1 - ALLDAY PROJECT - FAMOUS
4 - 하동연 (Ha Dong Yeon) - 행복 (Happiness)
1 - ALLDAY PROJECT - FAMOUS
Nerede bırakmıştım onu bile hatırlamıyorum. Yazabilmek çok tuhaf geliyor nedense şu an. Halbuki şu da bir geçsin, şu da bir bitsin diye diye onca ay geçirdikten sonra hah tamam şimdi şu gün oturup, delilercesine yazacağım dediğim o gündeyim. Yaz okulu sınavları geçti, şu ameliyatımsı şeyi atlattım (tam olarak bitmedi iş ama oraya da geleceğim), ofiste büyük bir şey yok yapılacak-yaptığımız,...Şu da geçsin dediğim birçok şeyi geçirdim sayılır yani. Oturup tam da oraya buraya çiziktirdiğim tüm o hikaye taslaklarını bir hale yola koyma vakti. Ama...öylece kalakalıyorum. Planlı programlı yapmalıyım diyorum, bu yaşımda artık ondan eminim de. Bir türlü planlamaya da girişemiyorum. Eskiden, küçücük minicik ben derdi ki yazmak öyle planlanan bir şey değil ki, daktilonun başına oturup, kanını akıtmak gibi, içinden geldiği gibi savrulmasına izin verirsin, kendisi akar gider zaten...gibi salak saçma, fazlasıyla romantize edilmiş buhranlar içinde olurdu. Zorlu yıllar ve uzuuun uzuuuun yıllar öğretti ki her şeyi ancak çok çabalayarak, düzgün bir şekilde planlayarak - illa her şey planlı gitsin diye değil de en azından bir plan olması için - ve romantik bir şekilde kanayarak değil, kanını terini ve gözyaşını sonuna kadar akıtarak elde edebiliyorsun.
Gene nereye gittim ya? Aynen böyle işte, plan yapıyorum ama başlayınca hiç planda olmayan yerlere gidiyor her şey. En son temmuzun 27'sine dönelim. 29'undaki kan tahlilimde aylardır gözetlediğimiz o malum değer son 10 yıldır görmediğim kadar düşebilmiş olunca doktorum dedi yapalım mı o zaman. Hani ben bilirmişim, şimdi de olur, bir ay daha bekleyebiliriz sonraki ay da olur. Ben tabi artık her ay 30 kere kolumu deldirip, kan vermekten, takvimde gün hesabı, masada hap çizelgesi yapmaktan sıtkım sıyrılmış halde yapalım yapalım diye atladım hemen. Belki şansım yaver gider de bir seferde kurtulurum bundan da aklımdan ve hayatımdan çıkmış olur dedim. Şans ve kendimi aynı yerde hayal etmek tabiki salaklık benim için. O uzuuun yıllar bir şeyler öğretirken başka şeyleri de ısrarla öğretmiyor. Haftasonu son iğneler ilaçlar, iş yerine haber etmeler, anneye abiye usturublu bir şekilde durumu açıklamaya çalışmalarla geçtikten sonra pazartesi sabahı kendimi hastane yatağında buldum. Neyse işte, sonucu istediğimiz (ben ve doktorumun) olmadığı belli oldu bu pazartesi kontrole gittiğimde. Bir süre sonra bir daha olacağım mecburen. Ama kısa bir süre içinde değil, çünkü artık ne kadar bıktığımı, sıtkımın sıyrıldığını doktor da gördü. Yok yok öyle hemen yapmayız bir süre sonra dedi. Kısmet.
