15 Mayıs 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm I - Kendim için Bir Şey Yapmanın Paniği


“The most courageous act is still to think for yourself. Aloud.” demiş Coco Chanel. Dışarıdan öyle görünmeyebilir ya da aileme sorsanız mesela hiç de öyle değil diyebilirler ama ben bütün hayatımı kendim dışında herkes için düşünerek yaşadım. İsteyerek değildi tabiki, bunu ancak birkaç yıl önce anlayıp, teşhis edebildim ve çözmeye çalışıyorum ama sonuçta  durum buydu. Bu yüzden, bu son birkaç yıllık "iyileşme" aşamasındayken, geçen sene Eylül ayında bir gece Insta'da bir haber gördüm. THY'de kampanya vardı, yüzde 25 indirim olduğunu söylüyordu. Biliyorsunuz kampanyalar daha çok Pegasus'ta olur, THY'de indirim görmeye hiçbirimiz alışık değiliz. Yataktaydım, uyumak üzereydim, öylesine bilet sayfasını açıp, uzun süredir görmek istediğim için Seul'e olan gidiş dönüş biletlerine baktım. Normalde daha fazlaya gelen biletler, bu indirimle 20 bin civarına iniyor görünüyordu. Tarih 17 Eylül cumartesi, saat 22:57. 18'inde kampanya bitiyor yazıyordu. Yattığım yerden doğruldum. Telefonun ekranına bakmaya başladım. Bu bir işaret olabilir miydi? O günden tam 7 ay sonrasına gidiş dönüş bileti alabilir miydim, bir (gidiş dönüş) uçak biletine 20 bin verebilir miydim? Bir yandan arabanın kredisini öderken, bir yandan her gün bankanın oradaki ayakkabı boyacısı amcayı görürken, her öğle arasında yürüdüğüm yolun üzerinde bir köşede oturup, elindeki çiçek buketlerini satmaya çalışan yaşlı teyzenin halini bilirken, ülkenin ekonomisi her gün hepimizi ekonomi doktorası yapmış hale getirirken kendim için, bu ne kadar daha zamanım kaldığını bilmediğim hayatta kendi istediğim bir şeyi yapabilmek için cesaret edebilir miydim? Etmeli miydim? Dahası tek başıma yapacaktım bu işi. Kimseye benimle gel demeye dilim varmadı. Hem varmadı hem istemedim. Hayatımda neredeyse ilk defa istemiyorum diyebildim kendi kendime. Ben bunu kendi başıma yapmak istiyordum. En sevdiğim insanlar bile söz konusu olsa da yanımda bu defa insan istemiyordum. Başka biriyle oturup plan yapmak istemiyordum, karşımdaki dünyanın en uyumlu ya da en sessiz insanı bile olsa gene de kendim dışında birinin isteklerini de gözetmek istemiyordum. Özellikle geçen kıştan beri aklımda minik, böyle sevimli bir umut dolanıyordu. Belki her şey düzelirse baharda gezmeye giderim Kore'ye diyordum. Görülecek, yapılacak şeylere rastladıkça bir deftere not alıyordum. Cherry blossom zamanına hep düşünüyordum, hazirandan itibaren çünkü yağmur mevsimi oluyor oralarda. Gerçi Mayıs ayı daha iyi olur diye düşünüyordum ama o zaman da blossomlar olmazdı. Tabi bunların hepsini öyle kendi kendime düşünüp, yine hayatımdaki pek çok şeye yaptığım gibi aksiyona geçmiyordum. Gerçek anlamda oturup da haydi gideceğim diye bir şeyler yapmıyordum. Bir an o saatte bir deli cesareti geldi, bilet almaya çalıştım. Tabiki bir dolu sorun çıktı, sayfa yüklenmedi, internet hata verdi, kredi kartım hata verdi, limitim yetmedi. Gece yarısına kadar uğraştım. İşaretleri yanlış anlıyorum demek ki deyip, telefonu bir kenara attım. Ertesi gün, pazar günü, bu sefer bilgisayarın başına oturdum ve aldım. Saat 11:54'tü, 20 Nisan akşamı Seul'de olmak üzere bilet almıştım. Sonra aylarca taksit taksit bu biletleri ödedim ama olsun.
Sonraki bir iki hafta içinde otellere bakıp, bir otel ayarladım kendime. Yaklaşık 10 yıldır bu işi Booking.com ile yapıyorum. Şimdi baktığımda hesabıma ilk rezervasyonum Orlando'daki otel içinmiş 2012'de. Seul için kalacak yer bakarken tabiki ilk aklıma gelen şeyler şöyle en gelenekselinden bir hanok'ta kalmaktı ki buna "hanok stay" deniyor. Aralarda da böyle "temple stay" dedikleri şeylerden yaparak tapınak tapınak gezmek ve hatta dizilerde gördüğümüz o pek meşhur hamamda gecelemelerin deneyimini yaşamaktı. Ama haliyle tek başıma yaptığım geldi aklıma bu seyahati. Alabildiğine düzgün, güvenli ve konforlu bir "otel" bulmak istedim. Şu yaşıma kadar kaldığım yerlere bakıyorum da, hep öğrenci kafasıyla gittiğim ve çoğu zaman çok da kötü olan yerler. Bir Milano'da Cey'le normal bir otelde kaldım sanırım hayatım boyunca. Bir de hayal meyal hatırlıyorum ama Nihan'la New York'da kaldığımız yer biraz daha otelimsiydi. Sizi bilmem ama ben büyürken biz hiç öyle yaz tatiline, kış kayağına giden bir aile olmadık. Her yaz sadece köye gidilir, fındık toplanırdı. Tatil yapmak ya da otelde kalmak gibi şeyler ancak üniversiteden sonra öğrendiğim şeyler oldu. Ki neredeyse 30 yaşıma kadar da tatil yapmak yeni bir ülke şehir göreyim, sırtımda çantamla haldır haldır dolaşayımdan oluşuyordu. Bu yüzden bu "otel"de kalmak lafını bu kadar büyütmemi anlayabiliyor musunuz? Benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu?
Oteli çok uçuk olmamakla birlikte (ki maaşımla neye yetebileceğim belli zaten) belirli bir miktarın altına düşmeyecek şekilde baktım ki o miktarın altındakiler ortak banyolu yatakhaneler oluyordu yani. Booking'de filtrelerimi yerleştirdim - özel banyo tuvalet, özel oda, çift kişilik yatak - haritayı açtım ve en merkezi görünen yerlere baktım. İlk düşündüğüm şuydu: Uçaktan Seul saatiyle 6 gibi ineceğim. Havalimanından çıkmak saatler alacağı için hava kararmış, akşam olmuş olacak. Havalimanından şehre bir saatte gitsem (daha henüz nasıl ve ne ile gidilebildiğine bakmamıştım), en kötü ihtimalle akşam 9-10 gibi şehir merkezinde kendi başıma olacağım. Bu yüzden en kolay ve güvenli şekilde gidebileceğim bir yer bulmalıydım. Ayrıca tabi şehrin merkezi bir yerinde, gezilecek görülecek yerlere de kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada olmalı. Four Points bu Sheraton Josun'u buldum, ana tren istasyonunun hemen dibinde yer alıyor görünüyordu (Booking linki burada). Hem de daha önce internette, instada, youtubeda, dizilerde, filmlerde duyup da tanıdık gelen turistik yerlere yakındı. Önce tüm 10 gün için buradan bir oda ayarladım. Seyahatin tamamını 10 gün gibi bir süre olarak ayarladığımı söylemeyi unuttum tabi. O ilk haliyle otel de yaklaşık 20 bin civarında tutuyordu. Gidince check-in yaparken otel tarafından kredi kartından çekiliyor bu miktar. Bunu düşünerek iyi bari onu da bankanın uygulamasından taksitlendiririm dedim. Ertesi gün öylesine yine Booking'de dolanırken tamamen buna kader diyorum artık, önüme bir hanok tarzı ev çıktı. Seochon Guesthouse (Booking linki burada). Fotoğraflar çok keyifliydi, yorum yazanlar çok keyifliydi. Ulan dedim çıktık bir yola, artık korku cesaret ne varsa. Oteli 7 güne indirdim, 3 günü de bu evden ayarladım. Bu durumda otel 7 geceliğine vergilerle falan 17 bine, hanok da 3 geceliğine 6 bine geldi görünüyordu bu 7 ay öncesindeki ayarlamada (tam fiyatları ödediğim andaki haliyle söyleyeceğim anlatırken). Şimdi bu söylemek istediğim şu, bu uçak bileti ve kalacak yer fiyatlarını benimkilerden çok çok daha ucuza getirebilirsiniz. THY, bu uçuşun en pahalılarından biri neredeyse mesela. Ben tamamen kampanyayı gördüğüm için ve bunun bir işaret olduğunu düşündüğüm için atladım :) Yoksa iyi bir takiple, pek çok bilet sitesinden araştırarak ve uçuşları iyi ayarlayarak çok daha ucuza getirebilirsiniz. Kalacak yer konusunda ise ben artık 30'umu aştığım ve 20'lerimde gerçekten acayip sefil koşullarda çok kötü yerlerde kaldığım için tamamen bonkör davranmak istedim kendime. Uzakdoğudaki yerlerin Avrupa'daki kadar kötü olacağını da düşünmüyorum gerçi. Yani - görmedim bilmiyorum ama - Seul'de de ortak banyolu yatakhane tarzı genç işi yerlerde kalmanın Avrupa'daki bataklıklardan çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu şekilde kalma işi de ucuza gelebilir. Bir de sadece hostel de değil, başka başka evler, airbnb, hamamlar saunalar vb. yöntemler de bulunabilir. Gençseniz ve vaktiniz de tahammülünüz de çoksa, az olan paranızı yetirebilirsiniz.
