28 Mart 2016 Pazartesi

Doğu Yücel'in "Varolmayanlar"ı

Dünya tuhaf tuhaf olaylara sahne olurken, dışarıda fantastik filmlerden fırlamış gibi duran yaratıklar dolaşıyor ve insanlar nereden çıktığı belli olmayan bir dolu değişik şeyle uğraşmak zorunda kalıyorken sonunda tüm bunlara sebep olan adamla ya da dünyayı buraya getiren süreçle ilgili herşeyin yazılı olduğu günlükler bulunur. Gazetelerin Kıyamet Günlükleri adını verdiği bu günlükler genç bir adamın, her gün işine aynı dakikada giden, her yaptığını belli bir sırayla yapan, sevgilisiyle arkadaşlarıyla yemek yiyen, muhabbet eden bir adamın düzenli hayatı olarak başlar. Ama bir noktada bu "aşırı" düzenli hayata bir şeyler olmaya başlar. Genç adam tamamen farklı bir dünyayla tanışır ve kendi geçmişinin derinliklerine doğru yol alır. Yolu ilerledikçe her şey daha da arap saçına dönmeye başlar.
Doğu Yücel'in bu yazdığı 3.kitap sanırım ama benim okuduğum 2.kitabı. "Hayalet Kitap"ı bundan 4 önce anlatmışım (burada), şimdi okuyunca o zaman yazdıklarıma çok salak buldum kendimi ya neyse. 4 yıl ama sanki çook uzun zaman olmuş gibi, o yazıyı yazan benden çok farklı biriymiş gibi. Öff gene kendi şeyime daldım, ne diyordum, Varolmayanlar.
Genç bir adamın adım adım kocaman ve farklı bir dünyayı keşfedişini anlattığı günlükler şeklinde yazmış Doğu Yücel Varolmayanlar'ı. Adını bilmediğimiz, kendisinin de söylemediği bu adam ilk başta aslında hepimizin geçtiği o yolda, düzgünce, hiç bir sorun olmadan ilerliyor. Hemen hemen hepimiz kabul görür bir üniversitede okuyup, bitirip, işe girdik ve toplumun bizi kabul edeceği şekilde yaşamaya çalıştık bu adam gibi. Sonra da her sabah aynı saatte kalkıp, aynı işlemleri tekrarlayıp, işimize ulaştık, tüm gün anlamsızca çabaladıktan sonra yine aynı saatte aynı şeyleri yapmak üzere yataklarımıza girdik. Genç adam da böyle, ta ki o rüyayı görüp o kırılma noktasını yaşayana dek. Kahramanımızın bu alabildiğine düzenli hayatı bundan sonra tepetaklak oluyor, Sıfırlar'la Varolmayanlar'la hayalperestlerle ve kendisiyle tanışıyor.

