başladım Cinderella Closet'ı. Hiç düşünmeden. Sadece posterini görüp, posteri de değil, Netflix'teki tanıtım resmini görüp, açtım sadece. Hep dediğim gibi, her şeyin bir zamanı var ve Japon dizilerininki de şimdiymiş demek ki.

Tabiki izlemeye başlamak o kadar da yumuşak bir macera olmadı. İlk başlarda duyduğum her şey rahatsız edici olmasa da tuhaftı. Herkes bağırarak veya çığlık atarak konuşuyor gibiydi. "Eyyyy, hooooyyy, höööööyy" diye tepkiler verip duruyorlardı. Normal konuşmaların arasında, normalde bıcı bıcı konuşan karakterler. Tuhaftı. Kızlar istisnasız animelerdeki gibi konuşuyordu. Aşırı tiz bir sesle, acayip yapmacık bir sevimlilikle (tabi bunlar ilk izlenimlerimdi, alıştıkça ve hikayenin içine girdikçe bu düşüncelerim değişti). Ama en ilginci ki dizi bittiğinde de böyle düşünmeye devam ediyordum, kafa yapılarındaki farklılıktı. Gerçekten çok ilginçti durumlar karşısındaki davranışları ve düşündükleri. Bunca yıldır neler izledim, tamam aşırı çeşitlilikte kültürün hikayelerini izledim sayılmaz ama nereden baksam Amerikan kültürüne, İtalyan kültürüne, Britanya kültürüne ve en nihayetinde Kore kültürüne izleye izleye alıştım. Kafa yapıları artık tanıdık ve dahası bazılarında gerçekten büyüdüğüm, yaşadığım kültürün izlerini de bulabiliyorum. Ama Japon kültürü, sadece bu ilk izlediğim dizinin kısıtlı bakış açısıyla ilk anda çok çok farklı geldi. Kültürü mü denir onu da tam bilemedim, daha çok kafa yapısı, dünyayı ve duyguları algılayışları. Birçok durumda bir karakter karşısındakine bir şey dediğinde diğerinin buna tepkisi veya hissettikleri bana çok tuhaf geldi mesela. Algılayamadım ya da anlamlandıramadım. Ama izlemesi ve böyle de bir dünya varmış demesi çok keyifli geldi.


Sadece bu kafa yapısı, bakış açısı da değil ilginç olan bu arada. Konusu. Şu an bu satırları yazarken ikinci Japon dizimi de bitirmiş olarak söylüyorum, hakikaten çok değişik geldi bana bu Japonların anlattıkları hikayeler. Cinderella Closet adından da anlaşılabileceği gibi bir Cinderella hikayesi dedim mesela ama burada "fairy godmother"ımız bir "cross-dressing" insanı. Böyle hiç duymadığım, yeni yeni kavramlar, durumlarla tanıştırdı işte beni bu Japon dizileri. Sevimli kızımız Haruka'nın yolda çarpıştığı ve çok beğendiği kız, aslında kız gibi giyinip, peruk takıp makyaj yapan bir erkek olan Hikaru. Sokakta çarpışıp karşılaştıkları sahnede - dizinin içeriğinden hiç haberim olmadan açıp izlediğim için bir fikrim yoktu - aa ne güzel kızmış demedim ben de Haruka ile birlikte, ne kadar ilginç bir kız bu dedim. İpincecikmiş de, hımm dedim. Sonra bölüm ilerledi, Haruka ve bu ilginç kızı izlemeye devam ederken bir yandan da bir kafa karışıklığıyla devam ettim. Duvarda azcık yamuk duran bir tablo ile bir odada oturmak gibi bir şeydi, tablo tam önümde olmasa da orada duvardaydı ve ben anlam veremediğim bir şeyleri hissederek öylece oturuyordum gibi bir durumdu. Sonunda Hikaru'nun peruğunu çıkarıp, makyajını temizlemiş halde Haruka'nın karşısında belirmesiyle ben de haaa diyerek rahat bir nefes aldım.


Bu noktada durumun ilginçliği de beni izlemeye çeken etkenlerden biriydi. Hikaru böyle kadın giysileri içinde, saçıyla makyajıyla dolaşıyor ve herkes çok normal bir şekilde karşılıyordu. Yapamaz ya da yapmamalı diye düşündüğümden demiyorum, bu ülkede doğup büyüdüğüm için haliyle ilk tepkim nasıl ya oluyor. Bu "nasıl ya" tepkisi de Hikaru'ya değil zaten, ona şaşırmayanlara ve hikayenin içinde bunun çok doğal bir şekilde ilerlemesine. Tabiki diziler filmler aşırı gerçekçi toplum aynaları değiller, hangimiz kahvaltı sofrasına aşkı memnu'dakiler gibi oturuyoruz ya da Kapadokya'da kaç tane ağalı konaklı var? Bu dizi de bu hikaye ve karakterler de Japon toplumunu kültürünü tam olarak göstermiyordur da ne bileyim en azından Hikaru'nun burada evden kafasını çıkardığı anda cinayete kurban gitmesi neredeyse anayasa gibi bir şeyken Tokyo sokaklarında markete gidebiliyor, kafede oturabiliyordur.


Hikayemiz Haruka kızımızın, bu Hikaru'nun kendisinden makyaj yapmayı, güzel giyinmeyi ve en önemlisi kendine güvenmeyi öğrenmesiyle devam ediyor. Hikaru böyle Haruka kızımızın hayatında sıradışı bir peri anne olarak belirmiş gibi görünüyor ama aslında herkesin birbirinin hayatına dokunup, düzelttiğini, geliştirdiğini görüyoruz. Haruka üstüne örtülen ölü toprağından sıyrılırken Hikaru da aslında ne istediğini, kim olduğunu öğrenmeye başlıyor. Hikaru'nun ailesi oğullarını her ne olursa olsun sevebileceklerini öğreniyor. Haruka'nın hoşlandığı iş arkadaşı Keisuke kendisinde nelerin yanlış olduğunu ve neyi düzeltmesi gerektiğini görüyor.


Dedim ya çok değişik bir dünyaya adım atmış oldum bu diziyle. Sadece bambaşka bir kültüre, ülkeye ait olmasından mıdır bilemiyorum da. Görünüşte aşırı kaliteli ya da büyük bir bütçeye sahip görünmüyor dizi, bu yüzden çok çok özenli bir çekimi yok haliyle. Oyuncular da genç olduğundan hatta çoğunun daha ilk işlerinden biri olduğundan ortam o kadar da oyunculukların havada uçuştuğu, yeteneklerin birbirine çarpıştığı bir durumda değil. Yani çoğu zaman kaskatı durup, repliklerini söylemeyi bekledikleri, hah şimdi duygu göstermeliyim diyerek rol yaptıkları ama yine de sevimli ve çabalarının takdire şayan olduğu bir ortam. Böyle de bir hikayenin içinde beni asıl şaşırtan ve etkileyen, tüm hikayeyi bitirince aslında ne kadar iyi yazılmak istenmiş ve anlatılmış karakterleri izlemiş olduğumdu.

Mesela Haruka'yı ilk tanıdığımızda çok neşeli, aşırı sevecen ve umutla dolu. Neredeyse lalalalala diyerek kırlarda dolaşan Pollyanna gibi görünüyor. Sadece hayat biraz yormuş ve enerjisi tükenmiş gibi. Ama tamamen mutlu bir insan aslında. Herkesi, her şeyi iyi karşılıyor. İçindeki iyiliği etrafına da yansıtıyor. Makyaj yapabilmeyi, giyinebilmeyi öğrenmek isterken de dizi bize sanki kendine güveni yokmuş da değişmek istiyormuş gibi gösteriyor ilk başta ama aslında Haruka tamamen kendine güveni olan bir genç kız. Yani bakarsak hoşlandığı çocuğa çıkma teklif etmeyi düşünüp, tasarlayacak kadar kendine güveniyor. Ya da herhangi bir durumda aklından geçenleri, hissettiklerini söyleyebilecek kadar, bir haksızlık varsa kendini ve başkasını savunabilecek kadar kendine güvenli ve açık aslında. Dahası tüm bu güvenini ve sevgi dolu oluşunu ailesinin en başından beri öyle oluşundan aldığını da anlıyoruz bir noktada. Bana böyle bir karakterin nasıl değişik ve ilginç ve de inanılmaz geldiğini anlayabiliyor musunuz? Bu derece sağlıklı bir aileyi ve onların bu derece sağlıklı bir şekilde yetiştirdikleri bir çocuğu görmek aklımın alamayacağı bir şey çünkü.