Sonrasında yapılacak ilk iş, gitmek için neler gerekli diye araştırmak oluyor tabi. Bizden vize istenmediğini biliyordum ancak tam olarak nedir nasıldır yine de bakmam gerekiyordu. Bunun için yapılacak ilk şey (hayır google'ı açıp Güney Kore'ye nasıl gidilir diye yazmak değil:p ) Güney Kore'nin Türkiye büyükelçiliğinin web sitesine bakmak (linki burada-->Kore Cumhuriyeti Büyükelçiliği). Bir de İstanbul Başkonsolosluğu'nun web sitesi var, onun da linki şurada-->Kore Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu. Tüm buralardan iyice incelediğimde gördüm ki benim gibi 5-10 günlüğüne gidip gezip gelecekler için bir vize başvurusu yapmak, vize almak falan gerekmiyor. İki ülke arasındaki anlaşmalar sayesinde Güney Kore'ye pasaportumuzla gidip, 90 güne kadar kalabiliyoruz. O yüzden önce bir pasaport almak gerekiyor haliyle. Benim en son hatırlıyorsanız (hatırlamayanlar için blog postu-->stupidita)Amsterdam macerasında trende bıraktığım sırt çantasının içinde puff olduğu için pasaportum, birkaç ay sonra da pandemi ile dünya kapandığı için senelerdir bir pasaportum yoktu. Ekim ayının 3'üne pasaport başvurusu için randevu aldım. Normal bordo pasaport başvurusuydu. Bu başvuruları İl veya İlçe nüfus müdürlüklerine yapıyoruz (benim gibi yaşlılar varsa diye özellikle belirtiyorum çünkü mesela ilk pasaportum için emniyete gitmiştim). Başvuru günümde nüfus müdürlüğü manyak kalabalıktı. Bir de sıra alma olayı çok tuhaftı. Çankaya İlçe Nüfus Müdürlüğü'ne gitmiştim. Normalde edevletten belirli bir zamana randevu almış oluyorsunuz, ben de 13:40'a almıştım. Müdürlüğe gidince bir de girişteki kiosktan sıra numarası almak gerekiyormuş. Öyle de saçma bir sistem. Direkt mesela saat 13:40 olunca ekranda ismim yazsa ve içeri girsem daha normal olmaz mı? Devlet kurumlarının her zaman bir değişik mantığı oluyor. Çünkü bir de o içerideki cihazdan sıra numarası almak için sıraya girmek gerekiyor, cihaz da ayrıca randevu saatinize belirli bir süre kalmışsa sıra numarası veriyor daha öncesinde vermiyor. Teyzelerle amcalarla beraber hepimizin kafası yanmıştı tabi. Erken geldiysen sıra numarası alamıyorsun. Ama sıra numarası alabileceğin süre içindeysen de bu sefer cihazın önünde ve binanın girişinde acayip sıra olduğundan dolayı sıra numarası alabildiğinde randevu saatinin üzerinden iki saat geçmiş oluyor. Böyle bir kıyametin içinde o gün orada pasaport başvurusu yapabildim, hala inanamıyorum. Bir yandan da işe geri dönmeye çalışıyordum, neyse.
3 Ekim'de başvurusunu yaptığım pasaport, 26 Ekim'de geldi. Şimdiye kadar en uzun süre beklediğim pasaporttu herhalde. İlk pasaportumun bir hafta içinde geldiğini hatırlayınca...Sanıyorum hep beraber ülkeden dışarı çıkmaya çalışıyoruz diye düşündüm. O tarihte 10 yıllık pasaport ücreti olarak 1478,30 lira, defter bedeli olarak da 225 lira ödemişim. Bugün baktığımda bu ücret 3295,50 lira ve 501 lira olarak görünüyor, iyi almışım (web sitesi şurası).
Pasaportu da aldıktan sonra gördüğüm bir diğer nokta şuydu: K-ETA diye bir şey. Güney Kore tamam bizden vize istemiyordu ama ülkeye girecek bu şekilde vizesiz girecek herkesten bu isimde bir sisteme kaydolmasını istiyor görünüyordu. Resmi web sitesinin linki-->Korea Electronic Travel Organization. Ayrıca cep telefonuna indirilebilen uygulaması da var. Web sitesi Türkiye'den biraz geç açılıyor, yüklenmesi zaman alıyor. Telefon uygulaması da aşırı hızlı çalışmıyor açıkçası. Burada Apply For K-ETA'ya girerek başvurmanız gerekiyor. Ne zaman gelip gideceğinize, nerede kalacağınıza, ne yapacağınıza vb.'ne dair bilgileri doldurmanızı istiyor sistem. Yani aslında tam olarak bir vize başvurusunda belirttiğiniz bilgileri veriyorsunuz. Sonunda da bir ödeme alıyor ki web sitesinde de belirttiği üzere 10000 won bu, 145 lira gibi bir miktar yapıyor bize. Ben başvurup ödediğimde yanlış hatırlamıyorsam 80 lira gibi bir şey ödemiştim. Kendi ülkemden pasaport almak için ödemek zorunda kaldığım miktarların yanında bunu görünce sinirden gülmeye başlamıştım başvuru yaparken. Bu K-ETA başvurusunu uçuşunuza 72 saat kalana kadar yapmanız gerektiğini söylüyor sistem, çünkü başvuruyorsunuz sonra bir de onaylandı veya onaylanmadı diye geri cevap geliyor. Onaylanmazsa ödediğiniz miktarı geri vermiyorlar ve başka bir şeyler yapabilirsiniz sanırım ama onu araştırmanız gerek.
K-ETA'yı da hallettikten sonra bir de Q-code diye bir şeyle karşılaştım. Bu da pandemi döneminden miras kalan kontrollerden biri olarak görünüyordu. Bunu da uçuşa belirli bir gün kalana kadar aşılı, sağlıklı, belirtisiz falan olduğunuza ikna etmek için yapıyorsunuz ancak zorunlu değil, çünkü uçaktayken size bununla ilgili 3 ayrı kağıt verip doldurmanızı istiyorlar. Havalimanında girişte  teslim ediyorsunuz ya da bakıyorlar. Ben tabiki önceden internetteki web sitesinden doldurup, çıktısını yanıma almıştım ama hiç çıkarmaya bile şansım olmadı çantamdan. Uçakta dağıttıkları o kağıtlardan kontrol ettiler (Q-Code'un web sitesi de şurası-->Quarantine Covid19 ).
Uçak bileti, kalacak yer, pasaport, K-ETA. Bu 4 adım ilk yapılacaklar. Ben bunları Kasım ayı dolmadan bitirmiştim. Sonrasında gezi planlamasına geçmeden kendi adıma emin olmam gerekenler arasında gördüğüm bir diğer adımı kontrol ettim: Havalimanında bavulumu aldığım andan, oteldeki odamda kendimi yatağa atana kadarki o ilk akşam için detaylar neler olacaktı?
İlk düşünmem gerekenler tabiki uçak yere inince anneme nasıl haber verebileceğimdi :) Bu adımda tecrübeme dayanarak şunu söyleceğim, THY'nin yurtdışı uçuşlarında wifi'a bağlanabiliyorsunuz. Koltuk numaranız ve miles&smiles bilgilerinizle çok basit bir şekilde bağlantı kurabiliyorsunuz. Gerçi bu seferki beni biraz zorladı, havada uzun saatler boyunca bağlanmadı, açmadı falan ama sonuçta böyle bir şey var, haberiniz olsun. Neyse, Incheon'da havalimanında indiğimde alabileceğim bir telefon hattı araştırdım. Çünkü her ne kadar internet, Kore'de her yerde wifi var, her yerde internet var diyenlerle dolu olsa da gitmeden böyle bir bilgiye güvenip de yola çıkamazdım. Ayrıca Türkiye'de kullandığım hat Vodafone'un Kore'de geçerli olan tarifesi Her Şey Dahil Pasaport Dünya, günlük olarak 199,90 lira fatura kestiği için sanki bir hat almak daha mantıklı olacak gibiydi. Çünkü Vodafone'un da çekip çekmeyeceğinden emin olamazdım (içimdeki başak ve oğlak burçları el ele vermiş koşuyordu). Araştırınca şu üç şirkete ulaşıyorsunuz: SK Telecom, LG, KT. Birçok web sitesinden alınabileceği gibi direkt bu şirketlerin web sitelerinden de önceden satın alabiliyorsunuz sim cardları. Ben KT'den yani Korea Telecom'un kendi web sitesinden prepaid yani ön ödemeli, 10 günlük sim card aldım. Bunu alırken hangi terminalden, hangi gün ne zaman teslim alacağınızı seçiyorsunuz. Bu sebeple de önce hangi terminale ineceğimi buldum. Incheon Havalimanı'nın resmi web sitesi şurada. Siteden yakın zamandaki İstanbul uçuşlarına bakınca hepsinin Terminal 1'e indiğini de gördüm. Böylece Terminal 1 olarak seçtim sim kartı teslim alma noktamı. Yine bu havalimanının web sitesinden haritaya bakınca da  KT'nin teslim alma yerlerini buldum. 