Böyle bakınca ben ölürüm biterim bu kitaba demiştim, ilk başta. Her şeyiyle en mükemmel karışım gibi duyuyordu. Anlatış şekliyle (günlükler), anlatım tarzıyla (bizimle aynı sistemi yaşamış bir yazarın dilinden, bildiğimiz Türk genci işte ağzı işte) ve söylemleriyle (hayalgücümüz sahip olduğumuz en önemli şey, bunu elimizden almaya çalışıyorlar) mükemmel duruyordu. Güzel de başladı zaten. Doğu abinin genç adamın kırılma noktasına kadar olan kısmı anlatışı o kadar mükemmeldi ki bir an karşınızda kanlı canlı olarak kendinizi, dostlarınızı, işten tanıdığınız tüm o insanları buluyorsunuz. Sonrasında kovalama sahnesi türünden yazdığı kısımlar daha bir şahane. Resmen şimdi gitsem de yanına abi inanamadım mükemmel olmuş yok böyle birşey diye sarılsam dedim. Ama sonra ufaktan bir şeylerin beni rahatsız ettiğini fark etmeye başladım. Hikayenin gelişim aşamasında, Varolmayanlar'ın, kuralların falan anlatıldığı yerlerde aslında tam da ifade edemediğim bir şeyler vardı beni rahatsız eden. Kahramanımızın erkek olmasından kaynaklı diye düşündüm önce, bakış açısı, her bir şeyi buram buram tersti yani ama sadece bu kadarlık bir şey değildir dedim. Sanki bazı şeyleri anlatmayı seçtiği yolları beğenmemişim gibi. Bilemedim. Sonra hikayeyi sonuca getirirken de bir kayboldum, toparlayamadım, bünyem kabul etmedi mesela. Bütününe baktığımda bu yüzden, kitap önce mükemmel bir yere çıkartıp sonra birden değil de yavaş yavaş yere indiriyor gibi geldi beni. Ama (bakın dikkat edin bu kocaman bir ama) daha önce de dediğim gibi Varolmayanlar aslında çok daha büyük bir söylemi içeriyor. Üzerine çok daha düşünülmesi gereken bir şeyler söylemeye çalışıyor. Kendinizi buluyorsunuz o satırlarda (bu kitabı elinize aldıysanız zaten siz de büyük ihtimalle bir Varolmayansınızdır çünkü diye düşünüyorum ben), boğazınıza bir şeyler düğümleniyor.
"Hayalcilerin bir özelliği de diğerlerini düşünmeleridir, fazlasıyla, hastalık boyutunda düşünmeleridir. Diğerlerini düşünmek, muhtaçlar için bağış kampanyaları düzenlemek anlamında değildir. Çok daha küçük detaylarda diğerlerini düşünmekten bahsediyoruz. Mesela takside, taksi şoförü sana bozulur diye kulaklıkla müzik dinleyememektir. Ya da bozuk paran olmadığı için bakkalı daha fazla uğraştırdığından dolayı kısa süreli acı çekmektir. Yürüyen merdivenlerde sağda dursan bile aşağıdan yürüyen birine azcık mani olurum da geçmesini zorlaştırırım diye korku duymaktır. Sonuçta biz varolmayanlarız, bu varoluşa uymadığı için hiçliği tercih eden, dünyayı hayallerle boyamayı hayal eden bir avuç sersem hayalciyiz. Neden bir gerçekçinin birkaç saniyesine mal olmaktan çekinelim ki diye soruyor olabilirsin. Ama mevzu o kadar basit değil. Biz varolmayanlar, sıfırlar ya da hayalciler...Şu an hapsedildiğimiz bu gerçekliği güzelleştirmek istiyorsak karşılaştığımız insanların, onlar gerçekçi olsa bile, hayatlarınız zorlaştıracak hareketlerde bulunmak istemeyiz. Onlar bizim hayatlarımızı kabusa çevirmekte beis görmemiş olabilirler ama biz, hem onlar hem kendimiz için dünyayı düzeltmekle, varoluşu tamir etmekle yükümlüyüz. Onun için, gerçekçilerin kapattıkları kapıyı açana kadar her an en ufak harekette bile etrafımızı düşünmemiz gerekir. Hayalperest kırılganlığıdır bu; kendi hazzından çok başkasını düşünmek..."
 Anlıyorsunuz, hah tamam işte demek ki bundanmış, bende bir sorun yokmuş diyebiliyorsunuz mesela. Ya da daha beter oluyorsunuz, o zaman hiç mi umut yok diyorsunuz, hiç mi umut yok bu gerçekçi dünyaya uyum sağlayabilmem, onların arasında mutlu olabilmem için.
Ama gene de iyi geliyor bir şekilde Varolmayanlar. Üzerine düşünecek ve yazacak ve hayal edecek daha çok şeyler verdiği için.

(Bende kitabın aralık 2011 tarihli 3.baskısı var Doğan Kitap'tan, herhalde Ankamall'deki D&R'dan almıştım. 24 tl yazıyor arkasında, 4 sene önce aldığımda. Şimdiyse netten sipariş ettiğinizde Babil'de, D&R'da, KitapYurdu'nda 19,60 tl'ye geliyor.)

Twitter'da Doğu Yücel
Instagram'da Doğu Yücel
http://www.doguyucel.com/

26 Mart 2016 Cumartesi

timor et audacia

“I have accepted fear as part of life – specifically the fear of change... I have gone ahead despite the pounding in the heart that says: turn back....”
demiş Erica Jong. Bugün yine sevdiğim insanlar, pek değer verdiğim insanlar gazı verdi bir güzel yine, 'sen çok zekisin sen çok akıllısın istedin mi her şeyi yaparsın bu insanların hepsini cebinden çıkarırsın sadece kendine inan bak yaptıkların çok cesurca korkmana gerek yok endişe etmene de gerek vazgeçme git oralara' diye. Hadi bakalım.

