23 Ekim 2019 Çarşamba

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 2 - Barselona

İstanbul'dan Barselona'ya uçuş 3,5-4 saat sürüyor. El Prat havalimanına iniyoruz. El Prat'tan şehir merkezine mesafe çok değil aslında. Bir de bir dolu ulaşım seçeneği var. Bir dolu otobüs çeşidi var, tren var. Gitmeden önce tabi her şeyi araştırmıştım, resmen şehir haritasını ezbere biliyor hale gelmiştim.
Havalimanından merkeze ulaşım için değişik değişik seçeneklere ben şuralardan baktım:

Barselona'daki ilk gün yemeğimiz, tapas menüsü
Aklımda, kağıt üstünde dakika dakika şuna bineceğiz bundan ineceğiz her şey belli. Ama hayat hiçbir zaman planlandığı gibi gitmiyor. Havalimanında bavulları aldıktan sonra otobüs işaretlerini takip ede ede ilerledik. Dışarıya çıktığımızda yine çeşit çeşit otobüs işareti, yazısı şu bu. Kafam allak bullak olmadı değil. Tabiki bu durumda hemen N'nin ABD'de söylediği bir söz aklıma geldi: Beyaz tavşanı - bu durumda tavşanları - takip et. Yani böyle yerlerde insanlar nereye doğru gidiyorsa sen de git. Çünkü zaten herkes hemen hemen aynı şeyin peşinde. Etrafımızda bir dolu Türkçe konuşma da duyuyorduk. İspanya'da da evinizde gibi hissedebilirsiniz yani. Merkeze gitmek üzere otobüs arayan insanlar. Nihayetinde herkesin atladığı otobüse biz de atladık. Bizim için Plaça Catalunya'ya giden daha iyi olabilirdi ama şansımıza atladığımız Plaça Espana'ya gidiyordu. Olsundu, oradan da metroya binerdik. Otobüs numarası 46 olmalı ama sanki daha farklı gibiydi, yine de her şeyi biriktirme özelliğim burada devreye giriyor ve otobüs biletimize bakarak söylüyorum ki bilet fiyatı kişi başı 2,20 euro ödedik. Otobüse binince sürücüden satın alındığı için böyle, yoksa normalde biraz daha ucuz. TMB yazıyor bilette, açılımı "Transports Metropolitans de Barcelona". Barselona'nın ana ulaşım şirketi. Otobüs ve metroların yani. Otobüs tıklım tıkıştı haliyle bir dolu bavullu insanla. 15-20 dakika falan sürdü yolculuk.
"Plaça" meydan demek. Avrupa'daki her şehirde olduğu gibi burası da meydanlar şehri (yazarken bile sinirlerim bozuluyor, allahım bizimkiler niye meydanların canına okudu, ne istediler bu meydanlardan, yaşadığım şehre bak-Ankara, hey allahım ). Plaça Espana'da indiğimizde şehre dair ilk görüntü etkileyiciydi. Buraya çektiğim şöyle afili bir fotoğrafını koymak isterdim ama ben gezerken fotoğrafı telefonu unuturum genelde, ağzım beş karış açık etraftan gözlerimi ayırmadan hayaller içinde gezerim. Netten de bulduğum bir şeyi koymak istemiyorum. Neyse, meydandan metroya indik hemen. Buradan yeşil hatta--> L3 hattına binip, Drassanes'te inmemiz gerekiyordu. Metro ve otobüslerde geçerli T-10 biletinden aldık metrodaki makinelerden. 14,90 euroya tek bir kart alıp, iki kişi kullanabiliyorsunuz. Toplamda 5 biniş sağladı yani bize. Şehirde böyle bir dolu metro hattı var (metro haritası şöyle: https://www.barcelona-tourist-guide.com/en/maps/barcelona-metro-map.html).
Kolayca ulaşımı sağlayabiliyorsunuz.
Biz inmemiz gereken duraktan bir sonrakinde ancak inebildik. O da tam ünlü cadde La Rambla'nın ortasına çıkan bir durak olduğu için kendimizi daha ilk gün ilk dakikalardan o kalabalığın içinde bulduk. Ama şimdilik kalacağımız yeri bulmak ilk hedefimizdi, hiçbiri dikkatimizi çekemedi. Kaldığımız yer Charming Rooms adında bir evdi aslında. Yani kelimenin tam anlamıyla bir hanımabla, genç kızı ve ergen oğluyla yaşadığı evin diğer iki odasını böyle kiralıyor gibi bir şey. Bulması baya zor oldu, aslında öncesinde abla mail atıp tek tek anlatmıştı, şuraya dönecek buraya gireceksiniz diye. Ama o kadar yorgun ve aç bilaç haldeydik ki dolandık durduk aynı yerde. Odamız kocamandı evet, tertemizdi o da tamam. Eşyalar tam benlikti, antika. Yerden göğe kadar iki kanatlı ahşap pencereler. Her şey görünüşte şahaneydi. Ama...Tam dibimizdeki binada çılgınca bir inşaat-tadilat vardı ve ses dayanılır gibi değildi. Bu yüzden ha bir de ortak banyo-tuvalet sebebiyle Barselona günlerim bir miktar eziyet gibi oldu bana. Ortak banyoyu bilerek ayarladım odayı evet ama bu kadar merkezi ve ucuz olması için katlanabilirim gibi gelmişti 4 gün. Yıllardır yalnız yaşayan bir insan olarak anladım ki katlanamıyormuşum. Ama en en en kötüsü inşaattı. Yorgun argın odaya geliyorsunuz ve iki saniye huzur yok. İnşaat bitiyor, partileyen insanlar çıkıyor sahneye. Balkonun altında, sabaha kadar, bakın abartmıyorum kelimenin tam anlamıyla sabah 8'e kadar partiliyorlar. Ve zaten biz de o saatlerde kalkıp, planlarımıza göre nereye gideceksek oraya gitmek üzere hazırlanmak zorunda kalıyorduk ki tüm bunlar yüzünden bir gram uyku uyumadan yaptık bunu. Haliyle Barselona'da pek plana göre gidemedik. Daha çok salaş bir şekilde dar sokaklarda, meydanlarda yürüdük, etrafa baktık, ilginç gördüğümüz her dükkana, kafeye, pastaneye, bara girip baktık. Öyle yok bu müze yok şu anıt kilise heykel diye hiiiiç düşünmedik. Ondan sebeptir ki Barselona'dan gına bile gelmişti 4 gün sonunda.
Plaça Ramon Berenguer el Gran'da
mevzubahis abinin heykeli ve
arka planda roma surları
İlk vardığımız gün öğleden sonra 4'e falan gelmişti saat, odamıza yerleştiğimizde. Üstümüzü falan değiştirip hemen dışarı attık kendimizi. Kafamızda pek bir plan olmadan ara sokaklara daldık. Çok yorgun ve aç olduğumuz için bir şeyler yemekti ilk hedefimiz. Önce kendimizi sahile doğru yürürken bulduk. Passeig de Colom'a indiğimizi fark ettikten sonra biraz o cadde üstünde yürüdükten sonra Via Laietana'ya girdik. O caddenin sonuna doğru işaretlediğim yerler vardı bir şeyler yiyebileceğimiz ama ayaklarımız daha fazla taşımadı. Plaça de Ramon Berenguer el Gran'a kadar yürüyebildik. Orada hemen meydandaki bir restauranta oturuverdik. Restaurante Gloria'nın meydanın kıyısındaki masalarından birine çöküp, iki tane tapas menüsü sipariş ettik (https://www.grupoelreloj.com/en/restaurantes/gloria/ ve Trip Advisor). Tapas dediğimiz şey atıştırmalık bence. Koca bir sürahi sangria eşliğinde akşam atıştırmalığı. Patates, tavuk, değişik omletler, salata, soğuk makarna, domates sürülmüş ekmek dilimleri vb. ufak ufak şeyler var. Hepsi bir araya gelince tabi acayip doyurucu oluyor ama temelde atıştırmalık.Tek menü 17,50 euroydu. Gayet lezzetliydi her biri, sangria da şahaneydi. Orada baya bir oturduk kaldık tabi. Leyla gibi olmuştuk, yemeği de yeyince uyuklamaya başladık. Sonunda kalkıp, yine etrafta saçma sapan bir şekilde yürümeye geri döndük. Oturduğumuz noktada La Muralla Romana denilen roma dönemi duvarı vardı. İmparator Augustus döneminde Barcino kolonisi kurulmuş, 3.yy.da da İmparator Claudius hadi şu duvarları güçlendirelim demiş. 13.yy.a gelindiğindeyse I.James zamanında daha da bir şeyler eklenmiş kent duvarlarına (ya buna duvar denmiyordu sanki başka bir şey deniyordu ama hatırlayamıyorum hay allahım aklım iyice gitti). Karşısında dikilip, kolayca seyre dalabiliyorsunuz şimdi koca koca duvarları. Ardından meydandaki heykel dikkatimizi çekti. Kocaman duvarın önünde gerçek boyutunda bir at üstünde bir heykel. III.Ramon Berenguer'a ait bu heykel 1950'de konulmuş buraya, 1888'de yapılan heykelin bronz bir kopyasıymış. Barselona'yı 1097-1131 arasında yöneten kont kendisi. Aynı zamanda "great" de denmiş, haçlı seferleri yapıp durduğundan mıdır yoksa orayı al burayı fethet onunla evlen bununla ittifak yap derken Katalonya kentlerinin çoğunu ele geçirmesinden midir bilemem ama sonunda gitmiş tapınak şövalyelerine de katılmış (Knights Templar denen hani).
Döne dolaşa sonunda odamıza dönelim dedik. Dönmeden önce de pek sevimli görünen La Cure Gourmande'ye girdik. Burası bir kurabiye, şekerleme dükkanı. Tabi insanın gözü dönüyor, her şeyden yiyesi geliyor. Birkaç bir şey aldık denemek için. F marzipanlı bir şey yedi, ben sevmem almadım. Limonlu marmelat dolgulu kurabiye aldım ben. Koca paket, Paris'te dolaşırken bile yiyordum hala.
Barselona'daki ilk tüm günümüze ise ciddiyetle Sagrada Familia'ya giderek başladık. Daha önce biletlerimizi almıştım netten, saati belli oluyor ona göre girmemiz gerekiyordu. Çeşitli seçenekleri var biletin (şurası resmi sitesi: https://sagradafamilia.org/en/tickets-individuals). Bir çok web sitesi bulabilirsiniz nette bu biletleri almak için ama bence resmi web sitesinden başka bir yere pek dokunmayın. Biz katedralin içini ve Nativity Kulesi'ni audioguide ile gezebileceğimiz biletten almıştık. Kişi başı 32 euro bu bilet.
Sagrada'ya yaklaşırken ilginç görüntüsü insanı bir anda büyülemeye başlıyor. Hakikaten de diyorsunuz tüm o fotoğraflardaki gibiymiş, gerçekten dünya üzerinde böyle bir şey varmış. Karşısına çıktığınızda daha da nutkunuz tutuluyor, çünkü nereye bakacağınızı neye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Ama sonra tüm o turist kalabalığı aklınızı başınıza getiriyor. Sagrada'nın etrafı milyonlarca fotoğrafını çekmeye çalışan insanla dolu. Herkes parkın demirlerinin olduğu kaldırımda, çılgınca fotoğraf çekiyor, çekiliyor. Katedrali ilk gördüğümde bende aman yarabbi diye elime telefonu alıp, basmaya başlamıştım ama sonra baktım ki zaten fotoğraflarını nette de görüyordum, eh ben de onlardan daha iyilerini çekebilecek değildim. Öyleyse neden - belki de - hayatımda bir kere bulanabileceğim bir noktada, bir anda, durup da o görüntüyü yaşamıyordum? Öyle de yaptım. Telefonu cebime koydum, ağzıma bir limonlu kurabiye attım ve izledim.
Sagrada'ya giriş çok kolay oldu bu arada. Acayip sıra var gibi görünüyordu ama hiç beklemedik, hemen ilerledi sıra, herkesin bileti saati belli sonuçta. Audioguideları da kulağımıza dayayıp, ses nereye yönelin diyorsa öyle devam ettik. İçerisi en başta anlaması zor geliyor, geldi yani bana. Çünkü 2016-2017'de İtalya'da ve Avrupa'da bir dolu kiliseye girip çıktığım için hafızamda belli bir görüntü vardı. Burası ise daha önce gördüm hemen her şeyden biraz içeriyor, oradan buradan bir dolu değişik şeyi bir araya getirmiş gibi. En başta bu da ne böyle diye çekinerek yaklaştım, ama sonra büyülenmeye devam ettim.
İki taraftaki kuleden birini tercih ederek bilet alıyorsunuz bu arada, biz o yüzden Nativity tarafındakini almıştık. O kuleye çıktık. Kule çıkışları asansör ile. İnerken döne döne kule içi merdivenlerden iniyorsunuz. Yükseklik korkusu olanlar çıkmasın diyorlar ama bence korkmazsınız. Korkacak kadar çok açıkta kalmıyor insan. Sadece klostrofobi hissedebilirsiniz, merdivenler daracık ve gına gelebiliyor. Kulenin pek bir hikayesi yok aslında, sadece şehre bakabiliyor, şehir manzarasıyla fotoğraf çekinebiliyorsunuz. Biletinizde yazan saate göre katedrale girip, yine saatine göre kuleye çıkıp indikten sonra istediğiniz kadar içeride durabilirsiniz. Biz baya yorulup, bir süre oturduk içeride ilahi sesleriyle.
Euskal Etxea'da tapas
Sagrada'dan çıkınca da tabi kurt gibi acıktığımız için hemen yemeğe yöneldik. Sabah ufak sandviçle geçiştirmiştik kahvaltıyı. Tabiki yine planlı bir şekilde belirlemedik yemek yerimizi. Ara sokaklara dalmışken Euskal Etxea'ya denk geldik. İsmi görünce aaa ben burayı listeye yazmıştım dedim. O zaman dalalım dedik birlikte :) Bu sefer de tek tek seçmeli tapas olayını denedik. İçerisi hafif loş, bar gibi. Duvarlara dayalı raf gibi masalar var. Ya bunu doğru düzgün anlatamadım ama anlayın işte neyi tarif etmeye çalıştığımı. Ortada masa yok da duvarlara doğru oturuyorsunuz. Açıkçası ortam çok hoşuma gitti (çalışan pek sevimli arkadaştan ötürü de kanım ısınmış olabilir). Bardaki ekmek üstü şeklinde tapas seçkisinden istediğiniz kadar alıp, tabağınıza oturuyorsunuz. Bunlar soğuklar. Arada mutfaktan sıcaklar çıkıyor taze taze, dolaştırıyorlar. Her ekmeğe kürdan batırılmış, sonunda da o kürdan sayısına göre fiyat hesaplanıyor. Burada tanesi 2,10 euroydu, 5 tane yedim. Tabiki daha fazla yiyebilirdim ama başka yerleri ve yemekleri de denemek istiyordum. Yanına da bir portakal suyu aldım, o da 2,80 euro. Tek başıma 13,30 euro ödemiş oldum. Bu ekmekli tapas konsepti sevimli olsa da ben diğer çeşidini tercih ediyorum sanırım çünkü devamlı ekmek yemek istemiyorum. (http://gruposagardi.com/en/restaurant/euskal-etxea-taberna/ ve Trip Advisor)
Zenzoo'dan aldığımız bubble tea denen şeyler