10 günlük sınırsız internetli ve sadece ülke için aramalar dahil olan sim kart kendi web sitesinde 34600 won tuttu. Diğer, turistler için olan web sitelerindeki fiyatların hepsi bundan fazlaya geliyordu. Yani şu an 504,58 lira ediyor, günlük 50 liraya sınırsız ve de çok iyi çeken internetim olmuş oldu (Vodafone ile günlük 200 liraya gelecekti). Bu hat alma işini havalimanında da yapabilirsiniz ki hemen hemen herkes öyle yapıyordu gördüğüm kadarıyla. Ama dediğim gibi bu benim fazla planlılığım. Bir de tabi hat almak istiyorsanız yani. Yoksa açık wifi'lara güvenip de işinizi halledebilirsiniz. Mesela Incheon'daki wifi'ya direkt bir şey sormadan istemeden bağlanabiliyorsunuz, çok da iş görüyor ama tabi o kadar yıllık firewallcu olarak böyle açık ağlara da amaan bağlanın be dememem gerek sanırım :D Benim aldığım KT'nin web sitesi şurası.
Tamam bavulu aldım, hattı aldım, annemi aradım diyelim. Sonra otele nasıl gideceğim sorusu vardı. Incheon havalimanından şehir merkezine birkaç yolla gidilebiliyor. Hemen hemen her ülkede olan şeyler bunlar. Tren var, otobüs var, taksi var. Araştırdığımda, daha önceki seyahatlerimden edindiğim tecrübelere de dayanarak (JFK'de iner inmez ne idüğü belirsiz adamın arabasına taksi diye atlamak da buna dahil:p ) benim için en mantıklı ve rahat yolun tren olduğunu düşündüm. Tren dediğim AREX ismindeki hızlı tren. Bunun da iki çeşidi var yalnız, biri pek çok durakta duran, diğeri direkt merkeze giden durmadan giden. Aralarında az bir fiyat farkı var. Bir de tabi gitme süresi. AREX'in web sitesi burada. Web sitesinden bineceğiniz tarihe ve saate göre biletinizi satın alabiliyorsunuz, yerinde almaktan az biraz daha ucuza geliyor ama yine telefon hattı gibi bunu da havalimanında AREX kiosklarından kolaylıkla alabilirsiniz. Yani demeye çalıştığım benim gibi her şeyi 7 ay önceden internetten halletmenize gerek yok. Her şey kolay. İnternetten satın aldığınız biletin QR'ını telefondaki mailden cihazlara taratıp da trene binebiliyorsunuz ya da benim gibi çıktısını da alabilirsiniz garanticiyseniz. Bilet bu express tren için 9500 won. Express Train 43 dakika, all stop train 59 dakika sürüyor. İnternette bazı yerlerde bu express trene de toplu taşıma kartı ile binilebildiği yazıyordu ama yerinde görevlilere kaç kere sordum, böyle bir şey olmadığını, sadece bu tren için alınmış biletle binilebiliyor dediler.
Bu arada aklıma nakit para konusu geldi. İlk bakışta havalimanından otele gidene kadar paraya ihtiyacım olmayacak gibi göründüğünden düşünmemiştim ama olur ya şehir merkezinde bulamam edemem dedim. Şu havalimanında exchange yerleri var mı diye kontrol ettim. Tabiki var da, neresinde kolay yerde mi becerebilir miyim diye gene de emin olmak istedim. Gitmeden havalimanı haritasında yerlerine baktım ama gittiğimde de gördüğüm kadarıyla gayet kolaylıkla ortalıktalar. Bu yüzden ne olur ne olmaz diyerek yanıma bir 300 dolar aldım nakit, havalimanında 100'ünü won'a çeviririm, acil bir şey olursa dursun diyerek.
Gezi planlamasını da yavaş yavaş yaparım zaten önümde dünyanın zamanı var dedim. Gün içinde internette gezinirken, instada bakınırken falan rastgeldiğim şeyleri defterime kaydetmeye devam ettim. Geziyi 10 günlük yaparım diyerek gidiş dönüş biletlerimi almıştım ama o 10 güne ne sığdıracağımı, nasıl bir gezi olacağını hiç düşünmemiştim. Yukarıda anlattığım ön hazırlık olarak sayılabilecek şeyleri bitirip, gitme zamanını beklemeye başladığım günlerde - ki bu gidiş günümden neredeyse 4 ay öncesine denk geliyor - aklımda sadece tek bir düşünce vardı: Mutlu olmak istiyorum. Sadece mutlu hissetmek istiyordum. İlk kez yurtdışı gezimi yaptığımda 21 yaşındaydım. O zamandan bu zamana geçen 15 yılda 22 şehir gezdim ve çoğunda harçlıkla yaşayan bir öğrenciydim. Türk Lirası'nın nispeten değerli olduğu zamanlarda bile cebimde doğru düzgün para yoktu. Bu gezilerimi hatırladığımda anladım ki hep her şeyi görmeliyim çünkü kısıtlı zamanım var, her şeyi yapmalıyım çünkü bir daha şansım olmayacak kafasıyla kendimi heder etmişim. O kadar çok şeyi görmek ve yapmak istiyordum ki bu gezileri aslında neden yaptığımı tamamen gözardı etmişim. Mutlu olmak içindi. Aslında temeldeki en birinci güdüm mutlu olmaktı. How I Met Your Mother'ın ilhamı olan bara gitmek istiyordum mesela çünkü diziyi izlerken hissettiğim o mutluluğu, o keyfi orada da hissetmeyi umuyordum. Versailles Sarayı'nın koridorlarında koşuşturmak istiyordum, çünkü okuduğum onca kitapta, izlediğim onca filmde o koridorlarda hayal edip kendimi mutlu hissetmiştim, aynısını yaşamak istiyordum. Oysa bir geziye çıkınca bu mutluluk hissinden tamamen vazgeçip, sadece başarmaya odaklanıyordum. Orayı da görmeliyim, buraya da gitmeliyim, bu elimdeki listenin hepsinin üzerini tek tek çizebilmeliyim diye gezdiğim şehirlerin hemen hemen hepsinde aç bilaç, sersefil koşturup durdum. Yağmurlarda ıslandım, kar fırtınalarında yolumu zor buldum. Gezideyim, tek hedefim listemi tamamlamak diye kendimden tiksinecek hale gelene kadar saçım başım dağılmış, üstüm kokarcaya dönmüş, yüzüm gözüm görünmez halde dolandım. Oysa hiçbir zaman istediğim bu değildi. Kendimi mutlu hissetmemin en üst sıralardaki şartlarından biri de kendimi beğeniyor olmamdı sonuçta (benim bunu fark etmem uzun yıllarımı aldığı için tabi). Yavaş yavaş olmasa da kendi hızımda gezmek istiyorum dedim bu sefer. Yataktan kalktığım gibi gözlerimde çapaklar müze gezmeye gitmek istemiyorum dedim. Saçıma fön çekip, makyaj yapıp çıkmak istiyordum otelden ya hayatımda bir defa. Ütülü şeyler gitmek istiyordum gezerken. Öyle ya yeni bir şehir görüyorum, hiç tanımadığım insanların arasına giriyorum. Bu sefer de sırt çantamla, kot pantolonumla dolanmak istemiyorum dedim. Gerçekten, gerçek anlamda, o şehirlere gitme sebebimin provasını yapmak istiyordum. Aslında her birinde yaşamak, oradaki hayatı solumak,  birkaç günlüğüne de olsa hayatım bambaşkaymış, ben bambaşka bir insanmışım gibi yürümek istiyordum gezdiğim şehirlerde.
İşte bu düşüncelerle plan yapmaya çalıştım. 20-30 Nisan arasında 10 günüm vardı elimde. Bir de kocaman olmasa da pek çok güzel şeyle dolu bir ülke. Önce ilk elim tabiki trenle otobüsle falan hangi şehirlere gidebilirim, 10 güne ne kadar şehir sığdırabilirim'e gitti. Sonra sarstım kendimi, ne yapıyordum yine? Belki şansım olurdu olmazdı bilemiyordum ama sanki bir tek hakkım varmış gibi davranmayacaktım bu sefer. Seul'e gidecektim, sadece Seul'de, hayal ettiğim gibi, sanki orada yaşıyormuşum gibi 10 gün gezecektim. Buna karar verdim. Belki sıkılırdım, görecek şey kalmazdı, olabilirdi. Olsundu. Bu sefer kendimi hissederek, şehri dinleyerek, insanların arasına karışarak yaşayacaktım. Planlamaya başladığım andan Ankara'da geri dönüş uçağından inene kadar aklımda bu düşünceyle hareket ettim.
O kadar beklettim, yine de ancak giriş yapabildim hikayeme ama söz, gerisini daha çabuk getireceğim.