25 Mart 2016 Cuma

if i could turn back time

Bugün sabahtan beri evin dışındaydım. 8 buçukta evden adeta uçarak son anda binmeyi başardığım trenle başlayan yorucu günüm akşamın 10'unda kurstan arkadaşın arabayla bırakmak gibi bir mucizesine denk gelerek sona erdi. Günün ortasında bir ara, okuldaki, sunum yaptığım dersten çıkmış, kurs saatine kadar boş sınıfta oturmuş tekrar yapayım derken ve uykum çok pis bastırmışken radyoda birden o sesi duymaya başladım. Böyle çook eski bir dostumu görmüş gibi. Böyle çook uzun yılların ardında bıraktığım "ben" olduğunu bildiğim ama artık tamamen başkası gibi gelen birinin hatırası gibi. Bir değişik oldum, sabah da çünkü 10 yıl önce her günümü geçirdiğim, hayatımın devasa bir parçasını oluşturan, üniversitenin oralarda yürümüştüm. Tandoğan'dan çıktım, Maltepe'de her günümüzü geçirdiğimiz Simmit'i arayarak gözlerim yürümeye devam ettim. Ama her yer değişmişti, tüm dükkanlar tüm kafeler. Simmit de dayanamamış belli ki yıllara. Başka başka şeyler gelmiş her bir yana. Fakültenin arka kapısından yan tarafına dolandım, ön kapının oraya çıktım sonra. Sıhhiye Köprüsü'nün üzerine doğru yürürken içimde kocaman bir boşluk açılmış gibi hissettim. Birileri anılarımı almış gibi hissettim elimden, birileri tarihimi, hatırladıklarımı, beni ben yapan şeyleri teker teker elimden alıyormuş gibi hissettim. O, dersten çıkıp tamamen ayaklarımız bizi götürdüğü için gittiğimiz ufacık kafede oturduğumuz zamanlar tamamen bir başkasının hayatı gibi geliyor şu an. O müzik kutusu, o plastik saplı cam bardaklardaki çaylar, o patatesli poğaçalar, ben aç aç bakınca ufak kurabiyelerden ikram eden amca, yeşile pembeye boyalı duvarlar,..O kadar kötüydüm ki bu sabah oradan yürürken. Yeniden o anlardan birine dönebilmek için neler vermezdim. Yine orada oturup algoritma ödevi yapmaya, kod yazmaya çalışmaya, lab raporu hazırlamaya, Xilinx'i Visual Studio'yu çalıştırmaya çabalamaya bile razıyım. Sadece istiyorum ki 10 yıl öncesine dönebileyim, yanımda Cey karşımda Gönül oturuyor olsun, arkamızdaki müzik kutusundan derinden bir Duman çalıyor olsun.
İşte öyle bir ruh halinde geçen günün ortasında çalmaya başladı şarkı. Bu sefer daha da öncesine gittim ben. Öyle ya 2001'miş çıkışı şarkının. Nasıl dinlediğimi, neler düşündüğümü, neler hayal ettiğimi hatırlattı notalar bir bir üzerime yığılırken. Sadece diyeceğim o ki çok güzel şarkıdır bu. Herkese ayrı bir şey anlatır.

22 Mart 2016 Salı

“I wish it need not have happened in my time"

Fellowship of The Ring'te Frodo görevinin tüm ağırlığını ilk defa düşündüğünde, önünde, hepsinin önünde uzanan, yaşadıkları dünyanın üzerine çökmekte olan kapkaranlık gecenin ilk defa farkına vardığında şöyle bir şey demişti: “I wish it need not have happened in my time". Bunun üzerine söylenecek bir şey yok ya, Gandalf gene de söylemişti: "So do I, and so do all who live to see such times. But that is not for them to decide. All we have to decide is what to do with the time that is given us.”
Ben de öyle diyorum Frodo gibi, keşke benim zamanımda olmasaydı, keşke böylesi bir zamanda, her şeyin kötüleşeceği, daha karanlık bir çağın şafağında yaşamıyor olsaydım. 1914'te yaşayan insanlar da, 1939'da yaşayanlar da böyle düşünmüş müydü bilmiyorum. Dünya hepsinden sağ çıktı aslında, hepsini atlattı, insanlar hep bir şekilde devam etti. Frodo da yaşadı elbet yüzüğü lavların arasına gönderdikten sonra. Ama nasıl yaşadılar o gördüklerinden, o zamanlardan sonra?
Belki de Gandalf biraz olsun haklıdır.