Zenzoo'nun içi


Passeig de Gracia'daki bahsettiğim binalar vol.1
Günün geri kalanını da Antoni Gaudi'nin eserlerine bakarak geçirelim dedik (gitmeden önce yaptığım planda o gün Gaudi günüydü). Tabi biz bu işi gayet tembelce ve sallana sallana yaptığımız için yine daha çok sokaklarda yürüme olayına dönüştü gezimiz. Önce Palau Güell'e gittik. İçine girmedik, yolun karşısında durup, uzun uzun seyrettik (şuradan inceleyebilir ve şuradan da bilet falan bakabilirsiniz). Ardından görüp vurulduğumuz bir dükkana girdik: Zenzoo. Bubble tea dükkanıymış. Valla ben ilk defa böyle bir şey görüyorum ama sanırım uzakdoğuda meşhur bir şey. İçerisi de uzakdoğulu doluydu zaten. Böyle manyak sevimli bir dükkan, rengarenk. Bubble tea dedikleri de şey, aromalı minik topçuklar var, onları yine aromalı bir çayımsı sıvıya dolduruyorlar. Pipetle içiyor, ağzınıza gelen topçukları da patlatıp içiyor-yiyorsunuz. Öyle garip bir şey işte. Çok güzel tadı ama bir yerden sonra yoruyor topçuk kovalamak. Ben mavili bir tanesini seçtim, blueberryli tabiki :) 4,5 euro ödedim.
Sonra Gaudi turumuza devam etmek üzere Rambla'nın en tepesine Plaça Catalunya'ya oradan da Passeig de Gracia'ya girdik. Gracia benim sevdiğim gibi bir kısmı şehrin. Şimdi bakın Avrupa'daki şehirler Orta Çağ'dan beri aynı durumdalar ya hani, eski kent kısımları. Böyle daracık sokaklar, taş döşeli pasajlar. Tarihi film setindeymiş gibi hissettiren binalar, heykeller...Hah işte bu dar sokaklar olayı beni boğuyor. Otobüste uçakta bile koridor tarafına oturuyorum ben boğulmamak için. Tamam ilk birkaç saat güzel geliyor o sokaklar, o taşlar. Sevimli oluyor. Zevk alıyorum. Ama sonra duramıyorum, gökyüzünü görmem lazım, etrafıma baktığımda açıklık olması lazım. O yüzden mesela Milano'yu Viyana'yı severim ben. Yine tarihi binalar, yapılar var evet ama geniş caddelerde. Ferah ferah. Küçük şehir sevmiyorum, büyük şehir metropol seviyorum. O yüzden de Passeig de Gracia geniş ve düzgün haliyle bana nefes aldırdı. Passeig Katalanca yol, geçit demek (passage işte yahu). Çook eskiden duvarlarla çevrili Barselona kentinden Gracia kasabasına giden yolmuş burası. Şimdilerde ise şehrin en lüks mağazaları ve iş merkezleri ile mimari harikalarının olduğu bir yol.
Passeig de Gracia'daki bahsettiğim binalar vol.2
Bizim buradaki hedefimiz Gaudi'nin ve bazı başka mimarların eserleriydi. Yol üstünde önce Casa Lleo Morera (bu Montaner diye bir insanın eseri bina), Casa Amatller ve Casa Battlo'yu görme şansımız oldu. Son ikisi Gaudi'nin. Daha da ilerleyince Casa Mila'ya ulaştık (evet bu da Gaudi). Bu arada Plaça Catalunya'dan beri gördüğümüz ünlü markaların mağazalarına dalıp, çıkmayı da ihmal etmedik. Fiyat araştırmamın sonuçlarına göre diyebilirim ki fiyatlar pek fakir ülkemiz ile aynı. Yani bu demek oluyor ki ülkemizde de her şeyi euro-dolara göre satıyorlar, orada 20 euro ise bir giysi burada 120 lira. Haa ama orada bir insan 2000 euro maaş alıyorken biz 2000 lira alıyor oluyoruz. Bu da ayrıca çok enfes. Her neyse yine kendi kendime köpüyorum, durayım.
Bu saydığım binalar hakikaten şahane görünümlere sahipler. Daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyorlardı. Genel anlamda tarzlarını sevmesem de etkilendim (ben daha klasik, daha antikçiyim ya çocuklar). Günün sonunda en merak ettiğim kısma gelmiştik, Gracia'nın ara-yan sokağındaki Burne'ye. Burası daha ilk planları yaparken bile işaretlediğim bir Kore restaurantıydı. Görüntüleri acayip sevimliydi mekan olarak, eh bir de zaten son birkaç yıldır çok meraktaydım kore mutfağı konusunda. Çok mutlu oldum gidince. İçerisi minicik. İki tane iki kişilik masa var, bir de duvarlarda 2-3 kişinin daha oturabileceği kadar yer. Hah tabi bir de üst katı var ama ben oraya çıkmadım, orada da yerler var. Gördüğüm kadarıyla mutfakta bir abla var, bir de yemekleri servis eden genç kızımız. Allahım çok sevdim ben orayı ya. Valla o gazla bir dolu yemek söyledim, onu da yiyelim bunu da deneyelim diye ama unutmuşum Korelilerin porsiyonları devasa oluyor (e be akıllı o kadar dizi izledin 3 yıldır ekrana yapışmış halde hiç mi kafan basmadı). Neler söyledik? Tteokbokki, japchae ve bir de haemul jeon. İlk yazdığım yemek en merak ettiğimdi, tadı güzeldi ama balık kekleri pek benlik değil. İkinci yazdığım etli noodle aslında. Sanırım herkes için en yenebilir olan o. Üçüncü yazdığım ise deniz ürünlerinden mücver gibi bir şey. Onu da çok merak ediyordum, aslında böyle kaynar kaynar tavadan yeni alınmış halinde tadı da güzeldi ama tüm söylediğimiz şeyler çok fazla geldiği için o an o kadarda hoşuma gitmiş gibi olamadı. Ha bir de bu haemul jeon'u birazcık dağıldı tavadan alırken diye bize karşı mahçup hissedip parasını almadılar mesela. Oysa bizim için hiç bir sakıncası yoktu, dağılmış gibi bile durmuyordu. Dedim ya burası çok aşırı sevimli bir yer diye. Yani toplamda bir tabak tteokbokki, bir tabak japchae ve iki suya 19,40 euro ödedik. (Trip Advisor'da Burne)
tteokbokki

Haemul Jeon

Japchae

ve Burne!
Ertesi gün - Barselona'daki 3.günümüzde - şöyle adamakıllı bir kahvaltı yapalım diyerek güne başladık. Odada zaten uyuyamıyoruz geceler olmuş haram. O yüzden soluğu Federal kafede aldık. Birkaç yerde var, biz Passatge de la Pau'dakine oturduk. Güzel, hoş bir mekan. Ve aşırı lezzetli, hala rüyalarıma giren bir kahvaltı yaptım burada. Altı üstü ekmek-yumurta-avokado-roka falan yedim aslında ama bunların bir araya getirilmiş hali muhteşemdi. Yanında americanomu içtim. F de şakşuka diye geçen bir şey istedi, yanına da karışık meyve-sebzelerden bir içecek - sanırım ismi batido verde idi. Yediği şey tavada aşırı tuzlu domates püresi üstünde sahanda yumurtaydı açıkçası ve pek yenebilecek gibi değildi. İçeceği efsaneydi ama. Tüm bunlara toplamda 24,70 euro verdik. Benim tek başıma yediğim gibi yerseniz 10,30 euro. (Trip Advisor'da Federal)
Kahvaltıdan sonra yine sallana sallana dolaşmamıza geri döndük. Gördüğümüz her şeyi yiyesimiz içesimiz geliyordu. Teresa's diye bir yerde hani şu yoğurt-meyve-fındık fıstık gevrek gibi şeyler oluyor ya ondan gördük, olley diye saldırdık. Tanesi 5,95 olan bu şey yoğurt değil çocuklar. Tatsız süt kreması gibi bir şey. İçine sıfır şekere sahip meyvelerden atıyorsunuz. Yine tat yok. Bir tek fındık fıstık gibi olan kısmında şeker vardı, onun yardımıyla yutmaya çalıştık. Aldığımıza bin pişman, dolaşmaya devam ettik.
Rambla'nın sonuna inip, Mirador de Colom'a baktık biraz. Bizim Kolomb'un anıtı bu. Tam caddenin bitip gemilerin başladığı yere dikmişler, göğü deliyor. Günün geri kalanını ise sahile gitmekle geçirdik. Gerçek anlamda sahile ulaşmaya çalıştık yürüyerek. Google kısaymış gibi gösteriyor ama yürü yürü denize kuma ulaşamıyorsunuz. Kumsal ilginç. Yani bakın Türkiye'de nasıl bir hayat yaşıyorsunuz, ortamınız ne bilmiyorum ama ben kendimi hakikaten uzaylı gibi hissettim orada. Kumlara uzanmış, oturmuş bir dolu genç insan. Birbirini ilk defa gören insanlar hemen tanışıp, muhabbet ediyor. Kumsalda iyi vakit geçiriyor ve sonra herkes kendi yoluna geri dönüyor. İnsanlar rahat, huzurlu. Kimse kimseye bizim gibi bakmıyor, buradaki gibi bakmıyor. Bilmiyorum ya, insanı kendi ülkesinden daha ne kadar nefret ettirebilirler, bilmiyorum. Sahilden dönmek için bu bisikletli araçlara bindik. Çok eğlenceliydi. Önde sürücü bisiklet sürüyor hani, siz de arkada oturuyorsunuz püfür püfür. Bu yolculuk bizim için sahilden otele 15 euro mu ne tuttu.
