9 Aralık 2025 Salı

My Dearest Nemesis {그놈은 흑염룡 } (2025)


 Baek Su Jeong kızımız liseye gidiyor. Küçük erkek kardeşi ve elektrikçi babası ile yaşıyor ve annesinin küçükken kaybettiklerinden okulda falan onunla dalga geçenlere de haddini bildirecek kadar dik duruşlu. Annesinin yokluğunda ailesinin çınarı vazifesini üstlenmiş, kardeşinin derslerini de kontrol ediyor, babasının sağlığını da. Tüm bu sorumluluğun içinde kendini unutmuş halde yaşarken bir gün kardeşinin oynadığı bilgisayar oyununun başına geçiveriyor ve bir de bakıyor kendini kaptırmış oyuna. Bu online oyunda başka insanlarla tanışıyor, oyunda oluşturdukları ekiple oyun içinde başarıdan başarıya koşuyorlar. Ekipteki siyah ejderha isimli üye ile özellikle yakınlaşıyor Baek Su Jeong. Önce kavga eden ama ardından el ele verince oyunda çok başarılı olduklarını gören bu iki oyuncu, hayatlarının yalnızlığında birbirlerinden destek bulur hale geliyor bir online oyun içinde. Gel zaman git zaman oyundaki ekip, gerçek hayatta da buluşmaya karar veriyor. Bir kafede buluşuyorlar, bizim Baek Su Jeong kızımız, 20lerindeki Seo Ha Jin ablamız ile ekipteki diğer iki oyuncu Bean Bug ve TVXQ hayranı adam. Sonunda bizim ejderha gelince hepsi bir şaşırıyor, çünkü ekipteki en güçlü oyuncu bir ortaokul çocuğu çıkıyor. Bir de yetmezmiş gibi bu ortaokul çocuğu, lisedeki Baek Su Jeong'a aşkını ilan etmiyor mu? Su Jeong milletin ortasında reddediyor çocuğu. İkisi de hayatlarında büyük bir travma yaşamış halde bir daha oyuna ellerini sürmüyorlar. Aradan yıllar yıllar geçiyor. 16 yıl sonra Baek Su Jeong 30larında, çalıştığı şirketteki ekibin lideri olmayı beklerken başına gökten yeni bir takım lideri atanıyor. Şirketin sahibinin torunu olan bu genç adam yıllar önceki siyah ejderhanın ta kendisi çıkıyor ama ikisi de birbirlerini tanımadıklarından iş rekabeti içinde savaşmaya başlıyorlar.


My Dearest Nemesis, orijinal adıyla 그놈은 흑염룡 ki tam çevirisi "o siyah alev ejderhası" gibi bir şey oluyor, 17 Şubat ile 24 Mart arasında birer saatlik 12 bölüm halinde tvN kanalında yayınlandı. Hye Jin Yang (혜진양)'ın aynı isimli webtoon'undan uyarlama. Yayınlandığı dönemde haftalık olarak izlemiştim ama sonradan rastlasam kesinlikle bırakacağıma eminim. Çünkü büyük bir hevesle başladığım dizinin ortasına doğru çoktan sıkılmış durumdaydım. İlk başta ilginç bir konusu var gibi gelmişti. Bir oyunda tanışan iki yalnız genç, hayatta çok şanslı olmamasına rağmen kendini hiçbir şekilde ezdirmemiş ve işinde hiç lafını sakınmayan bir kadın, sert büyükannesi yüzünden büyümek zorunda kalan ama ailesinin yokluğunu oyunlar, müzikler ve hikayelerle doldurmaya çalışarak içinde hiç büyümeyen bir adam. Evet çok çok farklı bir hikaye değil ama böylesi ofis romanslarının başladığı noktadan değil de başka bir noktadan başladığı için biraz değişik. Yine de nedense çok bir yere gidemeyen ve tek boyutlu olmaktan çıkamayan bir hikayenin içinde izleyeni sıkmayı başarıyorlar.


Senaryonun gerçekten bir yere gidememesinin dışında oyunculardaki ve karakterlerdeki bir şeyler de eksik. Mesela başrolümüz Moon Ga Young'u ısrarla iyi sevimli doğru düzgün kız olarak dizilerde oynatmaya ısrar etmelerindeki sebebi anlayamıyorum. Çünkü bu kızı ilk gördüğüm yeri ve karakteri unutamıyorum. 2018'deki Tempted isimli evlerden ırak dizide zengin, züppe, buz gibi ve yılaaan bir kızı oynamıştı. Evet dizi çok kötüydü ve birkaç bölümden öteye geçememiştim ama Moon Ga Young aklıma kazınmıştı. Sonrasında zaten True Beauty olayı geldi ve süperstar başrollerin arasına yükselmiş oldu. Ama bana orada da bir olmamış gelmişti, dizi o kadar başarılı olmuş olmasına rağmen. Burada da hem yazılan karakterin tek boyutlu oluşundan hem de Moon Ga Young'un fazlasıyla tekdüze sabit duruşundan, başrol kızımıza bir yakınlık duyamıyoruz. Tam güzel şeyler söylüyor mesela anlamlı şeyler, biraz bağ kuracak gibi oluyoruz ama kuramıyoruz. Çünkü hikaye o kadar iyi çekilmediği gibi oyuncumuzun da ne kaşı gözü oynuyor, ne yüzünde başka bir duygu oluşuyor. Öyle rüzgarda püf desek uçup gidecek bir fasülye sırığı gibi dikiliyor dizi boyunca.



Bir diğer benim için diziyi izleme motivasyonu olup yine de burada olmamış bulduğum oyuncu da erkek başrolümüz Choi Hyun Wook'tu. Geçen seneki Twinkling Watermelon'ı hepiniz hatırlıyorsunuz değil mi? Şimdilerde Netflix'e geldiği için izlemeyen kalmayacak diye düşünüyorum. Geçen sene dedim ama 2023'müş! Allahım zaman neden böyle geçiyor? Neyse, şurada da anlattığım gibi, kalbimde hem kocaman bir yara açan hem de çok sevdiğim bir diziyi sırtlayan, coşturan, gönüllere kazıyan oydu. İlk defa gördüğüm bu gencecik (o zaman 21 yaşındaydı) çocuğun bundan sonraki işlerine bakmam gerekiyor diye düşünmüştüm. O arada bir gerilim-fantastik-gençlik tarzında bir şeyi yayınlanmıştı, başrolünde Nam Ji Hyun olduğu için bakmayı reddetmiştim (kıza gerçekten sinir oluyorum). Sonrasında da ilk gelen dizisi bu My Dearest Nemesis olunca, bir de rom-com olunca hepten heveslenmiştim. Ama cidden, hakikaten, gerçekten bu çocukla böyle bir karakter hiç...Yani oyunculuk yapamadığından değil, kesinlikle, bu küçük yaşına rağmen manyak yetenekli olduğunu düşünüyorum. Sadece buradaki karakteri nasıl yorumlayacağını bilememiş gibi, üstünde durmamış gibi. Yani eli yüzü düzgün, çirkin bir insan değil, zaten dedim ya çok çok seviyorum Choi Hyun Wook'u. Ama çok yakışıklı, soğuk, kendini beğenmiş chaebol tipinde de değil yani şimdi göz var nizam var. Üstüne bir de Moon Ga Young ile aralarındaki kimyanın sıfır oluşu eklenince, dizi iyice çekilmez bir hal alıyor.


Sanırım hafta hafta bölümleri açmamı sağlayan tek şey ikinci çiftin hikayesi ve oyuncuları ve karakterleriydi. 2018'de My Secret Terrius'ta gördüğümden beri aşık olduğum ve tek bir falso rolü olmayan (öyle olmasını sağlayan) Im Semi ve burada ilk defa adam akıllı izleme şansı bulduğum ve vay be ne düzgün adam dediğim Kwak Shi Yang'ın oluşturduğu bu çiftin hikayesi hem şimdiye kadar gördüğümüz hikayelerden daha farklıydı, hem de daha iyi işleniyordu. Im Semi, o online oyundaki ekibin bir üyesini canlandırıyor. Esas kızımızla o zaman oyun vasıtasıyla tanışıp, yıllar boyu dost kalıyorlar. Geldiğimiz noktada esas kızımızın abla figürü oluyor. Üniversiteden beri çıktığı adamla evlenmiş, uzun yıllar evli kaldıktan sonra bir anda boşanmış. Hayatına yeni baştan başlamaya çalışıyor, bir minik restaurant açıyor. Kwak Shi Yang ise esas oğlanımızın abi figürü, yakın aile dostlarının oğlu ve şirkette bir birimin müdürü. Onun karakteri ise kadınları hiçbir şekilde üzmeyen, çok düzgün bir adam ama her gören kadın da ona heves ediyor öyle diyeyim. İkisinin tanışması da ilişkilerinin evrilmesi de ilginç ve taze bir soluk taşıyan bir yan hikayeydi. Dedim ya onlar olmasa diziyi ortasına gelmeden bırakmıştım.