21 Mart 2016 Pazartesi

{2013 Oscarlarından} Argo (2012) - Cahil İranlılar'a film çeviren kahraman Amerikalılar

This is the Persian Empire known today as Iran. For 2,500 years, this land was ruled by a series of kings, known as shahs. In 1950, the people of Iran elected Mohammad Mossadeqh, a secular democrat, as Prime Minister. He nationalized British and U.S. petroleum holdings, returning Iran's oil to it's people. But in 1953, the U.S. and Great Britain engineered a coup d'etat that deposed Mossadeqh and installed Reza Pahlavi as shah. The young Shah was known for opulence and excess. His wife was rumored to bathe in milk while the shah had his lunches flown in by Concorde from Paris. The people starved. The shah kept power through his ruthless internal police; the SAVAK. An era of torture and fear began. He then began a campaign to westernize Iran, enraging a mostly traditional Shiite population. In 1979, the people of Iran overthrew the shah. The exiled cleric, Ayatollah Khomeini, returned to rule Iran. It descended into score-settling, death squads and chaos. Dying of cancer, the shah as given asylum in the U.S. The Iranian people took to the streets outside the U.S. Embassy, demanding the shah be returned, tried and hanged.
Ve filmimiz konsolosluğa (büyükelçilik mi konsolosluk mu ben bilmem artık) delicesine saldıran İranlıların görüntüsü ile açılıyor. İçerde yakaladıkları herkesi esir alıyorlar. Ama 6 çalışan bu cehennemden sıvışıp, Kanada büyükelçiliğine sığınıyor. Dışarıda kaos, ölüm naraları, her köşe başında infaz varken, tüm İran yükselen bir Amerika nefretiyle dolarken bu 6 Amerikalı, Kanada büyükelçiliğinde kaderlerini beklemeye başlar.
kaynak: Slate
Film eski CIA ajanı Tony Mendez'in yazdığı biyografisinden uyarlama. Gerçekten de 1980'de CIA'in Kanada ile birlikte gerçekleştirdiği operasyon, Argo isminde bir bilim kurgu filmi çekiyormuş gibi İran'a gidip, oradaki 6 kişiyi film ekibi gibi ülkeden çıkardıkları gerçek bir operasyon. Ha tam olarak filmde anlatıldığı gibi olmamış ama sonuçta böyle bir şey yapmışlar, hakikaten film gibi. Yani ne bileyim yıllardır izleyip duruyoruz ya hollywoodun olağanüstü olarak anlattığı bazı şeyleri, ama işte bazı şeyler de gerçekmiş diyor insan.
Hikaye için yaşadığımız şaşkınlığı bir de bu film nasıl en iyi film oscar'ını almış diyerek yaşıyoruz. Çünkü her ne kadar eli yüzü düzgün bir film olsa da, izlemesi keyifli, yeri geldiğinde heyecanlı yeri geldiğinde eğlenceli olsa da, filmin olağanüstü parladığı bir nokta yok. Oyuncuların ekstra bir performansı yok, filmin söylediği, söylemek istediği çok önemli, çok yeni birşey yok. Hani bazı akşamlar hiçbir şey yoktur da hep beraber tvye bakarken bir aksiyon filmine denk geliriz, izleriz, biter ya çayımızı içerken, öyle bir film. Ha gömmüyorum filmi, öyle demedim. Beğendim, izlemekten keyif aldım, hatta bu filmi izlediğim günlerde çok da iyi geldi. Ama dediğim gibi, öyle bir film.

IMDb'de Argo
History vs. Hollywood'da filmin gerçek hikayesi

Suffragette (2015) - Feminizm mi o da ne?!