6 Mayıs 2023 Cumartesi

“Travel does not exist without home....If we never return to the place we started, we would just be wandering, lost."

 


Sağ salim dönmeyi başardım. Bunu haber vermek istedim. Bu sefer saçmasapan bir şey yapmadan, kendime de başka bir şeye de zarar vermeden dönebildim. Tabi yine ufak tefek ya da orta boyutlu salaklıklar yaptım. Çünkü salaklıklar benim bir parçam. Ama en azından son seferindeki devasa salaklığı tekrarlamadım. Ki bu benim standartlarımda büyük bir başarı.

Pazartesi öğlene doğru, 11'de falan girdim eve. Sadece kendime bir demlik çay demleyip, iki üç bardak içebilene kadar ayık kalabildim. Sanırım bu çelik demlikte demlenmiş çay, bu ülke sınırları dışına çıktığımda özlediğim tek şey oluyor her seferinde. En Türk özelliğim de bu herhalde. Ya da tek. Bilemedim. Sarhoş gibiydim eve girdiğimde, çay demlemek refleks gibiydi. Öncesinde ne Seul'den İstanbul'a 10 saatlik uçuşta, ne de sonrasındaki Ankara uçağında uyuyamadım. Uyumayı beklemiyordum gerçi, benim normalim bu. Hiçbir araçta uyuyamıyorum. Şöyle bir hesap yaparsam, 30 Nisan'da Seul'de saat sabah 8'di uyandığımda (burada 30 Nisan gecesi 2). Önceki gece yan odada gergedanlar misali horlayan teyzeden ötürü çok da sağlıklı bir uyku da uyuyamamıştım zaten ama o kısımları detaylı anlatırım. O akşam 23:35'te uçağa bindim. Burada saat 17:35'ti. İstanbul'a indiğimde 1 Mayıs gecesi 4 falandı. Evde de bir iki saat uyanık kalabilmişsem, yaklaşık 35 saatlik uykusuzluktan sonra bu yaşlı ve minik bedenim şalteri indirdi.

Ertesi sabah 4'te uyandım tabi. 8'de de işe gittim. O kadar dünyanın öte ucundan gel, yarım gün dinlen işe git. Hayır bir de ofiste öylece oturabilsem, goygoy yapabilsem, iki çay içip ortalıkta dolaşabilsem. Direkt sabahtan oturdum çılgınca çalışmaya. Daha bir gün önce Myeongdong sokaklarında 72 milletten insanın arasında elimde şişe geçirilmiş kızarmış tavuk parçaları, davul çalanlara eşlik ediyor olduğum geldi bir an aklıma ama hiç de inandırıcı gelmedim kendime. Rüya görüyordum herhalde dedim, hayal etmiş olmalıyım dedim. Çünkü o kadar gün, o kadar kilometreyi ben yapmamışım gibi, her şey bıraktığım noktadaydı. Salı günü çalışmaktan da bitap düşmüş halde eve geldim, gene bayılmışım uykudan. Bugüne kadar her gün, iş yerinde manyaklar gibi çalışıp, eve girip yatağa attım kendimi. Bavulu bir ara olduğu gibi halının üstüne devirdim. Her akşam eve girince bir iki parça bir şey alıp yığının üstünden azaltmaya çalıştım ama olmadı. Evin her yerinde bir eşya yığını vardı bu sabah kalktığımda. Mutfakta adım atılmıyordu, banyoya zar zor yanaşabiliyordum. Her yerde bir şey var. Sabahtan beri bir yandan toplamaya, bir yandan temizlik yapmaya çalışıyorum. Bu saat oldu, halının üstünde evin bir ucundan öbür ucuna tek kişilik bir patika yol açmayı başarabildim.

