14 Kasım 2023 Salı

vivere

endmion1'in görür görmez aşık olduğum bir resmi
Instagram sayfası->@endmion1

 İzin aldım. 4 günüm vardı önceki seneden. Oraya gidecektim buradan gelecektim yok annemler gelecekti yok ben gidecektim şuydu buydu hastaydım iyiydim kötüydüm derken amaan dedim, benim biraz durmaya ihtiyacım var. O 4 gün iznimi yazıp, başladım evimde oturmaya. Çok değil evet, cuma günü ofise gideceğim ama bu kadarı bile geçen haftayı daha umutlu geçirmemi sağladı. Aşırı saçma ve yorucu ve işyerinde çok çalıştığım bir yıl geçirdim. Bitmek üzere yıl da zaten. Nisan'da Seul'e gitmemin dışında ve aralardaki saçma sapan şekilde hasta olup, birkaç gün evde kalmamın dışında eşek gibi çalıştım. Durmadan. Her gün işe gittim. Gerçekten bıktım. Koskocaman ev öylece duruyor. Her gün gelip sadece yatıp, ertesi sabah yine çıkıp gideceksem ne diye o kadar kira o kadar elektrik su parası ödüyorum?  İçinde yaşamayacaksam ne diye var bu ev? Üstünde oturmayacaksam o koltukları niye aldım? Yatak odası dışındaki odalara aylardır girmemişim bir baktım ki. Aylardır görmediğim eşyalar nesneler var evin içinde. Seul'den döndüğümden beri köpek gibi çalışıyorum. Yaşamıyorum. Bir baktım ki yaşamıyorum.

Bir durmam gerekti o yüzden. Evin bir keyfini çıkarmak istedim ya. Durup da bir sabit bir halde koltukta oturup, pencereden dışarı bakabilmek istedim. Haftasonları yalnızca haftaiçine hazırlanmakla geçiyordu çünkü. Evi topla temizle, çamaşırları yıka as kurusun ütüle, bulaşıkları doldur yıkansın boşalt elde yıkanacakları yıka, hafta içi için yemekleri yap, dolapta kalanları temizle, market alışverişi yap, kendini temizle hazırla...hoop yine pazartesi sabahı, koş! Saçmalık bu. Tüm bu saçmalık yüzünden böyle ufak tefek, anlamsız şeyleri düşünmeye başladım. Mesela sabahları erkenden, böyle güneş yeni doğmuşken, sokaklarda kimse yokken boş sokaklarda hiçbir yere yetişmek zorunda olmadan, bir dolaşıp eve geri gideceğini bilerek yürümek...nasıl bir duyguydu dedim. Akşamları geç saatte, herkes evlerindeyken sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda yürüyüş yapmak mesela. Nasıl bir histi? Sabah erken kalkacağım için bir an önce uyumam gerekiyor diyerek yatağa gitmek zorunda olmadan böyle sabaha kadar dizi izlemek...Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan güneşin kenarından vurduğu kanepede belin tutulana kadar kitabın içine gömülmek mesela. Nasıldı ki? Evim sabahları nasıl oluyordu acaba, öğlene kadar güneş nereye vuruyordu acaba? Allahım ben nefes almayı özledim, nasıl bir şeydi ki o acaba?

Derken bulduğum için kendimi izin aldım. Dün evdeydim, sadece akşam bir hava kararınca yağmurda yürümek için çıktım. Bugün hiç dışarı adımımı atmadım. Ama yine o istediğim şeyleri hissedemiyorum. Çünkü bu sefer de haydi 4 günün var tüm bekleyen şeyleri yapman yetiştirmen gerek diye kendi kendimi koşum takımına bağlamış durumdayım. Onu da yapayım bunu da yapayım, orayı da silecektim burayı da toplayacaktım, onu da izleyeyim bunu da okuyayım diye diye gene boğuyorum kendimi. Sadece yaşayabilmek istiyorum ama sanırım çok şey istiyorum.

9 Kasım 2023 Perşembe

My Lovely Liar {소용없어 거짓말} (2023)


 Minik ve samimi mahallesinde bir tarot kafe işleten başrol kızımız Mok Sol Hee'nin bir sırrı var: İnsanların yalan söylediğini duyabiliyor. Karşısındaki yalan söylediğinde kulağında çınlama gibi bir ses oluyor ve bam, Mok Sol Hee biliyor ki bu bir yalan. Kendi yalanlarını duyamıyor ve konuşan kişinin canlı canlı yanında olması gerekiyor, öyle telefondan ses kaydından falan anlayamıyor. Bu yeteneği sayesinde hayatını kazanıyor aslında. Çok zengin (VIP dediği) müşterilere hizmet veriyor. Yani bir zengin, başka birinin kendisine dürüst olup olmadığını anlayabilmek için Mok Sol Hee'yi yanında götürüyor, o da dinleyip yalan söylüyor ya da söylemiyor diyor. Böyle hayatı boyunca herkesin yalanını duyabildiği için de etrafında pek fazla insan yok, insanlardan uzak duruyor. Bir kafeyi işletmesine yardım eden Cassandra ve VIP müşterilere giderken şoförlüğünü ve gerektikçe korumalığını yapan Chi Hoon'la konuşuyor. Öyle kimselere güvenmeden bir başına yaşayıp gidiyor.

Diğer yandan erkek başrolümüz Kim Do Ha, yüzünü kimselere göstermeden sektörün en başarılı müzik yapımcısı olarak ödül üstüne ödül alıyor. Ünlü şarkısı Syaon'a yaptığı şarkılar listelerde bir numara oluyor. Ama Kim Do Ha'nın da bir sırrı var. Yıllar önce sevgilisinin kaybolma vakasında cinayet zanlısı olarak yargılanıp, serbest bırakılmış. Bu yüzden kimsenin onu ekranlarda görüp, tanımasını istemiyor. Zaten kaybolan kızın abisi de yıllardır peşine düşmüş durumda, bulduğu yerde onu öldürmek için fırsat kolluyor. Kim Do Ha'nın gerçekte kim olduğunu ve neler yaşadığını yalnızca şarkılarını yazdığı şarkıcı Syaon ve müzik şirketinin başkanı (aynı zamanda Do Ha'nın çocukluktan arkadaşı) Jo Deuk Chan biliyor. Syaon'la çıkan bir magazin haberinden dolayı gazeteciler Kim Do Ha'nın peşine düşünce, bizim sessiz sakin başrol çocuğumuz, yalan dedektörü Mok Sol Hee'nin yan dairesine taşınmıyor mu? Bu ikili bir anda kendilerini birbirlerine yardım ederken ve hayattaki yollarını birlikte bulmaya çalışırken bulmuyorlar mı? Tabi etraflarında mahallenin sevimli sakinleri, çevredeki dükkanların sahipleri, komşular, Mok Sol Hee'nin dolandırıcı annesi ile dağda münzevi olarak yaşayan babası, müzik şirketinin başkanının işe yaramaz erkek kardeşi, Mok Sol Hee'nin yıllar önce ayrıldığı kalp ağrısı aynı zamanda polis olan eski sevgilisi ve Kim Do Ha'nın siyasete atılmış hırslı annesi de dolanmaya başlayınca yalanlar, gerçekler, güvenmek, hatalar doğrular birbirine karışıyor.

"My Lovely Liar" orijinal adıyla  소용없어 거짓말 (soyong obso kojimal diye okunuyor - yalan söylemenin faydası yok diye direkt çevriliyor ama sweet november'a kasım'da aşk başkadır diyen mantık buna da böyle demiş işte), 31 Temmuz ile 19 Eylül arasında Güney Kore'nin tvN kanalında yaklaşık birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlanan bir dizi. Bu sene haftalık olarak takip ettiğim 6.diziydi sanırım. Yazın en sıcak günlerini bu ferah hikaye sayesinde daha hafif geçirebildim yani anlayacağınız. Hakikaten tazecik, böyle ferah ferah bir hikayeydi. Konusunu anlatınca yukarıda, hiç de öyle gibi düşünmediniz değil mi? Kaybolan eski sevgili, cinayet davası, idol sektörü, yalan söyleyenler yalanları duyanlar, takıntılı eski sevgili abileri, aşırı yalnız ve hüzünlü başroller falan filan derken düşündünüz ki ortam melo. Değil. Yani güldür şamata da değil, onu demiyorum da hikaye ve başroller açısından bir ferahlık var. Bir kere bu sene beni artık kusturan geçmiş hayatlarda aşıktık sonra çok kötü bir şey oldu bu hayatta ödüyoruz hikayesi yok. Kore dizilerinde anayasanın ilk üç maddesi gibi olan çocuklukta bir yerde karşılaştık kaderlerimiz birbirine bağlandı hatta yetmedi çocukluktan gençlikten aşık olduk ayrıntısı da yok. Hele senin iyiliğin için senden vazgeçiyorum teması hiç yok. Esas çiftimizin ikisinin daha önce sevgilileri olmuş, duygularını yaşamışlar, daha önce ikisinin de bir hayatları varmış yani. Çocukken karşılaşmamışlar, şoktasınız değil mi? Ben de izlerken öyleydim. Allah allah dedim, nasıl yani, sadece birer yetişkinken mi karşılaştılar? :D

Klişe geçmiş hikayelerinin olmamasının yanında çiftimizin birbirleriyle diyalogları sağlıklı. İkisi de birbirinin eksikliklerini tamamlıyor gibi oluyor, birbirlerini iyileştiriyor, düşündürtüyor, destek oluyorlar birbirlerine. Sevimli, sağlıklı bir çift oluyorlar. Zaten Kim Do Ha karakteri herhalde yazılmış en temiz, düzgün karakterlerden biri olabilir Kore dizileri tarihinde. Naif ama salak değil, düzgün ama hakkını biliyor. Mahalledeki dükkan sahiplerinin canlandırdığı yan karakterler de çok sevimli. Onlara da daha fazla ve daha ayrıntılı hikayeler yazılabilirdi mesela, ekmekçi de vegan kafe sahibi de bar sahibi de hem sempatik hem de iyi oyunculardı. Esas çiftin sakin durgunluğunda hareket oluyorlardı hikayeye.

Mahallenin dükkan sahipleri ekibimiz

Dizi dramatik durumları da çok abartmadı, süründürmedi mesela. Bu yönden de oldukça iyiydi. Her şeyi kararında sürdürüp, çözüme kavuşturdu. Öyle ayrılalım barışalım olaylarına aşırı girmedi. Genelde sağlıklı bir şekilde iletişim kurarak, anlayarak birbirlerini çözdüler. Hikayenin gizem-macera-aksiyon kısmını oluşturan Kim Do Ha'nın eski sevgilisinin neden kaybolduğu, ölüp ölmediği ya da öldürülüp öldürülmedi, kimin ya da kimlerin suçlu olduğu konusu da çok sünmeden ama aşırı da mantık içermeden, keyifli bir şekilde çözüldü. Keyifli dediğim mutlu edici demek değil yani, izlemesi keyifli. Yoksa Kore dizilerinde izlediğim birkaç şok anından birini yaşadım laaan noluyor diyerek (Kabul edin hiçbirimiz beklemiyorduk ve beklemediğimizi bildikleri için öyle yaptılar). Ama tabi çok aşırı ters köşe yapmalıyız da yapmalıyız mantığıyla olaylar peş peşe dizildi o kısımda, kabul ediyorum.