Hikaru'nun akıl yapısı, kişiliği de ilk etapta çok yabancı gibiydi bana. Ama hikayenin katmanları açıldıkça ve diğer karakterlere ilişkileri belirdikçe onun da o kafa karışıklığı, yaptıklarını neden yaptığı, hissettiklerinin karmaşıklığı çok daha anlaşılır ve belirgin oldu benim için. Cinsel yöneliminden bağımsız olarak kadın gibi giyinmesinin aslında kocaman bir zırh olduğunu anlattı dizi. Akıl olarak Haruka'nın ailesi kadar sağlıklı olmayan ailelerde yetişmek zorunda kalan her bahtsız çocuk gibi onun da dış dünyaya karşı koyabilecek bir zırh geliştirmiş olduğunu görüyoruz böylece. Dizinin ve oyuncunun ve belki de kamera arkası ekibinin en iyi yansıttığı şeylerden biri de buydu zaten. Kadın kıyafetleri, saçı makyajı içinde Hikaru çok daha kendine güvenli görünüyor. Ekranda karşı konulamaz bir dağ gibi beliriyor. Herkese ve her şeye kocaman bir duvar gibi davranıyor. Erkek kıyafetleri içindeyken ise çok daha kırılgan, çok daha narin ve kendini sakınıyor bir hali oluyor. Bu halde tamamen yara alabilir gibi, daha çok duygusu var gibi oluyor.

Böyle bir hikayeyi ve böyle karakterleri ilk defa izlediğim için tüm bu kafa karışıklığıma ve duygu karmaşama rağmen çok mutlu oldum, çok keyif aldım. 2016'da açıp da ilk Kore dizimi izlemeye başladığımdaki şeyleri hissettim yine. Onca yıldan sonra artık hiçbir Amerikan dizisinin vermediği keyfi aldım yeniden.  İnsan yeni bir şeylerle tanıştığında o tedirgin ama heyecanlı mutluluğu hissediyor ya en başta, hah işte o çok hayatı yaşanır kılan bir şey. 

5 Ekim 2025 Pazar

Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프} (2025) ile Kore Tarihi


 Bir önceki yazıda sadece diziyle ilgili düşüncelerimi anlatıp bırakacağım sandıysanız beni hiç tanımamışsınız demektir. O yazı baktım Moğolistan'ı aşıp gidiyor, tarih kısmını bir sonrakine saklamaya karar verdim. Ve bir kdrama ile Kore Tarihi dersimize daha mutlulukla başlayabiliriz! (Buradaki tek mutlu benmişim gibime geliyor ama olsun.)

Dizide şefimiz Yeon Ji Yeong, zaman yolculuğuyla Joseon dönemine düştüğünde bir kralla karşılaşıyoruz. Dizide kralla Lee Heon ismiyle tanışıyoruz. Dizinin uyarlandığı web romanında Lee Yung olan bu isim, dizide durumu daha fantastik hale getirelim, gerçek tarihten hepten ayrılmış gibi yapalım ki kafamızı eseni yapabilelim diyerek değiştirilmiş gibi duruyor. Çünkü Joseon döneminde gerçekten Lee Yung ismine sahip bir kral var ve bu kral, Kore tarihinde dilden dile en kötü, en zalim kral diye anlatılan, ünü zamanı aşmış bir kral.

Yeonsangun'un kendi yaptığı portresi olarak yazmışlar
ama kaynağını tam doğrulayamadım, pek fake geldi
çünkü aşırı batılı ve modern duruyor çizim

Doğduğunda aldığı isim Lee Yung olan kralımızın kral olarak aldığı isim Yeonsangun. Bir veliaht prens ya da işte şans eseri kral olan birine bir tapınak ismi veriliyor Joseon'da. Yani kendi ismi berkecan olunca haliyle kralımız berkecan haşmetmeapları saçma olacağı için daha malkoçoğlu tarzı bir isim seçiliyor, o kral bundan sonra öyle anılıyor. Tüm diğer Joseon krallarının ismi -jong veya - jo gibi hecelerle biterken bir tek bu Lee Yung'un (ve 15.kral Gwanghaegun'un) ismi -gun hecesiyle bitiyor. Çünkü ikisi de bir darbe ile tahttan indirilip, isimleri yoluyla itibarları ellerinden alınmış krallar. Gwanghaegun'un zamanına dair "The Tale of Nokdu" dizisini izlemiştik, şöyle de anlatmıştım. Neyse konuyu dağıtmayalım. Yeonsangun'a dönelim. Zalim olarak yaftalanan kralımıza.

Bu da National Museum of Korea'da yer alan Yeonsangun portresi

Yeonsangun'un anne babası ve büyükannesinden kaynaklanıyor aslında tüm bu zalimliklere dönüşen kişiliği. Babası, 9.kral Seongjong'un ilk eşi kraliçe Gonghye daha 17 yaşında hiç çocuk sahibi olamadan ölünce, kral Seongjong, bir veliahtım olsun da olsun aman işi şansa bırakmayalım diye cariyeler ve haliyle eşler almaya başlıyor. Bu sebeple aşırı güzelliğiyle dikkat çeken cariyelerinden biri bir erkek doğurduğunda kendisine kraliçe Yun denmeye başlıyor. Bu kraliçe Yun'un doğurduğu çocuk 10.kralımız olacak olan Yeonsangun. Buraya kadar her şey çok mutlu mesut görünüyor. Ama kraliçemiz Yun, bu delilik çekicilik grafiğinin sebeplerinden biriymiş zamanında. Çok güzel, pek çekici ama biraz fazla çılgın. Kralın diğer cariyelerini ve eşleri kıskanıp, hepsine bir şeyler yapmaya başlamış.  Bir şeylerden kastım canlarına kast etmek. Hatta sonunda artık bir gün kralı da tartışırken tartaklamış, adamın suratında resmen kavga izleri bırakmış. Kral Seongjong yine de evliya gibi adammış, gık dememiş. Ama kralın annesi, devletlüüü kraliçe Insu (bir diğer adıyla Sohye - bu isimlerin hepsinin bir sebebi var da konumuz o değil şimdi) oğlunun yüzünü görünce her oğluna düşkün kaynana gibi davranıp, alın götürün bu zındığı diyor. Tabi tek başına da değil, araya devletin üst düzey yetkilileri olan ve diğer güçlü ailelerden gelen işgüzar adamlar da girdiğinden çılgın kraliçemiz Yun'u tahttan indirip, saray dışına atıyorlar ama bu da yetmiyor. Çünkü gücü elinde tutmak isteyen, kralı ve ailesini her türlü kendilerinin yapmaya çalışan bu devlet adamları grubu, büyük kraliçe Insu'ya ısrar ediyorlar, bu deliyi indirdik ama zehirleyelim. Nitekim kraliçe Yun zehirleniyor, minik oğlu Yeonsangun da hiçbir şeyin farkında olmayacak bir yaşta olduğundan (hemen hemen 6 yaşında çocukmuş ama olabilir) babasının bir sonraki karısı olan kraliçe Jeonghyeon'u annesi olarak bilerek büyüyor ve kral oluyor.

Dizide de flashbackler gördüğümüz kadarıyla buraya kadarki kısım çok benzer şekilde gösteriliyor. Birazcık farkla. Dizide kralımız çocukken annesinin saraydan kovulduğunu kıyıdan köşeden görmüş olduğu için bu gerçekle büyüyor ama bilmiyormuş gibi gösteriyor etrafındakilere ve intikam planını yavaş yavaş, hesaplı kitaplı yapıyor gibi görünüyor. Ayrıca kraliçe Jeonghyeon'u annesi olarak kabul ederek büyümemiş oluyor.

Kral olan Yeonsangun en başta güzel işler yapıyor, akıllı akıllı yönetiyor ülkeyi. Yine her şey çok güzel görünürken alaşağı oluyor. Yönetimde güçleri eline geçiren ailelere karşı olanlar haliyle genç krala geçmişi anlatıyor. Annesi bildiği kadının, gerçek annesinin ölümünde parmağı olduğunu, en yakın bakanlarının çoğunun annesini zehirlediğini ve hatta haşmetli büyükannesi kraliçe Insu'nun da emri bizzat verdiğini öğrenen kral kendini kontrol edemeyen Hulk'a dönüşmüyor aslında dizideki gibi. Tamam böyle böyle olmuş o zaman annemin hatırasına sahip çıkalım, itibarını yerine koyup, hataları düzeltelim diyor.

Dizide kralımız annesinin nasıl öldüğünü veya kimlerin suçu olduğunu tam olarak bilemediğinden bunun peşine araştırmak üzere gizli gizli birilerini görevlendiriyor. Gerçeğe her yaklaştığında karşıt gruplar ona engel oluyor ama sonunda öğrendiğinde gerçekten kendini kaybediyor.

Bu noktada Joseon tarihinde etkili olan "faction"lardan bahsetmem gerek. Türkçe'de hizip denilebilir sanırım. Krallık kurulduğundan beri yönetimde, kralların tahta çıkıp, indirilmesinde, yani ülkede dönen ne dolap varsa hepsinde etkili ve hepsinden sorumlu olan bu hizipler orta ve geç krallık dönemlerinde Hungu ve Sarim olarak biliniyor. İşte bizim zalim kralın zamanında da bu Hungu hizbi, çok güçlenen Sarim hizbini alaşağı etmek için krala geçmişi ispiyonluyor. Sarim hizbi de annesinin itibarını düzeltmek isteyen krala karşı çıkınca işte o zaman Yeonsangun zıvanadan çıkıyor. İyice detayını vermeyeceğim ama kral, bu Sarimcilerden bir tanesinin yaptığı bir şeyden yola çıkarak ihanetti oooyyy buydu şuydu diyerek bahane yaratıp, Birinci Aydın Tasfiyesi olarak tarihe geçen şeyi yapıyor. Yani bulabildiği Sarimcilerin hepsini yok ediyor.