Denizde geçirdiğimiz günün akşamı bu defa yemek için bir Japon restaurantına gittik. İsmi Sushi Ya. Burası da minicik ama Burne gibi sevimli gelmiyor, dar geliyor. Günün menüsünden söyledik iki tane, içeriği çoktan seçmeli. İki de içecek. Menünün tanesi 9,80 euro. Toplamda 27,10 euro ödedik. Ama burada yediklerimi pek beğenmedim. Yosun çorbası içtim ilk defa, değişikti. Sushi tabağı iyiydi. Kızarmış sebzeler hiç hoş değildi. Körili tavuk da sırf köriydi. Ama en fecisi tatlılardı. Özellikle tatlıları denemek istemiştim bir hevesle. Yeşil çaylı kek ve yine yeşil çaylı puding. Allahım böyle felaket bir tat yok. Yeşil çay bile içemeyeceğim herhalde demiştim bir daha ama neyse ki içebildim geçen gün. O kadar midemi kaldırmıştı çünkü o tatlılar.
Barselona'daki dördüncü günümüze Black Remedy'de kahvaltı ile başladık. O sabah da klasik bir avrupa kenti kahvaltısı yapayım, Roma'daki günlerimi anayım diye bir kahve bir cornette (kruvasan işte) aldım. İkisi 6 euro tuttu. Tabi bu şekilde on dakika sonra acıktığımı unutmuşum. Mekandan çıkmadan başka nerede ne yiyeceğim diye düşünüyordum. Neyse, burası pek güzel bir kahveci. Arkadaşım F benim önceki günkü kahvaltı benzeri tost üstüne yumurtalı bir şeyler aldı, burada böyle seçenekler de var. Kahvaltıdan sonra bugünü müzelere ayıralım dedik. Picasso Müzesi ve Çikolata Müzesi'ne gittik.
Picasso Müzesi'nin (http://www.museupicasso.bcn.cat/en/) perşembeleri akşam 6-9:30 arası bedava giriş özelliği var. Ama bunun için de bilet almanız gerekiyor internetten. Ben bedava olduğunu not etmiştim, önceki akşam sallana sallana gittik bir baktık bilet yok diyorlar. Tamam mı unutmayın, önceden netten bilet alacaksınız bedava olarak. Para ödemiyorsunuz ama almış oluyorsunuz. O yüzden cuma sabahı gidip, bilet alıp girdik biz. 12 euro normal koleksiyonu gezmek için. Normalde Picasso pek benlik değildir. Yani şimdiye kadar gördüğüm haliyle değildi. Oysa bu müzede fark ettim ki gördüklerimden fazlasıymış Picasso. Hep gördüğümüz eserlerini bir yaştan sonra yapmaya başlamış (ki görmeye bile dayanamıyorum ben onları düzgün olmayan şeyler sinirimi bozuyor). İlk çizmeye, resim yapmaya başladığında yaptıkları muhteşemdi. Bu müzeye iyi ki gitmişim dedim.
Oradan çıkıp, hızımızı alamayıp kendimizi Çikolata Müzesi'ne attık. Yani Museu de la Xocolata. En merak ederek, hevesle gittiğim yerdi herhalde burası Barselona'da (tamam Sagrada'yı daha fazla merak ediyordum abartmayayım). Ama beklentilerimin çok altında kaldı. Pek bir şey bulamadım içeride. Yani bir azimle başlamışlar, çikolatanın kökeninden, şimdiye yolculuğuna doğru anlatmaya çalışmışlar ama elde öyle çok da malzeme olmayınca pek olmamış. Sevimli bir girişim diyelim biz bu müzeye. Giriş için bilet yerine çikolata alıyorsunuz mesela. Çıkışta kafesinde sıcak çikolata içebiliyor, çeşitli hediyelik çikolatalardan alabiliyorsunuz. Bu çikolata bilet 6 euro. Kafedeki hediyelik çikolatalar ise görünüş olarak süper, lezzet olarak sıfır. (http://www.museuxocolata.cat/museu.php)
Oradan çıkıp, yakındaki bir meydanda oturup bir şeyler atıştırdık önce. O yorgunluktan ismine falan hiç dikkat etmemişim ama yediklerimizi çektiğim için biliyorum. Birer bardak bir şeyler içip, bu üzerine sos dökülmüş patateslerden bir de tavuk kroket gibi bir şeyden atıştırdık. Kroketler lezzetliydi ama patatesin üstündeki sosta bir baharat var, o biraz fazlaydı. Oradan kalkıp, hemen yakındaki Parc de la Ciutadella'ya girdik. Burası şehrin parkı işte. Çok gezemedik, hemen bir kıyısından girip, ağaç altına, çimenlere attık kendimizi. Bir süre uyukladık, kurabiye yedik (kurabiye canavarı gibi çantamda her yere kurabiye taşımışım). Aslında bu parkı dolu dolu gezmek planlarım içindeydi ama daha en başından dedim ya, planlara hiçbir türlü uyamadık.
Barselona'daki bu son günümüzün akşamında La Merce festivaline denk geldik. Yani festivalin başlangıç akşamıydı, ucundan köşesinden görmüş olduk. Festival Barselona'nın şehir azizi-koruyucu azizi gibi bir şey olan Mare de Deu de la Mercè onuruna düzenleniyor. "Mare" Katalanca anne demek, "deu" ilahi-kutsal gibi bir şey. Resmi olarak 1902'den beri kutlanan festivalin aslında - bence - çıkış noktası yine çiftçilikten çıkan pagan geleneklere dayanıyor. Yazın sıcak günlerinin bitip, serin sonbaharın gelişini kutlamak aslında çünkü. Gündüzden sokaklarda, kentin çeşitli noktalarında sahneler kurulmaya başlanmıştı o gün. Akşamüstü müzik sesleri gelmeye başladı o sahnelerden. Ama o gün hava kapamaya, yağmur atıştırmaya ve rüzgar dondurmaya başlamıştı bir yandan da. Biz yorgunluktan odamıza dönmeden önce belediye binasının olduğu meydan Sant Jaume'deki sahnedeki gösterileri biraz izledik. Hiçbir şey anlamadığım İspanyolca/Katalanca'ya rağmen sanıyorum ki şehrin tarihiyle ilgili bir şeyler anlattılar, o sırada anlatılanlara uygun canlandırmalar oldu (İspanyolca'daki pek çok kelimeyi anlayabiliyorum İtalyanca'ya benzerliğinden dolayı ama cümle halinde hiçbir şey anlamıyorum haliyle).
Barselona yazımı bitirirken söylemeliyim ki bu şehir hiç ama hiç beklediğim gibi değildi. Gidene kadar aklımda oluşan Barselona imajı ile şehir çok farklıydı. Yani Roma'da tanıştığım, muhabbet ettiğim İspanyol'lardan dolayı ben çok daha eğlenceli, keyifli bir şehir bekliyordum, öyle insanlar bekliyordum. Tüm gezimizi planlarken herhalde önce Barselona'da çok eğlenir, denize falan girer, mutlu oluruz, sonra diğer şehirlerde de müzedir kültürdür doyarız diyordum. Oysa Barselona'da geçirdiğim günlerden hiç keyif almadım. Doğru düzgün bunu becerememiş olabilirim, yani kabahat bende de olabilir de. Ama şimdiye kadar gezdiğim hiçbir şehirde bu kadar insanlarla iletişim kurmadan-kuramadan günler geçirmemiştim. Yani şöyle anlatayım, şehrin tam turistik merkezinde kaldık, o 4 gün boyunca pek dışına da çıkmadık. Her yer bir dolu turist. Yerli insan çok yok. Bir çok yeri göçmenler işletiyor, asya ve afrikadan göçmenler. Varsa ispanyol etrafta, onlar da işte yine hizmet sektöründekiler, polisler, belediye işçileri. Kimse de insanla konuşmuyor doğru düzgün, yani herkeste bir bıkkınlık, bir turiste doymuşluk. Tamam çok girişken, sosyal bir insan değilim ama gezerken daha önce hiç bu kadar soyutlanmış hissetmemiştim. Bir sürü sokağını yürüdüm, ufacık bir çember içinde gezinip durdum gerçi. Adam akıllı bir gezi olmadı bu belki. Gene de sevmedim ben Barselona'yı. Sanırım hala güneyi, Granada'yı daha çok merak ediyorum.