Diğer izleyenlerin yorumlarına bakınca ben aslında çoğu kişinin beğenmediği kısımları ve karakterleri beğenip, başka türlü algılamışım gibi geliyor diziyi. Mesela esas oğlanımızı canlandıran Hwang Min Hyun'u ikinci izleyişim bu (tabiki ilk defa Alchemy of Souls'da tanıştım kendisiyle) ve AoS'takinden aşırı da farklı bir karakteri oynamadığı için oyunculuğu için bir şey diyemiyorum. Ama rahatsız edici değil ve aksine çabalıyor gibi görünüyor. Diğer pek çok idole göre bu şahane bir şey (odunsu Cha Eun Woo'ya selamlar). Esas kızımızı canlandıran Kim So Hyun için ise daha önce ne demişim bir bakayım, hah pek bir şey dememişim. Sadece Tale of Nokdu'sunu yazmışım. Orada, dizinin de güzelliğinden ötürü sanırım o kadar takılmamıştım. Ama arada yarım bıraktığım başka birkaç işinde fark ettim ki sinirimi bozuyor. Yani çocukluktan sektörün içinde yetişmiş, çocukluğundan beri birçok dizide filmde oynamış, gayet güzel, düzgün de görünüyor. Ama beni hafif rahatsız eden bir şeyi var, adlandıramıyorum. Sanki böyle gıcık, kendini beğenmiş bir insanmış da dizilerde oynarken canlandırdığı karakterler iyi huylu olduğu için mecburen iyiymiş taklidi yapıyormuş ve gene de o gıcıklığını örtemiyormuş gibi hissettiriyor. Bilemedim.

Seo Ji Hoon - polis olan eski sevgili

Yalan dedektörü kızımızın eski sevgilisini canlandıran Seo Ji Hoon'u taa Meow:Secret Boy'da izlemiştim, orada çok katıydı, oyunculuğun zerresi yoktu, sadece somurtuyordu. Burada daha yumuşaktı neyse ki. Yine durgun ama böyle nokta atışıydı oyunculuğu. Gözüme daha sempatik geldi.

Tarot/Fal kafede çalışan Cassandra'yı canlandıran Park Kyung Hye'yi ise bu sene resmen evimde misafir etmişim gibi oldu. Bu sene oynadığı her diziyi izlemişim, kendisi bir karakter oyuncusu (sanırım böyle denebilir, değil mi?), hep yan rollerde yani. Ama her bir yan rolü de akılda kalmayı başarıyor ki bu da onun yeteneği. İlk defa 2019'da Touch Your Heart'ta tam olarak ahahah bu da kim böyle diyerek izlemiştim, fantastikti oradaki hali. Yoksa 2016 tarihli (ve benim 2018'in başında izlediğim) Goblin'de de hayalet olarak çok iyiydi ve ilk orada görmüştüm. Bu sene izlediğim bu My Lovely Liar'da, Moving'de ve Destined With You'da hep ekranımdaydı.


Neyse diyeceğim o ki My Lovely Liar bu sene (belki de birkaç senedir) izlediğim bu sayısız romcom arasında en böyle tazesi, en böyle bana bir yudum ferah su gibi geleniydi. Bazı yan hikayeleri, yan rolleri oluşturan ekipleri falan daha iyi yazıp, işleyebilirlerdi kabul. Yani elde büyük bir potansiyel varken bu sevimli, içten hikayeleri boşa harcamışlar gibi. Gene de bence izleyin.

24 Ekim 2023 Salı

See You in My 19th Life [이번 생도 잘 부탁해] (2023)


 20li yaşlarının başındaki Ban Ji Eum, pek kötü bir aileden gelip, zorlu bir çocukluk geçirse de artık çok parlak bir genç kadın. Ülkenin en büyük holdinglerinden birinde mühendis olarak çalışıyor, çok zeki ve işinde hızla yükseliyor. Ama Ban Ji Eum'ı hem herkese tuhaf gösteren hem de onu herkesten farklı kılan bir özelliği var: Önceki hayatlarını hatırlıyor. Daha önce tam 18 defa ölüp, yeniden dünyaya gelmiş. Her yeni hayatında yaklaşık 9-10 yaşlarına geldiğinde birden bire önceki hayatlarını hatırlamaya başlıyor. Sadece Kore'de de doğmuyor, Ortaçağ'da en parlak dönemini yaşayan bir İslam coğrafyasında da dünyaya gelmiş, flamenko ile geçen bir ömür sürdüğü bir hayata da doğmuş. Bu 19. hayatında alkolik bir baba, dayak yiyen bir anne ve bir baltaya sap olamamış bir erkek kardeşten oluşan bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş ama önceki hayatını - 18. hayatını - hatırlar hatırlamaz, evden ayrılıp yolunu çizmeye başlıyor. Çünkü 18. hayatında 12 yaşındaki Yoon Jo Won isimli bir kız çocuğu olarak, çok güzel çocukluk günleri geçirdiği dostu Moon Seo Ha'ya aynı zamanda aşık olduğunu hatırlıyor ve daha çocuk yaştalarken talihsiz bir araba kazası yüzünden ondan ayrılmak zorunda kaldığı için çok üzülüyor. Bu 19. hayatında da gidip, yine Moon Seo Ha'yla birlikte olabilmek için onun ailesinin şirketine giriyor önce çok çalışıp. Sonra da Seo Ha'nın yanında işe başlıyor. Bir yandan Moon Seo Ha'ya önceki hayatında çocukluk aşkı olduğunu belli etmeden, onunla yeniden sevgili olmaya çalışıyor, bir yandan önceki hayatlarında ardında bırakmak zorunda kaldığı insanlarla yeniden karşılaşmanın zorluklarını yaşıyor. Başka bir yandan ise gizemli bir şeyler dönüyor etrafında, bir şaman çanının sesi ile hiç hatırlamadığı ilk hayatına dair şeyler hatırlamaya başlıyor ve neden bunca zamandır her defasında hayatlarını hatırladığı sorusunun cevabının peşine düşüyor 19. hayatında Ban Ji Eum olan kahramanımız.

"See You in My 19th Life", orijinal adıyla 이번 생도 잘 부탁해 (ibon sengdo çal putakhe diye okunuyor - bu hayatta da benimle ilgilen iyi davran lütfen gibi bir anlama geliyor) Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) yaklaşık 1'er saatlik 12 bölüm halinde, 17 Haziran-23 Temmuz arasında yayınlanan bir dizi. Lee Hye'nin aynı adlı webtoon'undan uyarlanmış. Aynı yazarın/çizerin (bu webtoon sanatçılarına ne denir bilemedim, hem yazıyor hem çiziyorlar sonuçta) şu anda da bir başka webtoon'undan uyarlama "A Good Day to Be A Dog" isimli bir diziyi izliyorum haftalık olarak. Onda da yine geçmiş hayatlar teması var kıyısından köşesinden. Zaten bu sene izlediğim dizilerde habire karşıma çıkmaya başladı bu geçmiş hayatlar konusu. Bu senenin de teması buymuş demek ki. Ya da buna taktılar. Bazı seneler goblinlere gumiholara falan takıyorlar mesela, bazen hukuk-savcılar-avukatlar falan oluyor yıl boyu tema. Bu seneki romantik komedilerin teması da önceki hayatlar. Hani bir ara hep çocukken tanışmış oluyordu esas kızla esas oğlanımız, bu yüzden kaderleri oluyordu birlikte olmak falan filan ya. Hah işte bu sene de geçmiş hayatlarında çok trajik, dramatik bir şey yaşamış oluyorlar, o yüzden bu hayatlarında da bir şeyler oluyor da oluyor. Yazın başından beri her izlediğim romantik komedide bunu gördüğüm için artık gına geldi.

Esas kızımızla oğlumuzu canlandıran Shin Hye Sun ile Ahn Bo Hyun

Ama bu geçmiş hayatlar konusunu ilk olarak "See You in My 19th Life"ta izledim. Yazın başıydı, zaten Shin Hye Sun'ı Mr.Queen'den beri yeni bir dizide görmek için gün sayıyordum (bu dizide başrolümüz kendisi, yukarıda bahsettiğim Ban Ji Eum kızımızı canlandırıyor). Arada sanırım birkaç filmi çıktı ama Kore filmlerini pek izlemediğimi fark etmişsinizdir (dizilerle aynı keyfi vermiyorlar bana). Bu arada Shin Hye Sun sevgimi daha önce anlattım mı bilmiyorum, hakikaten çok seviyorum. İlk defa 2018'de Thirty But Seventeen'de izlemiştim, diziyi de çok sevmiştim, Hye Sun da gönlüme girmişti. Sonra 2019'da Angel's Last Mission:Love'da (ki şurada yazdım) tamamen aşık oldum. O diziyi anlatırken de bahsetmişim, aslında hiç bir karakterini, dizisini izlememiş olsam ve sadece resmini görsem hımm pek de güzel değil der geçerdim. Ama oynayışını, ekranımda yarattığı karakterleri, tüm ruhuyla bana anlattığı o hikayeleri izlerken benim için bir yandan hem dünyanın en güzeline dönüşüveriyor hem de kendini çok sevdiriyor.

Bu dans sahnesi de çok güzeldi, Shin Hye Sun'ın büyülü dans sahnelerine bir yenisi eklenmiş oldu

Bu diziyi hevesle beklemiş ve izlemeye başlamış olmamın bir sebebi Shin Hye Sun ise bir diğer sebebi de Ahn Bo Hyun idi. Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında. O yüzden bu diziyi bir ayrı merak ediyordum, Ahn Bo Hyun'u da görecektim. İkisini birbirine pek yakıştıramamıştım ilk görüntülerde ama hikaye ilerledikçe belki düzeliyordur demiştim.

Düzelmedi. Shin Hye Sun ile Ahn Bo Hyun'un esas kız ve esas oğlan olarak kimyaları bir türlü tutmadı. Aslında hikayenin içinde birlikte oynarlarken izlemesi keyifliydi, karşılıklı sahneleri de bir arada oynamaları da oldukça iyiydi. Ama romantik anlamda hiçbir şey hissettiremediler bence. Romantik bir şeyler yoktu ikisi arasında. Bu hem kimyaları tutmadığından hem de aklımda sorular ve hesaplamalar dönüp durduğundan olabilir. Dahası dizinin asıl hikayesi belki de bu romantik ilişkiden çok daha başka, çok daha fazla bir şey anlatmaya çalışıyor gibi geldiğinden - bana - olabilir.

Dizi bana en başından itibaren bir dolu şeyi sorgulattı, düşündürdü. Çünkü kendimi bildim bileli aklımda keşke bir dolu hayat yaşayabilsem, yeniden doğup, bu gerizekalı hayatımda yaptığım tüm yanlışları hatırlayıp doğrusunu yapabilsem derim. Ya da keşke vampir olsam, hiç ölmeden bir dolu vaktim olsa da yapmak istediğim her şeyi yapabilsem, tüm yanlışlarımı düzeltebilsem falan diye düşünürüm. Tüm hayatınızı kocaman bir pişmanlık olarak yaşamak zorunda kalıyorsanız ve bunun tek şansınız olduğunu düşünüyor/inanıyorsanız ister istemez oturmuş böyle olasılıkların gerçek olmasını düşlerken buluyorsunuz kendinizi. Diziyi izlerken tüm bu düşündüklerim önüme geldi. Hepsini yeniden sorguladım. 19.hayatını yaşayan ve önceki hayatlarında ne yaptığını, neler hissettiğini hatırlayan Ban Ji Eum'ın başına gelenleri izledikçe bölümlerin çoğu dakikasında ekrana bakarak uzaklara daldım. Bir hayat yaşıyorsunuz, bir kişiliğiniz var, her geçen gün hatıralar biriktiriyorsunuz, insanlarla tanışıyorsunuz, insanlarla yaşıyorsunuz, sevdikleriniz oluyor, hedefleriniz oluyor, sizi mutlu eden şeyler, mutsuz eden şeyler oluyor. Sonra bir gün pat diye kesiliyor. Bir başka kişi olarak doğuyorsunuz, çocukluğunuzun ortasına kadar geliyorsunuz, yine bir kişiliğiniz oluşmak üzere nereden baksanız çocuksunuz çünkü, bir aileniz, yeni hatıralarınız var. Sonra bir anda, bir gün yine pat diye kafanızın içinde yeni (eski) hatıralar beliriyor. Birden tüm o eski benliklerinizi hatırlıyor hale geliyorsunuz. Artık siz kim olmuş oluyorsunuz? Ruhunuz aynı tamam ama her hayatta aslında farklı bir kişiliğiniz oluşmuş olmuyor mu? Farklı biri misiniz aslında, yoksa hep aynı kişi misiniz? Daha kötüsü, önceki hayatlarınızda sevdiğiniz, bir arada olduğunuz herkesi hatırlıyorsunuz ama onlar artık ya yok ya da hayatlarına siz olmadan devam etmişler. Gidip konuşabilirsiniz belki onlarla ama artık başka bir bedene, başka bir hayata sahipsiniz. Artık siz kimsiniz? Hangisisiniz? Her seferinde baştan başlamak zorunda kalıyorsunuz. Bir hayatınızda mesela tam her şeyi öğrenmiş, kendinize bir yol çizmiş oluyorsunuz ama o hayat bitiyor ve yenisinde tüm bu bildikleriniz aklınızda olsa da yine çocukluktan başlıyorsunuz.