Undercover High School {언더커버하이스쿨} (2025)


 Ulusal istihbarat servisinin başarılı ama biraz g.tüyle dağları deviren 5 ajanının oluşturduğu ekibimize yeni ve zorlu bir görev veriliyor. Son kral Gojong'un  kayıp altınlarını bulabilmek için neredeyse 100 yıllık bir geçmişi olan Byeongmun Lisesi'nin bilmecelerini ve onca yıldır sahibi olan ailenin sırlarını çözmeleri gerekiyor. E haliyle gündüz gözüyle okula dalıp altınlar nerede diye soramayacakları için bir okula sızmaya karar veriyorlar. Ama öğretmen kılığında değil nedense, akıllarına ilk gelen fikir o olmuyor. Öğrenci olarak içlerinden birini okula sokuyorlar. Ekibin en aksiyonu bol üyesi Jung Hae Song'u lise öğrencisi kılığına sokuyorlar. Hae Song okulda bir yandan derslerle ve diğer öğrencilerle uğraşmaya çalışırken bir yandan da gizemleri çözmeye çalışıyor. Tabi bu sırada ondan şüphelenen tarih öğretmeni Oh Su Ah ile de uğraşmak zorunda kalıyor.


Undercover High School böyle tanıdık bir konuya sahip, 12 bölümlük bir Güney Kore dizisi. 21 Şubat ile 29 Mart arasında yaklaşık birer saatlik bölümler şeklinde yayınlandı MBC kanalında, şimdilerde sanırım Amazon Prime'dan izlenebiliyor. Konusu, dediğim gibi, daha önce duymadığımız izlemediğimiz bir şey değil. Hatta oldukça da sevdiğim bir konu. Sevmek derken izlemekten keyif aldığım bir konu çünkü daha önce izlediğim bu tür hikayeler hep komik ve alabildiğine eğlenceliydi. Yıllar yıllar evvel Johnny (Depp) ile ilk tanışma zamanlarımda tüm diskografisini izlemeye çalışırken en başlarda gördüğüm bir dizisi vardı: 21 Jump Street. O dizide Johnny'nin de dahil olduğu polis ekibi liseye öğrenci kılığında sızmıştı. Tüm dizi bu şekilde ilerliyordu. Bir süre izlemiştim sanırım ama kaç bölüm izledim, nereye kadar ilerledim hiç hatırlayamıyorum. 102 bölüme sahip dizinin 82 bölümünde oynadığı için Johnny, o zamanlar sadece onu izlemeye çalışıyordum ama emin de değilim. Zamanında yani 1987'de bu dizi o kadar tutulmuş ki dizide hiç oynamak istemeyen Johhny habire saçma sapan şeyler yapmış sette. Neyse maziye dalmayalım. Yıllar sonra tabiki yapacak yeni bir şeyler bulamayan tv-sinema dünyası bu diziyi hatırlayarak aynı isimde bir film yapmaya karar vermişti. 2012'de aynı isimli komedi filminde Jonah Hill ve Channing Tatum bir liseye öğrenci kılığında giriyorlardı. İzlemiştim tabiki, eğlenceliydi. Ayrıca 87'deki dizinin birçok oyuncusu da filmde görünmüştü. Bu film o kadar eğlenceli olunca dayanamadılar, 22 Jump Street diye bir ikincisini yaptılar 2014'te. Bu sefer haliyle ortam üniversiteydi. Bu konudaki ama asıl sevdiğim film 1999 yapımı Never Been Kissed. Drew Barrymore bir makale yazmak için lise öğrencisi kılığına giren bir gazeteciyi canlandırıyordu. Çok sevimli bir filmdi.


Buradaki hikayemiz ise hollywoodun tamamen komedik ya da çoğunlukla romantik öğelerle süslenmiş bu kılık değiştirme-casusluk etme türündeki hikayelerin hepsini birleştirip, ortaya karışık bir şey yapıyor. Öncelikle mekanımız içinde bir dolu hayalet ve lanet efsaneleri dolu bir 100 yıllık okul. Ki sanırım bu, dizinin en sevdiğim kısmı olabilirdi eğer bir diğer yönü olmasaydı. O yönü de bir lise içindeki öğrencilerin hayatlarına dair hikayelerdi. O yaşta, liseye gitmekle, ailelerle, derslerle, gelecekle ve en kötüsü yaşıtlarının zorbalığıyla mücadele etmek zorunda olan gençlerin ayrı ayrı hikayelerini bize anlatması çok başarılıydı dizinin. Bu bireysel hikayeleri başrol karakterimiz Hae Song'un müdahaleleriyle keşfedip, çözüme kavuşmalarını izlemek çok güzeldi. Bu yan hikayelerin ana suç çözme hikayesinin ilerlemesindeki payları güzel düşünülmüş detaylardı. Her ne kadar bu ana hikayemiz biraz fazla inandırıcılıktan uzak olsa da.


Bu noktada da dizi absürtlük tarafına eğiliyordu daha çok. Komedinin çoğu saçma durumlardan ve abartılı tepkilerden ileri gelse de bir şekilde yenilebiliyor. Okul öğrencileri hikayenin dramatik tarafını oluştururken, ajan ekibimizin üyeleri ve onların maceraları da komedik yönünü oluşturuyor. Ama dediğim gibi bir de okulun korkunçlu tarafı var. Ajanımız Hae Song'un tarih öğretmeni ve diğer öğrenci arkadaşlarıyla birlikte bu efsanelerin ardından gerçekleri ve bilmeceleri çözmeye çalışmaları da hikayenin gizem ve macera yönünü oluşturuyor. Tabi bir de her kore dizisinin olmazsa olmazı, çocuklukta tanışmış olan başrol romantik çiftimiz ile başrolümüzün muhakkak çocukluğunda yaşadığı ebeveyn sorunlu travmaları var.

Ama bu hikayeler içinde bana bir de bu sene ikinci kere (aslında birinci kere olması lazım çünkü bu diziyi yılın başında izledim, geçen anlattığım Ms.Incognito'yu yılın sonunda izledim) bir kötü karakteri ayakta alkışlattıran bir kötülük hikayesi oldu ki Kim Shin Rok'u son birkaç senede neredeyse her gün bir dizide izliyor olmama rağmen yine de her seferinde ağzım açık kalıyor. Bu dizide inanılmaz derecede mükemmel bir kötüyü oynayan bu kadın, üniversite coğrafya okuduktan sonra gitmiş yüksek lisansını oyunculukta yapmış ve daha oynadığı 3.dizide (Beyond Evil, şurada anlatmıştım) beni kendine hayran bırakmıştı. Ve tabiki hayatta umutla dolmak için sebepler veriyor bu haliyle.

Başrolümüz Seo Kang Joon'un aşkına izlemiş gibi görünüyor tüm seyirciler ama bence o sadece pastanın pek lezzetli kremasıymış gibi geliyordu bana. Evet daha önce kendisini izlediğim dizilerde vaay ne hoş adam ama demiştim. Zaten bu dizi dışında hepi topu iki yerde izlemiştim (Birisi kalbimi bıraktığım When The Weather is Fine). Ama hiç buradaki kadar cilalanmış halde izlemediğimden burada her göründüğü sahnede gözlerimin kamaşmasına engel olamadım (hakikaten heykel gibi adam). Ama diğer başrol, tarih öğretmenimizi canlandıran Jin Ki Joo'ya dizi boyunca katlanmışım gibi hissettim. Yani kız çirkin değil, kötü bir oyuncu hiç değil. Aksine komedi zamanlaması, duyguları yansıtması, mimikleri her şeyi çok iyi ve belli ki gerçekten yetenekli bir oyuncu. Ama bir şeyler eksik. Bir hikayeyi taşıyacak, başrolü olacak bir oyuncuda insanın hissetmesi gereken şeyleri geçiremiyor ekrandan. Bir eksik bir şeyler var. Bir pırıltı mı denir, ne denirse işte o yok. Mesela o da Bilgisayar Mühendisliği ve Gazetecilik bölümlerinde çift anadal yaparak mezun olmuş üniversiteden (böyle bir şey yapılabiliyor mu ya?). Samsung'da çalışmış (büyük ihtimalle mühendis olarak), ardından bir tv kanalında muhabir olarak çalışmış. Sonra da tutmuş bir mankenlik yarışmasında derece alıp, oyunculuğa başlamış. Ama yani ne yalan söyleyeyim, hiç ne manken havası, ne güzellik derecesi alacak havası var. Dediğim gibi çirkin değil ama güzel de değil. Bir parıltı yok yani kızda.

Bu yönlerinin dışında dizi o kadar da ciddiye alınacak tarzda değil, anlamışsınızdır. Hemen hemen hiçbir yerinde mantık aramaya gerek olmuyor, çünkü yok. Polisiye hikayenin çözümü ve dahası ilerlemesi sıfır mantık barındırdığından zaten oraya çok da takılmamak gerekiyor. Ama diğer tüm yönleriyle güzel minik minik hikayeler anlatıyor ve gülümseyerek izleyebiliyorsunuz.