15 Ekim 2019 Salı

Blood & Treasure : Buram buram çocukluğum gençliğim

Hep söylüyorum ya beni bu hale getiren 8-9 yaşlarımdan itibaren izlediğim şeylerdi diye. Öyle bir inanmıştım ki hayat, hayatım bir Indiana Jones filmi, Relic Hunter'ın bir sezonu gibi olacaktı. Ben de adeta bir Sinbad gibi, bir Xena gibi maceradan maceraya koşacaktım. Tabi şu anda bir devlet kurumundaki masamda oturmuş, bir bilgisayar mühendisi olarak bunları yazıyor oluşum bir gerçeklik olabilir size göre ama ben kafamın içinde hep o filmlerdeyim. Kafamın içinde vahşi batının düzlüklerini baştan başa yaran bir trenin üstünde koşturuyorum, daha biraz önce bubi tuzaklarıyla dolu bir mağaradan montezumanın altın kafatasını çıkarmışım. Birazdan da lanetli mumya uyanmadan, dünyayı kurtaracağım. Ben büyürken dünya böyleydi, güven doluydu. Maceralar tehlikeliydi ama eninde sonunda kahramana bir şey olmayacağını bilirdik. Kötü adamların hep o hatayı yapıp, tetiği çekmeden önce salak salak konuşmak için duraklayacaklarını ve kahramanların da bundan yararlanacağını bilirdik. Sonunda hep iyiler kazanır, maceralar sadece yeni heyecanlı maceralara geçit verirdi.
Oysa artık böyle şeyler yok. Artık GoT'lar var, tüm psikolojimi alt üst ediyor, güven duygumu yıkıyorlar. Kafamı bulandıran bir dolu tuhaf şey var. Sanki tüm formülleri yıkarlarsa yeni bir şey yapmış olacaklarını, izlenecek şeyler yapmış olacaklarını düşünüyorlar. Haklılar da galiba. İnsanlar bayılıyor bunlara. Ama ben o güven duygumu, o sevimli tehlikeli maceralarımı özlüyorum. Evet artık öyle şeyler yapmıyorlar. Ama bu sene yaptılar. Nasıl olduysa, Blood&Treasure diye bir diziyi çekmeye karar verdiler. (https://www.imdb.com/title/tt7712598/)
İlk bölümü 21 mayısta yayınlandı. Amerikan CBS kanalında yayınlanan dizinin ilk sezonu 12-13 bölüm kadardı. İlk bakışta insana çok ama çok "cheesy" geliyor. Mısır'da bir piramitin içinde Marcus Antonius ve Kleopatra'nın mezarını bulan arkeologlar saldırıya uğruyor. Ekibin başındaki arkeolog Ana Castillo kaçırılınca yakın arkadaşı ünlü iş adamı Jacob Reece, bir diğer yakın arkadaşları, eski FBI ajanı Danny McNamara'dan yardım istiyor. Reece'in sonsuz kaynaklarıyla yola çıkan Danny, arkeolog Castillo'yu bulmak ve kurtarmak için kavgalı olduğu eski sevgilisi, profesyonel hırsız Lexi Vaziri ile kendini türlü maceraların içine atmaya başlıyor. Mısır'da başlayan hikaye, Roma'ya, Güney Fransa'ya, İspanya'ya, Güney Amerika ormanlarına, Kuzey Amerika barajlarına bir dolu yer dolaştırıyor bize. Seneler arasında atlamalarla kahramanlarımızın geçmişlerinden parçalar da izliyoruz. Arkeoloji, sanat tarihi havada uçuşuyor. İtalyan mafyası da giriyor işin içine, Naziler de. Anlatabildim mi yani demeye çalıştığımı? Tüm o izlediğim, sevdiğim, beni ben yapan, güvende hissettiren hikayeleri bir araya toplamaya çalışmışlar gibi. Evet biraz ucuz da duruyor zaman zaman ama bir bakıyorsunuz kaptırmış izliyorsunuz. Dinamikler öyle bir yerleşiyor ki içine düşmüş halde buluyorsunuz kendinizi. Her hafta bir saatliğine hafif ama keyifli bir şeyler izlemiş oluyorsunuz. Haa bu arada o derece de şablondan gitmiyor dizi. Bu çağın ürünü sonuçta. Kahraman rollerinin dağılımı, o bildiğimiz eski hikayelerdekine benzemiyor. Ama çok güzel olmuş böyle de. Hiç yapay durmuyor, oyuncular bunu, böyle bir hikaye içine çok güzel uyduruyor çünkü. Özellikle karakterler iyi. Yani hikaye veya gizem, mantıklı açıklamalar değil böyle bir dizinin işi. İlk bölümden de zaten ne bekleyebileceğinizi görüyorsunuz. Karakterlere yazılan şeyler eğlendiriyor. Örneğin şahane eğlenceli bir Lexi'miz var. Karikatürize ama müthiş keyifli bir Interpol ajanı Gwen'imiz var. Hem her şey çok gereksiz hem de her şey iyi ki var dedirtiyor. Çünkü sonuçta ne izlediğimiz biliyoruz.
Dizi ilk sezonu bitmeden ikinci sezon onayını almıştı. Açıkçası ben herhalde bir sezon yayınlayıp bitirirler diye düşünmüştüm. Emindim yani. Ama demek ki artık herkes özlemiş benim gibi. İkinci sezon çekimlerine de başladılar bu hafta. Ne zaman yayınlanacak bilmiyorum ama geldiğinde orada olacağım.
Bu arada benim gibi mumyacıları tebessüm ettirecek bir yüzü de izleyebilmiş oluyoruz: Oded Fehr.