Ban Ji Eum'ın bu sorgulamalarım arasında en çok zorlandığı, önceki hayatlarındaki sevdiklerinden ayrı kalması durumuydu. Özellikle 18.hayatındaki annesinin hala onu bekliyor olması, o annesiyle karşılaşması, 17.hayatındaki yeğeni ile o hayatında yaşadıklarını flashbacklerle göstermeleri ciğerimi söktü. Ban Ji Eum'ın önceki hayatlarına dair her kendini sorgulamasında, her aklına gelen anılarla uzaklara dalmasında ben de kendimi onunla dalmışken buldum. Daha önce de bir yerlerde bahsetmiştim, her geride bıraktığım yer için, her terk ettiğim ortam için ben de böyle önceki hayatlarımmış gibi hissediyorum. Sanki ben değil de başkası yaşamış gibi o hayatları, sanki benim önceki hayatlarımmış gibi onlar da. Dizinin ana hikayesi Ban Ji Eum'ın önceki hayatında sevdiği çocuk olan, şu anda kocaman adam olmuş olan Moon Seo Ha'ya kavuşabilmesi gibi görünüyordu ama diziyi izlerken hikayenin en havada, en geri planda kalan, bana en önemsiz görünen kısmı bu oldu açıkçası. Zaten dedim ya ikisi arasında sıfır romantik kimya vardı, öyle olunca bu iki karakterin - yetişkin hallerinin - birbirlerine ısınmaları, aşık olmaları, kavuşmaları falan beni hiç ilgilendirmedi, hiçbir şey hissettirmedi. Tek tek her iki karakterin yaşadıkları daha net yan hikayelerdi. Ban Ji Eum'ın tüm o yüküyle, tüm o kafa karışıklığıyla, yüreğinde taşıdığı tüm o hayatların duygularıyla ezilmesi, bocalaması çok daha geçerli bir hikayeydi mesela.

Moon Seo Ha olarak Ahn Bo Hyun'un çok da istediği gibi rol yapamadığını düşünüyorum bu arada. Karakterin çok pis travmaları var demişler, anasını kaybetmiş, çocukluk aşkıyla araba kazası geçirmiş kız gözleri önünde ölmüş, bir de cesedi üstüne düşmüş öylece yaralı beklemiş demişler, babası zerre sevgi göstermemiş başından atmış demişler, babası gitmiş bir de hemen üvey anne ile evlenmiş onun şımarık oğlu da evin oğlu olmuş demişler Ahn Bo Hyun'a, haydi bakalım böyle travmalı soğuk ciddi, dışarı kapanık ama içinde hala o minik çocuk olan bir karaktersin ne yapacaksın demişler. O da tepkisiz, odun gibi durmayı tercih etmiş. Tepki yapmaya çalıştığında bile tepkisiz yani. Sabit. Bir önceki anlattığım "The Secret Romantic Guesthouse"daki Ryeoun'a da odun gibi dedim ya, inanın onun hakkını yemişim.

Ban Ji Eum karakterinin 18.hayatındaki küçük kız kardeşi


Ahn Bo Hyun bu hikayenin Moon Seo Ha'sı olamamış bu yüzden. Shin Hye Sun'ın da tüm oyunculuk yeteneklerine ve - benim gözümde - mükemmel oluşuna rağmen, o da bu hikayenin belirttiği Ban Ji Eum değil gibi. Çok genç görünmeli çünkü karakter, Ban Ji Eum olarak 20lerinin başında tazecik ve küçük görünmeli ama bir yandan da tüm o yaşadığı hayatların deneyimleriyle, hatıralarıyla içinde ve davranışlarında belli olan bir olgunluk taşımalı. Shin Hye Sun, çok üzgünüm ama genç durmuyor ki. Yani tabiki genç duruyor, öyle demek istemedim. Bu karakterin olması gereken gençlikte durmuyor. 20lerinin sonunda diye yutturabiliriz en fazla. Gerçek yaşı normalde 34, öyle çok da değil. Zaten demeye çalıştığım yaşlı duruyor da değil, ki yaşlı da olabilir bunda da sorun yok. Sadece bu karakterin çok daha genç görünmesi gerekiyorken o olmamış. Genel anlamda Shin Hye Sun gençken de öyle çok genç duran bir insan değildi zaten. Oyunculuk anlamında karakterin hakkını verebilecek bir insan evet. Ama görüntü olarak değil. Bu yüzden mesela Ban Ji Eum'ın bir önceki hayatındaki küçük kız kardeşinin büyümüş halini oynayan Ha Yoon Kyung sanki daha bir Ban Ji Eum olabilirmiş gibiydi ki o da çok küçük değil, 31 yaşında. Ama verdiği hava buydu.


Onların yanında çocuk oyuncular çok daha iyiydi bu arada. Ban Ji Eum'ın bir önceki hayatındaki hali olan 12 yaşındaki Yoon Ju Won'ı canlandıran oyuncu ile Moon Seo Ha'nın 9 yaşındaki halini canlandıran oyuncu arasındaki kimya çok daha tutmuştu yani düşünün. Ya da Ban Ji Eum'ın 9-10 yaşlarındaki halini canlandıran çocuk oyuncunun - ki baya bir yerde oynadığını görebiliriz - performansı dizinin en iyilerindendi.


Oyuncuların performansları konusunda böyle düşünmemin yanı sıra hikayenin ilk başta sorguladığı şeylerden sonra ve eski hayatlarına dair flashbacklerle, anılarla, düşünceleriyle, hissettikleriyle ilgili şeylerin çok güzel anlatıldığını söyleyebilirim. Ama hikayenin gidişatı ve gizemlerin çözülmesi konusunda çok da başarılı olmadığını belirtmem gerek. Hele ki bu önceki hayatımızda kanlı bıçaklı büyük bir kader anı yaşadık, ondan sonra lanetlendik muhabbetini bu diziden sonra tekrar tekrar önümde görmeye başlayınca biraz daha fazla soğudum. Bu dizideki o büyük kadersel ana olaydan da çünkü o kadar hazzetmemiştim. Öyle ahım şahım bir önemli bir olay değildi, dizi boyunca muhteşem görüntülerle (tablo gibi - görüntü yönetmeninin eline sağlık) flashbackler verip verip beklentiyi yükselttikten sonra haa bu muymuş olup biten dedirtmesi akıllara ziyandı. Ana karakterimiz neden 19 seferdir yeniden doğup, her birini de hatırlıyor veya madem o kadar büyük bir olaydı neden o ilk hayatını hatırlamıyor hiçbir seferinde ya da tüm bunlara nasıl son verebilir'in cevapları çok çocuk oyuncağı gibi oldu. Haa iyi o zaman dedim. Yani geneline baktığımda bana yalnızca Shin Hye Sun ile çocuk oyuncuların ve geçmiş yaşamlardaki oyuncularla geçmiş yaşam sahnelerinin keyif verdiği ve duygulandırdığı ama tamamına baktığımda aslında çok da izlememem gerek olmadığını anladığım bir diziydi "See You In My 19th Life".

Tek bir sahne var yalnız aklımda. İzlediğim diziler arasında kalbimde benimle yaşayacak sahnelere bir yenisi olarak eklenen. Ban Ji Eum'ın bir koridorda yürürken arkasında geçmiş yaşamlarındaki hallerinin belirdiği ve hepsinin bir arada yürüdüğü. O sahneyi izlerken hissettiklerimi hiçbir şekilde anlatamam. Öyle bir sahneyi çekebilen bir ekibinin dizinin tümünü de başarılı yapamamış olmasını ise hiç anlayamıyorum.

21 Ekim 2023 Cumartesi

The Secret Romantic Guesthouse [꽃선비 열애사] (2023)


Tahmin edin yine neredeyiz? Joseon'da! Joseon Krallığı'nın hangi döneminde geçiyor olduğunu ya da geçiyor olabileceğini daha sonra inceleyeceğimiz bu hikayemiz, başkentin curcunasında karşılıyor bizi. Ülkenin memuriyete girmek üzere hazırlanan genç erkekleri (çünkü kadınlar - doğru bildiniz - olamıyor devlet görevlisi falan) akın akın şehre geliyor. Kalacak yer bulup, sınava hazırlanacaklar. Hatta bu yüzden bazı hanlar meşhur bile, orada kalanlardan sınavı kazanan çok kişi çıktığı için (dershanelerin boy boy kazananlar diye asması gibi düşünün). Ama bizim esas kızımız Yoon Dan Oh'nun işlettiği hanın böyle bir ünü yok. Sokaklarda şehre yeni gelmiş sınav çocuklarının karşısına dikilip, hanına müşteri kazandırmaya uğraşıyor. Ailesini kaybettikten sonra sadık hizmetçisi Nae Ju ile birlikte elinde kalan tek şey olan evini han olarak kullanıp, hayatını kazanmaya çalışıyor.

Yoon Dan Oh böyle sokaklarda kendini hırpalarken zar zor da olsa yeni bir misafir buluyor hanında kalacak: Şehre yeni gelmiş, muhafızlık sınavına girecek olan Kang San. Sessiz ve sert görünümlü Kang San ile birlikte 이화원 (Ihwawon - Yaz Sarayı diye çeviriyor Papago) isimli hanın 3 misafiri daha var. Memurluk sınavına hazırlanıyor olması gerekirken orada burada kızlarla kumarla gününü gün eden neşeli Kim Shi Yeol, sınava tüm ciddiyetiyle hazırlanırken bir yandan da Yoon Dan Oh'ya derinden derinden hisler besleyen düzgün çocuk Jung Yoo Ha ve memuriyet sınavının gediklisi, Yoon Dan Oh'nun tee babasının öğrencisi olan artık orta yaşlı olan, sınavı bir türlü geçemeyen ve Ihwawon'dakilerin ailesi gibi olan Yook Yook Ho.

Ama bu mutlu mesut ortam yıllar öncesinden gelen bir kaçak kovalamaca ile bölünüyor. Şu anki kral, yıllar önce tahta çıkabilmek için kendi abisini ve onun ailesini katletmiş. Bir tek küçük oğlu kaçabilmiş bu katliamdan. Kartanesi lakabına sahip bu minik prensi yıllardır bulamamışlar. Ama şimdiki kralın zalimliğinden ve manyaklığından bıkan halk da umudunu kesmemiş, kral da kendisine en büyük tehdit olan bu yeğeni aramaktan hiç vazgeçmemiş. Ihwawon'daki misafirlerimiz ve güzel sahibemiz Yoon Dan Oh da işte kaçak hikayesinin tam ortasında buluyorlar kendilerini.