Ağustos'un ilk günlerini böyle karşılaştım yani. Doktor 5 günlük rapor verdi, birden bire işte böyle bir hafta kendimi evde buldum. Zaten ameliyattan çıkınca Cey'le geldik eve, akşama kadar oturduk muhabbet ettik. Uzundur görüşmemiştik, çok çok iyileştiriciydi. Haftanın geri kalanında işe gitmeyecek olma fikri bile kendi kendine müthiş bir histi. Ama göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Cey'le bir gün de dışarıda buluştuk, bahçeli bir kafede oturduk normal insanlar gibi :) Bir akşam da G. ile açık havada bir avm gibi bir yerde yemek yedik, tatlı-çay yaptık. Haftam biterken Ikea'ya gittim, bayadır aklımdaydı, hiç öyle gezememiştim açıldı açılalı. Tabiki bunaldım sonra, yolumu kaybettiğim için içeride. Durup dururken de çekmece aldım yatak odasına (şifonyer deniyormuş). Ama oradan bir şey alma şekli pek tuhafmış, bunu da tecrübe etmiş oldum. Alt kata inip, depo gibi kocaman kocaman rafların içinde arayıp, alacağım şeyin kutusunu kendim buldum, alışveriş arabası gibi bir şeye kendim yükledim. Biri 25, diğeri 23 kiloluk iki kutu şeklindeydi benim şifonyer. Raftaki yerinden kaldırıp da alışveriş arabasına yükleyemeyince önce bir vazgeçecek gibi oldum, dedim manyak mıyım ne zorum var kendi kendime. Zaten haftanın başında ameliyat masasından kalkmışım, ne yapıyorum ben? Ama işte geldi gene o gelenler, bir baktım kan ter içinde kasaya ilerliyorum. İtekleye itekleye aşağıya, otopark katına da indirebildim ama arabama nasıl yükleyeceğimi hiç düşünmemiştim o ana kadar. Zaten alışveriş arabasını da arabaya kadar götüremiyorsunuz, bariyerler var, arabayı getirip, öyle koymanız gerekiyor malzemeleri. Etraftakilerin şaşkın bakışları arasında iki kocaman kutuyu, arabanın arka koltuğuna itekledim bir şekilde ama hala içimden allahım ben napıyorum diyordum. Hadi arabaya koydum eve nasıl çıkaracağım 4 kat?
İlginç bir şekilde 25 kiloluk kutuyu azcık kaldırabiliyordum. Ama 23 kiloluk olanı mümkün değil yerinden oynatamıyordum. Kilolarının böyle olduğunu da evde en son boşalttıktan ve üstlerini okuduktan sonra fark ettim. 25liği arabadan sürükleyerek apartmanın ilk merdivenine getirebildim ama merdivenden o şekilde iki yanından tutarak kaldırarak çıkarmamın mümkün olmadığını gördüm. Kafama esti bir delilik, sırtıma aldım kutuyu. Birkaç basamak çıktım ama bacaklarımın titrediğini ikinci görüşümdü sanırım bu hayatımda. Yine de tırmandım, iki büklüm, zangırdaya zangırdaya. Tekrar ediyorum, neden kendime bunu yaptığım hakkında hiçbir cevabım yok. Bu ilk kutuyu eve çıkardıktan sonra neyse ki biraz o aşamada beynim söze girmeye karar verdi. Diğer kutuyu arabada açıp, içindekileri bölüştürüp bölüştürüp eve çıkardım.
Bu arada raporlu olduğum haftadan sonraki haftasonu yaz okulu sınavları vardı. Ne güzel bir hafta da evdeyim çalışırım diyor insan evet, gene de yetmedi. 4 dersten ikisinin kitabını hiç açamadım bile. Güya ne hayallerle kayıt yapmıştım yaz okulunun ilk günü. Bu 4 dersi de şimdi versem ohh tamam diğerlerini bir şekilde dönemde hallederim diye. Çalışabildiğim ikisinden bile geçemeyeceğim gibi görünüyor ya neyse. Ha bu arabada aldığım günden beri o şifonyeri kurmaya çalışıyorum. Aslında nihayet önceki gün ayağa dikip, koyacağım yere koydum ama hali içler acısı. Kurma aşamasında - tahminen 16.adımda falan - yerden kaldırıp, öyle koyayım öbür parçayı da öyleyken oturturum diye düşünüp kendi kendime en salakça şekilde, tutup kaldırmaya başladım. Takarken ve döndürürken pek de anlam yüklemediğim, üstünde düşünmedim minik yuvarlak beyaz parçaların asıl işlevini de işte o anda fark ettim. Girdikleri deliklerde öylesine dolanmaları değil, içlerine giren vidaları sıkı sıkıya tutmaları gerekiyormuş meğerse. Şifonyerin yarım halini azcık yerden havalandırmamla her şeyin çatır çutur kırılıp, sökülüp, yere kapaklanması bir oldu. Bakakaldım. Bir an kendimle acayip gurur duyarken öteki an gururum yeraltı sularına karışıp, akıp gitti. Taktığım vidalar yamuldu, suntanın ve tahtaların vida giren yerleri kırıldı. Saatler ve günler sonra dediğim gibi şifonyeri ayağa dikebildim ama sadece ayakta duruyor. Yanından geçerken bile sallanıyor, dokununca bir o yana bir bu yana gidip geliyor çünkü iki yan duvarını birleştirmesi gereken alt kısmı ile orta kısmını bir türlü sabitleyemedim. O kadar para verip, o kadar kendime eziyet edip, üstüne bir de zamanımı harcadığım şeyin şu an bana hiçbir faydası yok mesela. Evet "i'm the one i should love" kesinlikle.