Aradan 6 yıl geçiyor, bu sefer de başka bir işgüzar krala annesinin zehirlenirken üstünde olan kanlı giysisini gösteriyor. Evet, herkes manyak. Yani zalim olmasan bile, deli olmasan bile delirtiyorlar bir şekilde. Yeonsangun da insan, artık mantıklıca düşünüp, bu adamları nasıl yok edebilirim diye planlar yapmayı bırakıyor. Annesinin ölümünde parmağı olan diğer iki cariyeyi döverek öldürüyor. Büyükannesi kraliçe Insu'yu tartışırken itiveriyor, o da öyle ölüyor. Tüm bu politiklerin arasındaki asıl çıban başlarından bir tanesi olan eski baş devlet danışmanı olan adamın da cesedini mezarından çıkarttırıp, kafasını kestirtiyor. Öyle böyle delirtmiyor kralı yani. Haliyle saraydaki diğer tüm devlet görevlilerini ve bakanları da kıyımdan geçirmeye başlıyor çünkü diyor annem kovulup zehirlenirken hiçbir şey yapmadınız. Bu da tarihe İkinci Aydın Tasfiyesi olarak geçiyor.

Öyle böyle delirmedi derken sadece annesinin olayına sebep olan devlet görevlilerinin yok edilmesini de kast etmiyorum. Bıktım bu okumuş adamlardan deyip Sungkyunkwan'ı (taa 1398'de kurulan, ülkenin en önemli eğitim yeri olan ve devlet görevlilerini yetiştiren okulu) kapattım, benim oldu diyor. Okulun arazisinde top oynuyor, at koşturuyor. Wongoksa'yı, kocaman tapınağı kapatıyor. Ülkenin her bir yerinden güzel kızları toplattırıp, bu tapınağın üniversitenin arazisinde onları yerleştiriyor, kendine harem kuruyor. Başkentteki neredeyse tüm topraklara el koyup, insanları evlerinden çıkarıyor ve her yeri kendi av alanı yapıyor. Hakkında insanlar bir şeyler yazıp, çizmeye başlayınca ifade özgürlüğünü yok ediyor, yazı yazmayı ve kitapları yasaklıyor.

Dizide bu aydınların tasfiyelerinin arasındaki bir zaman dilimine düşüyoruz. İlki 1498'de olan bu tasfiyelerden ikincisi 1504'te olacağı için ve dizi başladığında bu ikincisi olmamış olduğu için 1504'ten önce bir tarihteyiz. Dizide gelecekten gelen şef kızımız, Joseon'da saray mutfağında geçirdiği zaman sırasında bu ikinci tasfiyeyi önlemeye çalışıyor ve dizinin sonunda kralımızın tahttan indirildiğini görüyoruz. Yani 1503 ya da 1504 yılındayız. Dizide tasfiyelerin dışında yaptıkları da aslında gösteriliyor biraz. Tüm ülkeden kadınları toplatmasını, insanların evlerine arazilerine el koyup, ava çıkıyor olmasını ilk bölümlerde görüyoruz. Ama yazı ve kitap yasaklarından hiç bahsetmiyor dizi.

Gerçeğe dönersek, sonunda saltanatının 12.yılında kalan devlet adamları bir darbe yapıp, onu tahttan indiriyor. Yerine kardeşi (Yeonsangun'un en başta annesi bildiği kraliçeden olma küçük kardeşi) prens Jinseong'u geçiriyorlar (o da kral Jeongjong ismini alıyor). Ganghwa adasına sürgüne gönderiliyor Yeonsangun ama süs niyetine çünkü birkaç ay sonra orada ölüyor. Daha 30 yaşında ancak. Tüm bu zalimliklerinde onu destekleyen cariyesi Jang Noksu'nun kafası vuruluyor. Yeonsangun'un 4 oğlu da zehir içerek ölmeye zorlanıyor.

Dizide tabiki gelecekten gelen şefimizden dolayı tarihin akışı ve olaylar değişmiş oluyor ama her şeyi daha da romantik hale getirmek için haliyle Yeonsangun'un Jang Noksu dışındaki hiçbir eşi veya cariyesi ve hatta çocuklarından hiçbirisi yer almıyor. Jang Noksu da dizide Kang Mokju olarak değiştirilmiş durumda.  Dizide kralı yok etmek için yapılan ve uzun yıllar alan komplonun en başından itibaren bir parçası olarak gösteriliyor. Ayrıca dizide zalim kralımızın yerine geçirilen kardeşi Jinseong'un annesi olan kraliçe Jeonghyeon çok daha saf ve masum bir şekilde gösteriliyor. Tarihte yaptığı gibi en başından beri olayların içinde zalim kralı tahttan indirmeye çalışan bir figür değil. Aksine kenarda, kendi halinde, kendi minik oğluyla meşgul. Sadece oğluna zarar geldiğinde aslan kesiliyor. Haa tabi bu arada dizide 8-9 yaşlarında gösterilen bu prens Jinseong, tarihte abisi tahttan indirilip, kendisi çıkarıldığında 18 yaşında. Bu yüzden hatta darbe sırasında abisi gelip onu öldürecek diye intihar etmeye çabalarken ilk eşi durduruyor onu. Ki bu ilk eş de daha sonra pek çok diziye filme konu olacak meşhur 7 günlük kraliçe Dangyeong.

Dizide tüm kötülüklerin kaynağı olarak sonunda ortaya çıkan büyük prens Jesan ise tarihte büyük prens Jean diye geçen Lee Hyeon ismindeki prens. Zalim kralımız 10.kralken, bu Jesan 8.kralın oğlu. Tabiki oralarda kardeş katli vaciptir diyen Fatih çıkmadığı için böyle dığdısının dığdısı 30 kuşak öncesinden herkes yaşıyor kralın etrafında. Tarihte, zalim kral öldükten sonra bir 20 yıl daha yaşan bu prensin hiç bu işlere bulaştığına dair bir şey yok. Hatta tarihteki kayıtlarda ciddi ciddi adamın çok salak olduğuna dair anekdotlar var. Dizide ise bu salaklığı bir maske olarak kullandığını görüyoruz. Ki tarihte de buna benzer iddialarla karşılaşmış, mevcut krallar kendisini bir tehdit olarak görüp, öldürmesin diye salakmış gibi davrandığını yazmışlar. Dizide kralın sonunda ihanet eden eşi olarak yer alan eş, tarihteki Jang Noksu dizideki Kang Mokju, tarihte de tıpkı dizide olduğu gibi bu büyük prens Jesan tarafından krala sunulmuş bir köleymiş. Pek çok dizide ve filmde bu büyük prens Jesan ve Jang Noksu'nun hikayesini görebiliyoruz ve her seferinde her bir senarist bu adamı çok değişik bir karaktere büründürüyor. Çünkü krallığın en kanlı ve karmaşalı dönemlerinden birinde yaklaşık 60 yıllık bir zaman diliminde her şeyin içinde olup da yine de hiç tahta oturmamış, hiç ciddiye alınmamış böylesine bir figür her hikaye anlatıcısının kalemini cezbediyor.

Tarih gerçekten çok eğlenceli değil de ne?

30 Eylül 2025 Salı

Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프} (2025) - 12 bölümlük "fine-dining" zaman yolculuğu


 Pek bir başarılı şefimiz Yeon Ji Yeong, çok önemli bir yemek yarışmasını da birincilikle bitirdikten sonra Paris'ten Güney Kore'deki evine dönerken uçakta, tarihçi babasına götürdüğü bir eski kitabın sayfalarını aralayıp okumaya başlar başlamaz kendini 1500'lerin Joseon krallığında buluverir. Rüya mı görüyorum zaman yolculuğu gerçek mi diye daha kafasını bile toplayamamışken at üstünde eli kılıçlı bir adamla uğraşmak zorunda kalır. Kılıçlı adam Kore tarihinin en eli kanlı psikopatlarından biri olan bir kral çıkmasın mı? Şefimizi tuttuğu gibi saraya götürüp, hapseder. Ama tesadüf bu ya, bu meşhur zalim, aynı zamanda çok bilinen de bir gurmedir. Ee bizim Yeon Ji Yeong da bileği bükülmez bir aşçı olduğundan sonunda kendini Joseon saray mutfağında bu zalim krala yemek yaparken bulur. 21.yüzyıldan 16.yüzyıla gidip, saray baş aşçısı olan Ji Yeong, saray entrikalarının içinde aslında tarihin hiç de okuduğu gibi olmadığını keşfederken krala da aşık olup, tarihin akışını değiştirmeye çalışır.