14 Ekim 2019 Pazartesi

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 1 - Ön Hazırlık

Tamam anlatmaya başlıyorum. Geçen seneden beri düşünüp, üzerinde tartışıp, en sonunda şubat ayında planlamasını yaptığımız hemen hemen 10 günlük geziyi anlatıyorum şimdi size.
Bir arkadaşımla beraber eylülün 17-27'si arasında Barselona-Paris-Amsterdam yaptık. En sonunda olanları bir önceki yazıda anlattım. O yüzden en başa dönüyorum. Aslında aklımda bu seneki tatilim için çok daha farklı düşünceler vardı ama bir baktım böyle bir şeye dönüşmüş. Arkadaşım F'ye yeni işime başlamamdan önce, işsizlik günlerimde söz vermiştim. İşe başlayınca şöyle güzel bir yurtdışı tatili yapacaktık. O yüzden ikimiz de acayip bir açlıkla resmen haritaya saldırdık. Kendimizi tutamadık ve bir bakmışız 10 günde 3 ayrı şehir görmek üzere plan yapmaya başlamışız.
Esasında plana şöyle başladık. İkimiz de Avrupa'nın bazı kesimlerini görmüştük ama özellikle en popüler-bilindik yerlerini görmemiştik. İlk olarak Ankara/İstanbul'dan en ucuz nereye ve hangi tarihlerde uçabileceğimize bakmakla işe başladım. Ve geri dönüş için de tabiki bir kalkış noktası baktım. Bir dolu tarih ve güzergah listesi çıkardıktan sonra en sonunda güzergahımız dediğim tarihlerde önce İstanbul'dan Barselona'ya uçmakla başlar hale geldi.Barselona'da 4 günün ardından trenle Paris'e, Paris'te 4 günün ardından yine trenle Amsterdam'a gidecektik. Amsterdam'da bir buçuk gün kadar geçirdikten sonra da uçakla geri dönecektik. En makul fiyat-değer dengesi böyle görünüyordu.
İlk olarak gidiş ve dönüş biletlerimizi aldık. Gitmeye karar vermek için ilk yapmak gereken bu sanırım. İstanbul Sabiha Gökçen'den Barselona El Prat Havalimanı'na uçak bileti Pegasus'ta 377 liraydı kişi başı. Eylüldeki bileti şubatta alınca fiyat bu yani. Dönüşü Amsterdam'dan ben kendime Ankara'ya aldım İstanbul aktarmalı. O da yine Pegasus'la 575 liraya mal oldu. Ankara'dan direkt gidiş bileti pahalıya geliyordu. Dönüşü iyiydi de. Bu yüzden haftasonundan otobüsle Gemlik'e gidecektim -  arkadaşım orada yaşıyor -, Gemlik'ten otogardan direkt Sabiha Gökçen'e giden otobüsle gidecektik. Bu otobüs biletlerinin fiyatı 45 lira (İstanbul Konfor diye bir firma). Ankara'dan Gemlik'e ise Pamukkale ile 84 liraya gittim. Tabi oraya gelmeden önce uçak biletlerini aldığımız noktaya geri dönelim. Biletleri aldıktan sonra aralardaki tren biletlerini almak gerekiyordu ama bunun için web siteleri en erken haziran ayında satış yapılabileceğini söyleyince bunu sonraya bırakmış olduk. Bir diğer adım da kalacak yerleri ayarlamaktı. Bu işi booking.com'dan yaptım. Her üç şehir için de olabildiğince merkezi ama makul fiyatlı yerler bakmaya çalıştım. Ama tabi bu ikisini aynı kareye sığdırmak için başka bir şeylerden taviz vermeniz gerekiyor. Oraya da geleceğim.
Uçak biletlerini aldık, kalacak yerleri ayarladık. Haziran geldiğinde de tren biletlerini aldık. Şimdi vize "mission"ına hazırdık. Avrupa'da saydığım bu üç şehre gidebilmek için Schengen vizesi almak gerekiyor. Bizim gibi henüz 3.dereceye falan gelememiş devlet memurları için tabi bu, pasaportumuz bordo. Yeşilinden varsa elinizde hiç derde gerek yok, biletleri alın, arkanıza yaslanın. Schengen için de ilk giriş yapacağınız ülkeye başvurmanız gerekiyor. Bu durumda biz İspanya'dan Schengen nasıl alınır sorusuna cevap aramakla işe başladık. İspanya için vize işlerini BLS International diye bir firma hallediyor. Asıl atanmış, resmi yer burası yani. İkamet ettiğiniz şehre göre de Ankara, Antalya, Gaziantep, İstanbul veya İzmir'den başvuru yapabiliyorsunuz (web sitesinden de detaylı inceleyebilirsiniz-->https://turkey.blsspainvisa.com/ ). Ankara'daki ofisi biraz kuytuda ama bulunuyor. Başvuru için tonlarca belge istiyorlar tabi, artık bu duruma alışmış olmalıyız. Belgelerin çoğunu e-devletten alabiliyorsunuz. Sadece iş yerine, amirlere, müdürlere falan imzalatma kaşeletme işleri zorluyor insanı. Ha bir de ingilizce dilekçe. Benim daire başkanım bunca yıllık ingilizce bilgimi yeterli bulmayıp, dilekçeyi tekrar tekrar yazdırdı da bana, o yüzden o da sıkıntı oldu benim için.  Dilekçe dediğim şey şu: Neden nereye ne kadar gideceksiniz, ne için gideceksiniz ve ne kadarlık Schengen istiyorsunuz sorularına cevap olarak meramınızı anlatıyorsunuz. Evet internette bir dolu örneği var ama hepsi evlere şenlik. Bu yüzden hiçbirine takılmadan oturun kendiniz yazın. Şu kadar süre bu amaçla Schengen bölgesine gideceğim, şu zaman geri döneceğim, bunun için uzun/kısa süreli şu tipte Schengen vizesi istiyorum diye yazın. Sağlık sigortası çok basit. Herhangi bir sigortacıya girip, seyaaa diye ağzınızı açtığınız anda anlıyorlar derdinizi, hemencecik çıkarıp veriyorlar evrakları. Ben iş yerinin yakınında sigorta cini olduğu için orada yaptırdım. Ak Sigorta'dan 55.22 lira tuttu. Ha bu arada pasaportumu yeni almıştım geçen sene, 10 yıllık pasaporta defter bedeli olarak 108 lira, pasaport harcı olarak da 656 lira ödemiştim. Banka hesaplarını falan da internet bankacılığından çıkartabiliyorsunuz, sonra da sadece şubeye gidip imzalatmak kalıyor. Bu şekilde tüm evrakları toplayıp, vize randevu günümde gittim ben bls'ye. Bazı evrakların süre kısıtlaması var, web sitesinde okursunuz zaten. Onun içinde randevuyu alırken öyle çok ileri bir tarihe falan almayın. Bir de başvurunun en erken ve en geç yapılabileceği tarihler var, onlara da dikkat ediyoruz.
BLS'nin Ankara ofisine gittiğimde bomboştu açıkçası. Benim dışımda bir kişi daha başvuru yapıyordu o kadar. Girişte güvenlik görevlisi (ya da polis - bilemem ben) elindeki listeden randevunuzu kontrol ediyor. Sonra içeri geçip, bankodaki görevliye belgeleri teslim ediyorsunuz. Gerekli kontrolleri yapıp, başvuruyu kabul ettikten sonra fotoğraf çekimine yönlendiriyor sizi. Ufak bir kısımda başka bir görevli fotoğrafınızı çekiyor ve ücretleri alıyor. Vize ücreti 68 dolar. BLS hizmet bedeli 18 dolar. Tüm adımların takibi için SMS gönderme ücreti olarak 5 lira ve kurye ücreti olarak da 40 lira alıyorlar. Bunları nakit ödemeniz gerekiyor. Ve sadece kağıt parayla unutmayın. Benim gibi çil çil 1 dolarları masaya koymaya çalışmayın (2015'te ABD'den dönerken cebimde kalan bozuklukları harcayacaktım güya). Benim tüm bunları yapıp ofisten çıkmam 10 dakikayı bulmadı açıkçası. İyi bir tarih seçmişim demek ki. Bir de Ankara ofisindeki tüm çalışanlar çok iyiydi, gayet yardımcı oldular (İzmir ofisindekiler için aynı şeyi söyleyemeyeğim, orası tam bir kaos.).
Vize başvurumun sonuçlanması iki haftayı bulmadı. Sadece şaşırdığım, başvurudan birkaç gün sonra bir görevli telefon edip, sorular sordu başvurumla ilgili. Daha önce ABD ve İtalya'ya vize başvurusu yaptığımda hiç karşılaşmadığım bir şeydi bu. Ama bir sorun teşkil etmedi benim için. Dediğim gibi iki hafta olmadan vize basılmış pasaportum elimdeydi.
abilerim ablalarım! şu elimde görmüş olduğunuz nadide kağıt parçası tam 50 lira!
Vizeyi de aldıktan sonra artık sadece gezi planı çıkarmak kalıyor geriye. Ben haftalarca kafayı yedim. Üç şehir oburluğu yaptığımız için görecek milyonlarca şey vardı. Hangi birini görecek, hangi birini deneyimleyecektik. Listeler listeleri kovaladı. Saat saat güzergah çıkardım. Bu noktada da şuna dikkat etmek gerekiyor. Özellikle önceden almanız gereken müze vb. biletleri var. Vize çıktıktan sonra yapılacak iş buydu bizim için. Hangi müzelere gitmek istediğimize karar verip, hangi gün hangi saatte bilet alacağımızı kararlaştırdık. Barselona'da Sagrada Familia için bilet aldık internetten. Paris'te Louvre ve Versailles için. Amsterdam'da ise Anne Frank Evi için. Bu biletleri de aldıktan sonra uçuş gününe kadar planımızı oluşturduk ve havalimanında son bir adım kaldı: Yurtdışı Çıkış Harç Pulu almak! Ne muhteşem bir fikir! Kendisi 50 liralık bir sanat eseri. Havalimanında dış hatlarda sadece nakit parayla satın alıyorsunuz ve güvenlikten geçerken de bir köşesini koparıyorlar.
Bu aşamada şimdilik yazıyı bitiriyorum. Ama tüm bu plan program belge melge işleriyle ilgili tavsiyelerimi söylemeden de geçemeyeceğim. Tüm bu belgelerin fotokopilerini alın. Pasaportunuzun da. Ayrıca o biletlerin (uçak, tren, müze) de çıktılarını alın. Otel rezervasyonlarının da çıktılarını alın. Hepsi yanınızda bir dosyada dursun, her yere sizinle gitsin. Artık hepsi mail atıyor, karekod barkod falan yolluyor telefonunuza, tamam onlar da telefonda olsun ama kağıdın güveni başka hiçbir icatta yok.
Ha son bir şey daha. Telefonumu ben yurtdışında kullanıma açık olduğu için kullandım tüm gezi boyunca. Vodafone'un Redliler için pasaport tarifeleri var, o devreye giriyor (https://www.vodafone.com.tr/VodafoneRoaming/Yurtdisi-Rehberi-Sonuc.php). Normalde kullandığınız tarifeyi kullanıyorsunuz, sadece gün başına 30 lira yazıyor. Aynısı Turkcell'de de mevcut, Moldova'ya gittiğimde Turkcell'di hattım onu da kullanmıştım o şekilde. Yalnız ülkeleri ayırmışlar. Avrupa'nın büyük çoğunluğunda 30 lira yazıyor, daha dışında veya bilinmedik ülkelerde 40 lira gibi. 10 gün gibi bir sürede 3 ülke değiştireceğim için bana kendi hattımı kullanmak mantıklı gelmişti. Yoksa tek bir ülkeye gidip iki hafta geçirecekseniz mesela havalimanında o ülkenin ucuz bir hattını alabilirsiniz. Ya da birçok yerde wi-fi var, idare ederim diyebilirsiniz. Benim için sözkonusu değil açıkçası wi-fi avlamak, çünkü günde en az iki kere sağlığımı sıhhatimi haber vermem gereken panik atak bir annem var. Telefonum her daim açık ve ulaşılabilir olmalı, o yüzden ben açıyorum. Ama dediğim gibi özellikle böyle popüler ve bilindik şehirlerde hemen hemen her kafede, müzede, hatta mağazada falan ücretsiz wi-fi var. Çoğu işinizi halledebilirsiniz.
O halde maceranın gerisi için sonraki yazıda görüşürüz.