1900'lerin ilk yıllarında, Britanya'da, güneş batmayan imparatorlukta sefaletin içinde bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts'ın tek derdi üç beş kuruş kazandığı parayı, aynı çamaşırhanede çalışan kocası Sonny'nin kazandıklarıyla birleştirip, küçük oğulları George'un karnını doyurmaktır. Annesi de orada çalışmış, Maud o çamaşırhaneye doğmuştur zaten, başka bildiği bir hayat yoktur. Kullandıkları maddeler ve çalışma koşullarından dolayı zaten yaşam süreleri de kısadır çamaşırcıların. Önünde olsa olsa bir 10 yıl ancak vardır Maud'un. Öyle yaşar. Ama dünyada, Britanya'da birşeyler olmaktadır, kadınlar etrafta bağırmaktadır oy hakkı için. Çamaşırhanede ve iki göz odada geçen hayatının içinde Maud için üzerine düşünülecek şeyler değildir bunlar. Ama çamaşırhanede Violet Miller işe başlar ve Violet, kadınlara oy ve eşitlik gibi konularda savaşan Suffragette hareketinin oldukça aktif, dik başlı üyesidir her ne kadar her akşam kocasından dayak yemeyi ihmal etmese de.Violet sayesinde tanıştığı bu yeni dünya ve fikirlerin içine çekilir Maud ne olduğunu anlamadan.
Suffragette bu şekilde Maud'un üzerinden o dönemde Britanya'daki kadın hareketini anlatmaya çabalıyor. Bir kere izlemesi biraz zor, çok durağan bir akışı var. Büyük büyük oynayan kimse yok, her bir oyuncu kameranın önünden adeta birer duvarın içine hapsedilmiş, üstüne kireç atılmış gibi geçiyor. O duvarın içinde sessizce attıkları çığlıkları hissetmemiz için belki de. Kimse ajitasyon yapmıyor, kimse durumunu anlatmak için kendini parçalamıyor. Sessizce kendi yolunda duruyor ve biz o duvarlarla birlikte o çığlıkların bize çarptığını anlıyoruz.
Filmin kendi içinde tutarlı olan hikayesinin tarihi arkaplanına baktığımızda ise çok farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Açıkçası Suffragette hareketi ile, bunun dünyadaki, hatta Türkiye'deki paralelleriyle (tüh bu kelimeyi kullanmayaydım! ama başka bir kelime de olmuyor yerine, neyse kısmet artık) ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım böyle kocaman bir çoğunluğuz biz, ilkokuldan itibaren kız erkek hepimiz aynı mottoyu ezberleyip, yol ediliveriyoruz. Ne o işte, kadınlara seçme ve seçilme hakkı şu tarihte verilmiştir, bu tarih işte dünyadaki birçok gelişmiş ülkeden daha erkendir, biz şahaneyiz bir harikayız yaşasın biz! (Unuttuysanız, ki okulda öğrettikleri pek çok şey gibi bunu da unuttuğunuzu-unuttuğumuzu biliyorum, wikipedia). Sanki öyle birden bire, gökten iner gibi, meclis durmuş hadi kadınlara da bu hakkı veriverelim demiş gibi. Ne öncesi ne sonrası var bu bilgimizin. Verilmiş mi, verilmiş verilmiş. O zaman sorun yok. Böyle bildik biz.
kaynak: Michigan Daily
Ama meğerse dünyada neler olmuş, burada neler olmuş? Yalnız bir şey diyeceğim, elimde olmadan sinirimden gülüyorum bunları yazarken. O kadar saçma geliyor ki böyle bir ülkede şu an kadın hakkı falan filan diye yazmak. Allahım yarabbim ben neyden bahsediyorum acaba diye bir gülmedir alıyor yarım saattir. Ah ama napıyorum ben gülmek hiç yakışıyor mu bir kadına, ne densizlik ne hadsizlik! İçime şeytan mı kaçtı nedir, aa ama zaten kadın olarak şeytanın ta kendisi oluyorum ya ben, daha neyin sorgusu bu. Zaten 30 yaşıma gelmiş kadınlık görevlerimin hiçbirini yerine de getirmemişim ne evlenmek ne çocuk, ana da olmadığıma göre kadın da sayılmam, kız mıyım kadın mıyım bilmem çok afedersiniz. Neyse en azından bombayla falan ölemeyen kadınları da erkekler gerektiği gibi öldürüyor çok şükür, hiç dert etmeme gerek yok kendimle ilgili.
kaynak: History Today
O değil de aslında Abi Morgan'ın yazdığı senaryo da esasında tam olarak durumun içeriğini bize yansıtmıyor-muş, okuduğum kadarıyla öyle anladım ben. Britanya'da bu seçilme olayı zaten belli bir kesimin, hadi ben diyeyim zengin perukluların siz diyin kelli felli aristokratların burjuvaların elinde olan bir şeymiş. Yani erkeklerin de hepsinde bu hak yokmuş. En azından kadın-erkek diye değil, zengin-fakir diye ayrım varmış buna da şükür! (Te Allahım!). Kadınların bu konudaki ilk hareketi de yine aslında bir kısım kadına bu hakkın verilmesi yönündeymiş. Yani tam olarak bizim bugün anladığımız türden bir hareket değil gibi görünüyor filmin anlattığı dönemdeki olaylar. Ama tabi çok okumak ve yine okumak gerek. Ben hızlıca bir göz gezdirmemin yalancısıyım (ulan valla şu minos saraylarını, hitit sanatının iciğini biciğini okumaktan vaktim olsa okuyacaktım yeminle).
Yalnız Carey Mulligan'a bitiyorum biliyor musunuz? (bir de Romola Garai'ye :>)
kaynak: Time Out