Bon Appetit, Your Majesty {폭군의 셰프}
Güney Kore'nin tvN kanalında ve Netflix'te, 23 Ağustos - 28 Eylül arasında 12 bölüm olarak yayınlandı. Park Kook Jae'nin (박국재), "Surviving as Yeonsan-gun's Chef" (연산군의 셰프로 살아남기) isimli web romanından uyarlanmış, roman ile aralarında birçok ama pek çok değişiklik olduğunu okuyanlar söylüyor. Hatta oturup tek tek farkları yazanlar bile var, okuması keyifliydi. Hatta ve hatta, bu web romanındaki hali bana çok daha keyifli bir hikayeye sahip olduğunu gösterdi. Keşke şöyle adam akıllı okuyabilseymişiz, çünkü mesela romanda olayın içine Leonardo Da Vinci, Magellan, bizim I.Selim (hani Yavuz olan) falan giriyor. Web romanında inanılmaz ayrıntılar var gibi görünüyor. Dizinin biraz da tadını böyle tam alacakmışız da alamamışız gibi bir his bırakarak bitmesinin sebeplerinden biri de bu zaten.


Başlangıcında acayip heyecanlı ve eğlenceli başlıyoruz diziye aslında. Hikayeye giriş, karakterlerle tanışmamız hepsi çok keyifli ve iyi yazılmış. İlk iki bölümde tanıştığımız şekillerinden hep farklı çıkıyor mesela çoğu karakter. Kralla Ji Yeong'un karşılıklı mücadele ettiği, atıştığı, kapıştığı her an, tüm dizi boyunca en keyifli kısımlar oluyor. Hikaye ilerledikçe - pek çok izleyiciye de sürünüyormuş gibi gelen - Çinlilerle yemek yarışması kısımlarında cidden dizi biraz hızını sabitlemiş gibi geliyor. Arka planında aslında hikayenin asıl kısmı için çok önemli notalar içeren bu yarışmanın kendisi bence keyifliydi ama izlerken insan hadi ama ne olacak ne olacak kitabı bulabilecek mi kralın tahttan indirilmesine engel olabilecek mi aşık olacaklar mı haydi haydi diye koşturduğumuz için haliyle bu yarışma mevzuunda hepimiz aynı şeyi düşündük. Oysa yolculuğun kendisinin asıl önemli olan şey olduğunu unutuyoruz dizi ya da film izlerken. Hikayenin sonunda ne olduğunu öğrenmek değil derdimiz, olmamalı yani. Bunu bilerek başına otursak ekranın, sanırım çok daha fazla keyif alacağız.


Dizinin hikayesini oluşturan bu şekilde (Ji Yeong'un kralla ve ortamla tanışması mutfağa girmesi gibi kısımları tamamen giriş bölümüne dahil edersek) 3 kısım var denilebilir. İlki büyük kraliçe (şimdiki kralın baba tarafından büyükannesi) ve yanındakilerin Ji Yeong'un varlığını ve aşçılığını kabul edebilmesi için olan mücadele, ikincisi yukarıda da değindiğim Çinlilerle olan yemek yarışması, üçüncüsü de küçük prensin (şimdiki kralın başka bir anneden olan küçük kardeşi) Ji Yeong'un yemeğinden zehirlenmesi olayı. Hikayemizin gelişme kısmını oluşturan 3 konu bunlar. Hepsinin sonuç kısmında çözülecek ana konuya yandan oradan buradan bir katkısı var. Normal bir roman yazımı bu şekilde olur çünkü. Bu Çinlilerle yemek yarışmasının tek suçu da diğer konular heyecanlı heyecanlı çabuk çabuk bir şekilde birer bölüm gibi sürelerde çözülürken, bu konu birkaç bölüme yayılıp, bol bol yemek yapma sahnesi içeriyor ve dediğim gibi asıl ne olacak ne olacak kısmını geciktiriyormuş etkisi yapıyor. Halbuki bence salim bir kafayla izleyebiliyor olsaydık, aşırı heyecanlı ve keyifli bir yarışmaydı bu. Çünkü bir dolu yemek, bir dolu malzeme ve yöntem ile tanışıp, çok değişik arkaplan hikayeleri duyabildiğimiz bir kısımdı ki dizinin de en iyi başardığı konu aslında bu yemek konusuydu.


En başından itibaren bize çok özenli yemek hazırlama, tanıtma ve tatma sahneleri izlettiler. Daha önce böyle yemekli, yemeklerle ilgili bir Güney Kore dizisi izlemedim sanıyorum, o yüzden karşılaştırabileceğim bir başkası yok ama sanırım bu derece güzel çekilmiş olan bir tanesi de yoktur gibime geliyor. Malzemeleri tek tek anlatan, görüntülerine doyum olmayacak şekilde gösteren görüntü yönetmeni, üstüne bir de her bir lokmada karakterleri başka başka dünyalara sokup, dizinin en güzel sahnelerini meydana getirmiş durumda. Bu sahnelerde oyuncular da aşırı iyi, sanki onlar da en çok bu sahnelerden keyif almış gibiler. Küçücük çocuk bile (küçük kardeş olan prens) ağzına bir lokma atıyor, sonrasında hayatının en iyi oyunculuğunu veriyor.


Dizinin bu keyifli kısımları böylesine iyiyken dramatik kısımları ve aksiyon kısımları da ayrıca güzel. Ellerindeki metnin hakkını vere vere her bir oyuncu (Yoona hariç :D ) döktürüyor. Ama işte hikayenin biraz da bir tuhaflık var dedirten durumu da buradan çıkıyor. Önce çok eğlenceli başlıyor hikaye mesela, arada çok ciddileşiyor, çok vahşi şeyler olabiliyor ama aynı zamanda yine çok hafif şeyler de oluyor. Sonra ortalık kan gölüne dönüyor ama tam ortasında çok absürt bir şekilde bir şeyler de beliriveriyor gülmekten ağzımızdakini fırlatabiliyoruz. Yani şöyle demeye çalışıyorum, dizi çok mu büyük olacağım epik mi olacağım olmaya da çalışıyorum ama o kadar ciddi de değilim diyerek ortalarda geziniyor. Mesela bir Goblin'i ya da Alchemy of Souls'u ya da Crash Landing on You'yu epik yapan hava neyse burada kıyısından dönülüyor.

Bu efsane olamayabilmiş hikaye içinde yıldızlar geçidi gibi kadro izliyoruz ki aslında tam da bu oyuncular yüzünden her şey büyük büyük görünüyor. Ne demeye çalıştığımı anlatabilmek için önce Lee Chae Min konusunu konuşmamız gerekiyor.

Neverland'de izledikten sonra anlatabildiğim Crash Course in Romance [일타 스캔들] (2023)'te ilk defa izledim Lee Chae Min'i pek çokları gibi. Ondan önce iki dizide ufak rollerde yer almış, hatta Alchemy of Souls'un da ikinci sezonunda minicik bir görünmüş. 2000 doğumlu, henüz çok yolun başındayken aslında iki küçük rolden sonra gelen bu Crash Course in Romance onun için çok çok iyi bir adım. Sektörün iki büyük topuyla aynı dizide, hem de iyi yazılmış bir yan hikaye içinde oldukça düzgün, derli toplu bir oyun çıkarmıştı orada. Diziyi anlatırken "Aslında lisedeki bir grup arkadaşın hikayesi mesela, diziyi izleyen çoğu kişinin daha keyifle ve merakla takip ettiği hikaye oldu bölümler boyunca. Çok az ekran süresine sahip olsalar da Hae-E, Dan Ji, Geon Hu, Seon Jae ve Soo Ah'nın yer aldığı sahneler, anlattıkları hikaye cidden çoğu bölümde taşıyıcı oldu. Yetişkinlerin salak saçma davranışlarından, entrikalarından, kötülüklerinden çıkıp onların mücadelelerini izlemek daha güzeldi. Gerçi senarist onların hikayesine istediğimiz özeni ve detayı vermedi ama olsun." diye yazmıştım. Tek tek bu lise grubunu oluşturan oyuncuları söylemeden. Ama o zaman diziyi izlerken ve kimmiş bunlar diye nette oyunculara bakarken neler düşündüğümü hatırlıyorum. Bu 4 genç oyuncunun hem çok iyi göründüklerini hem de az ekran sürelerine rağmen çok iyi iş çıkardıklarını düşünmüştüm. Ekibin kızlarından biri olan Roh Yoon Seo'yu mesela izleyen herkes çok güzel bulmuştu o zamanlar, Kore'de bir anda bir hypelanmıştı, sonra nedense hiç haber gelmedi o taraftan. Ekipteki erkeklerden biri olan Lee Min Jae oradan kaliteli ama aşırı da ses getirmeyen, daha aksiyonlu maceralı işlere yöneldi, oradan sağlam adımlarla devam ediyor. Diğer kızımız Ryu Da In, tipinin de etkisiyle (Roh Yoon Seo gibi geleneksel anlamda güzel bulunan bir görüntüsü olmamasını kastediyorum, yoksa tipinde bir kötülük yok) gerilimli işlere yönelmek zorunda kalmış gibi görünüyor. Bu ekibin içinde Lee Chae Min dikkat çekmiyormuş gibi görünmüştü o zaman oyunculuğuyla ama bu tamamen karakterin tekdüze ve soğuk oluşundan kaynaklanan bir durummuş. Yine de iyiydi gerçi ama en net hatırladığım yuh bu çocuk gerçekten çok yakışıklı allah özene bezene yaratmış diye düşündüğüm. Buradan bir başrole gider herhalde diye takibe almıştım hemen. O sene değil ama sonraki sene yine bir lise dizisi gibi dizide başrole çıktı haliyle. "Hierarchy" isimli bu dizinin ilk bölümünü sırf Lee Chae Min için açıp, hevesim kursağımda geri kapatmıştım, izlenmiyordu çünkü. Sonra "Crushology 101" geldi, dedim tamam en azından sevimli bir romcomda oynayacak, dünyanın en kötü en kalitesi işlerinden biri sıralamasında başa yarışıyordu bu dizi. O kadar. O derece. Olamaz diyorsunuz oluyor. O kadar kötü. Şöyle demiştim hatta, o derece:

"Crushology 101 (바니와 오빠들)" diye bir dizi başlamış, ona bakayım dedim. Hem salak saçma bir şey hem de gözüm gönlüm açılır diye. Ama dayanılabilecek salaklıkta değil. Bazen gerçekten anlayamıyorum. 10 yaşındaki yeğenimi masanın başına oturtup, üniversiteli bir kız ve ondan bir anda hoşlanmaya başlayan etrafındaki 3 yakışıklı erkekle ilgili bir hikaye yaz desem, inanın cümleleri de yazdıkları da bu diziden daha kaliteli olur. O kadar çocuk yazmış gibi. Çok beter. Hatta bakın bu konusunu bile bir ilkokul çocuğu bulmuş gibi. Tamam hafif, çerezlik bir şey yapalım diyebilirsiniz ama bu kadar da olmaz. Bu derece olmaz. Güzelim Lee Chae Min'e, Cho Jun Young'a yazıklar olmuş. İzlediğim kısmında daha gelmemişti ama ilerleyen bölümlerde gelecek olan Hong Mingi'ye ise daha da yazık olmuş."


Ama sonra bir mucize oldu. Ya da mucize değil de çocuğumuz kendini iyi kurtardı diyelim. Bu senenin ortasında bu zamana kadarki ajansıyla anlaşması bitti, anlaşmanın bittiği gün yeni bir ajansla imza attı ve dönüp bakınca tüm bu dizilerde oynamasına sebep bu eski ajansı gibi görünüyor. Yani tüm bu salak saçma işleri o salak ajans seçmiş olmalı (mevzubahis ajans Kim Soo Hyun'un ajansı, anladınız siz). Hayır şu anda bünyesinde hala birçok oyuncu var ama mesela ikisi, kariyerlerinin başında çok çok iyi oyuncular olduklarını gösteren ve çok büyük gelecek vaat eden ikisi, bence son birkaç işlerinde gerçekten çok kötü şeyler seçtiler ve kariyerlerinde saçma bir noktada takılmış gibiler. Yine de bu ajansta durmaya devam ediyorlar ama belki de çıkamıyorlardır kim bilir, imza sonuçta. Neyse, ne çok konuşasım varmış.


Mucizeye dönersek...Bu dizide oynayacağı haberleri gelir gelmez tamam dedim, şeytanın bacağını kırdı. Çünkü daha ilk haberlerden ve tanıtımlardan belliydi ki kdrama sahnesinde bu senenin bir sonraki büyük çıkışı o olacaktı. Geçen sene Lovely Runner ile Byeon Woo Seok'a olanlar gibi yani. Bu yüzden baya heyecanlanmıştım. Dizi başladığında da hakikaten o ilk izlediğim donuk bakışlı lise öğrencisinden bu çalkantılı karaktere iyi bir yol kat ettiğini gördüm. Genelinde eğlenceliydi, komedi yapmak istediğinde başarılıydı, duygular daha doğrusu romantik duygular konusunda sıfırda olmasa da çok da iyi sayılmazdı ama özellikle dramatik duygularda çok iyiydi. Yine de ilk halinden çok iyi bir ilerleme kaydetmişse de tam olarak beklediğimiz her şeyi verebilecek kıvamda olmadığını da gördüm. Sanki hala üstünde ufak bir donukluk, bir anlayamamazlık var bilemedim.

Ya da belki karşısında bir Lim Yoona olmasından kaynaklı da olabilir. Yoona'yı gerçekten severim, yıllar önce ilk gördüğüm anda da ne kadar güzel bir enerjisi var ve ne kadar güzel bir kız demiştim. Ama ne olduysa K2 yüzünden oldu. O dizide onu izlemek işkenceden farksızdı. Ne küfürler ettim o diziyi izlerken çünkü Yoona'nın iticiliğinden insana afakanlar basıyordu. Neyse ki yıllar geçti, kültür merkezinin film festivalinde "Confidential Assignment 2: International (공조2:인터내셔날)" izledim ve Yoona ile barışabildim. Çünkü bu filmde inanılmaz eğlenceli, komik, hareketli ve izlemelere doyulamaz bir karakter ortaya koymuştu. O yüzden bu diziyi de izlerken fikirlerim tam olarak yerine oturdu. Yoona komedide çok iyi, dramada donuk ve romantizmde aşırı donuk olduğundan tamamen karşısındaki oyuncuya bağlı olarak izlenebilir oluyor. Burada da o yüzden hiçbir romantik yan göremiyorduk. Yani görmek istediğimiz için, çok istediğimiz için kendimizi zorladık öyle oldu romantizm. Ortam çok güzel, oyuncular çok güzel, hikaye pek güzel olunca kendi içimizden tamamladık biraz da duyguları ve kimyayı. Çünkü kimyaları hiç tutmamış da değildi. Atışmaları, mücadeleleri, birbirlerine girmeleri kesinlikle çok tutmuştu ama bir duyguları yoktu birbirlerine karşı.

Ki belki de hikayenin ana teması bu değildir diye düşünüyor insan. Ama daha ilk dakikalardan bizi zaman yolculuğuna çıkaran şeyin tam da bir aşığın cümlesi olması gerçeği, durumu açıklıyor. Tüm bu hikaye yemeklerin etrafında dönüyormuş gibi görünüyor ama asıl nokta, birbirlerini yavaş yavaş anlayıp, tamamlamaya başlayan, birbirlerinin iyi yönlerini ortaya çıkartıp, kötü yönlerini birlikte törpüleyen ve çok zor bir hayatta birbirlerine destek olarak ayakta kalan ve tam da bu sebeplerle birbirlerine aşık olan iki karakteri anlatmaya çalışıyor aslında hikayemiz. Oysa aklımızda kalan lezzetli yemekler ve kanlı saray darbeleri. 12 bölümde değil de belki bir 20 bölümde anlatıyor olsalar acaba her şey daha "olmuş" olabilir miydi ki? İki cümle öncesinde yazdığım cümledeki her şeyi gerçekten de dizi bize güzelce gösteriyor, anlatabiliyor olabilir miydi ki?

Yine de, her falsosuna rağmen, 6 haftadır beni çok mutlu eden, her haftasonu yeni bölümlerle beni çok mutlu bir yerlere götüren bir macera oldu bu. Tüm yan rollerdeki karakterleriyle, onlara can veren çok aşırı iyi oyuncularıyla ve 16.yüzyıldaki Joseon sarayının o entrikalı ama macera dolu ortamıyla benim için ayrı bir yere sahip diziler arasına girmiş oldu Bon Appetit, Your Majesty.

(Tabi nihayet onca yıl sonra, Moon Lovers'ın böğrümüzde açtığı o kocaman kanlı boşluğa nihayet biraz da olsa merhem sürebildiği için bu dizinin senaristine gönül borcumuz var.)

18 Eylül 2025 Perşembe

“We are what we pretend to be, so we must be careful about what we pretend to be.”


 Kafam cadı kazanı gibi. Rüyalarla boğuştuğum bir gece geçirdiğimden. Dün annem geldi, onu aldım aştiden. Mutluydum yani, mutluyum. Gece de normal yattım. Ama tüm gece geçmişin hayaletleriyle boğuştum. Uzun zamandır kurtulduğum hayaletlerle. İçimdeki sıkıntıların, tamamen alakasız olan sıkıntıların bilinçaltımda kendini gösteriş şekli o hayaletler mi oluyor acaba?

Hani bu yemyeşil çayırların olduğu klasik windows arka planı var ya, tam o çayırlarında tepesindeydim rüyam açıldığında. O tepede bir noktaya okul sıraları konmuştu. Tabiki. Her zamanki gibi ya o okuldayım ya da okul sıralarında oturuyorum. Kafamın içinde bir sıkıntı olduğu her zaman illa ki kendimi o sıralarda buluyorum. İlginç olan kısma geliyorum. Arka sıramda Cey var, tüm rüya boyunca arka sıramda, nereye gitsem hep arkama dönüp ona bakıp, kafamı biraz topluyor gibi oluyorum. Rüyanın içinde ilerlerken ara ara ulan ben neredeyim ben bir saçmalığın içindeyim ama çözemiyorum da der gibi olup bir işkillendiğimde ona dönüp bakıyorum ve hah diyorum rüyadayım, kendimi bu kadar harap etmeme gerek yok gerçek değil gerçek değil.