Tekrar ediyorum, benim böyle 8-5 mesaili bir iş için uygun bir kişiliğim yok. Enerjim de yok. Benim evde yazı yazıp, sonra böyle bir kaç aylık gezilere çıkıp, geri gelip yine yazılarımı yazmam gerek. Neden zengin bir ailede doğmadım değil mi? Evet, ben de sorguluyorum bunu.

Neyse, döndüm, anlatacak çok şey var. Gösterecek çok şey var. Bu seferki seyahatten sonra döndüğümde diğerlerinden dönüşlerimdeki gibi hissetmedim, daha tuhaftı, hala daha tuhaf. Tek başına seyahat hem süper, hem değilmiş. İnsan daha birinden dönmeden öbürünü aklında planlamaya girişiyormuş ama oraya geleceğiz. Sadece şu lanet olası maaşlı işimden kurtulabilirsem azıcık, yazacağım.

16 Nisan 2023 Pazar

ansia e paura

 Çarşamba akşamı uçağım var. Hatırlıyorsanız taa 7 ay önce bir bilet almıştım. Seul'e gidiyorum. Gezmeye. Mantıklı bakarsam sadece yıllık iznimden aldığım bir 10 günde, gidip tatil yapacağım. Evet, aslında tam olarak böyle. Ama benim kafamın içinde, benimle yaşamak çok zor. Böyle normal bir şeyi bile çılgınca büyük bir olaya çeviriveriyorum. 7 ay önceden bilet almamdan anlayabilirsiniz bunu.

Peki 7 ay önce almam bir işe yaradı mı? Tabiki hayır. Çünkü içimdeki o iki kişilikten biri, evin kapısından adımımı attığım anda hangi yöne kafamı çevireceğimden itibaren her bir saniyenin planını düşünmekle meşgulken diğeri, nasıl olsa 7 ay var ya ohoo ben o zamana her şeyi düşünmüş halletmiş olurum aç şu diziyi de izleyelim haydi diyor. Sonuç olarak dehşete kapılmış haldeyim. 72 saatten az kaldı uçağa binmeme ve bir dolu şey unutmuşum gibi geliyor, doğru düzgün plan yapamadım, nereye nasıl gideceğime karar veremedim, nerede ne yiyeceğim ne içeceğim oturtamadım. Dehşete kapılmış haldeyim. Korkudan anksiyete ataklarıma düştüm. 7 ay hemen geçti. Hemen geçmedi tabi ama hep işim vardı, hep çok meşguldüm, nasıl olabilir bu? Hele bu son birkaç hafta delirecektim. İş yerinde hala her an haldır haldır iş yapıyoruz, bir dakika boş kalıp da gün içinde böyle iş yerindeki iş dışında bir şeyler düşünemiyorum. Bırakın ilgilenebilmeyi, DÜŞÜNEMİYORUM. İki haftadır haftasonlarımda ara sınavlar vardı. Birkaç akşam biraz bir plan çıkarmaya çalıştım, aylardır rastladıkça bir deftere notlar alıyordum, onlara bakarak. İşin içinden çıkamadım. Tek başıma gidiyorum, niye tek başıma gidiyordum ki ben?! Her şeyi düşünmek zorundayım. Oysa ben her şeyi düşünmek zorunda kaldığım bir hayattan çok bıkmamış mıydım yahu? Çok korkuyorum. Uçağa binerken bir şeyleri kesin unutmuş olacağımdan mesela. Aaa ama şöyle bir belge lazımdı siz getirmediniz mi diyecekler diye. Önümde 7 ay vardı ama ben cahil cahil oturdum. Uçağa binebilsem bu sefer indiğimde aaa maalesef eksik getirmişsiniz size alamıyoruz ülkeye diyecekler. Bir şekilde pasaporttan güvenlikten geçsem şehre giden trene binemeyecekmişim gibi, çünkü ne telefon hattını alabileceğim ne paramı bozdurup, toplu taşıma kartından alabileceğim gibi. Orada öylece bavulumla, havalimanında eblek eblek dikilecekmişim gibi. Aşırı korkuyorum.

Bir yandan da her şeyi sal diyorum. Diyor yani içimdeki öbürü. Sal gitsin, halledersin, bir şeyi anlamadın mı dur bak düşün, olduğun yerde dikil, ne olacak. Her şeyi görmeye çalışma, her şeyi yapmaya çalışma. Tatilin bu sonuçta. Dinlenebilirsin, hiçbir şey yapmadan gökyüzüne bakabilirsin. Diyor. Ama işte, alıştığım şey bu değil ya. Şimdiye kadar hep koşturdum ya. Koşmak kanıma işlemiş. Kendim koşmasam, beynim neden koşturmuyoruz diye kendini yeyip bitiriyor. O kadar para veriyorum, o kadar yol gidiyorum bir daha ne zaman görebileceğim belli değil her şeyi görmeli, her şeyi yapmalıyım diyorum bir yandan da. Ama işte, yapmamalıyım aslında. Daha önce gittiğim gezdiğim her ülkede böyle yaptım. Sonuç ne oldu? Rezil rüsva bir halde gezdim. Kendimden zerre memnun olmadan dolandım durdum. Yılın 12 ayı harıl harıl çalışıyorum, işe gidiyorum, üstüne bir de kendime gezmeye gitme şansı yarattığım yerlerde eziyet ediyorum.

Bilmiyorum. Bu gitmeden önceki son yazım. Açıp bakıyorum da Amerika'ya gitmeden önceki yazdıklarıma, şu anki halim ile alakası yok. Tam 10 yıl sonra yine dünyanın bir ucuna gidiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Azıcık mutlu.

3 Nisan 2023 Pazartesi

Mart Çetelesi

 George Philip Reinagle'in 1826 tarihli eseri - First Rate Man-of-War Driven Onto a Reef of Rocks, Floundering in a Gale

 Cumartesi sabahı kalktığımda şöyle düşündüm. İki hafta sonraki açıköğretim ara sınavlarına çalışmamı tamamladım, mutfak toplu sayılır, dolapta - en azından buzlukta - bir dolu şey var, abimlere hafta içi gelirim dedim, önceden verilmiş bir sözüm de yok...Ohh dedim içimden. Böyle inanılmaz bir rahatlama geldi. Bu iki gün, oturup, güneş vuran çalışma masama oturur, güzel güzel seyahat planımı çıkarırım, haritalara dalarım hevesle, incelerim de incelerim dedim. Çünkü nereden baksam bir süredir ilk defa bu kadar bir şeyler yapmaya mecbur olmadığım bir iki güne sahip olamamıştım. İçimde kendimin de inanamadığı bir mutlu rahatlık vardı.

