15 Mayıs 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm I - Kendim için Bir Şey Yapmanın Paniği


“The most courageous act is still to think for yourself. Aloud.” demiş Coco Chanel. Dışarıdan öyle görünmeyebilir ya da aileme sorsanız mesela hiç de öyle değil diyebilirler ama ben bütün hayatımı kendim dışında herkes için düşünerek yaşadım. İsteyerek değildi tabiki, bunu ancak birkaç yıl önce anlayıp, teşhis edebildim ve çözmeye çalışıyorum ama sonuçta  durum buydu. Bu yüzden, bu son birkaç yıllık "iyileşme" aşamasındayken, geçen sene Eylül ayında bir gece Insta'da bir haber gördüm. THY'de kampanya vardı, yüzde 25 indirim olduğunu söylüyordu. Biliyorsunuz kampanyalar daha çok Pegasus'ta olur, THY'de indirim görmeye hiçbirimiz alışık değiliz. Yataktaydım, uyumak üzereydim, öylesine bilet sayfasını açıp, uzun süredir görmek istediğim için Seul'e olan gidiş dönüş biletlerine baktım. Normalde daha fazlaya gelen biletler, bu indirimle 20 bin civarına iniyor görünüyordu. Tarih 17 Eylül cumartesi, saat 22:57. 18'inde kampanya bitiyor yazıyordu. Yattığım yerden doğruldum. Telefonun ekranına bakmaya başladım. Bu bir işaret olabilir miydi? O günden tam 7 ay sonrasına gidiş dönüş bileti alabilir miydim, bir (gidiş dönüş) uçak biletine 20 bin verebilir miydim? Bir yandan arabanın kredisini öderken, bir yandan her gün bankanın oradaki ayakkabı boyacısı amcayı görürken, her öğle arasında yürüdüğüm yolun üzerinde bir köşede oturup, elindeki çiçek buketlerini satmaya çalışan yaşlı teyzenin halini bilirken, ülkenin ekonomisi her gün hepimizi ekonomi doktorası yapmış hale getirirken kendim için, bu ne kadar daha zamanım kaldığını bilmediğim hayatta kendi istediğim bir şeyi yapabilmek için cesaret edebilir miydim? Etmeli miydim? Dahası tek başıma yapacaktım bu işi. Kimseye benimle gel demeye dilim varmadı. Hem varmadı hem istemedim. Hayatımda neredeyse ilk defa istemiyorum diyebildim kendi kendime. Ben bunu kendi başıma yapmak istiyordum. En sevdiğim insanlar bile söz konusu olsa da yanımda bu defa insan istemiyordum. Başka biriyle oturup plan yapmak istemiyordum, karşımdaki dünyanın en uyumlu ya da en sessiz insanı bile olsa gene de kendim dışında birinin isteklerini de gözetmek istemiyordum. Özellikle geçen kıştan beri aklımda minik, böyle sevimli bir umut dolanıyordu. Belki her şey düzelirse baharda gezmeye giderim Kore'ye diyordum. Görülecek, yapılacak şeylere rastladıkça bir deftere not alıyordum. Cherry blossom zamanına hep düşünüyordum, hazirandan itibaren çünkü yağmur mevsimi oluyor oralarda. Gerçi Mayıs ayı daha iyi olur diye düşünüyordum ama o zaman da blossomlar olmazdı. Tabi bunların hepsini öyle kendi kendime düşünüp, yine hayatımdaki pek çok şeye yaptığım gibi aksiyona geçmiyordum. Gerçek anlamda oturup da haydi gideceğim diye bir şeyler yapmıyordum. Bir an o saatte bir deli cesareti geldi, bilet almaya çalıştım. Tabiki bir dolu sorun çıktı, sayfa yüklenmedi, internet hata verdi, kredi kartım hata verdi, limitim yetmedi. Gece yarısına kadar uğraştım. İşaretleri yanlış anlıyorum demek ki deyip, telefonu bir kenara attım. Ertesi gün, pazar günü, bu sefer bilgisayarın başına oturdum ve aldım. Saat 11:54'tü, 20 Nisan akşamı Seul'de olmak üzere bilet almıştım. Sonra aylarca taksit taksit bu biletleri ödedim ama olsun.
Sonraki bir iki hafta içinde otellere bakıp, bir otel ayarladım kendime. Yaklaşık 10 yıldır bu işi Booking.com ile yapıyorum. Şimdi baktığımda hesabıma ilk rezervasyonum Orlando'daki otel içinmiş 2012'de. Seul için kalacak yer bakarken tabiki ilk aklıma gelen şeyler şöyle en gelenekselinden bir hanok'ta kalmaktı ki buna "hanok stay" deniyor. Aralarda da böyle "temple stay" dedikleri şeylerden yaparak tapınak tapınak gezmek ve hatta dizilerde gördüğümüz o pek meşhur hamamda gecelemelerin deneyimini yaşamaktı. Ama haliyle tek başıma yaptığım geldi aklıma bu seyahati. Alabildiğine düzgün, güvenli ve konforlu bir "otel" bulmak istedim. Şu yaşıma kadar kaldığım yerlere bakıyorum da, hep öğrenci kafasıyla gittiğim ve çoğu zaman çok da kötü olan yerler. Bir Milano'da Cey'le normal bir otelde kaldım sanırım hayatım boyunca. Bir de hayal meyal hatırlıyorum ama Nihan'la New York'da kaldığımız yer biraz daha otelimsiydi. Sizi bilmem ama ben büyürken biz hiç öyle yaz tatiline, kış kayağına giden bir aile olmadık. Her yaz sadece köye gidilir, fındık toplanırdı. Tatil yapmak ya da otelde kalmak gibi şeyler ancak üniversiteden sonra öğrendiğim şeyler oldu. Ki neredeyse 30 yaşıma kadar da tatil yapmak yeni bir ülke şehir göreyim, sırtımda çantamla haldır haldır dolaşayımdan oluşuyordu. Bu yüzden bu "otel"de kalmak lafını bu kadar büyütmemi anlayabiliyor musunuz? Benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu?