Rapordan sonraki hafta işe başlamak çok tuhaftı. Bir de haftasonu sınavlar var diye her gün ders çalışmam gerekiyor gibi geliyordu. Bir iki gün denedim ama sonra gerçekten saldım. Zaten mis gibi rapordan sonra işe dönmüşüm, bir de her gece gelip osmanlıca metinleri mi okumaya çalışacağım diyerek kendimi bıraktım. Haftasonu olsa da sınavlar bitse de bir yazmaya geri dönebilsem diye hayaller kurarken abim mesaj attı. Köpeklerine yine bakacak kimseyi bulamamışlar, bir gecelik bir bakabilir misin lütfen sen bizim tek sorabileceğimiz....gerisi bildiğim ve artık çığlıklar atarak karşılık vermek istediğim vicdan yaptırıp, duygularımı sömürme döngüsüydü. Dedim demek ki sınavım bitmemiş bu hayatta. Bir gece daha uykusuz ve sinir harbi içinde geçecek, çekecek çilem varmış dedim. O cumartesi gecesi yine kabustu yani.
Dediğim gibi pazartesi de yine doktora gittim. Cuma da çağırdı. Gideceğim. Gerçekten aklımdan habire telefon numaramı değiştirip, doktora gitmekten vazgeçmek geçip duruyor yine. Çok bıktım, aşırı bıktım, aşırı aşırı boğazımı sıkıyor tüm bunlar. Bırakmak istiyorum, ne olacaksa olsun madem daha ne kadar sağlıksız hale gelebilirim ki diyorum. Vücudumun sağlığını düzelteceğiz diye kafamın içi mahvoldu. E ne anladım o zaman bundan?
İş yeri yine saçma sapan. Çok kötü. Çok sinirimi bozuyor. Bilgisayarımda her an iş bakıyorum. Ne yapabilirim, nasıl yapabilirim de buradan kurtulabilirim diye. Baktıkça moralim bozuluyor gerçi, kimse beni işe almaz ki. Hele başka bir alana yönelmenin mümkünatı bile yok görünüyor. Bu sene her şeyi bu ameliyattan sonrasına ertelemiştim, ameliyatı da olacaktım osmanlıca'dan da geçecektim, birden bire her şey aşırı güzel olacaktı. Öyle hayal ederek bunca aya katlandım. Ama çilerim habire erteleniyor, sürmeye devam ediyor gibi geliyor. Her şeyi bir anda bırakma isteği yine çok güçlü. Tarih'i de bırak, doktoru da bırak, mesajlara aramalara cevap vermeyi bırak, bir işe git gel, kimseye konuşma, kendi kendine takıl. Tamamen bunu yapmak istiyorum.
Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde bayıltıcı sıcaktan beynim pelteye dönmüş halde boş boş bakmaya başladığımda çok da işe yaramıyor.
Şu son iki haftadır hakikaten beynim pelte kıvamında. Sıcağı severim, sıcak olduğu için yazı severim zaten ama bu sene bir tuhaf. Sıcaklığın derecesinden bahsetmiyorum. Beni rahatsız eden de o değil eminim. İş yerinde tüm gün hiç durmadan çalışan klimaya maruz kaldıktan sonra eve gelip, havanın asıl sıcaklığıyla çarpılıyor oluşum bence her şeyimi alt üst eden. Klimayı icat edenin de...diyerek tamamlıyorum her gün, günümü. Evet hava çok sıcak olabilir ama vücutlarımız bir şekilde buna uyum sağlamaya çalışıyor. Sıcağa da soğuğa da öldürme noktasına gelmediği sürece alışmak için biyolojimiz kendi içinde gerekli düzenlemeyi yapmaya çalışıyor. Oysa biz napıyoruz? Yaz geldiği anda klimaya, kış geldiği anda ısıtıcıya abanıyoruz. Ayarlarım bozuluyor. Off yine aynı noktaya geliyorum dönüp dolaşıp: İşe gitmek zorunda olmasam fiziksel olarak da ruhsal olarak da çok sağlıklı olacağım. Ah bir işe gitmesem var ya...Kiramı ödeyebilmenin bir yolunu bulabilsem de işe gitmesem.