Sonra mesaj geldi. Koordinatörümden. Ben ofise geçiyorum isteyen gelsin. E ama istemiyorum ne olacak dedim içimden. İstemiyorum ama gitmem gerekiyor ne olacak? Neyse detaya girip, yeniden moralimi de bozmayacağım ama sonuç olarak haftasonumu, o iki günümü, ofiste geçirdim. İki gündür bir yandan evdeki işleri koştur koştur yapmaya çalıştım, bir yandan da iş yerine koşturdum. İki arada bir derede ütü yaptım, çamaşır koydum yıkandı, hafta içine yemek yaptım. Benim dışımda ofise gelenler tamam belki benden daha çok çalıştı, belki değil kesinlikle geceli gündüzlü daha çok çalıştı o iki gün ama hepsi evlerine gittiğinde önlerine yemek hazır geldi, çayları kahveleri önlerindeydi, çamaşırları yıkanıp ütülenmiş, odaları toplanmıştı, bulaşıklarla uğraşmadılar. Ahh çemkirmeye geçmeyecektim güya. Bugün de sabah yataktan mesajlarla fırladım. Tüm gün sorunlarla uğraştık ofiste. Başım çorba. O kadar fazla oturduğum yerde koşturdum ki kulaklarım uğulduyor. Hani böyle hiç bir an sabit durup, söyle sakince nefesinizi dinleyemediğiniz günler olur ya öyle olduğu için. Oysa Nisan başladı. Mart gözden geçirmemi yapacaktım. Ama tabi 1 Nisan sabahı o mesaj geldiği için.

Mart ayında 7 yazı yazmışım. Hiç fena değil. Mart'a ders çalışarak başlamışım. 1 Mart günü öğle arasında yine bir kafede ders çalışıyordum mesela. Söylemekten utanıyorum ama büyük bir salaklıkla 9 ders aldım da bu dönem. Çok zekice bir düşünceyle dedim dönem başında kendi kendime, hızlı hızlı böyle alıp dersleri geçersem 4 yıldan önce bitirebilirim belki tarihi. Böylece 40 yaşıma gelmeden almış olurum diplomayı. Evet, önüne geçilemez zekam ve ileri görüşlülüğüm yine iş başındaydı. Böyle günlerce her gün, öğle arasında kitabımı defterimi toplayıp kütüphaneye ya da kafelere gittim. Azimle, hevesle ders çalıştım. Hava önceleri güzel gibiydi, hep bulutluydu gerçi. Ağaçlar tomurcaklanmaya başlamıştı ayın 10'u civarı. Kuşlar ötmeye başladı, ben yine ders çalıştım. Çılgınlar gibi o 9 derse çalıştım. Ayın 3.haftası annemlerin yanına gittim. Otobüste bile ders çalıştım. Köyde bir hafta hemen hemen her gün fırtına ve yağmur vardı. Bir gün açtı hadi hakkını yemeyeyim. İşe döndüğüm son hafta kar yağdı. Buz gibiydi. Gerçek BUZ.

Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim.

Önceki gece uzun zaman sonra ilk defa rüya gördüm. Kabustu gerçi ama olsun, rüya. İskeleye bağlı duran bir geminin içinde durmuşum, iskelede dikilen kuzenimin ve arkadaşlarının fotoğrafını çekiyorum, onlar da poz veriyor. Neden ben de iskelede durmuyorum, orası rüya mantığı zaten. Hayır bir de kuzenim vermiş elime makineyi, onların fotosunu çekmemi istemiş. Anlayacağınız yine hayır diyemediğimden b.ka battığım bir durumdayım. Sonra birden gemi sarsılmaya, iskeleden uzaklaşmaya ve batmaya başladı. İçerisi de bir yandan su dolarken sırt üstü düştüm. Ayaklarıma bir şeyler dolandı, ayaklarım sıkıştı. Yüzüm suyun üstünde, gözlerim tavana bakıyorken gemi önce yan yattı, sonra alt üst olmaya başladı. Ben debelenip, kurtulmaya, suda doğrulmaya çalıştım. Neden kıyıdaki hiç kimse beni kurtarmaya gelmedi? Neden geminin içinde başka kimse yoktu? Debelendim, debelendim...En son ayaklarımı bacaklarımı biraz olsun kurtarabilip, oynatabilmiştim ki uyandım. Rüya tabirlerine bakınca bunlar bu ara karar vermeyin anlamına geliyor gibi görünüyor. Kötü kararlar olurmuş. Oysa hayatımın o kadar karar vermediğim, o kadar karar vermekle karşı karşıya olmadığım bir zamanındayım ki...Bence bilinçaltımın karar vermekle alakası olmadığı çok belli. Benimkisi daha çok kendini sırt üstü düşmüş, batıyor gibi hissediyor. Ve yine tüm bunlar - rüyanın başında kuzenim ve arkadaşlarının fotosunu çekmeye evet demiş olmam gibi - kendi iradem dışında, başka insanlar yüzünden oluyormuş gibi hissediyor. Herhalde yani. Sanırım öyle düşünüyor bilinçaltım.


“Yes, but it’s, you know—every year, you’re all, ‘March! This is going to be great! Start of spring!’ But it’s definitely not, right? Because there will be a weird, freak snowstorm, and it’s like winter’s started all over. Unexpected things happen in March.”

28 Mart 2023 Salı

The Heavenly Idol [성스러운 아이돌] (2023)

 


Tanrıça Redrin'in iyilik dolu ve sadık hizmetkarı, yüce rahip Rembrary, şeytanın ordusuna karşı amansız savaşında nihayet şeytanın ta kendisiyle yüz yüze gelir. İki büyük güç, kötülüğün gücü ve iyiliğin gücü karşı karşıya geldiğinde gökle yer yerinden oynar ve Rembrary birden kendisini bambaşka bir dünyada, bambaşka biri olarak bulur. Rembrary'nin ruhu ile dünya gerçekliğindeki başarısız, unutulmuş bir erkek idol grubunun üyesi olan Woo Yeon Woo'nun ruhu yer değiştirmiştir. Rembrary bu saçma sapan dünyadan bir an önce kurtulup, kendi dünyasındaki insanları şeytanın savaşından kurtarabilmek için yol ararken bir yandan da bir idol olarak ödüller kazanabilmek için çabalamak zorunda kalır. Ancak bu dünyada da şeytan peşini bırakmamıştır, o da Rembrary gibi, başka birinin bedeninde bu dünyada kendi gücünü kullanmaya başlar. Rahip Rembrary, bir yandan şarkı söyleyen, dans eden, tv showlarına katılmaya çalışan bir idol olmaya, bir yandan şeytanın bu dünyadaki kötülükleriyle mücadele etmeye, bir yandan kendi dünyasına geri dönmeye çalışırken hem kendisiyle hem de insanlarla ilgili bilmediği şeyler öğrenmeye başlar.

"The Heavenly Idol" orijinal adıyla 성스러운 아이돌, ki bu da "kutsal idol" olarak çevriliyor, Güney Kore'nin tvN kanalında 15 Şubat - 23 Mart 2023 arasında yaklaşık birer saatlik 12 bölüm olarak yayınlandı. Sin Hwa Jin'in aynı adlı web romanından uyarlanmış. Web romanı da internette yayınlanan roman işte. Gerçi webtoonlardan falan ne farkı vardır bilemiyorum. Biri resimli biri resimsiz midir artık kim bilir. Neyse.