30 Kasım 2025 Pazar

Romantics Anonymous {匿名の恋人たち} (2025)


 Lee Hana, Koreli bir çikolatacı. Tokyo'daki Le Sauveur isimli çikolata dükkanına "isimsiz çikolatacı" olarak çikolata yapıyor. Sabahları gizlice, kimsecikler onu görmeden çikolataları teslim edip, evine geri dönüyor. Hana'nın değişik bir rahatsızlığı var çünkü, insanların ona bakmasından korkuyor. Yani scopophobia'sı var. "toplum içinde veya başkaları tarafından bakılmaktan aşırı korku duyma ile karakterize bir anksiyete bozukluğudur" diye yazıyor wikide. Bu yüzden onu tanıyan, yan yana durup da konuşabildiği nadir insanlardan biri olan Le Sauveur'un sahibi şef Kenji ile görüşebiliyor sadece. Bir de karşıdaki barın sahibi Hiro'ya platonik bir şekilde aşık olduğu için onun verdiği teke tek kendo kursuna gidebiliyor ama orada maske giymek zorunlu olduğundan sorun yok.


Sosuke Fujiwara ise Fugo Şekerleme şirketinin başkanının oğlu. Şirket, Le Saveour'u satın alınca oranın yöneticisi olarak atanıyor Sosuke ama onun da bir rahatsızlığı var. Germophobia olarak görünüyor ama aslında biraz daha karmaşık. Kimseye dokunamıyor Sosuke, kimsenin ona dokunmasına da dayanamıyor. Giyisilerine bile olsa üstüne bir şeylerin sıçramasına, herhangi bir şekilde leke, kir vb. şeylere dayanamıyor. Terlediği anda hemen üstünü değiştiriyor sonra. Böyle aşırı uç noktada bir rahatsızlığı var. Öyle olunca çok büyük bir şirketin yönetim kademesinde, birçok insanın ve halkın gözü önünde olmayı gerektiren bir hayatta Sosuke'nin işi oldukça zor oluyor.


Bu iki, hayatta zorlanan insanın yolu Le Saveour'da kesişiyor. Ve onca insan arasından fark ediyorlar ki Hana sadece Sosuke'nin gözlerine bakabiliyor ve Sosuke de yalnızca Hana'ya dokunabiliyor. Öyle olunca diyorlar ki ikimiz de işlerimizde, hayatlarımızda normal bir hale gelebilmek için birbirimize yardım edelim. İyileşene kadar birlikte alıştırmalar yapalım. Bu arada ikisi de aynı psikologla, Irene ile görüşüyor birbirlerinden habersiz. Irene aynı zamanda Sosuke'nin okul arkadaşı. Hana'nın aşık olduğu bar sahibi Hiro da Irene ve Sosuke ile aynı okuldan ve Sosuke ile Hiro kanka. Üstüne bir de Hiro da Irene'e aşık. Anlayacağımız böyle bir tesadüfler yığını içinde Hana ve Sosuke, birlikte iyileşmeye çalışırken bir yandan da çikolata dükkanını kapanmaktan kurtarmaya çalışıyorlar.


Romantics Anonymous {匿名の恋人たち}, böyle 3 paragrafta konusunu anlatmayı bitiremeyeceğimi sandığım 8 bölümlük bir dizi. 16 Ekim'de Netflix'te yayınlandı. Her bir bölümü 45-50 dakika arasında görünüyor ama bölümlerin son 5-6 dakikası neredeyse tamamen jeneriğin akması. Yani hap gibi, her şeyin çabucak olup bittiği, hikayenin anlatılıp, mutlu sonumuza eriştirildiğimiz keyifli, sevimli bir dizicik. Posterini ve konusunu ekranımda gördüğümde aaa izleyeyim dedikten sonra her seferinde yok yok bu beni üzer şimdi diyerek geri kapattığım bir diziydi aynı zamanda. Tamamen yanlış bir his yüzünden bir ay ertelemiş oldum neredeyse izlemeyi. Oysa hiç bekletmemin lüzumu yokmuş. Bir oturuşta izleyip, mutlu olup, kapatabilirmişim. Geçen hafta Cey izledim çok beğendim siz de izleyin deyince açtım, başlata bastım izlemeye başladım o dakikada. Hiç de öyle sebepsiz yere düşündüğüm gibi ağır bir dramla beni üzecek bir dizi değilmiş.


Haa hikayesi aslında aşırı ağır şeyler barındırıyor, orası ayrı. Sosuke'nin ve Hana'nın bu rahatsızlıklarına yol açan travmaları başlı başına çok ağır konular ve flashbacklerde bunları anlatmaya çalıştıkları sahneler cidden başka bir dizinin ortamı içinde insanın içini ezebilir. Ama burada, tüm olan bitenin içinde birkaç dakikalığına üzülüp, geri konuya dönüyorsunuz çünkü dizi öyle ilerliyor. Çok sevimli, oldukça keyifli bir dizi dedim ama aslında süresinin bu kadar kısa olmasından mı kaynaklı acaba diye düşündürtecek derecede de eksiklikler barındırıyor. Birçok yan hikayeye girilmiyor, yan karakterlerin hemen hepsi sadece orada olmak için oradalar çünkü hiçbirine ilgi duyabileceğimiz ya da yakınlık hissedebileceğimiz kadar bir şey anlatmıyor hikaye. Öyle olunca iki başrol dışında hiç kimseyle doğru düzgün bağ kuramıyoruz. Bağ kuramadığımız hikayeler de haliyle bize geçmiyor, yeri geldiğinde ana hikayeye hizmet edecekleri noktalarda çok havada kalmış oluyorlar ya da aşırı klişe durumlar izliyoruz. Hani wattpad hikayeleri gibi bir olaylar zinciri ile karşılaşıyoruz diyeyim, öyle anlayın.

Oysa dizinin asıl hikaye kurulumu ve kurgusu çok çok güzel düşünülmüş. Her bir bölümde Le Sauveur'da gökkuşağı paleti isimli kutu çikolatadaki çikolataların her birinin tarifiyle karakterlerimizin bir şeyleri öğrenmelerini, bir yönlerini geliştirmelerini izliyoruz. Her bir çikolatanın hikayesiyle ana hikayemizin bir parçası tamamlanmış oluyor. Çok güzel bir kurgu bu. Yapılmamış değil ama buradaki hali çok güzel. Ayrıca o çikolataların yapım aşamaları, anlatımlarının da Bon Appetit Your Majesty'deki yemek sahnelerinden geri kalır yanı yoktu. Her bir bölümü izlerken evin içinde dört dönüp, ulan bir evde hiç mi çikolata kalmaz diye dövünüp durmama sebep veriyorlardı. Bir de her bir çikolatanın hikayesinde tanıştığımız insanlar ve mekanların hikayeleri klişe ama çok sevimli hikayelerdi. İnsan ister istemez Japonya'ya aşık olurken buluyor kendini.


Yan hikayeler ve karakterler için dediklerime mesela psikolog Irene ile barmen Hiro'nunkileri örnek verebiliriz. İkisinin ilişkisi, belki azıcık özenli yazılsa bir şeyler ifade edebilecekken dizideki haliyle saçma bir zorlamadan öteye gidemedi. O ilişkinin, o ikisinin orada olması gerektiğini biliyorsunuz ama o kadar gereksiz duruyorlar ki hikaye ilerlerken anlamsız birer duraklama dakikaları olmaktan öteye gidemiyorlar. Ve onların da çocukluk travmaları olması zorunluluğu gerçekten izleyicinin limitlerini zorlamaktan başka bir şey değil. Irene'nin bağlanma sorunu gibi bir şeyi olduğunu göstermeye çalışıyorlar ama bunun için ne yeteri kadar sahne var, ne de sorun gösteriliyor. Hele ki Hiro'nun benim de böyle davranmamın sebebi şöyle şöyle bir çocukluk yaşamamdı diye oturup bir de anlatması...Yahu arkadaşım sende bir tane falso yok. Senin sorunlu veya saçma hiçbir yanın yok dizide. Aşırı yakışıklı, aşırı karizmatik, çok düşünceli, kadınlara ve herkese karşı çok centilmen, çok düzgün, nasıl oturması konuşması durması bakması gerektiğini bilen muhteşem bir adamsın işte. Karaktere veya oyuncuya ilk görüşte aşık olduğum için demiyorum böyle yanlış anlaşılmasın, hakikaten dizi bize adamın bir falsosunu göstermiyor. Ki bu durumda anlattığı travmayı onunla nasıl bağdaştıralım?

Oyuncular açısından ise hiçbir sorun yoktu tabi. Hana'yı oynayan Han Hyo Joo Kore'nin oldukça okkalı oyuncularından olmasına rağmen ben bir tek dizide izlemiştim şimdiye kadar ama normalde havasını, duruşunu çok beğenirdim. 2023'teki Moving'de (şurada anlatmıştım, benim için çok ama çok ayrı bir yeri olan bir diziydi o) çok ilginç bir rolde izlemiştim. Burada o halinden aşırı farklıydı, sadece görünüşü değil, tüm beden dili, dışarıya yaydığı enerjisi bile değişmişti. Moving'in 2.sezonu da geliyor ama taa 2027'ye.