The Secret Romantic Guesthouse - orijinal adıyla 꽃선비 열애사 (koçsonbi yoresa gibi okuyabiliriz, çiçek aliminin aşk hikayesi gibi çevrilebilir ama buradaki çiçek hani böyle yakışıklı tatlı çiçek gibi çocuklar anlamında yani :p ) Güney Kore'nin SBS kanalında 20 Mart-16 Mayıs arasında yaklaşık 70'er dakikalık 18 bölüm halinde yayınlanan bir dizi. Kim ung Hwa'nin "꽃선비 열애사" yani dizinin oriinal adıyla aynı ada sahip romanından uyarlama. Hikayesi en başta böyle yumuş yumuş, neşeli ve hafif bir sageuk gibi geliyor. Posterleri, tanıtımları falan dışarıdan görünüşü öyle. Ama hikaye ilerledikçe insanı şaşırtan ve beklemediği anda, beklemediği şekilde vuran bir ciddiliğe de bürünüyor. İntikamdan gözü dönmüş acılı karakterlerle, herkesin ortasında vurun kellesini diyebilen ve kendisi vuran manyak krallarla, minicik çocukları öldürmek için peşlerine düşenlerle falan doluyor ortalık. Ama bir yandan da yine o cringelik seviyesindeki romantik komedi sahneleri de yaşanıyor. Böyle aşırı kafası karışık bir hikaye var karşımızda anlayacağınız.
Daha da kötüsü ki bence en kötüsü, prodüksiyon acayip derecede ucuz ve amatör görünüyor. İlk bölümde hevesle yaşasın bir tarihi romantik komedi daha diye açıp, ne bu nasıl bu diye gözlerim kanayarak kapattım mesela. Sonra devam ettim etmesine de, kendimi zorlayarak, hikayenin hatrına, nereye varacak bu iş, asıl prens kimmiş şu bu diyerek (bir de başroldeki Shin Ye Eun ile doğum günü paylaştığım için tabi bir de :p ). Nitekim bölümler ilerledikçe görüntüye de amatörlüğe de alıştı gözlerim ama uzun zamandır izlediğim en çiğ görüntüye ve yönetime sahipti dizi. Yani şöyle düşünün, 1990'larda çekilmiş dizileri getirin gözünüzün önüne. Bir de şimdi çekilenleri. Ya da mesela önünüze iki dizi koysam, nerede yayınlandıklarını söylemesem, görüntülerine bakarak (hikayelerini falan kastetmiyorum) hangisinin trt'de hangisinin atv'de hangisinin star'da falan yayınlandığını söyleyebilirsiniz ya hani, öyle düşünün. Şey gibi, evde oturmuşuz, telefonun kamerasıyla kendi kendimize skeç çekiyoruz. Dizide de her karakter repliğini söylüyor, duygusunu yapıyor, bekliyor. Karşısındaki karakter de hah tamam sıra bana geldi değil mi yönetmenim diyerek o da aynısını yapıyor. Böyle tvde değil de okul tiyatro kolunun yılsonu gösterisinde gibi, ekranda dikilen karakterler var, sırasıyla repliklerini söylüyorlar. Ve hayır, bu durum oyuncuların amatör olması veya oynayamıyor olmasından ötürü değil. Doğru bir şekilde yönlendirilmiyor oluşlarından. Çünkü hemen hemen hepsi film sanatları türü bölümlerinden mezun, idol bile değiller ve ilk dizileri falan da değil. Hele yan rollerde sektörün tumturaklı oyuncuları var ama onlar bile sabit duruyor, durup bekliyor. Bir şeyler akmıyor, sahne doğal bir akışa sahip olamıyor. O akış olmayınca da sessizlikler kulağımıza batıyor, bir arka ses mi lazım bir şarkı mı lazım birşeyler lazım diyorsunuz. Görüntülerin çiğ durması da sanırım (işin uzmanı falan da değilim yani sadece uzun yıllardır deli gibi dizi film izleyicisiyim hani) doğru düzgün bir filtre uygulamayışlarından. Böyle direkt sahneleri çekip, kameradaki görüntüleri bir araya getirmişler gibi. Ya da artık nasıl bir kamera kullanıyorlarsa.
Hikayenin gidişatında bir sorun yok aslında. Tüm bu çiğlik ve amatörlük olmasa. Oldukça da sürükleyici, gizem yaratma, olayları bağlama, merak ettirme konusunda iyi. Her ne kadar o da o kadar iyi yazılmış olmasa da. Bazen aşırı derecede anlamsız, havada diyaloglar uçuşuyor, çoğu sahnede sabun köpüğü etkisi alıyorsunuz. Gerçi yine de dizinin en büyük artısı ve kendisini izletme sebebi hikayesi. Ve asıl yapabildiği şey, dövüş sahnelerinin koreografisi. Adeta birer sanat eseri gibi her bir dövüş, kovalamaca, mücadele sahnesi. Özellikle kaçak prensin sadık koruması olarak belirtilen karakterin - dizide watchman olarak çevrilebilecek bir kelime söylüyorlar - kim olduğu ve geçmişine dair hikayenin inşa edilişi ile sonunda kimliğinin biz izleyicilere gösterilmesi, sanırım on yıllar geçse de unutulmayacak sahnelerden biriydi. İnanılmaz güzellikte, izlemesi aşırı keyifli. Herhalde bütçenin hepsini stuntlara ve dövüş koreografına vermişler.
Oyuncular, dediğim gibi, aslında kötü değil. Sadece öyle bir ortamda, öyle bir yönetmen ve senaryoyla bu kadar oynayabilmişler gibi görünüyor. Ihwawon Hanı'nın perişan sahibesi Yoon Dan Oh rolündeki Shin Ye Eun'ı daha önce başrol olarak (ve ilk defa) Meow, the Secret Boy'da izlemiştim. Orada da çok öne çıkan, parlayan bir oyunculuğu yoktu, gerçi o senaryoda çok çaba sarf etmesine de gerek yoktu. Burada da aynı düzlükte. Düz yani kız, sevimli normalde kendi haline bırakılsa ama rol yapmaya başlayınca düz. Hatta buradaki karakteri neredeyse sinir bozucuydu. Öyle yazmışlar ama Shin Ye Eun da bana bir sevimlilik geçiremedi yani. Yoon Dan Oh karakteri yalnızca yoksulluğu ve hayatta kalabilmek için devamlı çalışması, çaba sarf etmesi gerektiğini gösteren sahnelerde içime oturabilmeyi başardı. Yansıtabildiği en iyi duygular bunlardı. Rookie Cops'ta çok ufak bir rolde karşıma çıkmıştı, iyiydi mesela. Glory'de de çok övüldüğü için izlemek istemiştim ama o dizinin ruh sağlığıma çok iyi gelmeyebileceğini düşünüyorum, neyse bir ara denerim.

Ihwawon'un misafirlerini canlandıran ve Yoon Dan Oh kızımızın üç yakışıklı koruyucusu gibi duran Ryeoun, Kang Hoon ve Jung Gun Joo üçlüsünden bir tek Kang Hoon'u daha önce izlemiştim. Yine Meow, the Secret Boy'da. Rookie Historian Goo Hae Ryung'da da yan roldeymiş ama hatırlamıyorum, ahh o diziyi de anlatmayı çok istiyorum ama bir türlü yapamıyorum, çok uzun sürecek yazmaya başlarsam gibi bir his var içimde :) Pek çoğunuz da A Time Called You'da izledi bu sene kendisini, Jung In Kyu olarak. Bu dizimizde açık ara en iyi oynayan ve en ilginç, en duygu ve olay barındıran karaktere ve hikayeye o sahipti. Spoiler olur diye bir şey demiyorum ama rahatlıkla diyebilirim ki keşke diziyi onun üstüne kursalarmış. Düşününce mesela, A Time Called You'daki haliyle buradaki hali(halleri:p) arasında bin kat fark var. Bu da ne derece iyi oyunculuklar sergileyebildiğinin kanıtı gibi duruyor.
Üçlünün en düzgünü ve olgunu rolündeki Jung Gun Joo'yu hiçbir yerde izlememişim, bu onu ilk görüşüm ve aşırı düzgün olması dışında diyebileceğim bir şey yok hakkında. Duygusal sahnelerinde iyi, ciddi sahnelerinde iyi, komedi olması gereken yerlerde dozunda. Yani oyunculuğu her açıdan düzgün. Ne eksik ne fazla. Eline verilen metin tam olarak öyleyken yapabileceğinin en doğrusunu düzgününü yapmış.
Kang San rolünde Ryeoun

Üçlünün son üyesini canlandıran Ryeoun da ilk defa izlediğim bir genç oyuncu. Bu dizideki rolü aslında temelde soğuk, dışarıdan ciddi ve serinkanlı görünüp, sonradan içinden sıcak birinin çıkması gereken bir karakter. Ama işte tam da bu sebeple dozunu ayarlayamamış da odun gibi kalmış hissi veriyor. Şu an tamamen başka bir rolde Twinkling Watermelon'da izlemiyor olsaydım eğer kendisiyle ilgili görüşüm öyle de kalacaktı ama Twinkling Watermelon'daki halini görünce anladım ki elindeki senaryo ve karşısındaki yönetmenle yapabildiği o kadarmış The Secret Romantic Guesthouse'da. Diziyi izlerken o kadar sinirimi bozuyordu ki odunluğu, tepkisizliği, durgunluğu neredeyse sahnelerini atlamak istiyordum. Oyunculuk namına bir şeyler görmedikçe de başka şeylere takıyordum. Sesi mesela burnu çok doluymuş da zar zor nefes alıyormuş gibi çıkıyor, diziyi izlerken off diyerek sonunda ekrana elimi daldırıp çocuğu sarsmak istiyordum açın şunun burnunu diye. Sonra burnunun şekline taktım mesela, bir sinir bozucuydu. Yani o kadar kötüydü hali düşünün böyle şeylere takılıp durdum. Şu an izlediğim dizide hiçbir yerine bakmıyorum halbuki, aklıma gelmiyor çünkü Ryeoun da etrafındakiler de çok iyi oynuyor.
İşte zalim kral

Habire her taşın altından çıkan Başhadım



Asıl evlere şenlik (kötü anlamda şenlik yani) olan iki karakter var: Manyak kralla kraliçesi. Kralı canlandıran Hyun Woo'yu da, kraliçesi canlandıran Gil Eun Hye'yi de ilk defa izliyor olabilirim ve normalde oyunculukları nasıl bilemem ama burada o kadar kötü, o kadar saçmalar ki izlemekten gözlerim kanadı. Kral o kadar çizgifilm kötüsü gibiydi ki, o kadar karikatürize o kadar eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibiydi ki...Durdurup, karşıma alıp, neden böyle yapıyorsun sayın oyuncu, yapımcıyla yönetmenle kanalla falan kan davan mı var sorunun ne diye bağırasım geldi. Hele o kraliçeyi canlandıran oyuncu...Aman yarabbi. Evlerden uzak. Yani Gangnam'da alışverişini yaparken canı sıkılmış da gelip zengin kocasına ısrar etmiş, o da getirip dizi ekibine benim karım kraliçeyi oynayacak karşı çıkanı kovarım demiş gibi. Öyle olduğuna yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Hayır ikisi de o kadar kötü ki, etraflarındaki diğer yardımcı rollerdeki yılların yetenekli oyuncuları falan ne yapacaklarını bilemiyor birlikte sahneleri olduğunda. Mesela Ahn Nae Sang, tüm dizi boyunca sabit durdu. Arada gülümsedi, bazen yorgun yorgun pöff gene sahne mi çekiyoruz diye baktı, çoğunlukla bu da bu sene aldığım pek çok yan işten biriydi ama sırf hatır uğruna oynuyorum çok yormayın beni der gibiydi. Bir an bile oyunculuk yapmadı mesela. Sarayın eski hadımını canlandıran Lee Joon Hyuk, ohh nasıl olsa ortada rol yapabilen yok ben de eğlencesine takılayım şuralarda diye dolaştı. Bir muhafızların kaptanı gibi bir rolde olan Oh Man Suk kendinden geçti rol yaparken ara ara, onun motivasyonunu anlayamadım. Böyle devasa devasa, teatral bir şekilde oynamaya çalıştı aralarda ama.
Tüm bu anlamsızların arasında en anlamlısı Ihwawon'un sadık hizmetçisi NaeJu'yu canlandıran Lee Mi Do'nun oyunculuğuydu valla. Çoğunlukla komedi, bol bol absürd komedi ve aralarda dramı da komedik unsurlarını kaybetmeden gösterdi. O kadar kanım ısındı ki ona burada, diziden beri Insta'dan da takip ediyorum, aşırı eğlenceli bir komedyen aslında.
Naju rolünde Lee Mi Do