1 Ekim 2019 Salı

stupidità

İsterdim ki vuhuu çok mutlu geçirdiğim bir tatilden döndüm diye tatil dönüşü yazısı yazabileyim şu an buraya ama tabiki söz konusu bensem ve benim hayatımsa, hiçbir şey hiçbir şekilde ne planlandığı gibi, ne hayal edildiği gibi, ne de umulduğu gibi gider. Mutlaka ama mutlaka salakça ve kötü bir şeyler olur ve ben hep sonunda halihazırda bulunduğum mutsuzluk durumundan daha da derinde bir mutsuzluk durumuna düşmüş olurum. Hep artık bundan daha kötü olamam dediğim noktada daha kötüsü oluyor. Hep artık daha mutsuz olamam, daha derin bir mutsuzluk kuyusu yok dediğim noktada daha da mutsuz olacak bir şey oluyor.
7 aydır planladığım iki haftalık yurtdışı tatili ile ilgili hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı. Barcelona hiç beklediğim gibi değildi, kaldığımız yer dayanılacak gibi değildi. Paris'te doğru düzgün dolaşamadım bile, sokaklarını göremedim, hava buz gibiydi, yağmur fırtına. Amsterdam'da yağmur bir saniye durmadı, titremekten kafamı bile kaldırıp bakamadım. Sokaklarda derbeder oldum. Ama tüm bunlar bile yine de o kadar yıldıramamıştı hayallerle dolu kafamı.
En sonunda, son gece, havalimanına giderken, ulan dedim yıldım bıktım hiçbir şey yolunda gitmedi ama yine de bu şehirleri gördüm, çocukluğumda hayalini kurduğum birkaç bir şeyi yapabildim falan filan. Yine de iyi oldu be, diyordum ki tüm hayatım boyunca üstümde taşıdığım o salaklık kendini gösterdi. Trende sırt çantamı bırakıp, çıktım. Sonra tren gitti. Koşturdum ama gitti. Sonra çanta bulunamadı.
Çantanın içinde pasaportum, cüzdanım, her şeyim vardı. Cüzdanımın içinde kimlik, ehliyet, askeri kimlik, iş yeri kimliği, banka kartım, babamın ek kartı, biyometrik vesikalık ne kadar resmim varsa hepsi...Ayrıca evin anahtarları, iş yerinin anahtarları, flash belleklerim...Tüm hayatımı tuttuğum defter. Her şeyi unuttuğum için, her birşeyi not ettiğim defter. Tüm hesaplarıma ait tüm şifrelerimin olduğu defter. Kim olduğuma dair her şeyi, bir anda kaybettim. Kendi elimle. Kendi salaklığımla.
Tabiki o gece uçağa binemedim. Tek tesellim en son tren bileti alırken kullandığım için kredi kartımı cebime atmış olmam. Kredi kartım ve telefonum cebimde olduğu için en azından konsolosluğu, bankaları falan arayabildim, bir şeyler alabildim.
Sonunda bir şekilde dönebildim. Ama ne kadar kötüyüm anlatabilmeme imkan yok. Kimlikler için falan işlemlere başladım ama bu sırada tüm diğer o kaybolan kimliklerimle, pasaportumla falan 72 milletten herhangi bir insan herhangi bir şey yapmış olabilir. O örgüte bu örgüte, o suça bu suça ortak olmuş olabilirim. Adıma şirket falan kurup, her birşeyi yapmış olabilirler. O gece Amsterdam'daki havalimanındaki polis rapor tutmadı çünkü. Kimliğime dair hiçbir şey olmadığı için elimde böyle bir rapor hazırlayamayız dediler. Ertesi sabah konsoloslukta bir dilekçe yazıp, kaybettiğimi belirttim ama o dilekçenin de ne kadar yasal bir etkisi var bilmiyorum. Yeni kimlik için daha bugün başvurabildim. Pasaportum ve ehliyetim hala geçerli yani. Emniyeti arayıp sordum ama bir şey yapmanıza gerek yok falan dediler. Polisler de öyle dediyse, dedim artık ne yapabilirim. Gazeteye ilan versem mi dedim yok dedi polis. Bilmiyorum ya. Günün birinde interpol falan kapıma dayanırsa yapacak bir şey yok. Benim salaklığım.