Diğer başrolümüz Sosuke'yi canlandıran Shun Oguri'yi ise tabiki ilk defa görüyordum. Zaten bu 3.Japon dizim. Gerçi kendisi 90ların ortasından beri bu işin içindeymiş ama. Ya bu noktada şeyi de demek istiyorum. Hakikaten Kore yüzünden maruz kaldığım onca çocuk yaştaki idol ve oyuncudan sonra böyle 30larında 40larındaki insanların olduğu normal hikayeleri izlemek çok iyi geldi be. Vallahi. Bir kore yapımında 30u aştıkları anda karakterlerin çocuklarının, evliliklerinin falan olduğu hikayeler izlemek zorunda kalıyorsunuz. Böyle buradaki gibi o yaşlardaki normal insanların (gerçi dizideki her karakterin bir travması ve psikolojik hastalığı varken neye normal diyor olabilirim diye düşünüyor olabilirsiniz ama anlatmaya çalıştığımı anlayabilir misiniz lütfen) hayatlarını, hikayelerini görmek böyle çok iyi hissettirdi ya. Neyse Shun Oguri beyefendiden bahsediyordum. Dizinin en başında nasıl yani, neden böyle bir adamı başrol yapmışlar diye bakakalmıştım ekrana. Çünkü kore dizilerinin kafama kazıdığı görüntüye hiç uymuyordu. Bir romcomun başrolüne 42 yaşında, - bence - hiç de yakışıklı görünmeyen böyle bir adamı koyamazlardı. Üstüne üstlük ilk başta oldukça da sarsaktı, duruşu, verdiği his, davranışları hep bir olmamış gibi duruyordu. Onun üstünde durmamış gibiydi. Ama bölümler ilerledi, hikaye beni sarmaladı ve Shun Oguri'nin aslında Sosuke olarak çok başarılı bir oyunculuk sergilediğini anlamaya başladım. Tam olarak Sosuke'nin hayattaki sarsaklığını, hiçbir yere uyamamış halini, o eğreti duruşunu, o diken üstündeki halini yansıtıyordu bir oyuncu olarak. Dizinin sonunda bu rol için tam da olması gereken görüntü buymuş dedim onun yüzünden.


Her şeyin sonunda demem o ki hikayeyi sanki en başta bir senarist bulmuş, düşünmüş yani genel hatlarıyla böyle böyle bir şey anlatacağım diye. Sonra yazmaya da başlamış, detaylara girmeden. Netflix'e götürünce onlar da demiş ki yoohh bu kadar uzun detaylı iyi şeyleri bize gelmez, sen ver bunu biz hallederiz demiş. Çekmiş almışlar senaryoyu onun elinden, bir üniversite öğrencisine vermişler staj yapan orada. Asıl senaristin yazdıklarına dokunmamış o stajyer de, sadece birçok paragrafı, sayfayı kesmiş koparmış. Çünkü Netflix için bu kadarcık olması gerekiyormuş. Arada da mecbur birkaç cringelik, bol bol klişe serpiştirmiş. Bence böyle olmuş. Tek açıklaması bu çünkü. Olsun. Sonuçta izleyip geçebileceğim, ama izlerken de çok keyifli ve tatlı gelen, yumuş yumuş bir hikaye izlemiş oldum.

29 Kasım 2025 Cumartesi

Secrets of the Saqqara Tomb (2020)


 2018 yılındaki kazı sezonunda Mısır'daki Sakkara'daki Bubasteion Nekropolisi'ndeki birkaç haftada bulunanları anlattıkları belgesel, 2020 yapımı ama ben ancak bu hafta izleyebildim. Belgesel, kazı ekibinin başlayacak olan ramazan ayına kalmadan - yani kazı sezonu bitmeden - hem yeni buldukları mezarı incelemeyi ve kazmayı bitirmeye, hem de diğer bir alanda başka bir şeyler daha bulabilmeye çalışmalarını anlatıyor. Temelde arkeolojik kazılarla ilgili belgesellerin hemen hepsi böyle şeyler anlatır zaten değil mi? Kurguyu ilgili çekici ve heyecanlı hale getirmek için hep bir zaman daralıyor, hiç vaktimiz kalmadı, kazının son günü falan gibi ifadelerle açılır çoğu. Burada da böyle evet ama ilerlemeyi seçtikleri yöntem diğerlerinden biraz daha farklı olunca belgesel sanırım en azından benim aklımda ve yüreğimde daha değişik bir yer edindi.

Tamamı Mısırlı bir ekibin kazıları gerçekleştirmesini ve bilimsel incelemeleri de tamamen Mısırlı akademisyenlerin yapmasını izliyoruz burada. Çok fazla belgesel izlemiyorum, neden bilmiyorum aslında izleyince seviyorum ama izlediklerim de hep arkeoloji veya tarihle ilgili oluyor (çünkü öyle seçiyorum). Yaklaşık 9 yaşımdan beri bu konuya aşık olduğumu da hesaba katarsak bunca yıldır izlediğim neredeyse tüm kazı belgesellerinde ekibin ya başkanı ya da altındakiler mutlaka o kazı yapılan ülke dışından birileri oluyordu. Buna o kadar da takılmıyordum çünkü bakarsam ben de şansım olmuş olsa, hayat planladığım gibi gitmiş olsa Mısır'da kazı yapan bir arkeolog olabilirdim ve ben de tamamen başka bir ülkeden, Antik Mısır tarihine tutulmuş biriyim. Bu yüzden onca sene o belgesellerde haa bu profesör de şu üniversitedenmiş diye görüp, geçiyordum. Bu belgeseli izlerken ekrana her çıkanın, olayları her anlatanın Mısırlı oluşu dikkat çekmeyecek gibi değildi. O zaman anladım ki ister istemez diğer durumu kabullenmiş, normalleştirmişim aklımda bir yerlerde.


Buradaki anlatımı daha da ilginç kılansa sadece kazının kendisine değil, onu yapan insanlara, onların düşüncelerine, hislerine de odaklanmış olmalarıydı. Kazıyı yapan profesör buldukları, karşı karşıya kaldıkları geçmişin hikayesini kendi hayatıyla çocuklarıyla bağdaştırıyor mesela. Kemikleri inceleyen antropolog bu işin ona hissettirdiklerini, duygusal yükünü paylaşıyor izleyiciyle. Ustabaşı tamamen kendi ailesinin, işinin hikayesini paylaşıyor mesela. Akademik kadroyla işçilerin kendi aralarında çukurların başındaki muhabbetlerini, birbirlerine takılmalarını, arkeologların hatalarını, kızmalarını izliyoruz sonra. Yani sadece heyecanlı bir şekilde bir şeyler bulmanın macerasını yaşamıyoruz, insani bir şeyler izliyoruz. Tüm bu yaşananları insan olarak durduğumuz noktadan, daha doğrusu oradaki o insanların içinde durarak izliyoruz gibi oluyor.


2018 yılındaki bu kazıda elde edilen şeyler şu an onca yıldan sonra oldukça bilinir oldu arkeolojik alanda ama o zaman için görülmemiş şeylerdi. 5.hanedanlıktan (yani yaklaşık olarak M.Ö.2450 yılları civarı oluyor)Wahtye isimli bir yüksek rütbeli rahibin mezarı bulunmuş mesela. Aslında erkek kardeşi için yapılmış olan mezara çöktüğünü incelemelerden sonra anlıyorlar. Heykellerin ve oymaların detaylı incelemesiyle, mezarın başlangıçta Wahtye için inşa edilmemiş olabileceğini düşünüyorlar önce. Wahtye'nin adı o kadar çok yazıtta geçiyor ki, sanki gerçekten ona aitmiş gibi göstermeye çalışması gibi oluyor. Duvarlardaki oymalarda tutarsızlık buluyorlar ve isimlerin kazınıp değiştirilmiş gibi göründüğü başka yerleri de keşfediyorlar. Kazı ekibi sahte kapıda bulunan ve mezarın sahibini temsil eden ana heykelin diğerlerine benzemediğini, başka bir heykeltıraş tarafından yapılmış gibi durduğunu ve tamamen farklı bir kişiyi temsil ettiğini söylüyor mesela. Bu ayrıntılar, Wahtye'nin mezarı başka birinden, belki de erkek kardeşinden almış olabileceğini gösteriyor diyorlar. Bu kardeşten, doğu duvarındaki "kardeşimin ruhuna" adanmış bir yazıtta bahsediliyor, ancak hiçbir yerde ismi geçmiyor - bu yüzden de belki Wahtye'nin mezara çökerken azıcık da olsa suçluluk hissedip, vicdanını rahatlatmak için böyle bir yazıt adamış olabileceğini düşünüyorlar.


Mezarda Wahtye dışında annesi, eşi ve 3'ü erkek 1'i kız 4 çocuğu da gömülü bulunuyor. Wahtye'nin seçkin statüsüne ve mezarın ana galerisinin gösterişli dekorasyonuna rağmen, mezarların kendileri oldukça lüksten uzak olunca kafalarda soru işaretleri olmaya başlıyor. Karısı ve çocukları tabutsuz dar mezarlara (tabanda bulunan shaft denilen dikine çukurlar oluyor bunlar) ayakta gömülmüşken, Wahtye'nin kendisi nispeten kötü bir şekilde mumyalanmış ve adını taşıyan sade bir tahta tabuta gömülmüş. Bunun üzerine hepsinin kemiklerinde yaptıkları incelemeler ve gömülme durumlarına bakarak tüm ailenin bir sıtma salgınına yakalanmış olabileceğini ve bu sebeple ani ölümlerle sarsılan ailenin alelacele ve özensiz bir şekilde gömülmüş olabileceğini düşünüyorlar. Mezarı 3 boyutlu bir şekilde gezmek isterseniz şurada çok güzel hazırlamışlar.