Hikayemizin tarihi gerçekliğine bakarsak bu arada, yok. Yani tam olarak yaşamış bir kral ya da veliaht prens ya da taht mücadelesinden, yaşanmış bir olaydan bahsetmiyor dizi ama kurgusal karakterlerle tarihin içinden bir hikaye anlatıyor denilebilir. Lee Chang adında bir kral yok bildiğimiz kadarıyla Joseon'da. Ki zaten kral olduklarında "temple name" denilen bir isim alıyorlar, bu Chang şeklindeki isim ancak veliaht prenslik ismi olabilir ve kralken hala öyle durması biraz tuhaf. Neyse. O yüzden tam olarak hangi zaman aralığına konumlandırdıklarını hikayeyi bilmiyorum. Gerçi bir yerde okuduğuma göre 1400lerde geçebilir diyor. Bu kurgusal hikayemizde kullanılan teknoloji, elementler, gelenekler falan sanırım bu anlamda Joseon'da 15.yy.da geçiyor diyebiliriz. Dizimizin zalim kralı Lee Chang'ın tahta geçebilmek için tüm ailesini katlettiği abisi, asıl veliaht prensin ismi Lee Pyeong olarak geçiyor dizide, bu isimde de bir veliaht prens yok Joseon tarihinde. Yani isminin ikinci hecesi Pyeong olan bir dolu prens var ama tek başına Pyeong yok. Aynı şekilde Lee Seol (bu Lee Pyeong'un oğlu olan, kaçan ve peşine düşülen, zalim kralın öldürmek için aradığı veliaht prens) isminde de yok. Dizide zalim kralı tahttan indirip, saklanan veliaht prens Lee Seol'u/Kar Tanesi'ni bulup tahta çıkarmak ve ülkede yeniden dirliği, huzuru saklamak için genç alimler tarafından oluşturulan gizli Mokinhoe birliği/isyanı da tarihte bulamadığım şeylerden biri. Yani tabiki bu tür isyanlar, gizli örgütler var Joseon tarihinde de ancak özellikle bu isme rastlayamıyoruz.
Neyse o kadar yerden yere vurdum oyuncularını ama hikaye aslında ilerledikçe çok sardı ve karakterlere de farkında olmadan alışmış buldum kendimi. Ayrılırken üzüldüm yani, fark ettim ki izlerken arkadaşlarım gibi olmuşlar yine de, hikaye de her hafta ikişer saat ikişer saat hayatımın bir parçası olmuş. Sonuçta ortada yine de sevimli bir hikaye ve ellerinden geleni yapan genç oyuncular var.

16 Ekim 2023 Pazartesi

Our Blooming Youth [청춘월담] (2023)

Bu posterin de saçmalığı

Joseon Dönemi'nde olduğunu farz ettiğimiz bir zamanda, Gaeseong valisinin kızı olan Min Jae Yi, Jwauijeong'un yani Left State Councillor'ın oğlu Han Sung On ile nişanlı. İkisi de birbirlerini ancak ressamların yaptığı portrelerinden görmüşler ama görmeden de olsa birbirlerini beğenmişler, mutlular evlenecekleri için. (Burada bir parantez açıp, bu left state falan ne demek söylemem gerek. Kral var şimdi tamam, tahtta oturuyor. Onun önünde iki yanda, ayakta sıralanmış duran devlet görevlileri var. Gözümüzde canlandırdık, tamam. Kralın 6 bakandan oluşan bir bakanlar kurulu var, asıl halka yani, tüm hinliklerin döndüğü ortam. Hah işte bunların en yükseği başbakan gibi bir kademede olan Yeonguijeong-Chief State Councilor, sonra da Right ve Left State'ler geliyor. Adalet bakanı, genel/kamusal işler bakanı, ayinler bakanı, vergilendirme bakanı, askeri işler bakanı var işte.) Oğlumuz başkentte yaşıyor, kralın sarayında asker aynı zamanda. Kızımız ise ülkenin bir diğer ucunda, düğününe kadar kalan zamanda ev işleriyle ilgili şeyleri öğrenmeye çalışıyor azimle. Çünkü o zamana kadar biraz geleneksel olmayan bir genç kız olarak büyümüş. Sadık hizmetkarı Jang Ga ram ile birlikte yaşadıkları bölgede el altından amatöre dedektifler olarak çalışmışlar, gün boyu etrafta koşturup, suçları cinayetleri çözmekle geçirmişler vakitlerini. Yani haliyle dikiş dikmek ya da yemek yapmak yerine kılıçla dövüşmeyi, hangi zehri hangi ot köküyle kaynatırsan zehir olduğunu anlamayı falan öğrenmiş Min Jae Yi kızımız. Ama olsun, kısa zamanda o diğer şeyleri de öğrenir nasıl olsa. Derken, bir gün her şey, dünyası başına yıkılıyor. Tüm ailesi, annesi babası ve erkek kardeşi kendi evlerinde öldürülüyor ve tüm suç da Min Jae Yi'nin üstüne kalıyor. Hizmetkarı ve ölümüne dostu Jang Ga Ram diyor ki kaç, kendini temize çıkaracak kanıtları ve gerçek suçluyu bulana kadar kaç. Jang Ga Ram da başka yöne kaçıyor, başkentte buluşmak üzere sözleşiyorlar.

Bu poster çok daha güzel

Tüm ülke azılı cani Min Jae Yi ile ona yardım ettiğini düşündükleri Jang Ga Ram'ı aramaya başlamışken ülkenin sarayında lanetli prens Yi Hwan, kendini devletin asıl sahibi olan soylu ve güçlü ailelere kanıtlamaya çalışıyor. Yi Hwan'ın üstünde lanet olduğuna inanıyor herkes çünkü önceki sene bir hayaletin onu okla vurup yaraladığını ve artık bir kolunu kullanamadığını, ara ara da hayaller gördüğünü düşünüyorlar. Bir yıldır insan içine çıkıp da kolunu kullanabildiğine dair ufak bir iz bile göstermemiş olan Yi Hwan ise veliaht prens olarak kalabilmek için kendini kanıtlamaya uğraşıyor. İşte bu lanetli prensimiz ile ailesini katledip kayıplara karışan azılı suçlu kızımızın yolları kesişiyor ve ikisi de kanıtlamaları gereken şeyler için birlikte uğraşmaya başlıyor.

Hah işte ortam bu

"Our Blooming Youth", 6 Şubat - 11 Nisan arasında 1 buçuk saatlik 20 bölüm olarak Güney Kore'nin tvN kanalında yayınlandı. Orijinal adı "청춘월담", çongun woldam gibi okunuyor. İlk kelime gençlik anlamına geliyor, ikinci kelimeden çok emin değilim ama ay (zaman terimi olarak ay) anlamında sanırım (isminin gençlikle ilgili bir şey olmasını diziyi izlerken hiç anlayamadım, hikaye ile de bağdaştıramadım, sorun bende mi bilemiyorum). Çinli Qinghan CeCe'nin "簪中录" (The Golden Hairpin diye çevrilerek yayınlanmış) isimli kitabından uyarlanmış. Yani aslında uyarlanmış denemez, daha çok esinlenmiş. Çünkü kitabın anlattığı hikaye ile dizininki oldukça farklı elementlere sahip. Koreliler hikayeyi haliyle kendi tarihlerinden olaylarla katıştırarak değiştirmişler. Çin'de de tee 2020'de bir uyarlaması çekilmiş ama ne olaylar ne olaylar. Başroldeki erkek oyuncunun skandalı çıkınca yayınlanamamış, sonra onun yüzünü mü değiştirsek yapay zekayla yeni biriyle sahneleri yeniden mi çeksek falan filan derken bu sene olmuş, dizi hala yayınlanacak. Neyse. Bu sene hafta hafta, yayınlanma zamanıyla senkronize olarak izlediğim ikinci diziydi ama niyeyse bitirdiğimde yazmamışım. Bu sene izlediğim ilk dizi "Crash Course in Romance"i yazmışım, üçüncü izlediğim dizi "The Heavenly Idol"ı yazmışım ama arada bunu yazmamışım. Sanırım Nisan'ın ortasında bittiğinden, o ara Seul seyahatim için elim ayağıma dolaşmıştı. Bir de işte yine kaderin evrenin bana mesajları :) Bu dizide geçen hikayenin aslında çıktığı ve esinlendiği hikayeyi burada oturduğum yerden, bilgisayarımın başında araştırıp da bulmam çok olası değildi. Seul'de yürürken tesadüfen gördüğüm bir heykel (Seul Macerası'nın 10.bölümünde anlattığım heykel) ve onun ait olduğu gerçek tarihi olayı okuyunca kafamda her şey yerli yerine oturdu.

Bahsettiğim olay, Kore'de 1894-1895 arasında gerçekleşen ve Donghak Köylü Hareketi ya da Devrimi denen tarihi olay. Jeon Bongjun heykelinden bahsederken şöyle anlatmıştım : 

Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekette, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetini kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor hareket. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.

Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.

 İşte dizimizin de hikayesinin temelinde bu tarihi olaydan açıkça esinlenildiği belli olan bir olay var. Yok ben illa izleyeceğim ve izlerken de işin aslını astarını kendim çözeceğim diyorsanız bu paragrafı ve ikincisini okumayın (gerçi yukarıda Donghak Köylü Hareketi'ni anlatırken de spoiler yemiş oldunuz ama olsun). Dizimizde de yıllar yıllar evvel Byeokcheon'da bir köylü ayaklanması oluyor. Devletin güçlü ailelerinden Jo ailesinin hiçbir işe yaramayan pislik üyelerinden bir tanesi oranın valisi. Köylülere zulüm ediyor, tüm mahsülü kendine alıyor ve devamlı da vergi alıyor. İnsanlar artık sürünüyor Byeokcheon'da açlıktan ama bunu başkente, krala da bir türlü bildiremiyorlar. En sonunda bir mektup yazıp, imza toplayıp, krala gönderiyorlar. Bu sırada da pislik valinin konağını basıp, onu kaçırıyorlar. Köylüler saf, temiz. Valiye ya da başka kimseye zarar vermiyorlar. Yalnızca kendilerinden çalınan pirinci alıyorlar valilikten. Ama o pislik yok mu o haşere, kendini bıçakla şununla bununla yaralayıp, başkente koşturuyor. Diyor ki köylüler ayaklandı, krala karşı geliyorlar beni öldüreceklerdi. İsyanı bastırmaya tabiki akrabası olan bir diğer Jo geliyor, çünkü askeri işler bakanı o zaman. İşte hikayemizin asıl kötüsü bu Jo, yıllar sonra daha da yükselip Right State Councilor oluyor ve kralı parmağında oynatıyor. İşte bu zebani, zavallı köylülerin hepsini çoluk çocuk kılıçtan geçiriyor. Öyle ki yıllar geçiyor, hikayemizin ana zamanına gelindiğinde Byeokcheonlu olmak çok kötü görülen bir şey haline geliyor. O pislik vali de yükseliyor tabi, şimdi adalet bakanı.