A Business Proposal'dan sonra Güney Kore dizisi izleyicisi camiası olarak (böyle bir camia var tabi gülmeyin :D ) hepimiz ikinci çiftin başrol oynadıklarını dizileri görmeyi bekliyordu. Seol In Ah'nın başrol olduğu dizi Oasis, Mart'ın başında başladı (ona henüz göz atamadım, sırasını bekliyor). Kim Min Gue ise The Heavenly Idol ile başrol olarak ekranımızda göründü sonunda. A Business Proposal'daki ciddi, karizmatik ve güçlü duruşlu karakterinden sonra burada iki ayrı karakterde izleme şansımız oldu. İçi dışı iyilikle dolu, yardımsever rahip Rembrary olarak ve başarısız hayatından bıkmış sinir bozucu Woo Yeon Woo olarak bu kez komedinin dibine vurmuş olarak izledik. Onun karşısında kadın başrolümüz Go Bo Gyeol'u ben ilk defa izlemiş oldum. Daha önce izlediğim bazı dizilerde ufak rollerde yer alıyormuş ama hiç dikkatimi çekmemişti (Minyon olmasının bununla ilgisi olmadığını düşünmek istiyorum :) ). Zaten böyle hemen dikkatleri çeken, parlayan bir havası da yok. Böyle de kötü bir oyuncu demişim gibi oldu, öyle demeye çalışmadım. Çok sakin, çok nötr bir duruşu var oyuncunun. O yüzden de sanırım, başrollerin aşk hikayesi çok fazla göze batar şekilde değildi ya da hikayenin tüm gidişatı içinde çok önemliymiş gibi gelmedi. Güzel bir dokunuştu, sevimli bir halleri vardı ama o kadar. Çift olarak ilişkiye başlamalarından çok, ilk etaptaki birlikte halleri, maceralara atılmaları, birbirlerine takılmaları daha heyecanlı ve "kimya" barındırıyordu mesela. Ama bu minicik kadına yazılan karakter, cidden bunca yıldır izlediklerim arasında kenara not ettiğim, kalbime o en yakınlardan biriydi. Şeytan, insanların akıllarına girip, içlerindeki kötülüğü açığa çıkardığında herkes mutlaka başkalarından nefret ederken, başka insanlara zarar vermeye çalışır, bir şeyler kazanmaya çalışırken başrol kadın karakterimiz kendinden nefret ediyor. Şeytan aklına girip, bilinçaltındaki kötü düşünceleri açığa çıkardığında görüyoruz ki onun kötü düşünceleri, tüm nefreti, tüm meselesi kendiyle. Başkalarına zarar vermiş olduğunu düşündüğü için kendinden nefret ediyor. Herkes başkasını öldürmeye çalışırken o sadece kendisini öldürmeye çalışıyor.

Dizi aslında konusuna baktığımızda alabildiğine hafif, böyle pofuduk bir fantastik öğeli romantik komedi gibi görünüyor. Öyle de zaten ama yukarıda da azcık bahsettiğimden görebileceğiniz gibi alttan alttan pek çok acı verici şeye, yaraya dokunuyor. Depresyonun, anksiyetenin en kötü hallerini görüyoruz mesela ama ortam o kadar pembeli fantastik ki o kadar takılmıyoruz. Eğlence dünyasının, idol yaratma evreninin ne kadar saçmalıkla, gurur kırıcısı, ruh sömürücü şeyle dolu olduğunu görüyoruz ama her zorluk bir şekilde tatlıya bağlanıyor ya üzüntümüz geçiveriyor. Şeytanın bile duygularını görüyoruz, aslında onu kötülük yapmaya iten şeyin içten içe hissettiği sevgi dolu duygular olduğunu görüyoruz.

İşte kötü olan, işte şeytan

Şeytan demişken, dizide "kötü olan" diye çevirmişlerdi gerçi de, karakteri canlandıran Lee Jang Woo'yu da ilk defa izlemiş oldum ve böylesine saçma bir senaryoda aslında gayet de karikatürize edip, çok da emek vermese bile oynayabileceği bir karakterde neden ve nasıl bu kadar büyük, bu kadar iyi oynamış hayran kaldım desem yeridir. Daha önce minik yan rollerde olduğu bir diziyi bile izlememişim, o kadar yabancıyım kendisine. Ama bir insan bir rolde bu kadar karizmatik, bu kadar duygusal nüanslı, bu kadar kendini parçalayarak nasıl oynar? Bir de yani 12 bölümcük süren, saçmalıklı fantastikli bir rom-comda. Diziye saçma diyorum ama kötü manada değil yani bu arada. Hani saçma olduğunu bilirsiniz, senarist de oynayanlar da çekenler de bilir ve hep birlikte kendinizle eğlenirsiniz, çok da ciddiye almazsınız ama yine sonuna kadar onlar diziyi yaratırkenki kalitelerinden, siz de izlerkenki keyfinizden ödün vermezsiniz ya, hah işte tam da ondan bu dizi. Kostümler - fantastikli bölümleri kastediyorum - dandik, dekorlar dandik, görsel efektler öyle yanar dönerli falan. Ama yine de insan takılmıyor bunlara. Çünkü dizi de o kadar ciddiye almıyor, biz de. 

Pontifex Rembrary - yüce rahip olunca kötü bir mullet kesimi saçınız oluyor

Deli ama iyi niyetli şirket başkanımız

Başrol Rembrary ile bıcır bıcır oradan oraya koşturan grup menajeri kızımızı izliyoruz (yukarıda bahsettiğim başrol kızımız). Yıllar sonra yine taş gibi bir karizma ile arz-ı endam eden bir başka Grim Reaper bulmuşuz ona bakıyoruz (Park Sang Gam'ın canlandırdığı Gam Jae). Başrolümüzün üyesi olduğu idol grubu "Wild Animal"ın birbirinden ilginç ve eğlenceli üyelerinin hikayelerini izliyoruz mesela. Kasy'nin, Jung Seo'nun, Tae In'in, Hae Gyeol'un her birine en azından birer bölümde değinilmiş olması, Rembrary'nin onların hikayeleriyle bir yandan da karakter olarak gelişmiş olması çok güzel detaylardı. Grubun şirket müdürünü canlandıran Ye Ji Won'u mesela Thirty But Seventeen(2018)'den sonra ilk defa izleme şansı bulduğum için ayrıca mutlu oldum (ahh o dizi de kalbimde yaralardan bir tanesi, bir türlü anlatamadım, bir türlü yazamadım 5 sene oldu, 2018'in yazını geçirdiğim hikayeydi). Oradaki Jennifer gibi ikonik bir karakterden sonra kadını burada birden böyle egzantrik bir şirket başkanı olarak görünce afalladım tabi. Tüm dizinin karikatürü de sen ol demişler ona, istediğin gibi saçmala, oradan oraya ayıl bayıl kaş göz yap demişler. Komik olmasına komik de, izlerken bazen yormuyor değil. Daha geçende Crash Course in Romance'te çocuklarının eğitimine takık, gestapo gibi bir anneyi canlandıran Jang Young Nam ablayı da mesela kısa ama eğlenceli bir rolde, ölüler dünyasının tanrıçası olarak izliyoruz.

Bahtsız ama sevimli grubumuz Wild Animal

Dizi kendini ciddiye almıyor dedim ya, aslında çok da ciddiye alınması gereken mesajlarla dolu olmasına rağmen ortamı karartmamak adına yapıyor bunu. "İdol"lük gibi bir kültürün neredeyse toplumun temelini oluşturduğu çok zorlayıcı bir sistemin içinden bir hikaye anlatıyor. Bu kültürün tamamen dışından bir karakterin, Rembrary'nin, her şeyin saçmalığını ve mantıklılığını adım adım keşfedişine eşlik ediyoruz. Hikayenin genel dekorunu oluşturan bu olmasına rağmen aralarda çok minik minik eleştirilerle ekrana getirip, geri Rembrary'nin hikayesiyle devam ediyor. Wild Animal grubunun üyeleriyle birlikte dünyanın bir ucunda, hayata yeni başlayan çocuk yaştaki gençlerin sırf bir idol olmak, ünlü ve başarılı olmak için neler çektiğini, neler yaşadığını gösteriyor aslında ama asıl sorunumuz bu olmadığı için o kadar da ciddiyetle yapmıyor. Bu idollerin fanı olma durumunu anlatıyor sonra, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumuzu, bunun neden aslında çok da temel bir insan ihtiyacı olduğunu görüyoruz hikayenin içinde yer yer. Bu konu ile ilgili daha iyi, yani daha çok bu konuyla ilgili başka diziler de var aslında. İzleyeli yıllar olan ama bir türlü onu da yazamadığım Her Private Life(2019) dizisinde mesela direkt bunun üzerinden ilerliyordu konu.