Wahtye'nin bu neredeyse 4000 yıldır el değmemiş (çünkü Mısır'daki mezarların neredeyse hepsi daha antik zamanlarda yağmalanmış ve içeride hiçbir şey bırakılmamış durumda) mezarının dışında aynı bölgede bir dolu kedi mumyası ve dünyada sanırım ilk defa bir aslan yavrusunun mumyasını bulmalarını izliyoruz belgeselde. Bu bölge yani Sakkara, Kahire'nin 30 km batısında, çok sayıda antik Mısır mezarı ve piramidine ev sahipliği yapan bir nekropol yani mezarlık. Erken Hanedanlık döneminde (MÖ 2900-2649 civarı) antik idari şehir Memfis yakınlarında kurulmuş ve 3.000 yıldan fazla bir süre kullanılmış olsa da, popülerliği zamanla değişmiş. Sakkara'da, günümüzde hâlâ manzaraya hakim olan Firavun Djoser'in Basamaklı Piramit Kompleksi (MÖ 2630-2611 civarı) de dahil olmak üzere birçok Eski Krallık (MÖ 2649-2152 civarı) mezarı var. Firavunların piramitlerini Giza'da inşa etmeyi tercih ettiği 4. hanedan döneminde alanın kullanımı azalmış bu yüzden, ancak Sakkara, 5. ve 6. hanedanlar döneminde tekrar rağbet görmüş. Mezarlık Orta Krallık'ta (MÖ 2055-1650 civarı) ve Yeni Krallık'ın başlarında (MÖ 1550 civarı) tekrar popülerliğini yitiriyor, ancak seçkinlerin ve üst düzey devlet görevlilerinin gömülmesi 18. Hanedanlığın ortalarında (MÖ 1480 civarı) yeniden başlıyor.

Bir kahvaltı sırasında aa bu da varmış diyerek açtığım ve izlemeye başladığım bir belgeselle tüm bunları öğrenmiş, daha fazlasını araştırıp okumak için istek duymuş hale gelmiş olmaktan dolayı aşırı mutluyum. Bilmiyorum böyle şeyleri görünce yeniden kendim gibi hissedebiliyorum, artık gerçekleşememiş geçmişe üzülmektense içim yine de umutla ve mutlulukla dolabiliyor. Çünkü artık oturup üzülmekten, hayattan nefret etmektense, geçmişin hayaletlerini ışığa doğru yolladığımı ve olmadı diye kendimi suçlamayı bırakabildiğimi fark ediyorum. Bir şeylere ulaşmak veya bir şeyleri ele geçirmek değil de o şeyin kendisinin beni en başta mutlu ettiğini ancak bunca yıl sonra anlayabildiğim için sanırım.

22 Kasım 2025 Cumartesi

The Haunted Palace {귀궁} (2025)


Yeo Ri kızımız çok efsane bir şamanın tek torunu. Kendisi de çok yetenekli bir şaman aslında ama büyükannesinin bir şaman ayini sırasında ölümüne tanık olduktan ve tüm köy onu uğursuz olarak yaftaladıktan sonra bu işe hiç girişmemeye karar verip, yeteneklerini göz ardı ediyor. Bir gözlükçü olarak dolaşıp, öyle geçimini sağlıyor. Yeo Ri'nin bir de başının belası var: Gang Cheol adında bir Imugi çocukluğundan beri peşinde dolaşıyor. Imugi Kore mitolojisinde henüz ejderha olamamış ejderha gibi bir yaratık demek. Genelde göl, deniz, ırmak gibi yerlerde yaşayan bu çok büyük yılan-ejderha karışımı yaratıklar eğer 1000 yıl boyunca yaşamayı başarırsa tam bir ejderha olup, göklere yükselebiliyor. Bizim Imugi Gang Cheol ise tam bu şekilde göğe yükselirken yeryüzündeki bir bebek bunu gördüğü için lanetleniyor ve geri düşüyor yere. İnsan görüntüsünde insanların arasında dolanıp durmak zorunda kalmışken bu Yeo Ri'ye rastlıyor. Yine efsaneye göre Yeo Ri'nin tertemiz ruhunu ona sunmasını sağlarsa göklere yükselebilir. Bu yüzden çocukluğundan itibaren kızın etrafında dolaşıp, onu buna ikna etmeye çalışıyor.
Bu sırada Yeo Ri'nin köylüsü ve ilk aşkı olan Yun Gap, okumuş, kendini geliştirmiş, gitmiş sarayda kralın danışmanı gibi bir şey olmuş. Kralımız pek yenilikçi, halkının iyiliği için çabalarken sarayında türlü türlü gudubet yaşanıyor. En son artık kralın minik oğlunun hastalığı pek fena bir hal alınca Yun Gap düşünüyor, bu besbelli kötü bir ruhun lanetinin işi. Aklına köyünden bildiği Yeo Ri geliyor. Onun olağanüstü yetenekleriyle bu belaları defedebiliriz diyor. Ama iki ucu b.klu değnek, kral da şamanlığı büyüyü yasaklamış, Yeo Ri de şamanlıktan nefret edip, yapmıyor. Bu yüzden Yun Gap gidiyor Yeo Ri'ye diyor ki kralımızın gözlüğe ihtiyacı var sen gel benimle saraya. Ama saray entrikaları ve güç dengeleri işin içinde. Olaylar gelişiyor ve bizim gıcık Imugi, Yun Gap'ın bedenine giriyor. Yun Gap'ın bedenindeki Imugi ile birlikte saraya gelen Yeo Ri, burada acayip hayaletlerle ve lanetlerle karşılaşınca hem onları çözerek krala yardım etmeye çalışıyor, hem de Imugi'den kurtulup, Yun Gap'ı geri bulmaya çalışıyor.
The Haunted Palace, orijinal adıyla 귀궁 (saraya dönüş olarak çevirdi google ama papago'ya göre de kraliyet sarayı demek) 18 Nisan - 7 Haziran arasında SBS kanalında yaklaşık birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Konusunu nasıl özetleyeceğimi bilemediğimi üstteki iki paragrafın karman çormanlığından anlayabilirsiniz. Çünkü bir dolu şey oluyor 16 bölüm boyunca ve bir dolu birbirine bağlı öğesi var ana hikayenin. Ama işte tam da böyle oluşu, benim en sevdiğim yönü. Bu tür dizilere, bu tür tarihi sayılabilecek fantastikli maceralı komiklikli hikayelere bayılıyorum. Yani bir şeyi o kadar sever o kadar seversiniz ki sevmekten göğsünüz patlayacak gibi olur ya, hah tam da o şekilde seviyorum böyle hikayeleri. Bir kere zaten tarihi kdramalar en başından bu işe girişmemin sebebiydi (kdrama izleme işine :p ), üstüne böyle katman katman bir hikayesi olunca, mitolojiyle kültürle eğlenceyi, hüznü, gelenekleri harmanlayıp, azcık da tabiki çağdaş etkiler eklediklerinde ölüyorum. Çok ama çok sevdim ben bu diziyi, cümlelerimin tekrara düşmesinden ve kelimelerimin alakasız olmaya başlamasından anlaşılabiliyor mu bilmiyorum.

Oysa ilk başta başrolleri görünce bir hımm demiştim. Şaman kızımızı oynayan Bona'yı orada burada gördüğüm olmuştu ve pek donuk, pek burnu havda gelmişti hep. Oysa hiçbir şekilde oyunculuğuna şahit olmuş değildim. Buradaki karakteri de aslında durgun, hüzünlü ve sessiz gibi yazılmıştı ama beni sıkmadı, gıcık etmedi. Aksine böyle yazılmış bir karakterin çerçevesi içinde gayet de minik minik nüanslarıyla eğlenceli, sessizce güçlü bir şekilde ilerleyen bir karakter ortaya çıkarmıştı. Hatta Bona'nın kendisine bile kanım ısındı bu bahaneyle. Kendisinden çok daha güçlü varlıklara bile korkusu görünse de sabit bir şekilde karşılık verebilen, ancak her ruha defalarca kalp kırıklığı yaşamış birinin şefkatiyle yaklaşabilen çok incelikle yazılmış bir karakter sundu bize.
Diğer başrol Yoon Gap'ı ve bir yandan da Yoon Gap'ın bedenindeki Imugi'yi canlandıran Yook Sung Jae'yi daha önce sadece Goblin'de izlemiştim oyuncu olarak. Yoksa BTOB'nin bir üyesi olarak tanıyor, izliyor ve dinliyordum. O yüzden ona karşı da bir önyargım vardı, çok da ilgi çekici, böyle ikili bir rolün hakkını verebilecek parlaklıkta bir oyuncu olarak görmüyordum. Oysa onun da komedi zamanlamasının ve doğallığının ne kadar iyi olduğunu bu dizide anladım. Dürüst görev adamı Yoon Gap olarak da manyak Imugi olarak da aşırı iyi ve komikti.