evde

Neyse bugün de eve sağ salim ulaştım. Sabahtan binbir panikle evden kütüphaneye ulaştıktan sonra baya bir çalıştım, ettim ama hesapladığımdan önce bitti. Yani sanırım aceleye getirdim, çok üşüdüm çünkü kütüphanede bir de acıktım. Ve zaten hastayım cumadan beri, burnum foşur foşur. Her burnumu sildiğimde kulaklarım çatırdıyor. Boğazım biraz düzelir gibi, antibiyotik ve nurofen işe yaramış olabilir o konuda. Ama hastayım. Sanırsam o sebeple ayrıca üşüdüm ama soğuktu be valla. Özellikle okuma salonu yani, buz gibi. Ordan çıktığım anda tuvalete falan giderken, fotokopi makinelerinin olduğu yer falan sıcacık, salon resmen buzhane. Kitaplar ekşimesin diye mi acaba?! Her neyse duramadım öyle daha fazla. Geri döndüm eve işim bitince. Yatıyorum valla şu an, İtalyanca kursuna da gidemedim. Saraylardan, metal kapların kabartmalarından, demirden tahtadan, çatalhöyük'ten, eponym listelerinden öğk geldi. O yüzden filmleri yazayım hazır yatarken. Bu arada resmen nefes alabilmek için film izliyorum da. Hani boş zamanlarımda film izlerim müzik dinlerim derler ya, boş olmayınca müzik dinlenmiyor mu derdim hep. Nasıl yani müzik her an olabilen, refleks gibi bir şey değil mi derdim. Hah şimdi onun gibi, film izlemek de nefes almak gibi oldu bana. Bu ortamda panik atak geçirmeme engel olan tek şey film izlemek şu anda.
Kısa kestim tamam, sadece ben evdeyim diyecektim, bugün yine doğuda genç insanlar boşu boşuna öldü ama ben eve sağ salim gelebildim.