Bu Byeokcheonlu köylülerden geriye kalanlar kaçıyor, Gaeseong'un bir dağında saklanarak yaşıyorlar. Ama bir yandan da bir intikam planı kuruyorlar. Kralın hiçbir şeyden haberi yok aslında, onları öldüren tamamen Jo ailesi ama köylülerin intikam planı kralı ve ailesini lanetleyerek, tahttan indirmek temelde. İşte yukarıda da dediğim lanetli prens Yi Hwan'ın laneti buradan geliyor. Hikayemiz görebileceğiniz gibi iç içe geçmiş bir dolu motivasyonlu hikayeciklerden oluşuyor. Aslında çok iyi düşünülmüş, iyi tasarlanmış. Bir yanda Byeokcheon var, bir yanda yıllar sonra Gaeseong'da gerçekleşen o aile cinayeti var, bir yanda veliaht prensin ve kraliyet ailesinin üstündeki lanet var, bir yandan kötücül ve güç peşindeki Jo ailesinin oyunları var, bir yandan da olmazsa olmazımız esas kızla esas oğlan ve ikinci oğlan arasındaki aşk üçgenimiz var. Esas kızımız ve hizmetçisi, erkek kılığına giriyor (esas kızımız sonra da saray hadımı kılığına giriyor gerçi), başkentte de bir yandan cinayetler işleniyor. Veliaht prensimiz de kılık değiştirip, sokaklarda dedektifçilik yapıyor. Yani anlayacağınız çok katmanlı, bol detaylı, şenlikli, iyi düşünülmüş bir hikaye var karşımızda. Ama...


İşte kocaman bir "ama" var. Olmuyor. Nereden veya kimden kaynaklandığını anlayamadığım, bir türlü parmağımı üstüne koyamadığım bir olmamışlık var. En başından başlayayım. Önce bir tarihi gibi görünen bir hikaye olduğu için dizi ilgimi çekti. Sonra Park Hyung Shik'i gördüm başrolde, Strong Woman Do Bong Soon'da hepimizin gönlüne yerleşmişti zaten, yeni bir dizi yapmışsa bakacaktım mutlaka. Hevesle açtığım ilk bölümde süründüm. Zor izledim. Min min'in hatrına, izlemeye devam ettim bölümü. Park Hyung Shik'te bir terslik var gibiydi. Tamam paranoyak, kimseye güvenmeyen, çıkarcı devlet ahalisi arasında hayatta kalmaya çalışan ve ölümcül bir suikastten yeni yeni toparlanmış, ciddi bir prensi oynaması gerekiyordu ama fazla tutuktu, donuktu, ciddi olayım derken ne yapacağını bilememiş ve öylece durmuştu. Diğer karakterler de renksizdi bu ilk bölümde. Hiç kimseyi kimseden ayırt edemedim, hikaye yoktu ortada bir de. İkinci bölümden itibaren biraz hikaye oturmaya ve içine almaya başladı. Sonraki bölümlerde gizemler, dedektiflik, olaylar gelişmeye başlayınca dizi de iyice izlenir oldu. Dördüncü beşinci bölümden 13. bölüme kadar falan keyifli gitti hikaye.


Ama o keyifli hikayenin içinde bile bir şeylerin saçmalığı eksikliği hissediliyordu. Bu kadar iyi kurgulanmış bir hikaye içinde hikayeler bütününde haliyle tek bir kötü ya da her şeyin tek bir sebebi olmayacaktı, hemen hemen herkesin birbirine bir şekilde ettiği kötülükler vardı. Ama mesela esas kötümüz olarak hikayenin en başından itibaren gözümüze sokulan Right State Councilor olan Jo, hikaye ilerledikçe karikatürize bir hale girmeye başladı. Halbuki en başında gayet akıllıca hamleler yapan, kendine güvenli, hep iyilerimizden birkaç adım önde olan bir karakterdi. Motivasyonu da bu tür tarihi dramalardaki en geçerli motivasyondu, adam güçlü ve güç sahibi olarak kalmak istiyor. Ama hikaye ilerledikçe böyle saçma sapan hareketlere girdi. Bir an hah şimdi çözecek olayı dediğim noktada hiçbir şey anlamadı, hiç alakası yokken her şeyi anladı falan, böyle karakteri sanki her bölüm kağıt kimin önüne geldiyse o yazmış gibiydi.

Bir benzeri durum esas kızımız için de geçerliydi. En başında uçan kaçan, zeka küpü, zamanının çok ötesinde adeta bir Gen Z gibi ortaya konan kızımız, birkaç bölüm sonra ağlak, eblek, saçma sapan bir karaktere dönüştü. Gene de iddiasından vazgeçmediklerine dair zorlamaları daha kötüydü, hani senaryo bize habire amaaa bakııın bu kız aslında çok zekiii her şeyi çözer tamam mııı demeye devam etti. Ama senaryo bunları derken, kızımız hiçbir şeyden habersiz ortalarda dolanmaya devam etti. Bir de oyuncuya laf edeceğim cidden, kusura bakmasın ama, belki çok iyi bir insandır çok da yeteneklidir belki ama ışığı yok. Çok renksiz. Çok olmamış. Yani inanın hizmetkarı rolündeki kızın neden başrol olmadığına sövüp durdum izlerken. O kız parıl parıl parlıyordu sahnelerde. Esas kızı oynayan oyuncunun ismi Jeon So Nee imiş, işin okulunu da okumuş ama insan ışık olmayınca olmuyor demek ki. Ya da yazılan karakter mi kötüydü, kızın yapabileceği bir şey mi yoktu bilemedim. İzlemesi tam bir eziyetti kendisini, her sahnesinde ekranımda kız dışında her şeye odaklandığımı ama bir ona odaklanamadığımı çünkü zerre dikkatimi çekemediğini fark ettim dizi boyunca.



Dizinin tek iyi hatta diğer pek çok diziye göre en iyi yanı Byeokcheon'la ilgili flashbackler ve tüm o Byeokcheon hikayesiydi. Her bir oyuncu, tek tek, madalya takılasıydı. Esas kızımızın tüm ailesi zehirlenmiş, gözlerinin önünde ölmüş, kız kaçak durumuna düşmüş, kılıçlarla oklarla yaralanıp nehre atlamış, aç bilaç yolları kat etmiş gene de iki saniye üzülmemizi sağlayamazken tüm o Byeokcheon köylüleri, tüm o hikaye ciğerimi söktü. Nasıl güzel yazılıp, nasıl güzel oynanmış...Baksak başrollerdekilerin yarısı kadar ancak para ödeniyordu o yan rollerdeki oyunculara. İsimleri de yan rol güya. Ama her biri inanılmazdı. Aslında sırf o hikayeden bir dizi yapsalarmış mükemmel olurmuş. Esas kızla veliaht prensin aşk üçgenine falan girmeden, yine aynı olaylar ama kamera Byeokcheonluları ve onların intikam planını takip ediyor mesela. Mükemmel bir şey olurmuş.

İşin tarihi kısmına, en sevdiğim kısmına gelirsek, Byeokcheon diye bir yer var Güney Kore'de gerçekten de. Orta batıda bir köy, Güney Chungcheon ilinde. Gaeseong diye bir yer de var, şu an Kuzey Kore'nin sınırları içinde bir şehir. Seul'den azcık kuzeyde, sınırın hemen üstünde. Özellikle mandusuyla meşhur. Goryeo Krallığı'nın da başkentiymiş zamanında.

Veliaht prensimiz Yi Hwan'a baktığımızda ise Joseon Kralları arasında prenslik dönemi ismi Yi Hwan olan iki kral var: Biri 1545–1567arasında hüküm sürmüş Myeongjong, diğeri ise 1834–1849 arasında hüküm sürmüş Heonjong. Köylü ayaklanması olayına daha yakın bir zamanda olduğundan ikincisinden esinlenmiş olmaları daha muhtemel gibi dursa da direkt Heonjong'dan alınmamış hikayemiz. Annesi Pungyang Jo klanından mesela tarihte ama bizim hikayemizde Yi Hwan'ın annesi öldükten sonra kralın eşi olan kraliçe o klandan. Ya da tarihteki kral Heonjong'un babası hiç tahta çıkamamış, genç yaşta öldüğünden taht direkt dedesinden Heonjong'a geçmiş. Ve çocukken tahta çıkmak zorunda kalmış. Yi Hwan ismini taşıyan diğer kral Myeongjong'un hayatının ise bazı kısımları benzerlik taşıyor hikayemizdeki veliaht prensle. Myeongjong da ikinci erkek çocuk mesela. Kendisinden önce, anneleri farklı olan abisi Injong tahta çıkıyor, onun ölümü üzerine Myeongjong kral oluyor. Ama ikisinin annesi de farklı farklı Yun klanlarından. Bu ve diğer pek çok ayrıntı hikayemize uymuyor. Hikayemizin ana kötüsü Right State Councilor gibi Jo klanından bir çok Right State Councilor var. Özellikle yukarıda bahsettiğim kral Heonjong'un krallığı döneminde Jo klanından bu görevde biri var ama ismi tutmuyor. Yani işin aslı şu ki, dizimiz hikayesi için tarihin zaman çizgisinde kendi alternatif gerçekliğini oluşturup, pek çok şeyi kurgulamış.

Tüm bunlara dönüp bakınca dizi böyle başından ilk 12-13 bölüm izleyip, sonra da finali izlemelik, tarihi-fantastik denebilecek bir hikaye. Fantastikliği, alternatif tarih yazmaktan geliyor yoksa gumiholar goblinler olduğundan değil. Güney Kore dizi sektörünün kalburüstü pek çok oyuncusunu ehh işte denebilecek karakterler içinde izlemek ve belki de biraz Park Hyung Shik özleminizi gidermek için bakılabilir.

7 Ekim 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm XII - Seul festivali, Gyeonghuigung, Seul'e veda


Seul'deki son sabahıma uyanmadan önceki gece, yağmurla yattığımda yatağıma, yan odadan horultu sesleri gelmeye başlamıştı. Kulak tıkaçlarımı takıp yatmıştım. Yan odada önceki sabah tanıştığım kızların olduğunu sanıyordum hala. Ama horultu sesi o kızlardan gelmiş olamazdı. Kafamda sorularla uyuyakalmıştım. Sabah kahvaltı için mutfağa geçtiğimde Lee teyze iyi uyudun mu diye sorunca dedim yandan çok ses geldi, taklit ettim horuldamayı. Lee teyze yarıldı gülmekten, kızlar gitmek zorunda kaldı dün, odaya bir çift geldi dedi. Kızlardan biri polisti ya, dün aramışlar iş yerinden, acil bir şey çıktığı için geri çağırmışlar. Onlardan sonra da odaya 50li yaşlarında bir çift gelmiş. Mutfak tezgahına oturdum, Lee teyze ile muhabbet etmeye başladım, o da kahvaltıyı hazırlıyordu, bu sabah yağmurlu da olunca herhalde onlar da biraz geç kalmıştı. Biz konuşurken benim yan odadan o çift çıktı, kısa saçlı bir teyze ile eşi olan amca. Günaydınlaşırken haa dedim, bunlardan çıkar o horultu tabi, vay benim başım. Shin amca geldi mutfağa, o da dedi bana nasılsın iyi uyudun mu, akşam başım çok ağrıyordu ya. Lee teyze horlama duyduğumu gülerek anlatmaya çalıştı, Shin amca benim yan odadakilerin mutfağa çıktığını görmemişti, bağırarak haa şeyler horladı mı tabi horlar falan diye konuşmaya başladı. Lee teyze onu susturmaya çalıştı, kaş göz edip yandalar sus sus demeye başladı. (Bu arada o sabahın kahvaltısı da yine koyu renkli bir sebzeler kavurmasının altında tabiki pirinç ve üstünde göz yumurtaydı.)