Ama bu noktada içime dert olan şeyi söylemeliyim. Imugi'yi en başta canlandıran Kim Young Kwan o halde o kadar müthişti ki Imugi, Yoon Gap'ın bedenine girdikten sonra bir daha onu hiç Kim Young Kwan olarak göremeyince bir ahh be dedim. Dediğim gibi Yook Sung Jae'nin bu iki roldeki oyunculuğunu sevmiş ve keyif almış olsam da keşke Kim Young Kwan mı canlandırsaymış bu iki karakteri de diye düşündüm, hayal ettim. Tadından yenmezmiş gibi olurdu.



Bir de dizi boyunca herkesin asıl konuştuğu karakteri canlandıran Kim Ji Hoon'dan bahsetmem gerek. Onu hemen hepimiz 2020'deki Flower of Evil'da görüp hem hayran hem aşık olmuştuk (o diziyi de anlamıştım şurada). Oradaki performansıyla bir anda okkalı oyuncular arasına girip, adından söz ettirmeye başlamıştı. Burada oldukça ileri görüşlü, yenilikçi ve dürüst bir kralı oynadı. Bir Joseon kralını oynama şansına sahip olduğu için aslında bu güzel bir şey ama bir yandan da ilk bölümde görünce bir aklımda rahatsız edici şöyle minik düşünceler oluştu: Ulan bu zamana kadar bu rolde izlediklerime hep amca diyordum, Kim Ji Hoon abimle yaşıt. Bu adam artık kral rollerine bürünüyorsa...Ulan gene mi yaşlandık? Tabi beni böyle iç burkuntulara sokan Kim Ji Hoon, kendi ülkesinde ise kraliyet aksanını/konuşmasını tam yapamadığı ya da bir tuhaf yaptığı konusunda insanları tartışmalara soktu. Ben tabi engin korece bilgimle hiçbir tuhaflık hissetmedim. Ama yazılan karakter gerçekten çok iyiydi. Bir dolu kral rolü izledim şimdiye kadar, çok değişik olanları da vardı ama genellikle belli bir stereotipe uyar oluyorlar. Kim Ji Hoon'un burada canlandırdığı kral tarihe göre oldukça çağdaş düşüncelere sahipti, haliyle, fantastik öğelerle dolu bir hikaye izliyoruz. Ama en keyiflisi bu kralla Imugi'nin bromance'ini izlemekti. Birlikte maceralar atlatmaları, atışmaları, birbirlerini fark etmeden sevmeleri çok mutlu edici, pek keyifliydi. Ama tabiki Kim Ji Hoon'un hayat verdiği bu kralın her sahnede çaresizliğinin, öfkesinin, üzüntüsünün ve kararlılığının derinliğini hissetmemiz çok, çok keyifli bir seyirlikti.

Bu başrollerin yanında yan karakterler diyebileceğimiz ama aslında gayet de hikayenin ana karakterleri olan karakterlerin her biri de çok iyi ve özenli yazılmıştı. Kötü şamanı oynayan Kim Sang Ho'yu, Yoon Gap'ın annesini canlandıran Cha Chung Hwa'yı, baş hadımı oynayan Kim In Kwon'u, budist rahibi oynayan Lee Won Jong'u ve Lord Choi'yi oynayan Ahn Nae Sang'ı bir yıl içinde bile neredeyse 10 dizide izliyoruz ama o kadar iyi oyuncular ki her birinde yepyeni karakterlere hayat veriyorlar.

Hikayemizin tarihi yönüne bakacak olursak (ki en sevdiğim kısma geldik böylece) göreceğimiz şey haliyle biraz hayal-kurgu oluyor ama bu bizi tabiki merak edip, tarihin maceralı koridorlarında koşturmaktan ve hikayemiz ile olan benzerlikleri keşfe çıkmaktan alıkoymayacak.
Dizide hikayenin geçtiği tarih tam olarak ifade edilmiyor. Bu yüzden gördüğümüz ve duyduğumuz her şeyden yola çıkıp, zamanı daraltmaya çalışırsak tahminen dizimiz 17.yüzyıldaki Joseon krallarından birinin döneminde geçiyor olmalı diyebiliyoruz. Çünkü yukarıda da dediğim gibi muhteşem Kim Ji Hoon'un hayat verdiği kralımız, oldukça ileri görüşlü, batı dünyasından ve bilimsel, düşünsel, kültürel değerlerinden haberdar bir portre çiziyor ki Joseon dönemindeki kralların kendi dünyaları dışından daha da haberdar olmaları ve pek çok fikir akımının onlara ulaşması 1600lü yıllarda oluyor daha çok. 17.yüzyılı mantıklı gösteren bir diğer bilgimiz de Gancheol isimli Imugi'nin Kore mitolojisinde ve folkloründe tam da bu yüzyılda ortaya çıkmaya başlamış olması.
Bir diğer ipucumuz kralın dizi boyunca tek bir eşinin olması. Pek çok dizide gördüğümüz krallar gibi asıl eşi dışında başka eşler veya "concubine"lar almamış bir kral var karşımızda. Bu durum belki hikayenin kurgu kısmı olabilir mi diyebiliriz ama tarihe baktığımızda bu şekilde olduğunu bildiğimiz bir kral var: Joseon'un 18.kralı Hyeonjeong. Aslında dizideki krala verilen isim Lee Seong ve doğduğundaki ismi böyle olan bir kral yok yani kralımız tabiki kurgusal ama dedim ya bir benzerlik arayıp, tarihi bir zemine oturtmaya çalışmak eğlenceli. Bu isme "posthumous name" olarak sahip olan bir kral var aslında - 24.kral Heonjeong - ama diziyi izlerken elde ettiğimiz ipuçlarına devam ettikçe 19.yüzyılda yaşamış bu kralın bizimkisi olması olasılığının daha da azaldığını göreceğiz.

2.bölümde bir sahnede kralımız diyor ki Adam Schall'un "Treatise on the Telescope" isimli eserinden haberim var. Johann Adam Schall von Bell 1591-1666 arasında yaşamış Alman bir gökbilimciydi diyebiliriz. 1622'de Çin'e seyahat edip, orada misyonerlik yapmaya başlamış. Ölümüne kadar geçen 44 yılda Çin'de imparatorlar ve hanedanlar değişirken çok yüksek pozisyonlarda yer almış. Özellikle o dönemli takvimle ilgili düzenlemelerde çalışmış ve uzağı görmeyi sağlayan camlarla ilgili çalışmaları olmuş. Bu durumda dizideki kralımız bu adamın çalışmalarını biliyorsa, tarihimiz kesinlikle 1622'den sonrası olmalı.