20 Mart 2016 Pazar

aklımı mı kaçırıyorum kafayı mı sıyırıyorum

İnsanlar nelerle uğraşıyor ben neyle uğraşıyorum? Valla içim böyle taştı taşacak. Şu ortamda, ruh halinde hiç önemi yokmuş gibi gelen ödevleri yetiştirmeye uğraşıyorum. Çünkü yapmazsam karşılarına çıktığımda hocaların tepkisini hayal edebiliyorum. Çünkü sanırım onlarla aynı evrende, boyutta yaşamıyoruz. Ama son bir haftadır, işte malum şeyden beri evden çıkamıyorum, gitmem gereken yerlere gidemiyorum, hayatımı sürdürmemi sağlayan şeyleri yapmak için bulunmam gereken yerlerde bulunamıyorum. Son bir haftadır kütüphanede çılgınlar gibi kitapları karıştırıyor olmam gerekiyordu, gidemedim, gidemiyorum. Yarın, salı günkü dersten önceki son şansım kütüphaneye gidip, sunumumu bitirebilecek materyale ulaşabilmem için. Ama yarını da olabilecek en salak gün haline getirdiler. Yarın tüm gün deliler gibi o kütüphanede oturup, milyonlarca şeyi incelemem, okumam, sonra da sunum hazırlamam gerekiyor ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Gitsem nasıl döneceğimi ya da. Hatta gittim diyelim tüm gün orada açlıkla nasıl baş edeceğimi de. Çünkü yemek yemek için merkezi bir yere gitmem gerekiyor ve gitmemeliyim. Olur da şansım yaver gider patlamazsa hiçbir yer, bu sefer de olayların çıkması olasılığı çok yüksek. Ki bu durumda da eve dönmek için tüm o cehennemin içinden geçmem gerekecek. Ha bir de aslında 3 kütüphane var işime yarayan ve gereken ama diğer ikisini aklımın ucundan bile geçiremiyorum, oralara ulaşmak için resmen Er Ryan'ı Kurtarmak oynamam lazım. Bulundukları yer de Hitler'in karargahı gibi birşey. O yüzden geriye tek olasılık kalıyor, o kütüphanede de az birşeyler var. Şahane bir durumdayım yani. Hocam valla daha fazla bulamadım, bir şekilde hayatta kalmak için kütüphaneye gidemez, araştırma yapamazdım derim artık. Hayır gerçekten kafayı üşütmek üzereyim. Yarın için yüz tane senaryo oluşturdum kafamda, nerden nasıl binerim, hangi araçla giderim, nerden birşeyler atıştırabilirim, ya kütüphaneye saldırırlarsa ne yaparım, otobüs mü tren mi, hangisinden kaçmak daha kolay olur, o parkın oradan geçmeden nasıl kursa giderim, peki ya köprüyü ne yapacağız o daha yaş iş, peki hadi kendimi mayın tarlasına attığıma değmezse bulamazsam kütüphanede yeteri kadar materyal? Hayır anlamıyorum ki niye artık herşeyi dijitalleştirmiyorlar inatla? Gazeteler bile kağıt olarak yayınlanmayı bırakıyor tek tek, bu kütüphanelerin derdi ne?
Ne yapacağım bilmiyorum. Herkes her gün işlerine okullarına gitmeye devam ediyor değil mi, benim derdim de neyse. Ama yarın da çok sakat ya.

19 Mart 2016 Cumartesi

suluboya süper kahramanlar

Clementine abla Sidney-Avustralya'da yaşayan Fransız bir illüstratör. Ben kendisini instagramda takip ediyorum, pek güzel işler yapıyor. Bu aşağıdakiler onun özellikle beğendiğim suluboya resimlerinden, - pek ihtiyaç duyduğumuz - süper kahramanlar.
(Web Sitesi: Blule)

(resimler için kaynağımız: Bored Panda)

Bilinen Evrenin Logaritmik Haritası

kaynak: This is Colossal


devam ediyorum

Bazen geçecek diyorum. Geçebilecek bir zaman sonra. Çünkü herşey düzelecek. Düzelmek zorunda, değil mi? Hiçbir şey olmamış gibi, olmuyor gibi davranmak değil de, devam etmek daha çok. Ödevlerimi yapmaya devam edersem, kitap okumaya devam edersem, film izlemeye devam edersem,...belki herşey düzelir diye devam etmek sadece. Ama bir de ya olmazsa. Yani ne bileyim, olur da hayatta kalmayı başarırsam, bir gün, yıllar yıllar sonra genç insanlar, çocuklar sorduğunda ne diyeceğim? Bombalar patlıyordu, herşey sarpa sarıyordu ama ben ödev yapmaya devam ettim mi diyeceğim? Eskiden bakın orada, haritanın üzerinde buraları işaret edip bir yandan, bir ülke vardı bombalar patlamadan, savaştan önce, biz orada yaşıyorduk, bombalar patlıyordu insanlar ölüyordu ama ben kitap okumaya devam ettim mi diyeceğim? Herkes evine hapsetmişti kendini, belki orada güvende oluruz diye. Belki kafamızı uzatmazsak ne oluyor diye pencereden dışarı, güvende olurduk ha?
Sadece devam ediyorum.