son gün kahvaltısı

Kahvaltı yaparken o gün için kafamda şekillenen plan, kabul edelim, saçmaydı. Bavulumu evde bırakabileceğim aklıma niye gelmemişti anlayamıyorum kendimi. Halbuki bundan önceki seyahatlerimin hepsinde bunu defalarca yaptım. Sabah check-in yapıp, kaldığım yerlere bavulu bırakabilir miyim diyerek, günün kalanında, gidiş saatine kadar dolaştım. O gün kafam leylaydı büyük ihtimalle. Bunun yerine, şöyle düşünüyordum kendimce: Kahvaltıyı yapıp, yavaş yavaş toplanırım. Sonra oyalana oyalana - ki bavulla zaten hızlı hareket edemem - Incheon'a giderim. Havalimanında bir sürü yer var, oralarda otururum, yazı yazarım, fotoğrafları düzenlerim. Salaklığım üzerimdeydi yani. Gece 12'de uçak, nasıl bir kafaysa benimki de. Neyse ki kahvaltıda yine herkesle muhabbet ettim ve kahvaltı sonrasında her günkü o genel konuşmalar geçti evde, Shin amca ile Lee teyze herkese bugünkü planlarını sordu, ben oraya gideceğim ben şunu yapacağım diye muhabbetler döndü. Benim temelde bir planım olmadığı için ilk başta herkesi dinlediğim için jetonum düştü.Fransız abla ile kızının da uçağı vardı o gece, hatta sonradan fark ettik ki aynı uçakla İstanbul'a gidecektik, onlar oradan Fransa'ya ben Ankara'ya. Neyse işte, onlar bavullarını evde bırakıp, akşam 7-8 civarı alacaklardı. Haa dedim, tamam ben de bırakayım o zaman. Ama kafamda bir gezi planı yok ya, hala mal gibi diyorum ki Shin amcaya, amca ben öğlende gelir alırım bavulu çok oyalanmam. Te allahım! Bavulu topladım, giyindim, evden çıktım.
müze bahçesindeki tramvay
(Seoul Museum of History)


Dümdüz yürüdüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hava güneşliydi, sanki ilk geldiğim günlerdeki gibi sıcacıktı. Gyeongbokgung İstasyonu'na kadar yürüyüp, aşağı geçtim gene, Saemunan-ro 3-gil'den daldım aşağı, yine dümdüz yürüyorum. Baktım böyle ağaçlıklı, parklı, böyle yüksek yüksek binaların arasında güzel bir yerler görünüyor. Seul Tarih Müzesi'ne denk gelmişim (Seoul Museum of History). Tam böyle aaa ne güzel tarih müzesi gireyim diye yeltendim, sonra dedim ki ama hava çok güzel içeri girmeyeyim, son birkaç saatim zaten sokaklarda yürüyeyim. O arada kaldırımda, hemen yolumun üstünde böyle eski zamanlardan DeLorean'ın tren vagonu temsili gibi fırlamış da gelmiş bir vagona rastladım. Benim denk geldiğim tarafında önce kimse yoktu, etrafına dolaşmaya başlayınca insanların içine girdiklerini, içinde ve önünde fotoğraflar  çekindiklerini fark ettim. Bu, gözlerimin önünde beliren zaman makinesi, aslında 467 numaralı kültürel mirasmış. Bir "streetcar", 1930lardan. 1968'e kadar 38 yıl boyunca Seul'ün aşağı tarafında çalışmış. Streetcar'lar - yani tramvaylar işte - Seul'de ilk 1899'da kullanılmaya başlanmış. 1960larda tabi şehir arabalarla ve otobüslerle dolmaya başlayınca kullanımdan kaldırmaya karar vermişler. Bu sevimli tramvay ise şehirde kalan son iki tramvaydan biriymiş. Şimdi müzenin bahçesinde bu şekilde sergileniyormuş. Sarılasım geldi araca. Öylece orada, sevimli sevimli duruyordu. Sanki biraz sonra yürümeye başlayıp, 1930ların sokaklarına dalacak gibi hissettiriyordu. İçine atladım hemen. Ahşap döşemelerine hasretle baktım. İnsanlar içeride durup, pencerelerinden bakarken poz veriyordu. Yapamadım tabi ama olsun.
Gyeonghuigung'un bahçesi

Tramvaydan zor koparıp kendimi, bahçelerin parkların içine attım. Burası aslında sarayın bahçesi oluyordu ama o zaman nerede olduğumu pek anlayamadan yürümüştüm. Ama o da ne, bir diğer sarayın da yanındaymışım: Gyeonghuigung. Tabi bunu giriş yapısını falan görene anlayamamıştım çünkü ağaçtan yeşillikten bir şey göremiyordum. Böyle kimsecikler yoktu, arada bir araba geçiyordu. Nasıl hissettirdi biliyor musunuz, hani taa 10 yıl önce Nihan'ın Amerika'daki okuluna gitmiştim ya gezinin son günlerinde. Okulun kampüsünde yürüyormuşum gibi bir histi. Tam kayboldum derken müzik sesleri duymaya başladım. Merdivenler çıktım, araba yollarından geçtim ve müziği takip ettim. Yaklaştıkça, yemyeşil bir parkta insanların örtülerini sermiş, oturduğunu, önlerinde bir sahne kurulmuş olduğunu ve oradan müzik sesi geldiğini gördüm. Etraftaki çocuk sayısının ve sahnedeki sunucunun çocuklarla konuşuyor olmasının sonucu olarak da yarı yoldan geri döndüm. Çünkü ilerideki yazılardan okuduğum kadarıyla bir çocuk festivali gibi bir şeydi. Mis gibi havada, şehrin göbeğinde, bir parkta örtünüzü serip oturabiliyorsunuz. Sinirim bozuldu gene. Neyse.





Festivalden tam ters tarafta Gyeonghuigung'un binaları göz kırpıyordu. Gyeonghuigung, Seul'deki 5 büyük saraydan biri. Joseon'un 15.kralı Gwanghaegun'ın zamanında yapılmış (1575-1641 arasında yaşamış, tam Japonların ilk işgal yıllarına denk geliyor). Sarayın inşası 1617'de başlamış, 1623'te tamamlanmış. Sarayın yer aldığı arazide öncesinde Kral Injo'nun babasının evi yer alıyormuş, bu yüzden arazide önemli bir enerji var yani. Kore sinema ve tv dünyasında çokça işlenen ve anlatmayı pek sevdikleri bir dönem onunkisi. Birçok tarihi dizide bu kralı canlandıran oyuncu var, ben The Tale of Nokdu'dan ve The Crowned Clown'dan biliyorum demiştim bir önceki yazıda da (Deoksugung'a da bu Gwanghaegun'dan bir önceki kral Seonjo gelip yerleşmişti. Hani şu Japon işgalinden kaçan). İşte o zaman yapılan bu sarayın görevi krala acil durumlarda sığınak olması. Şehrin batısında kaldığından batı sarayı da deniyor. 100'ün üzerinde binası bulunan saray 1829'da bir yangınla yerle bir olmuş. Ardından Japon işgali sırasında Japonlar burada ne var ne yok yıkmış. Bir okul açılmış sarayın olduğu yere, kapı yapısını şurasını burasını söküp başka yerlere taşımışlar. 90lara gelinip de Seul belediyesi haydi şu sarayları elden geçirelim dediğinde Gyeonghuigung'tan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamış yani. Eskiden saray olan yerin ancak yüzde 33'ünü gezilecek bir yer haline getirebilmişler. Boşuna kampüs gibi hissettirmemiş bana parkında yürürken, cidden de 80lere kadar burada bir lise varmış. Şimdi alanın çoğunu yürüyüş yolları, park ve müze kaplıyor. Bu arada buranın böyle bir girişi, kapısı falan yok gibi. Biletsiz de. Öyle park gibi yani. Dalıveriyorsunuz. (Seoul Museum of History'nin Gyeonghuigung sayfası)
bu hiç güzel değildi, yedim işte

Sarayın içinde gezmeye çalıştım baya, ufak da görünüyordu harbiden ama güneş o sırada yavaş yavaş bulutların arasına girmeye başlamıştı. Bir de öğlen olmadan bir yerde oturup çay içeyim dedim. Çayımı içer, eve döner bavulumu alırım çünkü Shin amcaya söz verdim. Çünkü onlar da dışarı çıkacaklardı, sırf ben bavulu alacağım diye eve döneceklerdi. Yeniden caddeye döndüm saraydan çıkıp. Saemunan-ro üzerinde etrafa bakındım, gözümün görebildiği mesafede en az 3 tane Starbucks vardı. Gülmeye başladım, yapacak bir şey yoktu. Bir tanesine girip, yine Earl Grey'imi ve pastamı aldım. Aşık olduğum pastayı son bir kez daha yiyecektim ama yoktu. Onun yerine iyi peki diyerek çikolatalı olan bir tanesinden aldım (çay 4500 won, pasta 5900 won).
pembe ayıcıkla

Çayımı bitirip, eve dönmeye hazır olduğuma kanaat getirince aynı cadde üstünde yürüyüp, Gwanghwamun meydanına çıktım. Meydandan dümdüz yukarı çıkıp, evin oraya varacaktım. Ama meydana çıkınca festival ile karşılaştım. Hani demiştim ya tam benim gideceğim gün başlayan kent festivali. Hah işte o başlamıştı. Meydana bir dolu şey getirmişlerdi, insanlar dolaşıyor, eğleniyordu. Gene de bakmayacaktım, bir kere kafama koydum ya eve gitmem gerekiyordu. Ama o kocaman pembe ayıcığı gördüm. Pembe bir ayıcık. Öylece oturuyor meydanda. Tamamen refleks gibi ayıcığa yürüdüm. Önüne geldiğimde fark ettim ki kıvrım kıvrım bir sıra var yanında. İnsanlar sırayla önüne geçiyor, görevli gençler de fotoğraflarını çekiyor. Devasa bir ayıcıkla fotoğraf çektirmek için sıraya girdim ben de. Bir süre sonra başka görevliler gelip, fotoğraf çeken görevli gence yeter sen çekme artık insanlar kendisi yapsın falan dedi, o da bıraktı. Tam tüh dedim, ben ne yapacağım. O sırada hemen önümdeki kadın da yalnızmış meğer, sıra ona gelince bana çeker misin dedi, tabi olur sen de beni çeker misin dedim.
Tamam dedim fotoğrafımı çektirdim gidebilirim. Ama bir baktım önümde bir dolu festival standı duruyor. Anlaşılmıştı, kendimi Seul'den bu kadar çabuk koparamayacaktım. Shin amcaya utana sıkıla çekine mesaj yazdım. Biliyorum öğlende geleceğim dedim ama festivale denk geldim çok eğlenceli burası biraz daha kalabilir miyim ben diye. Şansıma kızmadı, tabiki bak keyfine dedi. Ben de daldım standların arasına. Bir sürü değişik, ilginç aktivite vardı. Hepsine bakmak istiyordum ama önlerinde çok sıra vardı. Bu yüzden en çok istediğim hangisiyse karar verip, sırasına geçtim. Sırada beklerken de etrafı izledim. Sırasına geçtiğim aktivite kendine Koreli ismi bulma gibi bir şeydi. Böyle geleneksel bir fonda, erkekler için olan hanboklardan giyinmiş bir görevli genç bir yer sehpasında oturuyordu. Sehpada bir defter vardı, ayakkabılarınızı çıkarıp çocuğun karşısına oturuyorsunuz, bir süre muhabbet ettikten sonra isminize karar verip size bir Koreli ismi veriyordu. Baya bir bekledim sıramı. Sıra bana gelince oturdum, asıl isim veren çocuğun yanında bir başka görevli çocuk daha oturuyor ve diğer yanında da görevli kızlar buyrun böyle oturun gibi yardımcı oluyordu. Önce ismimi sordular, önümdeki deftere yazdırdılar falan. Bu arada hepsi yüzüme bakıyordu dikkatlice. Çok güzel bir yüzün var dediler, hadi ya oldum içimden, nasıl yani. Ciddilerdi, inanılmazdı. Bu şehirde 10 gün içinde aldığım iltifatların ve beğeninin son 20 yılda yerle bir olan özgüvenime katkısı inanılmazdı. Bir de birkaç ay yaşasam psikolojime neler olurdu hayal edemedim. Neyse bu halimden de yola çıkarak bana 박 별 이 ismini verdiler - Park Byeol-i yani. Byeol yıldız demek bu arada. İsminizi öğrenince bir de yan tarafta duran kiosktan Seul şehri kimliği bastırılıyordu. Kioskun başında da görevli kızlardan biri yardımcı oldu. Sanırım bu festival boyunca böyle üniversite öğrencisi gibi gençleri görevlendirmişler, her yerde onlar koşturuyordu. Çok tatlılardı ama her biri.
Bu aktivite yerlerinin dışındaki standlarsa bilindik, hani böyle butik bir şeyler satan şeylerdi. Sabundur, el işidir, tatlıdır, kalemdir falan. Onlara şöyle bir bakınıp, kendimi meydanın dışına attım. Nasıl olsa akşama kadar vaktim vardı artık. Bir yer görürsem oturur, yemek yerim dedim. Canım ne isterse onu yapacaktım. Yürürken nasıl olduysa bir gökdelene konumlanmış bir avmye denk geldim. Sanırım o meçhur Lotte'lerden biriydi. Sonuçta avm, tuvalete falan giderim, avm de görmedim demeyeyim dedim. Ama hiç hayal edebileceğim gibi değildi içerisi. Neye uğradığımı şaşırdım. Böyle her bir mağazanın kapısında jilet gibi giyinmiş satış görevlileri bekliyordu, içerisi parıl parıl parıldıyordu. Lüksten zehirlenme geçirecektim. Şoka girmiş gibi nereye yürüyeceğimi şaşırdım, tuvalet işaretini bulup, kendimi içine attım. En kısa mesafeden nasıl binanın dışına çıkarım onu düşündüm. Anlatamam size o havayı ya, böyle kendimi nasıl paspal, nasıl fasfakir, 10 yaşıma geri dönmüş hissettim.