Ve uzun zaman sonra, yüzyıllar sonra rüyamda yine beliren Tom. Yan tarafımda. Sırnaşıyor. Sevimlilikler yapıyor, şaklabanlık ediyor. Önce mutlumsu gibi oluyorum kendimi rüyaya kaptırıp, hepimiz çocukmuşuz gibi yine. Ama o anlarda bile kafamın içindeki o müthiş kontrol mekanizması devreye girmeyi ihmal etmiyor. Şu anda, şimdide, neredeyiz nasıl bir durumdayız hepsini bildiğimi hatırlayıverip iki tane geçiriyorum off saçmalama diyerek yüzüne. Rüyada bile rüyada olduğumu bir yandan biliyor, kontrolü elden bırakmıyorum.

Ama gecemi mahveden ve sabahına böyle saçma bir şekilde uyanmama sebep olan bu da değil. Oturduğumuz sıraların etrafında neşeyle hoplaya zıplaya dönen, konuşan birini fark ediyorum. O zamanlarda da olduğu gibi. Önce cidden çocukluğumuzdaki hali gibi. Sonra duruluyor, ciddileşiyor. Ama rüya bu ya saçmalıklar da olmalı, bir scooter'ın üstünde etrafta gidip gelmeye başlıyor. Benimle hep konuşmaya çalışıyor, hem de trip atmaya, tavır koymaya. Neredeyse 6 yıldır konuşmadığım N.'yi böyle önümde bir belirip bir kaybolurken görünce tüm ayarlarım bozuluyor. Tom'a alışan kontrol mekanizmam ne yapacağını bilemiyor. Boğulacak gibi oluyorum ağlamaktan. İşin tuhafı, bu zamana kadar onunla bu şekilde "küstüğüm" veya hayatımdan çıkardığım için bir kere bile durup da üzücü dememiş olmam. Ya da bunun için hiç üzülmüş ya da pişman olmuş hissetmemem. O ve diğerlerinin hepsi için bir anda büyük bir rahatlama hissetmiştim çünkü, o noktadan itibaren artık hiçbiriyle konuşmuyor, görüşmüyor olmam iyileşmeme giden yoldaki ilk büyük adımdı. Şimdi de bilinçaltımın bunun için gerçekten üzüldüğümü falan söylemeye çalıştığını sanmıyorum bana. Bu gösterdikleriyle kafamın içi bana daha çok şöyle demeye çalışıyor: Çok büyük dertlerin var ve bunların içinde o kadar sıkışmış durumdasın ki seni en son iyi hissettiğin yere kaçırmaya çalışıyorum ama orada bile bilincin araya girip, sorunlar gösteriyor. N. için ağlıyormuşum gibi yapıyor ama aslında şu anki dertlerime ağlıyorum.

Neyse bilmiyorum. Her zamanki gibi tüm sorunlarımı görmezden gelirsem belki gerçekten görünmez olup, yok olurlar.

17 Eylül 2025 Çarşamba

Signal {시그널} (2016) - 16 bölümde telsiz ucundan zaman yolculuğu


 Ben ne izledim böyle ya? Ben böyle ne izledim? Nasıl bir maratondu bu? Nasıl bir senaryo yazmaktı, nasıl oynamaktı, nasıl müziklerdi onlar? Öyle bir dizi izledim ki ben geçtiğimiz iki hafta boyunca...Nasıl anlatsam, neresinden başlasam bilemedim.

Tam 7 yıl önce kaydetmişim izlemeyi planladıklarım arasına "Signal"i. 7 yıl sonunda ancak bu eylül başında birden bire açtım ve izlemeye başlayabildim. Her şeyin kendine ait bir zamanı var ya hayatta, bu hikayeyi de izleyebilmem için en doğru zaman buymuş işte. Hepsini izleyip bitirdikten sonra düşündüm ki daha önceki halimle izlemeye çalışsaymışım psikolojime şimdiki kadar hakim olamayabilirmişim. Çok daha mutsuz olabilirmişim izlerken, ağlamaktan yerlere bayılabilirmişim. Şu anki ben, kendine biraz daha hakim, biraz daha izlerken kendini hikayenin dışında tutabilmekte başarılı.

Benim için 7 yıl önce başlamış olsa da bu dizinin hikayesi, esasında 2016 yapımı bir güney kore dizisi Signal (시그널). O meşhur ve efsanevi 2016 senesinden yani. Bundan daha önce bahsettim mi emin değilim. Etmiş de olabilirim. 2016 senesi güney kore dizileri için efsane bir yıl. Bence yani ama sanırım böyle düşünen büyük bir kesim de var. 2010'lu yılların başına gelindiğinde iyice bir hale yola girmiş olan dizi sektörü, o sene inanılmaz yapımlara sahne olmuş gibi görünüyor. Şöyle bir bakarsanız mesela,

Descendants of The Sun (태양의 후예)
Love in The Moonlight (구르미 그린 달빛)
Moon Lovers Scarlet Heart Ryeo (달의 연인 - 보보경심 려)
The K2 (더 케이투)
The Legend of The Blue Sea (푸른 바다의 전설)
Weightlifting Fairy Kim Bok Joo (역도요정 김복주)

2016'da yayınlanan dizilerden sadece benim izlediklerim ki bunların hepsi kdrama dünyasını şimdiki haline getiren diziler. "Boys over Flowers" dönemi yolu açtıysa 2016'da bu dizilerle (ve o sene yapılan diğer dizilerle) o yol dağın tepesine ulaştı diyebiliriz tam olarak. "Signal" de işte o seneki bu efsanelerin arasında en çok ses getirenlerinden biri olarak parlayarak duruyor. Bu kadar iyi olacağını biliyordum bu yüzden ama dediğim gibi her şeyin kendi zamanı vardı, bunca yıl sonra izlemem gerekiyordu ve şu anda tüm dünya üzerinde en çok güvendiğim insan dedektif Lee Jae Han. Ve ne yazık ki gerçek bile değil. Ama her şeyi baştan anlatmak gerekiyor sanırım.
Hikayemiz 2015 senesinde bir polisin, diğer polislerce karakola getirilmesi ile başlıyor. Polislerden nefret eden bu genç polisimiz zamanı geçmiş, atılacak kanıt poşetlerinin arasında bir telsiz buluyor. Gecenin bir vaktinde birden cızırdamaya başlayan telsizin sesine yönelip eline alıyor ve karşıdan gelen sese cevap veriyor. Böylelikle dedektif Lee Jae Han 1989'dan 2000' kadar ara ara 2015 yılındaki genç polis Park Hae Young ile bu eski telsiz aracılığıyla konuşabilmeye başlıyor. İki polis o kadar yıl arayla aynı faili meçhul davalara bakıyorlarken birbirlerine verdikleri ipuçlarıyla bu davaları çözmeye başlıyorlar.
Görünüşte hikayemiz bu ama aslında çok daha fazlası. İlk gördüğümde çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bir filmin çok az bir kısmı gözümün önüne geldi. 2000 yapımı "Frequency" diye bir filmdi bu. O zamanlar filmin adını, şununu bununu hiçbir şeyini bilmiyordum. Doğru düzgün izlememiştim de. Tvde rastlayıp, öylesine biraz bakmışım gibi geliyor. Sadece içimde çok ama çok üzücü bir his bıraktığını ve yağmur sesini hatırlıyorum. O filmdeki karakterler de polisti diye düşünüyordum ki imdb sayfasından bakınca itfaiyeci olduklarını gördüm. Ya da biri polis biri itfaiyeci galiba. Bu itfaiye kelimesi de her zaman ilgimi çekmişti, ateş söndürenlere neden böyle bir isim verilmiş ki cidden? Kökeni ne acaba? İngilizce'de "firefighter" olan bir şey neden bizde böyle mesela? Neyse bunun şu an konumuzla alakası yok sanırım.
Kim Won Hae ahjussiyi gördüğünüz anda o diziye atlayın
Bu, her profesyonel kdrama izleyicisinin altın kuralıdır