Yazmaya başlarken çok umutluydum aslında :) Bahsettiğim o yazla birlikte gelen umut gazıyla doluydum. Onu anlatma hevesiyle açmıştım sayfayı önüme. Nereden buraya geldim yine değil mi? Neyse.
Haziran'ın son gününde işe geri dönmüştüm. Şöyle bir takvimime bakınca haziranda yalnızca 3 buçuk gün çalışmış oluyorum sanırım. Önce bayram sonra köy derken öyle olmuş gibi. Yaz okulu kayıtları başlayınca haziranın son günü yaz okulundan dersler aldım. Kaldığım 4 dersi seçtim hevesle, şu başımın belası Osmanlıca'yı geçmem gerekiyor artık diyerek. Bir aydır çalışıyorum ama iki gıdım yol alamadım. Ne salak bir dildir ne saçma bir derstir bu ya. Ne var Tarih okuyorsam, illa neden öğrenmem gerekiyor? Sadece Osmanlıca'da uzmanlaşmak üzerine bir bölüm yapsınlar mesela, tarihçilerin metin okuması gerektiğinde bu uzmanların çevirileri kullanılsa mesela. Niye her şeyde her şeyi öğrenmeye, öğretmeye çalışıyoruz ki zaten? Niye bu ülkede iş bölümü diye bir şey yok? Herkesin alanı böyle kesin çizgilerle ayrılmış olsa olmaz mı ya? Off gene mutsuz oldum.
Bu "suppliement"lere daldım sonra bu ara. Bunlara da karşıydım uzunca bir süre. Sonuçta organik bir şekilde ihtiyacımız olan vitaminleri şunları bunları almakla aynı şey değil diye düşünüyordum. Hala öyle düşünüyorum gerçi. Dışarıdan kimyasal içmek bana nasıl bir yarar sağlayacak diyorum. Her şeyin doğal olması gerekiyor diye düşünüyorum. Ama dayanamadım birkaç araştırıp, denemeye karar verdim. Çünkü...çaresizlik. Yapacak bir şey yok. İnsan sağlığını kaybedince en yapmam dediği şeyleri bile yapıyor. Önce eczaneden bir kutu aldım bir süre içtim. Psikolojik mi bilmiyorum, çok iyi geldi gibi hissettim. Gözle görülür derecede iyi geldiğini düşündüm. Onun üzerine ne kadar çeşit varsa eczaneden internetten aldım yığdım masanın üstüne. Ama nedense şu an içtiğimde hiçbir iyileşme göremiyorum kendimde. Sanki aldığım o ilk kutu gerçekti de sonrakilerin hepsi yalanmış gibi. Her gün koca koca hapları yutuyorum ama.
Kiramın değişme zamanı gelmişti tabi. Bir temmuzda taşınmıştım sanırım buraya. Her temmuzda artış oluyor. Beni her temmuzda düşündüren ne kadar arttığı değil. Her sene bu zaman gelince, ev sahibiyle konuşurken içimden hep bu sene de gidemedim buradan düşüncesini döndürmeye başlıyorum. Bu sene de çıkıyorum evinizden her şey için teşekkürler Fatma teyze diyemedim diye üzülmeye başlıyorum. Bu sene de kurtulamadım bu ülkeden diyorum. Bir seneyi daha harcamışım diyorum. Ya sonsuza kadar kurtulamazsam diye panik atak geçirmeye başlıyorum. Duvarlara yine bakıp, yine tam "e o zaman badana yapayım bari bu sene de gidemedim hala buradayım madem" demeye başlayıp, kendi kendimi yine durduruyorum, "yok yok yapma girme o işe, belki bak gidersin, badana yapıp birkaç ay sonra gidersen yazık olur emeğine" diyorum. Ya da odayı toplarken yine üst üste yığdığım eşyalara bakıp, şu erteleyip durduğum çekmeceyi alayım diyorum mesela. Tam açıp bakıyorum, sipariş edeceğim, içimdeki ses diyor ki eee ama gideceksin ya, giderken tüm eşyaları satmak elden çıkartmak gerekecek, zor olur boşver.