Tam da bu noktada Adam Schall'un hayatı bize çok daha iyi bir ipucu sunuyor. Schall Çin'de takılırken tam da aynı tarihlerde Joseon krallığının prensleri Sohyeon ve sonradan 17.kral olacak olan Hyojong da Çin'de Qing hanedanının tutsakları olarak tutuluyor. Yani tam tutsak değil de şey gibiler, hani Fatih Sultan Mehmet'in sarayında III.Vlad'ın küçükken tutulması gibi. Qing hanedanı Joseon'u kendisine tabii kılmış, prensler de bunun göstergesi gibi.
Bu Hyojong abisiyle birlikte Çin'de bulunduğu sırada Avrupalılarla temas kurmuş oluyor haliyle; ayrıca Joseon'un dış güçlerden korunabilmesi için yeni teknolojiler geliştirmesi gerektiğini görüp, daha güçlü bir siyasi ve askeri sisteme ihtiyaç duyduğunu anlıyor.
Bu arada prens Sohyeon'un, Schall ile görüştüğü, konuştuğu biliniyor. Schall, belki bu gencin bahanesiyle misyonerliği Joseon topraklarına da götürürüz diye hevesleniyor. Kitaplarından falan hep veriyor prense ama prensin hikayesi daha da film. O zamanki kral Injo, bu iki kardeşin babası yani, 1645'te bunu eve çağırıyor. Veliaht prens olduğu için artık yanımda dur, üç beş ülkeyi yönetmeyi öğrenmeyi başla diye. Amma velakin kralla prens arasında çok görüş ayrılığı var, sonunda bir gün prensi kralın odasında ölü buluveriyorlar. Tabiki hemen örtbas, alelacele cenazesi yapılıveriyor. Sonradan kocasının ölümünün peşini bırakmayan, kurcalayıp duran eşini de ortadan kaldırıyor kral Injo tabi. Böylece Injo öldüğünde tahta bahsettiğim diğer oğlan, Hyojong geçiyor.
Peki Hyojong niye değil dizideki kralımız? Onun zamanında birçok askeri olay var çünkü. Mesela Ruslara karşı savaşımsız birtakım olaylar falan var. Bir de dizideki kralımızın babasının oldukça genç sayılabilecek bir yaşta öldüğünü görüyoruz flashbacklerle ve anlatımlarla. Hyojong da 39 yaşında vefat ediyor. Ve Hyojong pek çok reform yapmaya, halkın ülkenin durumunu düzeltmeye çalışan bir kral. Bu yüzden tıpkı dizideki kralın babası gibi etrafındakilerden ve güçlü hiziplerden çok çekiyor. Gerçek Hyojong çok stresli bir hayat yaşıyor ve yüzündeki bir kabarcıktan dolayı ölüyor, dizide de baba kralı ve sonradan asıl kralımızı lanetli ruh ele geçirdiğinde yüzlerinde gözlerinde yaralar kabarcıklar çıkmış görüyoruz.
Bu Hyojong'un oğlu Hyeonjong da babası Çin'de tutsakken orada doğmuş, bu yüzden onun da orada babası ve amcasının gördüğü, öğrendiği şeyleri öğrenip gelmiş olduğunu biliyoruz. Onun dönemi de tıpkı dizideki kralımızın uğraşıp durduğu gibi, politik hizipler arasındaki mücadelesin ortasında kalmış şekilde geçiyor. Hyeonjeong 1659 ile 1674 arasında hüküm sürmüş. O da çok genç bir yaşta, 33 yaşında vefat etmiş. Dizideki kralımızın Hyeonjeong olabileceğini düşünmek mantıklı gibi.
Peki dizide asıl her şeyin başlangıcı olan 100 yıl öncesindeki olaylar hangisi tarihte? Hani Imugi'miz göğe yükselirken bir bebek onu görüyor ve yere geri düşüyor. Bu sırada - gösterilen sahnelerle ve en sonunda olaylar çözüldüğünde anlatılanlarla anlıyoruz - o bebeğin bir savaşın ortasında kaldığını görüyoruz. Bu savaş dediğimiz durum Joseon'a dışarıdan gelen orduların saldırısı. Kralımızı Hyeonjeong kabul edersek ondan tam 100 yıl önceki kral 13.kral Myeongjeong oluyor. Onun zamanında politik hizipler arasında mücadele çok daha pis bir halde ve devlet çok çalkantılı. Myeongjeong hiç de iyi yönetemiyor ülkeyi, her şey ve herkes birbirine girmiş durumda. Haliyle sınırlardan Curçenler ve diğer taraftan Japonlar saldırıp, ortalığı mahvedip duruyor. Dizideki 100 yıl önce olan o saldırı ve kralın korkarak saklanmaya çalışması durumunu da Myeongjeong'un dönemine atfedebiliriz.

Tarihi olarak bir iddiası olmasa da dizinin, çoğu şeyiyle fantastik bir hikaye de olsa esinlendiği tarihi araştırmak keyifliydi benim için. Ama bu dizinin asıl başarılı yönü ve benim için bu kadar mükemmel olmasının sebebi sadece bir tarihi fantastik macera oluşu değil. Şöyle diyeyim. Kore dizileri çoğu zaman eğlenceli bir başlangıç ​​yapar, ancak yaklaşık üçte ikisinde senaristin fikirleri tükenmiş gibi olur ve hikayeyi nasıl bitireceğini bilemiyormuş gibi hissederiz. Bu dizide ise hikaye ilerledikçe sorular yavaş yavaş cevaplanıyor, olay örgüsü adım adım mantıklı bir şekilde çözülüyor, karakterlerin büyümesine gelişmesine öğrenmesine şahit oluyoruz ve tüm bunlar, baştan beri inşa ettikleri dünyayla tutarlı bir şekilde ilerliyor. Belki bu böyle çok çığır açıcı gelmeyebilir, ama bazen sadece hedeflediklerini yerine getiren bir hikaye istiyoruz ve bu dizi bunu başarıyor.

Görünüşte dizi, saraydan kötü bir ruhu kovmakla ilgili olsa da, aslında nesiller boyu süren travmaların çözümüyle, insanların sevdiklerini korumak için yapmaya gönüllü oldukları fedakarlıklarla ve dünyada ilk etapta derin bir kızgınlık yaratmadan hareket etmenin ne anlama geldiğiyle ilgili bir hikâye. Gerilimin, heyecanın, şokların, kahkahaların ve gözyaşının iyi bir dengesini kuran bir hikaye. Romantizm kısmı tam anlamıyla coşkulu değil, daha çok yavaş ilerliyor ve o kadar başka hikayenin ve maceranın arasında sevimli kalıyor ki tam bir aşk öyküsü olmaktan ziyade tatlı bir şekilde ilerleyen bir bir yan hikaye gibi oluyor.
İşte bir dizi sizi açgözlülük, insan olmanın anlamı, adaletsizlik, acı, dürüstlük, onur, affetme ve sevgi hakkında düşünmeye sevk ettiğinde böyle neler diyeceğinizi bilemiyorsunuz ve saatlerce anlatasınız geliyor. Dedim ya çok çok sevmek gibi, o kadar sevmek ki içinizden taşmasına engel olamamak gibi. Ben de çok sevdim bu diziyi ve hikayesini.

19 Kasım 2025 Çarşamba

Head over Heels {견우와 선녀} (2025)


 Park Seong Ha gündüzleri sevimli bir lise öğrencisi kızımızken geceleri kimliğini ve yüzünü saklayarak peri lakaplı bir şaman olarak herkesin derdini çözüyor. Bir gece Bae Gyeon Woo isimli bir genç, büyükannesi ile şaman kızımızın karşısına geliyor. Park Seong Ha, Bae Gyeon Woo'yu görür görmez aşık oluyor ama bu acayip yakışıklı ve karizmatik genç adamı baş aşağı yürüyormuş gibi görüyor. Şaman dilinde bu görüntü, o insanın çok az ömrü kaldığını gösteren bir işaret. Ertesi sabah okula gidip, Bae Gyeon Woo'yu sınıfının yeni öğrencisi olarak görünce de karar veriyor. Şamanlardan nefret eden bu çocuğa kimliğini açık etmeden ne olursa olsun ilk aşkının hayatını kurtaracak.



Head over Heels, orijinal adıyla 견우와 선녀 (Gyeon Woo ve peri olarak çevirebiliriz sanırım, aslında karakterlerin isimleriyle bir ilginçlikler yapmışlar gibi), 23 Haziran - 29 Temmuz arasında tvN kanalında yaklaşık birer saatlik 12 bölüm olarak yayınlandı. An Su Min (안수민)'in aynı isimli webtoon'unundan uyarlama. Posterini tanıtımını görünce ben pek bir hevesli halde, oo yaşasın sevimli mi sevimli bir romantik komedi izleyeceğim diye oturdum başına. Alakası bile yoktu. Hikayenin romantik yanı ön planda gibi gösteriliyor ama bu iki başrol genç arasındaki aşk, aslında hikaye içinde ilerlerken endişelendiğimiz ya da takip ettiğimiz en son şey gibi kalıyor. Talihsiz yakışıklımızın ölümüne engel olabilecek miyiz sorusunun etrafında şaman Seong Ha'nın ve diğer şamanların işleri, şaman ritüelleri, göremediğimiz dünyanın kuralları, olayları oluyor bizi asıl içine çeken ve tüm dizi boyunca olup biten. Ama asıl yan karakterlerimizin ve yan hikayelerimizin en önemli şeyler olduğunu fark ediyoruz.


Misal Gyeon Woo'nun büyükannesinin hikayesi ilk bölümlerde ağlatmaktan gözlerde yaş bırakmayacak haldeydi. Hikayenin ikinci yarısında lisedeki arkadaş grubunun dinamikleri ve duyguları, olabilecek en güzel şekilde anlatılıp, çekilmişti. Yan hikayelerin bu kadar iyi düşünüldüğü bir ortamda çok çok iyi olduklarını sezdiğimiz ve dahasını beklerken üstünkörü bırakıp, öylece görmezden gelmemiz bekledikleri hikayeler de oldu. Şaman Yeom Hwa'nın tam olarak neden yaptıklarını yapma yoluna yöneldiğini tam anlatamıyor mesela. Sanki daha çok sahne çekmişler ve düzgün bir şekilde anlatmışlar da sonra 12 bölüm olacak diye bu konuda çektiklerinin arasından üç beş bişi gösterip atmak zorunda kalmışlar gibi. Ya da Gyeon Woo'nun bu kötü talihinin en başında ailesi istediği için mi yoksa Yeom Hwa, aile para talih istediği için her şeyi Gyeon Woo'ya mı yüklediğini doğru düzgün söylemiyorlar. Böyle böyle aralarda kocaman boşluklarla sonlara geliyor ki yine de çok aşırı keyifli ve dört nala bir yolculuk oluyor. Ama son birkaç bölümde anlamaya başlıyoruz, girişi gelişmeyi çok güzel düşünüp, sonunu hiç düşünmemişler. Olayı bağlayıp çözmekte her şeyi batırıyor hikaye. Amaaan şöyle oluversin geçip gidelim diyerek yazıp geçmeye çalışmışlar ama yazarken de o kadar sarhoş, o kadar kafaları karışık ki bir noktada öff aman tamam artık oturtacak bir mantık aramıyorum derken buluyor insan kendini. Oysa oraya kadar her bir karakter kendi içinde pek tutarlı, hikayeler pek etkileyici, insanın kalbine dokunan şekilde ilerlemiş oluyor.