Oradan çıkıp, sokaklarda, büyük caddelerde yürüdüm öyle. Arada restaurantlar gördüm, aa burada mı yesem şurada mı diye bakına bakına, karar veremeye veremeye sonunda yine sokak satıcılarının arasına kadar geldim. Off iyi aman atıştıracak bir şeyler alayım elime deyip, bir şeyler yiyerek dolaşmaya başladım. Ama o da ne, Myeongdong'da da festival tüm hızıyla başlamış durumdaydı. Boyunlarında davullarıyla bir müzik grubu yürümeye başladı, biz de kalabalık olarak peşlerinden oynaya oynaya yürüdük. Myeongdong sokaklarında onlar çaldı zıpladı, biz oynadık. Sonra gördüğüm her mağazaya girip baktım. Tüm küpecilere, tokacılara girdim, ne var ne yoksa inceledim. Bir tokacıda gerçi binbir hevesle seçtiğim tokaları kasada bırakmak zorunda kaldım, yine kredi kartım geçmedi, son gün diye de nakitleri harcamıştım.

Myeongdong'da da festivalle eğlenip, tek bir gün bile olsa keyfini çıkardıktan sonra daha fazla üstelemedim. Eve gidip, bavulumu alayım, ancak yola koyulurum dedim. Saat 5 civarı eve dönmüştüm. Shin amca ile Lee teyze beni sokağın başına kadar geçirip, sarılarak veda ettiler. Bir de hediye verdiler, minik bir kimchi kavanozu gibi bir hediyelik. Düşündükçe hala gözlerim doluyor, bu iki tatlı insan bana orada o kısacık zamanda çok güzel duygular geçirdi.
Kocaman bavulumla taş döşeli Seochon sokaklarında ilerlemeye çalıştım. Otobüs durağına gittim ısrarla. Halbuki gideceğim yer tren istasyonuydu, bir taksiye binebilirdim gayet. Bazen gerçekten kafam basmıyor. Ya da o kadar içime işlemiş ki fakirlik, çok derinde. Boyumdan büyük bavulla otobüse sığışmaya çalıştım. Bir pazar akşamıydı, her yer tıka basa doluydu. Otobüse çıkarırken panik oldum, hani herkesi bekletiyorum falan diye. Türkiye'de olsa küfrederler ya, orada sürücü benim panik olmama üzüldü, sakin ol yavaş yavaş çıkar acele etme dedi. Otobüsle Seul İstasyonu'na gittim, saat altıyı geçerken havalimanı AREX'i için biletimi almıştım (yine 9500 won). 18:50'deki trene. İstasyonda oturup, son kez etrafıma bakındım, insanları izledim, annemle konuştum. Hızlı tren Seul'den çıkıp, Incheon'a doğru yol alırken camdan yolu, denizi, binaları izledim. Seul'e veda ediyordum. Tuhaftı. Hiç düşündüğüm gibi olmamıştı ama düşünebileceğimden de güzeldi bir anlamda. Hüzünlüydüm. Mutluydum. Gitmek istemiyordum. Ayrılmak istemiyordum.
7 buçuğu geçerken havalimanındaydım. Çok erken gelmeyi abarttım diyordum ama iyi ki de öyle yapmışım. O akşam Incheon'daki kalabalık inanılmazdı. Kaç kere güvenlikten geçtim bilmiyorum. Bir dolu güvenlik noktasında sıra bekledim. Artık sıra beklemek hayatımın bir amacı gibi oldu. Hele bavul teslim etme sırasında - abartmıyorum - 2 saat bekledim. O geceki İstanbul uçağı tüm milletleri Seul'den götürmekle yükümlüydü sanırım. Herkes vardı sırada. Hele bir de turist kafilesi vardı, 20-30 kişi Türkiye'den. Tüm Kore'yi Japonya'yı almışlardı sanırım, bavul çanta kutu torba...Onu oraya sıkıştıralım bunu buraya sokuşturalım diye saatlerce oyalandılar. 2 saatin sonunda bavulum verebilmiştim ki bu sefer de kontrol için bekledim. Bavulu teslim edip, koltuklara oturup bekliyorsunuz. İçeride kontrol edip, bavulunuzda Kore'den çıkarmamanız gereken bir şeyler bulurlarsa isminizi söylüyorlar, geri gidiyorsunuz. Öyle de bir 15 dakika oturdum bekledim. Sonunda neyimi çağıracaklar, BTS albümüne mi kızacaklar diyerek kalktım, bu sefer de kapı sırasına girmeye gittim. Kapıların olduğu bölümde de yarım saat sıra bekledikten ve güvenlikten geçebildikten sonra nihayet uçağın kapısını bulacağım alana geldim diye sevinmiştim.

Ama orası da devasa bir alandı. Ucu bucağı yoktu. Susamıştım, acıkmıştım ama saat on buçuğa gelmişti, koskoca alanda bir tane açık yer yoktu. Boydan boya yürüdüm, koşturdum, etrafa bakındım. Sonunda görevlilere denk gelip açık yer var mı dedim, ileride Starbucks var o açık bir dediler :) Şaka değildi. O saatte Incheon'da tek bir açık yer vardı, o da Starbucks'tı ve onun da önünde kilometrelerce sıra vardı. Uçak iyi ki gece yarısındaymış dedim. Su alacaktım sadece, ama önümdekilerden bir tanesinin dolaptan bir şeyler aldığını görünce bakındım. Greek yogurt görünce ooo gecenin bu vaktinde sevgili dostum da buradaymış diye bir tane ondan alayım dedim. Alırken kafayı dolaba geçirdim, kasada çocuk korktu, arkamdaki kızla arkadaşı şaşkınlıkla durdu önce, ben de onlara baktım, karşılıklı güldük sonra napalım. Çok yorgun, çok üzgün ve susuzdum. Halime güldüm. İki su ile bir minik yoğurt aldım (950x2 won ve 4200 won). Uçağın kapısının olduğu yerde oturup, beklerken yoğurdumu yedim.
Şu an düşündüğümde dönüş uçağı ile ilgili gözümün önüne hiçbir şey gelmiyor. İstanbul'dan Seul'e gittiğim yolculuğu tüm hatlarıyla hatırlıyorum ama Seul'den İstanbul'a nasıl geldim hiç hatırlayamıyorum. Çok tuhaf. Görüntüler direkt İstanbul'da havalimanında daha güneş doğmamışken Ankara uçağını beklediğim andan başlıyor. Kucağımda Ben's Cookies'den aldığım kurabiyeler. Elimdeki Seul kimliğine bakıyorum. İstanbul'da olduğuma inanamıyorum. Rahatsız sandalyelere uzanmışım, kocaman camlardan gökyüzü görünüyor. Önce koyu maviyken yavaş yavaş aralanıyor. Güneşin doğuşunu izliyorum İstanbul Havalimanı'nda. Döndüm diyorum. Neden döndüm ki? Başka gittiğim hiçbir yerden dönüşte böyle hissetmedim. Hepsinden dönüşte ilk anda hep bir rahatlık hissetmiştim. Roma'dan mesela dönüşte mutluydum. Yani genel anlamda Roma'da artık yaşamıyor olacağıma üzülüyordum ama o anda dönmüş olmaktan memnundum. Sanki birkaç günlüğüne kampa gitmişim de, eve geri dönüyormuşum, sıcak banyomu yapıp, pijjamalarımı giyip, kanepeye uzanıp tv izleyecekmişim gibi bir histi o zaman. Gezdiğim yerlerde mutlu hissetmiş olsam da, her seferinde ulan bu ülkeden nefret ediyorum niye dönüyorum da desem, döndüğüme mutlu oluyordum çünkü o pijama hissi vardı.

Oysa bu sefer...Farklıydı. Bilmiyorum tek başıma olduğum ilk seyahat olmasından mıydı, hayatımın belki değişik bir evresi mi olmasındandı ya da ben mi değişmiştim...Ya da...Seul olmasından mıydı? Belki gerçekten de bu sefer ev diyebileceğim bir his oluşturmasından mıydı? Bilmiyorum. Bilemiyorum. Üniversitedeyken tüm her şeyden o kadar bunaldığımda, gecenin bir vakti odamın camına alnımı dayayıp, kapkaranlık geceye bakardım. Kafamı cama vurduğumu fark etmeden eve gitmek istiyorum diye mırıldanırdım. Mırıldandığımı da kafamı cama vurduğumu da sonradan fark edip, dururdum. Evdeydim, içeride annemle babam odalarındaydı, odamdaydım, arkamda benim eşyalarım vardı. Ama eve gitmek istiyordum. Bilmiyordum.
İstanbul'dan Ankara'ya gelecek uçak bomboştu. En arkadan almıştım bileti gene de. Mayıs sabahının serinliğinde koltuğuma geçtiğimde tükenmiştim. 3lü koltuğa uzanıp, kalmışım. Kalkışa geçerken hostes uyandırdı. Yatak dışında bir yerde uyuyabilmem için gerçekten bayılmış olmam gerekiyor, düşünün halimi. Öğlene doğru eve girebilmiştim. Pazartesi sabahıydı. 1 Mayıs. Salı sabahı işe gittim. Hiçbir şey olmamış gibi. Sanki daha dün dünyanın bir ucunda değilmişim gibi.
Lee teyze ile Shin amcanın hediyesi


amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...