Bir akşam da A ve G ile dışarı çıktık bu arada. İşten sonra yemeğe gitmek, çıkıp bir yerde birkaç bir şey içmek o kadar doğaüstü geldi ki. Gerçekten istediğim bir işte çalışıyor, istediğim bir şehirde yaşıyor ve istediğim insanlarla bir arada oluyor olsaydım ne kadar da normal olabilecek bir hayatım olurdu diye düşünüp durdum o akşam. A ve G'yi istemiyorum demeye çalışmıyorum, onlarla tanıştığım için de çok şanslı sayıyorum kendimi ama demeye çalıştığım başka bir şey. Onları çok da seçmedim arkadaş olmak için diyorum. Ya da onlar da beni bilerek seçmedi. Aynı servisteydik, aynı mahallede oturuyorduk, habire bir etkinlik yapmak, fellik fellik gezmek isteyen bir başkası tarafından bir araya getirildik gibi bir şey oldu sonuçta. Bilinçaltımdaki o devamlı sesini çıkaran "ben"e göre istediğim hayatı yaşıyor olsaydım arkadaşlarımı da ben seçmiş olacaktım sanırım. Neyse. Bu durum da mazide kalmak üzere artık. A taşındı geçen hafta, G ile bir cumartesi gidip eşyalarını kolilemesine yardım ettik, yeni evine gittik hep beraber. A yorgun ve şaşkın ve heyecanlıydı ama G ve ben içimizdeki o kekremsi duyguyla etrafımıza bakarken aynı şeyi hissediyorduk ama ikimiz de hiç ses etmedik. Sesli bir şekilde dile getirilmeyen gerçek yeni boya kokusuyla dolu evin içinde havada öylece sallanıyordu. A taşındı, T bizimle konuşmuyor. Bir daha hiçbir şey geçen seneki gibi olmayacak. Biz de büyük ihtimalle bir süre sonra daha az görüşmeye, konuşmaya başlayacağız.
Sonra pilatese mi yazılsam diye baktım. Saçmalıyor muyum dedim. Ardından tai chi kursu gördüm. Ona gitmek daha mantıklı geldi. Tabi yine kafamın gerisindeki ses, bir kursa başlarsan yarım kalır ama gideceksin ya buralardan diye konuşmaya devam etti. Hem şimdi akşamları böyle bir şeylere vakit ayırırsan buradan gidebilmek, hayatını değiştirebilmek için yapman gerekenlere, çabalaman gerekenlere ne enerjin ne zamanın kalacak diye ekledi. Hayır gideceğim dedim, yapma dedi. Böyle böyle son dakikaya kadar kavga ettik, işten çıkınca arabaya atladım, son noktada eve döndüm. Gidemedim.
Geçen hafta yine doktor kontrolüm vardı. Ara kontrol. Doktor yine umutlu göründü, ay sonundaki kontrolde bu defa olacak diye. Bense artık o kadar sallamıyorum. Amaan diyorum, ne olacaksa olur, her şey olacağına varır. Sadece her ay zamanımı bu kontrollere göre ayarlamak sinir bozuculuktan başka bir seviyeye yükseldi. Hiçbir şey için plan yapamıyorum çünkü kontroller arası nokta atışı plan yapmam gerekiyor. Her kontrolden sonra ameliyat olursam bu defa diye hiç bir şekilde şu zamana şunu yapayım veya şuna başlayayım diyemiyorum. Bir olsa da bitse, gerçekten çok sıkıldım artık.