8 Eylül 2019 Pazar

Woman Walks Ahead (2017)

1890 yılında önce New York'tayız. Catherine Weldon bir 19.yy. kadını olarak hayatında ilk defa kendini özgür hissediyor. Bir kadın olarak mülkiyeti hep başkalarının elinde olmuş, önce babasında, evlendirildikten sonra da kocasında. O yüzden kocası vefat edince artık özgürdür. İlk defa hayallerinin peşinden gitmeyi düşünüyor, daha önce senatörlerin bile portrelerini yapmış olmasına rağmen bir türlü tam zamanlı bir ressam olamamasının acısını çıkarmak üzere vahşi batıya doğru yola düşüyor. Ünü amerika kıtasını bile aşmış olan kızılderili şefi Oturan Boğa'nın resmini yapmak için kendini maceranın kollarına atıyor.
Hepimiz Oturan Boğa'nın adını bir şekilde biliyoruz değil mi? Çocukluğumuzdan beri aklımıza yerleşen o vahşi batı filmlerindeki karikatürize edilmiş kızılderili simgesinin temsil ettiği her şeyi birleştirebileceğimiz bir figürdü hep. Oysa büyümeye başlamamızla gerçekte olan şeyleri anlamaya başladık. Her şey o filmlerde anlatılanlar gibi değildi. 
Ve bu filmin hikayesi de aslında gerçekten yaşanmış, gerçek insanların yaşadıkları şeyleri anlatıyor. Belki tam olarak filmin anlattığı gibi değil yaşananlar veya insanlar ama film yine de o döneme, kendilerine amerikalı diyen bir topluluğun işgal ettiği kıtadaki insanlara avlanacak hayvan sürüsüymüş gibi davranmış olmasına dair fikir edinebilmemizi sağlıyor (https://time.com/5325716/woman-walks-ahead-true-story-fact-fiction/).
Gerçek Oturan Boğa
Bu da gerçek Catherine Weldon
Bizim Oturan Boğa olarak bildiğimiz kızılderili şefinin kendi dilinde ismi Tatanka Iyotake. 1831 civarında bugünkü Güney Dakota eyaletinde doğmuş. Bir Lakota yerlisi. Hayatı tam da Amerika'ya yerleşen göçmenlerin habire yerlilerin topraklarını çaldığı, gasp ettiği ve her buldukları fırsatta da yerlileri öldürdüğü, buna karşılık da bir kızılderili direnişinin ortaya çıktığı döneme denk geliyor. Tüm yaşam biçimlerine kasteden bu açgözlü insanlara karşı artık kızılderililer toplanmaya başlıyor ve bizim boğa da tüm karizmatik kişiliğiyle kızılderili tarihinde ilk defa Sioux kabilelerini bir araya toplayan ilk şef oluyor.
Film tam da bu direnişin alevlendiği yılda, Catherine Weldon'ın Oturan Boğa'nın resmini yapmak üzere kızılderililerin arasında yaşamaya gitmesini anlatıyor (https://www.imdb.com/title/tt5436228/). Amerika halkı arasında da artık biz bu kızılderililere ne yapıyoruz denmeye başlanmış. Birçok insan tüm bu toprak gasplarına falan karşı çıkıyorken, yıllardır kızılderililerle ölüm kalım mücadelesine girişmiş çok acı şeyler görüp yaşamış olanlarsa onlardan kurtulma çabasına devam etmeye çalışıyor.
Film kızılderililerle ilgili bu şekilde gerçekçi bir bakış açısı sunmasının yanında bir kadına dair de güzel şeyler anlatıyor. Catherine'in topluma uymak, içindeki kişiliğini bastırmak zorunda olmasının, kendini hep bir adamın himayesinde hissettirilmesinin ne demek olduğunu anlayabiliyoruz biz de. Hissedebiliyoruz. Onunla birlikte özgürlüğe doğru yola çıkıyoruz. Ama yine onunla birlikte özgür olmanın, özgür olabilmek için cesur olmanın ne demek olduğunu da anlıyoruz.
Catherine Weldon gibi bir karakter için Jessica Chastain gibi bir kadın da süper olmuş. Hem kırılgan, hem kendini zorlayan, hem de sağlam durabiliyor. Ama sanırım en büyük işi Oturan Boğa'yı karşımıza ilk defa böyle çıkaran Michael Greyeyes yapmış. O güçlü kişiliği de görebiliyoruz, yaşananların omuzlarına yükledikleriyle beraber o pes etmişliğini de. Çaresizliği yenilmiş gibi değil de doğal akışındaymış gibi kabul edişini izliyoruz.
Hikayesi de tertemiz ilerliyor filmin. Görüntülerle birlikte her şey hem acı verici oluyor hem de çok güzel. İyi anlatılmış, iyi bir film gösteriyor bize. Ara ara takıldığı noktalar, teklediği yerler oluyor tabi ama iyi niyetle yapılmış düzgün bir hikaye dinliyoruz en nihayetinde.

Bu arada filmin ismi "Woman Walks Ahead", önden yürüyen kadın demek. Catherine'e yerlilerin verdiği isim bu, filmde.

3 Eylül 2019 Salı

Mary Queen of Scots (2018)

Tarihi filmler izlemeye bayıldığımı, daha doğrusu içinde "tarih" olan her şeye bayıldığımı artık biliyorsunuz. Ama yine de bu filmin yapıldığı haberi geldiğinde pek de o kadar heveslenmemiştim. Çünkü artık bahtsız İskoçya kraliçesi Mary'nin hikayesinden öylesine gına geldi ki...Evet bazı hikayeler var, bin kere de yorumlansalar, bin kere de izleseniz hep ayrı bir keyif verir, her defasında değişik bir şeyler yapılabilir. Ama Mary'nin hikayesi artık öyle gelmiyor.İster onu odağına alsın anlatılan hikaye ister muhteşem(!) kraliçe Elizabeth'in hikayesinde bir figür olarak gösterilsin, yine de artık bana yetti gibi geliyor.
Bilemiyorum belki de sıkıcı bir film izlediğim içindir daha az önce. 2018 tarihli Mary Queen of Scots filmini demin bitirdim izlemeyi ve giden zamanıma acıyorum (https://www.imdb.com/title/tt2328900/). Hiçbir şey hissettirmedi film, belki düşündürdü çoğu yerde ama onlar da çok ipe sapa gelir düşündürmeler değildi. Bu hikayeyi artık hepimiz ezberledik ama hadi bakalım bir de son dönemin popüler furyası objektifinde ele alalım tam bunluk bir malzeme demişler. İskoçya kraliçesi Mary ile İngiltere kraliçesi Elizabeth'in hikayesini bir erkek dünyasında ayakta kalmaya çalışan iki güçlü kadının hikayesi olarak gösterelim bu sefer de demişler. Tamam mantıklı, bir de bu açıdan yaklaşabiliriz bu hikayeye. Aslında John Guy adındaki bir tarih profesörünün kitabından yola çıkmışlar (http://www.johnguy.co.uk/biography-john-guy.php). Kadın merkezli yaklaşım o kitaptan mı bilmiyorum tabi, ama iki kraliçenin yüz yüze görüşmüş olması fikri oradanmış.
Mary, efenim İskoçların kraliçesi
Ben böyle direkt anlatmaya giriştim ama biliyorsunuz az buçuk neyden bahsettiğimi diye. Hani Mary kim, Elizabeth kim, 1500lerin ortasında Britanya adasında durum ne bu şeyleri bildiğinizi varsayarak konuşuyorum. Hani bir şekilde bir filme, diziye denk gelmişsinizdir yahu. Elimizi sallasak o döneme dair yaptıkları bir şeye çarpıyor zaten. Elizabeth 1558'den 1603'e kadar İngiltere kraliçesi. Şu 7 kocalı hürmüz gibi olan VIII.Henry'nin kızı (hani Tudors'taki). İngiltere'nin altın çağının sebebi. Osmanlı'da tahtta Kanuni varken yani başlıyor dönemi, II.Selim, III.Murat ve III.Mehmet'in hükümranlıkları boyunca kadın tahtta, azme bakın. Mary ise bu Elizabeth'in halasının torunu. Bu şekilde bir akrabalar ayrıca. Neyse Mary de doğduğu andan itibaren aslında İskoçya kraliçesi, çünkü ortada başka varis yok. 1542'den 1567'ye kadar bu ünvana sahip. Yani Osmanlı'da Kanuni ve II.Selim dönemleri. Sonra işte olaylar olaylar, 1587'de Elizabeth, Mary'nin kafasını vurdurtuyor vay bana komplo edenlerle iş birliğine giriştin diye. Bu da Britanya'nın en çok anlatılan hikayelerinden birine dönüşüveriyor. Çünkü o vakte kadar ayrı olan iki krallık bu Mary'nin çocuğuna kaldığı için birleşmiş oluyor.
Film bu hikayeye bir güç savaşından çok iki kadının ayrı ayrı ama birbirlerine göz atarak ayakta kalma çabası olarak yaklaşıyor. Birbirlerine düşman değiller de aslında etraflarında onları kapana kıstırmış erkek dünyasının içinde yollarını bulmaya, birer kadın monark olarak hem yönetmeye hem de yönetilmemeye çalışıyorlar diyor. Ruh olarak çok da farklı iki insan olmasalar da fiziki özelliklerinden ve yetiştikleri ortamlardan ötürü iki farklı şekil almış olduklarını görüyoruz.
45 yıl bu adamların arasında hüküm süren  Elizabeth
Görünüşleri, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yollarını çizerken hem en büyük anahtarları hem de en büyük engelleri oluyor.
Yine de film pek bir şey başaramamış durumda. Hikaye sizi sürükleyecekmiş gibi duruyor ama sürüklenmiyorsunuz, merak etmiyorsunuz. Çoğu yerde hop hop hop şeklinde atlamalar var, fark ediliyor. Ben hikayeden çok Saoirse Ronan'ın tüm film boyunca kulağında duran ve illa da göstermeye çalışıp durdukları 21.yy. rock dinleyen ergen küpesine takılıp durdum. Bir de vay be Margot Robbie'yi nasıl da çirkinleştirebilmişler, demek ki işte görünüş nasıl değiştiriyor insanı diye onun suratına dalarken buldum kendimi.
Film tam 2 saat sürüyor. Hikayesi dediğim gibi. Görüntülerine takılıp duruyor aklınız. Müzikleri desem, öyle akılda kalıcı, olmuş diyebileceğimiz bir yanı yok. Oyunculuklar deseniz, böyle bir tarihi-dramada olması gereken gibi. Ama o kadar da dikkat çekmiyor. Kostümlerin, mekanların göz alıcı bir bir farklılığı da yok. Yani 2 saatlik bir boşluk bu film. Bir fikrin peşinde kaynakları seferber etmişler o kadar.