Demeye çalıştığım, bu konu öyle ilk defa yapılmış, ilk defa gördüğümüz bir konu da değil. Ama işte asıl mükemmelliği de burada başlıyor. Daha önce defalarca anlatılmış da olsa, benzerleri yapılmış da olsa önemli olan onu alıp, tamamen başka bir seviyeye çıkarabilmek. "Signal"in, senaristin ve yönetmenin yaptığı diğerlerinden daha değişik bir yaklaşımla birçok yan hikayeyle, dinamik bir şekilde kendini yazan farklı farklı zaman çizelgeleriyle bildiğimiz hikayeyi yepyeni bir şeye çevirmek bu açıdan. Hemen hemen her ülkede yozlaşmış polisler, gücü hak etmeden ele geçirip, sonra bu güçle her şeyi ve herkesi kendi çıkarlarına kullanan siyasetçiler ve adaletsizliğin hikayesi yok mu, elbette var. Birçok dizide filmde anlatılmıyor mu bunlar, on yıllardır anlatılıyor. Ama Signal bunu 2016'da anlatana kadar bu hikayelerin çoğunda, genellikle tek bir seçilmiş kahraman çıkıp, şeytanları tek başına alt edip, kötü düzeni sonlandırıyordu mesela. Oysa burada tüm bu iç içe geçmiş hikayelerle göstermeye çalışıyorlar ki kahraman da olmasalar, kendi işlerinde güçlerinde normal insanlar da olsalar bu kötülerin dışındakiler güçlerini birleştirirse, birlikte hareket edebilirlerse bir şeyleri değiştirebilirler. Bu kötüler her zaman olacak ama onlarla savaşan birilerinin de her zaman olduğunu ve böylece umudun hep var olduğunu göstermeye çalışıyor. Yani büyük büyük kahramanlıkları değil, sıradan insanların çabalarını, tökezlemelerini, kaybedip kaybedip yeniden kazanmalarını anlatıyor.
Hikayeye başlarken ilk bölümde belki biraz yavaş gelebilir, henüz hiçbir şey olmuyor gibi hissettirebilir sanırım. Ama bir bölüm sabredip asıl olaylara dalmaya başlandığında insan kendinin nerede olduğunu bile unutuyor izlerken. Hikayenin o kadar içinde buluyorsunuz ki kendinizi, karanlık dar sokaklarda dedektifle birlikte koşuyormuş gibi nefes nefese ve endişe içinde kalıyorsunuz. Toplamda 4'tü sanırım çözmeye çalıştığımız davalar. Her bir dava içinde hemen hemen bir iki bölüm ayrılmış oluyor ama aslında bu davaların hepsi de birbirinden çok da alakasız değiller. Bu anlamda her şey birbirine bağlanıveriyor arka planda. Son bölümlere gelindiğinde de biraz olayın dramatik yönüne ağırlık vermeye çalışmış oldukları süreler var, fazlasıyla flashbackli ve ağlamaklı gözlere zoom yapılmış halde ilerleyen bölümlere rastlayabiliyoruz. Ama bu kadar kusur, kadı kızında da oluyor. Çünkü geri kalan her şey ama her-bir-şey aşırı mükemmel.

Dedektif Lee Jae Han - karşımda beliriverse sarılıp ağlasam

Özellikle - dediğim gibi - Lee Jae Han karakteri...Ben böyle yazılmış karakter görmemiş olabilir miyim? Hemen hemen her mükemmel karakterin en azından iki üç falsosu, gri alanı, bir şeysi olurdu. Oysa dedektif Lee Jae Han'ın hiçbir kötülüğünü görmüyorsunuz. Dedim ya şu anda dünya üzerinde güvenebileceğim tek insan o gibi hissediyorum. Tabiki hataları oluyor ama bunlar tamamen bilinçsiz seçimler sonucu onun dışında gelişen şeyleri ona atfedersek. Ve sadece iyi yazılmış bir karakter olmakla da kalmıyor, ona hayat veren Jo Jin Woong'un kişiliğiyle bütünleşiyor adeta tüm hikaye ve tüm karakter. Daha önce hiçbir dizisini filmini izlememiştim. Haliyle onu ilk defa böyle bu karakterde izleyince benim için Lee Jae Han ile bütünleşti. O yüzden gerçekle hikayeyi ayırt edemez durumdayım şu anda. Şaka bir yana, Jo Jin Woong tüm nüanslarıyla o kadar iyiydi o kadar doğaldı ki dedektif Lee Jae Han olarak onu izlemek inanılmaz bir keyif, şahane bir yolculuktu.


Zaman yolculuğunun diğer ucundaki polislerimiz Park Hae Yeong'u canlandıran Lee Je Hoon ve Cha Soo Hyeon'u  canlandıran Kim Hye Soo'yu da da ilk defa izledim (9 yıllık kdrama izleme kariyerimle evet hala izlemediğim oyuncular çıkıyor, ben de şaşırıyorum). Lee Je Hoon'un oynayışında zaman zaman rahatsız edici kafa oynatma hareketleri sinirimi bozsa da, öyle kötüydü diyebileceğim pek bir şeyi yoktu. Ama bazı yerlerde kendini zorluyormuş gibi hissettim o rol yaparken ama hikaye ilerledikçe oturttu tepkilerini de duygularını da. İlk başta, onunla ilk karşılaştığımda aklımda bu adam böyle bir karakter diye oluşan düşüncelerin çok dışında bir karakter çizdi mesela, bu da şaşırtıcıydı benim için.

Cha Soo Hyeon'u  canlandıran Kim Hye Soo'yu ilk bölümlerde gördüğümde nasıl olacak ki bu kadınla dedim, yalan yok. Çok stereotip bir "delikanlı" olmuş kadın polis karakteriymiş gibi görünüyordu. Oysa bölümler ilerledi, geçmişteki işe yeni başlamış haliyle gelecekteki deneyimli polis hali arasındaki ince ince dokunmuş ama büyük farklılıkları o kadar doğal bir şekilde gösterdi ki neden bu rol için en iyisinin o olduğunu anlamış oldum. İşin daha da güzeli, tüm olan bitenin içinde onun karakterinin o ilk pespembe halinden dövüle dövüle, yaşaya yaşaya nasıl bugünkü siyahlı haline dönüştüğünü fark ettirmeden anlatmış olmalarıydı.

İki haftadır izlerken her bir bölümde oturup saatlerce konuşmak istediklerimi işte böyle uzatmadan ama karman çorman bir şekilde anlatmaya çalıştım. İnsan bir hikaye ile karşılaşıp, onu bir şekilde çok sevince, çok etkilenince böyle oturup, anlatmak, üstüne konuşmak, bir daha bir daha yaşamak istiyor. Ama sanırım burada kesmem gerek artık. Yapabileceğim tek şey, o mükemmel ötesi müziklerini açıp, yeniden o sahnelere gidip hafızamın içinde hüzünlenmek, hayıflanmak ve en önemlisi umut etmek.



Kafa karışıklığından en sonda hatırlayabildiğim NOT : Tam 10 yıl sonra 2.sezonunu çekmeye başladılar! Söylemeyi unuttum. Bakın, gördüğünüz mü, umut hep var :)



(Özellikle Inkey'in "The One Who Must Leave"ini seneler önce daha diziyi izlememişken bile listeme eklemiştim. Cha Sik Jung'un "I Will Forget You"su ile açılıyor bölümler zaten ki o şarkıya aşktan öte duygular besliyorum.

11 Eylül 2025 Perşembe

Love & Gelato (2022)


 Lina liseden mezun olduğu yaz, üniversiteye başlamadan önceki bu 3 ayını Roma'da annesinin bir arkadaşının yanında geçirmek üzere yola çıkar. Bu, uzun yıllardır hastalıkla mücadele edip, sonunda Lina mezun olmadan vefat eden annesinin son isteğidir. Annesi de Lina ile hemen hemen aynı yaşlardayken Roma'da böyle bir vakit geçirmiştir ve kızının da bu güzel deneyimi yaşamasını istemektedir. Lina, Roma'da annesinin arkadaşı ilginç teyze Francesca ile yaşamaya başlar, Francesca'nın kuzeni üniversitede profesör amca Howard da Lina'ya destek olurken tabiki yeni insanlarla tanışır ve İtalyan mutfağının güzelliklerini tecrübe etmeye başlar.


Yani böyle özetlemeye çalıştım ama çok da ilginç bir şey yok. Jenna Evans Welch'in 2016'da yayınlanan aynı adlı romanından uyarlama filmimizin konusu alabildiğine klişelerle dolu ama tabi bu o kadar da kötü bir şey değil. Sevimli, sıcak ama bilindik, tahmin edilebilir şeylerle dolu bir hikaye. Ve kitapla ilgili birkaç şeye baktıktan sonra gördüğüm kadarıyla kitabın hikayesi ile filmin hikayesi alabildiğine farklı gidiyor gibi görünüyor. Bu açıdan aslında sanki kitaptan uyarlama bile denilemez buna, daha çok böyle bir şey okuduk buradan yola çıkıp biz de bunu yaptık gibi olmuş.