Bu hikaye içindeki karakterler ve onlara hayat verenleri gerçekten çok sevdim, öncesinde de sevdiklerim vardı ama burada tanıyıp, sevdiklerim de çok oldu. Şaman kızımızı oynayan Cho Yi Hyun'u ilk defa 2023'te The Matchmakers'ta izlemiştim ilk defa (şurada anlatmıştım) ve o zaman inanılmaz bir şey gibi gelmişti. Bu dizide de aynısını hissettirdi bana. Hem böyle miniminnacık bir kız, hem de acayip kocaman bir aurası var. Hem çok neşeli, sevgi dolu, bıcır bıcır hem de semsert bir duvar gibi. Bu dizideki rolünü kastetmiyorum bunlarla, genel olarak oyuncunun hali bu. Diğer dizide de böyle hissettirmişti. Hani her rolünde tamamen başka bir insana dönüşür ya bazı oyuncular, dış görünüşünde hiçbir değişiklik yapmadan. Cho Yi Hun da böyle.



Asıl ilk defa burada gördüğüm ve ben neler görüyorum böyle dediğim oyuncu Choo Young Woo oldu. Yani ergen kızlar gibi görünmek istemiyorum ama nasıl da anlatsam öyle görünecek. Çocukta acayip bir hava var. Sadece yakışıklı ya da boylu poslu değil, etkileyici bir şeyler var. Ve bunu böyle hani off çok yakışıklı keşke benim olsa dediğim bir beğenme değil bu hissettiğim. Cidden analar neler doğuruyor diye baktım tüm dizi boyunca. Çünkü dediğim gibi sadece yakışıklı bir görüntü değil çocuğunki, üstünde değişik bir hava var, rolüne de çok iyi giriyor, bakışı duruşu her şeyiyle insanın tüyleri diken diken oluyor. Yani annesi ve babasının ikisi de eski modelmiş, hadi malzemenin kalitesi oradan geliyor diyebiliriz ama oyunculuğunun etkileyici tamamen kendi yeteneği olmalı.

İki genç başrolümüzün yanında bir de en yakın arkadaş rolündeki Cha Kang Yoon'un karakterinin güzelliği izlemelere doyulmayacak kadar iyi yazılmıştı. Hemen her dizide neden gerçek hayatta böylesine güzel yürekli insanlar yok diyoruz da gene de gerçek olmuyorlar ya. Üzücü. Bu oyuncuyu da ilk defa izledim ki zaten daha geçen sene başlamış bu işe.

Gençlerin yanında dizilerimizin artık kadrolu annesi ama aslında kalplerimizde yıllar geçse de hep Healer'ın hacker ahjumması olacak olan Kim Mi Kyung vardı. Tabiki anne gibi bir rolde. General isimli bir şaman olarak yine hem döktürüyordu hem kendisiydi hem de çok farklıydı. Ama işte bu şahane oyunculara ısrarla aynı rolleri verdikleri için onlara da yapacak çok bir serbestlik kalmıyor, ister istemez artık hep aynı karaktere bürünüyor gibi oluyorlar. Oysa bu ahjummanın yapabileceği çok müthiş şeyler var, fırsat verilse.


Dizi benim için sonunda batırmış olsa da kalbimde çok çok ayrı bir yere sahip olmayı başaran bir hikaye oldu. Dediğim gibi romantik bir aşk hikayesinden çok şamanlık konusunda anlattıkları ve gösterdikleri açısından oldukça keyifli ve tatmin edici bir serüvendi. Şamanlığın içine yedirilen tek tek insan hikayeleri ve birbirine destek olan dostlukların hikayesi asıl güçlü yönüydü.

17 Kasım 2025 Pazartesi

Love Untangled {고백의 역사 } (2025)


 1998 senesinde Busan şehrindeyiz. Park Se Ri kızımız lise ikinci sınıfta. En az kendisi kadar çılgın arkadaşları ile lisenin ve genç olmanın dolambaçlı yollarında hoplaya zıplaya ilerliyor. Aralarına yeni katılan, Seul'den taşınan Han Yun Seok da bu delilerin arasında ne yapacağını bilemez halde dolanıyor alçıdaki bacağı ve koltuk değnekleriyle. Bu neşeli arkadaş grubu, Park Se Ri okulun en yakışıklı ve popüler çocuğuna aşkını itiraf etmeye karar verdiği için var güçleriyle çalışıyor. Ama en önce Se Ri'nin söz dinlemez kıvırcık saçlarına kuaförde mucizevi fönle düzleştirmesi gerekiyor. Kuaför için parayı denkleştirmeye çalışırken de yeni öğrenci Han Yun Seok'a yardım ediyor. Se Ri itirafını yaparken herkes ayrı bir şey öğreniyor kendisiyle ve duygularla ilgili.




Love Untangled, orijinal adıyla 고백의 역사 (itirafın tarihi gibi bir şey oluyor), Netflix'te 29 Ağustos'ta yayınlanan bir film. Oldukça uzun bir süreye sahip, neredeyse 120 dakika. Süresini görünce önce bir korkutuyor ama izlemeye başlayınca akıp gidiyor, ne zaman iki saat geçmiş insan anlamıyor. En azından benim için öyle oldu. Son on-on beş dakikasına kadar hikaye beni aldı sürükledi, eğlenceliydi, keyifliydi ama en önemlisi çok içten, çok tatlı bir hikayeydi. Şimdiye kadarki deneyimlerimden gördüğüm, Güney Kore filmleri dizilerinden oldukça farklı bir havaya sahip oluyor. Ama bu filmi izlerken tam olarak o dizilerdeki tadı aldım. Zaten öyle bir düşünce de gelmedi değil içime, sanki bir 16 bölümlük dizi olacakmış da imkanlar el vermemiş, haydi bari bir film haline getirelim de en azından çekelim izlenebilsin demişler gibi. Bu uzun süresini de ona bağlamak mantıklı geldi mesela.


Aslında hikayesi alabildiğine tanıdık, bildik, daha önce binlerce kez gördüğümüz, izlediğimiz bir hikaye. Deli dolu arkadaş grubu, çılgın kızımızın mükemmel çocuğa aşık olması ama sessiz sakin çocuğun da bu kızımıza aşık olması, aile dramları, üniversite sınavı kaygısı...Ama film bu hikayeyi kendi tatlarıyla harmanlamayı, kendi yöntemiyle pişirip, sonunda aynı malzemelerden kendine has bir yemek yapmayı başarıyor.

Başroldeki Park Se Ri'yi canlandıran Shin Eun Soo'yu 2023'te Twinkling Watermelon'da izlemiştim ilk defa. Burada tanıyamadım (hayır kıvırcık saçlarından dolayı değil :p) çünkü o dizideki karakteri ve haliyle bu filmdeki karakteri çok aşırı farklıydı. Dizide çok etkilenmiştim o halinden, burada da bu sefer bu capcanlı, duygularla dolup taşan halini çok beğendim. Diğer bir başrol Gong Myung'u ilk defa gördüm ama kendisi sektörün eskilerindenmiş. 5URPRISE grubunun bir üyesiymiş. Ama asıl dikkatimi çeken arkadaş grubunun tuhafını canlandıran Yoon Sang Hyeon oldu. Film bittikten sonra ilk onu araştırdım ekranımda ve takip etmeye başladım. Çünkü daha ilk dakikalardan aaa bu Doctor Slump'taki lambada değil miii derken buldum kendimi. Dizide de delinin tekini canlandırmıştı, filmde de inanılmaz manyaktı. Bundan sonra yapacağı işleri gerçekten merak etmeye başladım bu yüzden. Ki bu film, ilk filmi, o dizi de ikinci dizisiymiş. Tüm arkadaş grubunun Busan aksanı çoğu noktada rahatsız edici olabiliyordu gerçi şu an bu çocuğu gözümün önüne getirince hatırladım.


Film ve bu hikaye beni pek sarıp sarmaladı, çok keyif verdi izlerken ve başından sonuna gülümsetirken hatıralara daldırttı. Yine de tüm o samimiyeti içinde parlayacak bir şeyleri eksik kalıyor gibiydi. Sanki bir şeyler daha olsa, adını koyamadığım parmak basamadığım bir şeyler daha olsa film coşup gidecekmiş gibiydi ama olmadı. İlk bakışta gösterilmeye çalışıldığı gibi romantik bir hikaye de değildi mesela. Tamamen bir gençlik, arkadaşlık hikayesiydi. Her şeyin çok masum olduğu, herkesin daha insan olduğu ve dünyanın daha az karmaşık olduğu bir zaman dair bir hikaye bu. Sanırım benim gibi içeride bir yerlerde dokunacak şeyleri olmayanlar için pek izlenesi veya etkileyici bir hikaye olarak gelmeyecektir.

My Dearest Nemesis {그놈은 흑염룡 } (2025)

 Baek Su Jeong kızımız liseye gidiyor. Küçük erkek kardeşi ve elektrikçi babası ile yaşıyor ve annesinin küçükken kaybettiklerinden okulda f...