Bayramdan sonraki hafta işe gittim ama sonrasında yıllık iznimden aldım. O zamandan bu yana izindeydim yani. Ve yine dinlenmek ya da tatil yapmak için almadığım bir izin daha oldu bu. 13-14-15'inde A ve G ile minik bir Amasra yapalım dedik. T bize küstüğünden beri bir fırsatını bulup, bir şeyler yapamamıştık. Üçümüzün de kafası geçirdiğimiz bu saçma sapan baharın ardından şöyle kumsalda yatmalı, balıklı mezeli akşam sofralarında uzun uzun içimizi dökmeli bir tatile ihtiyaç duyuyordu. O üç günü tatil sayabilirim tabi ama yine uyuyamadığım için yorgun argın döndüğüm bir tatilimsi olduğunu da gözardı edemem. Artık resmi olarak kabullendim sayılır, böyle başkalarıyla birlikte bir otel odasında mümkünatı yok uyuyamıyorum. Evde kendi başıma, kendi yarattığım sessizliğe çok alıştığımdan belki de. Ama sanırım sadece ses-gürültü olayıyla da alakası yok, direkt başka bir canlının olması durumu beni ayık tutan. Abimlerin köpeği varken de uyuyamamıştım mesela. Bilmiyorum, beynim bir savunma halinde ya da tetikte beklemeye başlıyor. Bir türlü uykuya dalamıyorum. Amasra'ya gittiğimiz ilk gece de o kadar yol gittikten ve yorulduktan sonra gece boyu gözümü kırpmadım. Çok yorgunken ve çok uyumak isterken uyuyamayınca da kabus gibi oluyor gece. Ertesi gün keyif almaya çalıştım ama sıfır uykuyla en son kumsalda kendimden geçmek üzereydim güneşin altında.
Dün döndüm. Yol çok yorucu değilmiş gibime geldi ama cuma akşamı iş çıkışı trafiğinde tam Ankara'ya girmiş bulununca öldüm öldüm dirildim. Ankara'ya gelene kadar 600 km hiç yorgun hissetmemiştim ama şehir girişinden eve gelene kadar neredeyse 3 saat geçirince evin önünde arabadan inerken bacaklarımın titrediğine şahit oldum ilk defa. Elim kolum tutmuyordu. Eve çıkıp sadece kanepeye uzanabildim ama hala titriyordum zangır zangır. Kalp atışlarım hiç normal değil bu ara zaten, ağzımda atıyor. Öyle olunca bir şeyler açıp, izleyeyim kendimi unutayım dedim. İzne çıkmadan önce deliler gibi Bridgerton izliyordum, 3.sezona gelmiştim. Onu açtım, devam ettim. 7 Temmuz 2021'de şöyle demişim: "Şu Bridgerton saçmalığına baktım bir iki, sırf meraktan. Böyle rezalet görmedim. Keşke küfür edebilsem." İlk sezonun ilk bölümünü açarken yaklaşık bir ay önce, tamı tamına aynı şeyi düşünüyordum. Sadece ciddi anlamda yine bir Regency-Jane Austenvari bir şeylere ihtiyacım vardı. O ara ara gelen aş ermelerden oldu yine yani. Düşüncelerimi daha sonra uzun uzun anlatacağım.
1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78
Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir geri itmiştim. Ama adım adım, yavaş yavaş sızdılar o neşeleriyle, o coşkularıyla, o bitmeyen enerjileriyle kapımdan içeri. 2023'te çıkış yapmış olmaları lazım. Ben geçen senenin başından beri daldım dünyalarına. Dediğim gibi önce bir yaptıkları müzik benlik değil geliyordu, sonradan şarkılarını çok sevmeye başladım. Bu sene çıkan 7 parçalık albümlerinin çıkış şarkısı I Feel Good, aşırı keyifli. Ama özellikle ilk parça "123-78"e (ya da hepimizin bildiği şekliyle my baby georgia :) ) gönlümü tamamen kaptırdım.
2. TABLO X RM - Stop The Rain
İki söz ustası, iki IQ uzmanı, iki hissettiklerimizi bizim gibi hissedip anlatabilen müzisyen tam da bahar gelip, havalar ısınmaya başlamışken ve belki geleceğe umutla bakabilir miyiz ki derken göğsümüzün ortasına böyle şarkı bıraktı.
3. 2Z (TUZI - 투지) - CROSS ROAD
1 - ALLDAY PROJECT - FAMOUS Allday Project, haziran ayında hepimizi şaşırtan bir çıkış yaptı. The Black Label'ın 5 kişilik karma grubu...