Bu tür filmlerden beklenmeyecek derecede de uzun bu arada film. 1 saat 50 dakikalık upuzun bir şey izliyoruz ki mesela şöyle 4-5 bölümlük bir mini dizi yapabilirmiş Emily in Paris tarzında. Çünkü aslında yine öyle bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Amerikalı "hard-working" ve aklı başında, sorumluluk sahibi kızımız bir başka rüyalar şehrine gelip, oranın büyüsüyle çılgın şeyler yapmaya başlıyor. Çılgından kasıt da işte sabah kahvaltısında yaş pasta yemek derecesinde şeyler yani. Yine aynı şekilde iki farklı erkek arasında kalmalar, kendi sorunlarına sahip erkekler, mutlaka ama mutlaka çılgın bir orta yaşlı kadın akıl hocası, kendi için harekete geçemeyen "düzgün" kızımızı habire dürtükleyen aşırı çılgın ve sinir bozucu ama sevimli en yakın arkadaş,...evet olmasını beklediğimiz her şey var. Bu o kadar da kötü bir şey değil gerçi. İnsanın bazen böyle hikayelere ihtiyacı oluyor. Oturup, karşısında hiçbir şey düşünmeden, içinde üzücü şeyler olsa da o kadar içinize işlemediği için üzülmeyeceğiniz, tahmin edilebilirliğin güvenli çayırlarında hoppidi hoppidi adımlar atabileceğiniz, yüzünüze ara ara cringelikten minik sırıtmalar oturtacağınız hikayelerle günü bitirip, biraz da olsa sakin bir kafayla uykuya gidebileceğiniz günler olması güzel bir şey.



Oyuncuların hepsini ilk defa gördüm bu arada. Başroldeki, Lina'yı oynayan Susanna Skaggs'ı ilk başta pek hikayeye oturtamadım. Karaktere çok da belli bir "karakter" veremiyor gibiydi. Lina kim nasıl davranır ne hisseder ne düşünür anlaşılmıyordu. Film ilerledikçe sanırım gözüm alıştı, o yine çok da rol yapamadı ama ben en azından pek güzel pek hoş görünmeye başladı diyerek kabullendim. Francesca teyzemize bayıldım haliyle ama bu tamamen karakterin ve oynayan Valentina Lodovini'nin cazibesinden kaynaklanıyor yoksa bu karakter de diğerleri gibi alabildiğine karikatürize yazılmıştı. İki "love interest"ten birini oynayan Saul Nanni elindeki metnin ona verdiği kadarıyla sadece "genç kızların yüreklerini hoplatan arızalı cool kötü ama iyi çocuk" klişesine yerleşmeye çalıştığı için çoğu zaman ekranda kocaman açılmış gözleriyle ürkütücü ürkütücü dikiliyor hissi veriyor mesela. Diğer love interest'imizi canlandıran Tobia De Angelis daha normal, daha izlenebilir ve hatta filmdeki diğer pek çok oyuncudan daha iyi bir oyun ortaya koyuyordu açıkçası. Amaan zaten böyle filmlerden beklediğimiz şey oyunculuk da olmuyor. Hikaye içinde aksın gitsin, göz kanatmasın, sinir bozmasın, sevimli sevimli mutlu etsin istiyorsunuz.

Bu streaming platformlarına üye olduğumdan beri bu tür filmleri izliyorum. Şunu da izleyeyim bunu da izleyeyim diye kaydettiğim filmleri bir kenara bırakıp, saçma bir günün ardından eve geldiğimde görmek istediğim, içinde yaşamak istediğim hikayeler bunlar oluyor çünkü. Hayatımdan kapıyı açıp, başka bir dünyaya çıkabilmemi sağlıyor böyle filmler. Görüntüler çok güzel oluyor, tablo izler gibi. Tüm gün duvarlarla çevrili bir ofiste oturup, Ankara'nın tamamen beton binalarının arasından eve döndükten sonra insan kendini Roma'da bulmak istiyor mesela. Elimde sıcacık cornette'imle Via Barberini'den aşağı doğru yürüyor olmak istiyorum yine.

4 Eylül 2025 Perşembe

Ağustos '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim



1 - The Rose (더로즈) – Trauma


Tribeca film festivalinde gösterilen The Rose : Come Back to Me isimli belgeselin müziği olarak yayınlanan bir parça bu. Adından da anlayabileceğimiz gibi The Rose grubunun en başından bugüne hikayesini anlatan bir belgesel bu. The Rose'u ben de birçokları gibi 2023 yılındaki "Come Back to Me" şarkısı ile tanıdım. Yağmur altında o terk edilmiş lunaparkta dolaşıp, çılgınlıklar yaptıkları videoyu izlerken dinlediğim şeyin mükemmelliğine inanamamıştım. Sonra müziklerinin dünyasına dalınca durumun asıl ciddiyetini anladım. The Rose şu an benim için çok çok özel bir grup. Müzikal anlamda tam anlamıyla benlik olmadıkları durumlar olsa da her bir şarkılarında, her bir şarkı sözlerinde, enstrümanlarından çıkan notalarının, Woosung'ın o ilginç sesinin yaptığı etkiyi size tarif edemem sanırım.
Bu şarkının da daha ilk saniyelerinden boğazıma düğümlediklerini de ifade edemem sanırım.

2 - JUNHEE - Supernova


Park Junhee, A.C.E. grubunun bir üyesi. Grubun şarkıları 2021'den beri ara ara dinlerim, sevdiğim ve dönüp dönüp dinlediğim parçaları var. Bu single ise sanırım Junhee'nin ilk solosu. Bence gayet keyifli, tadında ayarında, güzel.

3 - Ash Island - Forever


Asıl adı Yoon Jin Young olan bir rapçi bu Ash Island. Bu, en son çıkan single'ı. Sevdim.

4 - CORTIS (코르티스) - What You Want


Cortis, Big Hit'in yeni erkek grubu. BTS ve TXT'den sonra yıllar geçti yok mu hala bir şeyler denirken Big Hit'in birden önümüze düşürdüğü grup yine 5 kişiden oluşuyor. En küçükleri 2009'lu. Yani artık yaş çizgimiz oraya kadar düştü. Bu parça çıkış parçaları olarak sürüldü ama bundan önce - artık kpop'ta moda olduğu üzere - bir çıkış öncesi parça yayınlandı aslında. "GO!" isimli bu parça çıktığı anda koskoca kpop dünyası ikiye bölündü gibi bir şey oldu. Şarkıya bayılanlar ve nefret edenler şeklinde. Ben de ikinci gruptanım. Hiç hiç dinleyebileceğim bir şey değildi. Ardından bu üstteki asıl çıkış parçası geldi ve dinleyebildim, keyif alabildim. Ama yine de CORTIS bundan sonra takip etmek istediğim bir grup olur mu, pek zannetmiyorum.

5 - JEON SOMI(전소미) - CLOSER


TheBlackLabel'da gerçekten aşırı iyi prodüktörler var gibime geliyor artık. Böyle bir şarkının fikri, en son düzenlemesi kimden çıktıysa kocaman bir övgüyü hak ediyor çünkü.

6 - 이민정 (LEE MIN JEONG) - 보여줄게 (녹음실 ver.) {I'll show you - recording studio version}


Dilimin ucunda ama bir türlü çıkmıyor. Neydi bu, neydi bu?

7 - BE’O (비오) - ICONIC (Feat. 창모 (CHANGMO))


Bu ayki ICONIC isimli ilk parçamız :) Şöyle iyi yazılmış, düzenlenmiş, altyapısı iyi bir rap parçasını gerçekten seviyorum.

8 - 나의 노래 메모장 (nanome) - Coffee


Böyle sevimli, güzel gitar melodili, iyi sesli, bir hikaye anlatan parçalar sizce de aşırı güzel olmuyor mu? Indie deniyor olmasını hala anlayamıyorum mesela bu türden müzik yapan sanatçılara. Kafalarına göre mi olmuş oluyor, neden ki?

9 - xikers (싸이커스) - ICONIC


Xikes'tan Nisan ayında da bahsetmiştim "Yaptıkları müziği gerçekten seviyorum. Çünkü saçma ve eğlenceli." demiştim. Bu sefer daha ciddi gibi bir şeyler yapmaya çalışmışlar gibi görünüyor. Ama sanki önceki parçalarına göre burada bir Ateez tarzına yönelim var gibi duruyor. Şarkıyı sevdim ama ilk hallerindeki müziklerini daha çok tercih ediyorum.

10 - Lee Seok Hoon - 어른이 됐고 (After growing up)


Lee Seok Hoon eskilerin SG Wannabe grubunun bir üyesi. Şimdilerde eğlence ve tv dünyasının başarılı bir yüzü. Ben ilk defa dinlemiş oldum sesini. Hoş.

11 - 임영웅 (Lim Young woong) - 순간을 영원처럼 (Eternal Moment)


Lim Young Woong oldukça bilinen bir trot ve ballad şarkıcısıymış. Sanırım ilk defa dinlemiş olabilirim.

Count To Love (보이넥스트도어)

Artık BoyNextDoor sevgimi sorgulamadığımız noktadayız diye düşünüyorum. Çok seviyorum. Her bir videoları aşırı eğlenceli oluyor, bu şarkıda da bu sefer bir hikaye anlatarak eğlenceli olmayı seçmişler. Aşırı keyifli. İzlemeden sadece şarkıyı dinlemiş olsaydım bu derece sevmeyeceğime eminim. Ama videosuyla birlikte asıl etkisini gösteriyor bende.

Cinderella Closet [シンデレラ クロゼット] (2025) - 12 bölümlük sevimli bir değişim hikayesi

 Ailesinin lahana çiftliğindeki evinden Tokyo'ya üniversite okumak için gelen Haruka, sevimli mi sevimli, hayat ve neşe dolu bir genç kı...