Andrew Miller'ın "Saf"ı

valla çektiğim fotoda renkleri
soldu gitti kitabın oysaki
vurulduğum renkler ah o renkler!
şu (link) fotoğraftan görebilirsiniz
Devrimin usul usul ayak seslerini dinlettiği bir zamanda, sene 1785'te taşradan genç bir mühendis, saf mı saf Jean-Baptiste Baratte Paris'in orta yerindeki bir mezarlığı bir nevi "kentsel dönüşüm" kapsamında kaldırıp, temizlemek için görevlendirilir. Tüm coşkusuyla ufak ve hayallerle dolu dünyasından fırlayıp gelen Jean-Baptiste'in bu içine düşüverdiği dünya ile ilgili, yapmak zorunda olduğu iş ile ilgili aslında hiç bir fikri olmadığını fark etmesi uzun sürmez. Ama onun bu tertemiz saflığının devrim ortamındaki Paris ve onun bir değişik insanları tarafından, ve dahi Les Innocents Mezarlığı'ndan fışkırmakta olan kemikler tarafından eğilip, bükülmesi, yeniden şekillendirilmesi oldukça sancılı bir hikayeyi oluşturur. Genç ama "o kadar da genç olmayan" mühendis sonunda tamamen "Beche"ye dönüşür.
(Bu arada kitabın ismi Saf olarak çevrilmiş, doğru gayet evet ama orijinali "Pure" yani öyle aslında bir "naive" gibi bir saf değil yazarın kastettiği.)
Andrew Miller'ın kendisi,
şanslı herif
Kaynak:Goodreads
Britanyalı yazar Andrew Miller'ın bu kitabını Arkadaş Kitabevi'nde geçen sene dolanırken birdenbire karşımda görünce dayanamayıp almıştım. Açıkçası hiçbir fikrim yoktu ne olduğuna dair, sadece kapağı ve ismi beni böyle oltayla tutup yakaladı. Ayaküstü şöyle bir inceledim, arka kapak yazısını okudum ve hımm neden olmasın dedim, aldım. Hani bazı kültürler vardır mesela, elinizde olmadan çekici gelir. Herkes için farklıdır bu kültürün ismi ya da ülke, şehir. Valla ne yalan diyeyim bu Fransız kültürü bana en uzak gelenlerinden birisi. Kendimi bildim bileli böyle. Hiç ısınamadım. Edebiyatı, sineması, mutfağı...hiç de öyle aman bir bakayım aa bu da ilginçmiş dedirtmedi. Ha tamam ilginçti belki, ilginçlikleri vardı ama hiç bir içimden gelmedi. Tarihleri falan hep çok karmaşık geldi. Ne bileyim belki daha ufacıkken Rose of Versailles'in kafamı allak bullak etmesindendir ya da Victor Hugo'nun Sefiller'de hepten ayarlarımı bozmasındandır. Hatta Falubert'in rolünü kesinlikle inkar edemem, pislik herif. Neyse, sinirlerimizi sakin tutalım. Uzun lafın kısası, Fransa olayı beni bozuyor, hiç gelemiyorum. O yüzden kitap uzaktan pek bir çekici gelse de alırken, sonra elime alıp okurken baya tereddüt ettim.
Ama hiç gerek yokmuş. Andrew Miller'ın bu saf mühendisin biçimlenişini anlatışı soğuk da olsa bir sarıveriyor insanı. Dönemi tüm detaylarıyla iliklerinize işliyor, resmen o pis kokuyu duyuyorsunuz burun deliklerinizde. Kafanızdan sızan kanı hissedebiliyorsunuz. Çoğu zaman Jean-Baptiste'in aklının içinde dolanıyoruz, düşünceleriyle, düşünemedikleriyle savruluyoruz. Miller'ın anlatımında seçtiği yol şimdiki zaman, sanırım bunun da oldukça büyük etkisi var kitabın, hikayenin savruluşunda.
Bir de aman aman bayılmasam da böyle kitaplara, içimde okurken hep şöyle bir ses söylenmeye başlıyor, ulan keşke ben de yazabilsem böyle diye. Yani evet beni sıktığı yerler oldu, öyle vaaay diyerek okumadım ama seçtiği hikaye, o hikayeyi anlatış biçimi, sıralaması, neyi nerde nasıl anlatacağını o şekilde düzenlemiş olması falan hep bir kıskançlık yarattı bende. Keşke yazabilsem böyle dedim. Böyle eli yüzü düzgün, böyle dört başı mamur (bu kelime böyle mi ya?). Bakalım artık.

Ben Arkadaş'tan Kırmızı Kedi Yayınevi'nin Volkan Atmaca çevirisi olan ocak 2015 basımını 25 tl'ye almışım. Oysa KitapYurdu ve Idefix'te 15 tl. Ama işte o an görünce bir vuruldum dedim ya, hep ondan bu zarar ziyanlar.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...