Neyse demem o ki The Heavenly Idol gayet keyifli, sevimli, eğlenceli böyle çok fark etmediğinizde, detaylara takılmadığınızda çok da hafif, öyle kısacık 12 bölümde izleyip, bitirebileceğiniz tatlı bir hikaye. Bu yılın, bitirdiğim 2.dizisi olarak yerini alıyor. Sene sonunda muhasebemizde yine görüşeceğiz.

16 Mart 2023 Perşembe

We were in that in-between place, the twilight between childish things and grown-up things.

 


Dün ofise birlikte çalışılan firmalardan birinden bir kadın geldi. Daha önce görmüşüm ama hatırlamıyordum. İlk defa muhabbet etme ve benim açımdan tanışma fırsatımız oldu. Alabildiğine dışa dönük ve konuşkan, girişken bir insandı. Konuşmaya başladığımızda içimden kocaman bir his dürtüyordu, dişinde kesin bir şey var. Çünkü o girmeden hemen önce bir şeyler yemiştim. Ama işte bir türlü elim aynaya gitmedi. İçimdeki ses dürtüp durdu, elimi bir şey tuttu. Dişimde bir şey olduğuna dair o kocaman hisle konuşmaya gülüşmeye devam ettim. Sonunda kadın gittiğinde lavaboya gittim. Lavabodaki boy aynasında kendime baktım. Dişimde kocaman bir şey duruyordu. Üstüme başıma baktım, teneffüsün bitiş zili çalmış da bahçedeki tek kale maçtan apar topar fırlayıp, sınıfa girmişim gibi duruyordum. Sabahları uyanamadığım için saçlarımı hafta başından beri taramıyorum, kafamın üstünde ve yüzümün etrafında gevşek bir lastikten fırlayan bir püsür şeklinde sallanıyor. Ayağımda tozdan siyaha dönmüş spor ayakkabılar var. Lastikli bir kot pantolon ve kolları büyük gelen bir hırka. Saçımı taramadığım gibi yüzümü de yıkamıyorum. Sabahları evden fırlayarak çıktığım için aynaya bakmıyorum, kaşlarımın ortası Frida gibi. Az önce konuştuğum kadını düşündüm. Büyük ihtimal benim yaşlarımda. Şıkır şıkır görünüyordu. Saçları güzelce bağlanmış, yüzünde doğal bir makyaj var. Giysileri düzgün, yani 30lu 40lı yaşlarındaki bir kadından bekleyebileceğiniz normallikte ve güzellikte. Neşeli bir şekilde konuşuyor, kendini açıklıkla ve rahatlıkla ifade edebiliyor, mutlu ve sağlıklı görünüyordu. Gerçekten temelde, böyle core seviyesinde bir terslik olmalı bende. Çünkü bir işim var, bir maaşım var, faturalarımı ödeyebiliyorum, dışarıda bir şeyler yiyebiliyorum, tüm gün bilgisayarın başındayım dünyayı görebiliyorum, dünyayı kendi gözlerimle de gördüm, 10 ülkede 18 ayrı şehir gördüm, yüzlerce insanla tanıştım, bir dolu okula gittim çok ayrı alanlarda çok ayrı derslere girdim. Beynimde birbirinden bağımsız bir dolu bilgi var. Ama yine de 36 yaşında normal bir işe sahip, normal bir şekilde yaşayan bir kadın gibi giyinemiyorum, görünemiyorum, konuşamıyorum. Az önce ağzımın bir tarafına bir beypazarı kurusu attıktan sonra iş arkadaşıma bir şeyler anlatmaya başladım. Bir yandan çiğnemeye çalışıp, bir yandan hörül hörül sesler çıkardığımı fark ettiğimde geç olmuştu. Ben ne yapıyorum yahu diye içimden bir şey bağırırken susup, geri yerime geçtim.

Akşam tvyi açmıştım çamaşırları düzeltirken. Bir dizinin orta yerine denk geldim. Adam, kadını bir yemeğe götürüyor. Sonra başka bir "davet"e gidiyorlar, sonra başka bir sahnede kadın ofisinde oluyor falan gibi şeyler. Aklıma gelen şuydu, lan şimdi durup dururken mesela, bir böyle yemeğe gitmem gerekse giyecek bir şeyim yok. 30 küsür yaşında, kendi başına yaşayabilen bir insanım ama herhangi bir akşam yemeğine, ne bileyim öyle bir davete, normalde bir şirket ofisine çalışmaya gidebilecek gibi bile görünecek bir halim yok, giysim de yok. Bunca parayı neye harcamışım, neye harcıyorum o halde? Başımı çevirince kitap rafında duran Hermione asasıyla göz göze geldim o anda. Sonra duvara yaslanmış tahta kılıçla selamlaştım.

Geçen gün T. dedi ki seçimde sandık görevlisi olalım. İçimde, bu cümleyi ilk duyduğumda oluşan ilk düşünceler şöyleydi: Kim ben mi benim yaşım yetiyor mu olabiliyor muyum bana yaptırırlar mı bu AMCALARIN TEYZELERİN yaptığı bir şey değil mi?! Sonra ne düşündüğümün farkına varıp, kendi kendime içimden tekrarladım, ulan sen de artık o teyzelerdensin. Hala nasıl geliyor biliyor musunuz? Sanki gidip, ben sandık görevlisi olmaya geldim dediğimde olmaz çocum sen daha küçüksün deyip eve geri göndereceklermiş gibi.

Yaşam koçu mu bulmam gerekiyor, stil danışmanı mı, ayurveda uzmanı mı, artık ne menem bir şeyler bilemedim.

14 Mart 2023 Salı

"Where the fear has gone there will be nothing.Only I will remain."

 

Bu videoda anlatılanlar hayatımın yaklaşık ilk 30-32 yılını çok güzel özetliyor. İlk 20 yıl neden ama böyle oluyor neden böyle diyerek geçirdim. Sonraki 10 yıl herhalde ben de böyle tuhaf insanım, tuhafım demekten ulan bende bir sorun var çözemiyorum'a uzanan yolculuğumun sonu birkaç ay içinde tamam be yetti artık diyerek hayatımdaki herkesten kurtulup, hiçbir canlı ile iletişime geçmemek evresinden sonra gelen aydınlanmanın sonucu bu videoda acayip açık bir şekilde görülüyor.

Hiçbir şeyi beğenmeyen, her şeyi (ama her-bir-şeyi) eleştiren, her an neye bağırıp parlayacağını bilemediğim bir babadan ölümüne korkarak ve tüm hayatı, tüm varlığı bana bağlıymış da en ufak bir ters hareketimle dağılıp gidecek diye diken üstünde, bakmaya kıyamadığım bir annenin arasında büyümenin sonucunda hayatımın ilk 30 yılını tam da bu videoda anlatıldığı gibi, bir "people pleaser" olarak geçirdim.

O, herkesi hayatımdan çıkarıp, sonra yavaş yavaş hayata geri dönme aşamasından beridir de başarmaya çalıştığım buydu. Kendimi düzeltmeye, bu anne ve baba ile büyümenin yol açtığı hasarı düzeltmeye çalışıyorum. Çok az yol alabildim ama en azından yol alıyorum.

Çok büyük sorunlara sahip her insanın her birinin evlenip, çocuk yapmış olması ne kadar acı değil mi?

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...