2 Eylül 2019 Pazartesi

“Autumn seemed to arrive suddenly that year. The morning of the first September was crisp and golden as an apple.”

Eylül gelmiş. Yaz bitiyor. Eskiden mevsimlerin doğuşunu, yavaş yavaş bitişini, ayın evrelerini, yağmurun yağışını, böyle şeyleri işte takip ederdim. Takip etmek doğru tabir mi oldu emin değilim, "farkında olurdum" olmalı bence doğrusu. Yaşadığımın farkında olurdum. Zamanın geçtiğinin. Bakardım, düşünürdüm. Üstüne bir şeyler okurdum. Gökyüzüne bakardım. Farkında olmaya çalışırdım.
Dün gece birden bire bakıp da eylülün birinin bile bittiğini görünce ne kadar zamandır farkında olmadığımı düşündüm. Ne kadar zamandır böyleyim acaba dedim. İpin ucunu kaçırmışım gibi. Nerede olduğumu bile bilmiyorum. Ne yapıyorum bilmiyorum. Yazmıyorum. Zaten sanırım kimse de yazmıyor. Buralar böyle görünüyor artık. Herkes instagrama gitti herhalde. Uzun uzun bir şeyler yazmak, düşünerek yazmak, okumak, birinin yazdığı cümleleri okumak hepimize zor geliyor gibi. Burası o kadar renkli de değil. Değil mi? Parıltılı değil, çabuk tepkimeye girmiyor. Her şeyin bir ömrü var gibi.
Ne diyordum? Her şey geçip duruyor ve ben koşturuyorum sanki. Artık mevsimleri göremiyorum, ayların değişmesini yakalayamıyorum. Rüya görmüyorum. Bomboş. Düşünmüyorum. Eskiden en çok yemek yerken hayal kurardım. Mutfak masasında hayallere dalardım. Birçok hikayeyi orada yaşardım. Şimdi bir şeyler yerken mutlaka bir şeyler izliyorum. Hatta bir şey izleyeceksem mutlaka yiyecek içecek bir şeyler almam gerekiyormuş gibi geliyor önüme. Yatarken de bir şeyler izliyorum. Öyle televizyonun karşısında uyuyakalmaktan bahsetmiyorum. Yatmaya karar veriyorum, uykum geliyor, öyleyse diş fırçalamak gibi, pijama giymek gibi, bir bölüm dizi açıyorum. Çünkü bir şey izlemeden yatarsam o yatağa, karanlıkta boş tavana bakarken kafamın bomboşluğunun içinde öylece kalakalmaktan korkuyorum. Evin sessiz olması, etraftan çıt çıkmaması çoğu insana korkutucu gelebilir, bana gelmiyor, ona alışalı çok oldu. Ama o sessizlikte kafamda da hiç ses olmaması korkutuyor beni. Boş. Bomboş. Hiçbir şey düşünmüyorum. Korkutucu olan bu.
Kendiliğinden oldu bu durum sanırım. Off anlatacak bir sürü şey var hem. Ama anlatmıyorum. Kafamın içinde sesler olmadığı için bir şeyler de anlatamıyorum herhalde. Tam iki hafta sonra son 7 aydır planladığım Barcelona-Paris-Amsterdam gezisine gideceğim. Bu iki hafta iş yerindeki odamda tek olacağım (yay!). Ekim'de nihayet lazer ameliyatı olabileceğim. Son 3 aydır öğle aralarında spora gidiyorum (spor dediğim şu a-b-c fitler var ya onlardan birinde hopla zıpla sporu). Yeni eve taşındığımdan beri eski evimden dolayı yapamadığımı söyleyip çemkirdiğim hiçbir şeyi yapmaya yeltenmedim mesela. Böyle böyle şeyler var. Aslında dünyanın zamanına sahipmişim gibi ama hiçbir şey yapmıyorum gibi. Keşke yapsam.
valla ben gördüğümden hiç böyle bir şey hatırlamıyorum ama yeniledilerse demek ki
ehem neyse, efenim bu Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Circus Maximus Tapınağı imiş.
Eylül ayı sembolizmde enerjiyi yeniden odaklamak anlamına geliyor. Romalılarımız eskiden eylülün 13'üne denk gelen zamanda Ludi Romani diye festival yaparlarmış. MÖ 366'da başlayan bu gelenekte ilk başlarda 12'si ile 16'sı arasında olurmuş festival. Atletizm oyunları, araba yarışları falan baya bir eğlenceli geçermiş. "Ludi" oyun demek oluyor. MÖ 204'ten itibarense 5'i ile 19'u arasına genişletmişler eğlenceyi. Festivalin ilk başta ortaya çıkışı ise çoook eski bir zaferin anısına kutlamalar yapmak amaçlı. Roma'nın ilk kurucuları olan 7 kral (9 muydu yoksa?) var. Bunlardan beşincisi olan Tarquinius Priscus'un Latinlere karşı kazanılan ilk zaferi, Apiolae zaferinin kutlaması olarak başlamış. Bu Tarquinius aynı zamanda Capitoline Tepesi ve Circus Maximus'u da kuran-belirleyen artık ne denirse o adam olduğu için festival alayı Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Optimus Maximus Tapınağı'nda başlıyormuş.
Yine aynı tarihlerde, Eylül'ün ortasında bir de böyle ziyafet günü gibi bir şeyleri var Romalı dostlarımızın. Şimdiki Şükran Günü tarzında, Minerva, Juno ve Jüpiter'e adaklar adayarak ziyafet çekiyorlar. Buna da Epulum Jovis deniyor. Tanrıların heykellerini de masaya koyuyorlar ve onlara yemekler sunuyorlar. Bir yandan da verdikleri her şey için bu tanrılara şükranlarını sunuyorlar. Ne kadar tanıdık geldi değil mi?
Bunun yanında yine aynı dostlarımız eylül ayının tanrısının, demircilik ve ateş tanrısı olan Vulcan olduğuna inandıklarından bu ay içinde yangınlar, volkanik patlamalar, depremler falan bekliyorlarmış. 
Anglo-Sakson kültüründe ise hasat mevsimi bu ay. Bundan da tam dizi ismi oluyor ha, Hasat Mevsimi, 9 eylül pazartesi başlıyor :) Britanya'da ise 29'u Michaelmas günü. Saint Michael the Archangel'ın günü (şimdi bunu size nasıl çevireyim, aziz maykıl mı diyeyim, melek maykıl mı diyeyim, acaba bizdeki mikail'e denk mi gelir bilemedim ki). Şeytanı cennetten kovarken bu aziz, şeytan böğürtlen çalılarına düşmüş. O yüzden de ayın 29'undan sonra böğürtlen yemek günah, lanetli, mazallah sonra.
Çin Ay Tanrıçası - Chang'e
Çin ve Vietnam'da kutlanan Zhong Qiu Jie var bir de bu ay. Onların ay takvimine göre hesaplanıyor, mid-autumn festivali oluyor. Bu sene mesela 13 eylül görünüyor. Ay takviminin 8.ayının 15.günü sonbahar hasadının bitişini simgeliyor. Ay festivali bir diğer adı. Dolunay en parlak günündeyken kutlanıyor çünkü. Çin mitolojisindeki ay tanrıçası Chang'e nin onuruna bu festival. Off aslında onun hikayesi de çok ilginç ama başları şişirmeyeyim şimdi. Geçen sene Huawei'den gelen ekip bu festivali için yapılan keklerden getirmişti, şahane bir şey, keşke her sene bu tarihte oralara gidebilsem.
Tüm bunlara bakarak aslında denebilir ki Eylül biraz da bir tür değerlendirme zamanı. Kış boyu uykusundan uyanıp hazırlandığı yazda insan neler başardı, neler yaptı, hangi noktaya geldi diye bakma zamanı. O kadar koşturduktan sonra durup da elimde ne var diye muhakeme etme zamanı. Kış karanlık örtüsünü bir kez daha örtmeden önce, tüm yaz boyu biriktirdiklerini biçme zamanı.
Haa bir de 22'si Hobbit Günü. Biliyoruz değil mi?
Aslında eylül ne güzel ay.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...