Oteli çok uçuk olmamakla birlikte (ki maaşımla neye yetebileceğim belli zaten) belirli bir miktarın altına düşmeyecek şekilde baktım ki o miktarın altındakiler ortak banyolu yatakhaneler oluyordu yani. Booking'de filtrelerimi yerleştirdim - özel banyo tuvalet, özel oda, çift kişilik yatak - haritayı açtım ve en merkezi görünen yerlere baktım. İlk düşündüğüm şuydu: Uçaktan Seul saatiyle 6 gibi ineceğim. Havalimanından çıkmak saatler alacağı için hava kararmış, akşam olmuş olacak. Havalimanından şehre bir saatte gitsem (daha henüz nasıl ve ne ile gidilebildiğine bakmamıştım), en kötü ihtimalle akşam 9-10 gibi şehir merkezinde kendi başıma olacağım. Bu yüzden en kolay ve güvenli şekilde gidebileceğim bir yer bulmalıydım. Ayrıca tabi şehrin merkezi bir yerinde, gezilecek görülecek yerlere de kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada olmalı. Four Points bu Sheraton Josun'u buldum, ana tren istasyonunun hemen dibinde yer alıyor görünüyordu (Booking linki burada). Hem de daha önce internette, instada, youtubeda, dizilerde, filmlerde duyup da tanıdık gelen turistik yerlere yakındı. Önce tüm 10 gün için buradan bir oda ayarladım. Seyahatin tamamını 10 gün gibi bir süre olarak ayarladığımı söylemeyi unuttum tabi. O ilk haliyle otel de yaklaşık 20 bin civarında tutuyordu. Gidince check-in yaparken otel tarafından kredi kartından çekiliyor bu miktar. Bunu düşünerek iyi bari onu da bankanın uygulamasından taksitlendiririm dedim. Ertesi gün öylesine yine Booking'de dolanırken tamamen buna kader diyorum artık, önüme bir hanok tarzı ev çıktı. Seochon Guesthouse (Booking linki burada). Fotoğraflar çok keyifliydi, yorum yazanlar çok keyifliydi. Ulan dedim çıktık bir yola, artık korku cesaret ne varsa. Oteli 7 güne indirdim, 3 günü de bu evden ayarladım. Bu durumda otel 7 geceliğine vergilerle falan 17 bine, hanok da 3 geceliğine 6 bine geldi görünüyordu bu 7 ay öncesindeki ayarlamada (tam fiyatları ödediğim andaki haliyle söyleyeceğim anlatırken). Şimdi bu söylemek istediğim şu, bu uçak bileti ve kalacak yer fiyatlarını benimkilerden çok çok daha ucuza getirebilirsiniz. THY, bu uçuşun en pahalılarından biri neredeyse mesela. Ben tamamen kampanyayı gördüğüm için ve bunun bir işaret olduğunu düşündüğüm için atladım :) Yoksa iyi bir takiple, pek çok bilet sitesinden araştırarak ve uçuşları iyi ayarlayarak çok daha ucuza getirebilirsiniz. Kalacak yer konusunda ise ben artık 30'umu aştığım ve 20'lerimde gerçekten acayip sefil koşullarda çok kötü yerlerde kaldığım için tamamen bonkör davranmak istedim kendime. Uzakdoğudaki yerlerin Avrupa'daki kadar kötü olacağını da düşünmüyorum gerçi. Yani - görmedim bilmiyorum ama - Seul'de de ortak banyolu yatakhane tarzı genç işi yerlerde kalmanın Avrupa'daki bataklıklardan çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu şekilde kalma işi de ucuza gelebilir. Bir de sadece hostel de değil, başka başka evler, airbnb, hamamlar saunalar vb. yöntemler de bulunabilir. Gençseniz ve vaktiniz de tahammülünüz de çoksa, az olan paranızı yetirebilirsiniz.
Sonrasında yapılacak ilk iş, gitmek için neler gerekli diye araştırmak oluyor tabi. Bizden vize istenmediğini biliyordum ancak tam olarak nedir nasıldır yine de bakmam gerekiyordu. Bunun için yapılacak ilk şey (hayır google'ı açıp Güney Kore'ye nasıl gidilir diye yazmak değil:p ) Güney Kore'nin Türkiye büyükelçiliğinin web sitesine bakmak (linki burada-->Kore Cumhuriyeti Büyükelçiliği). Bir de İstanbul Başkonsolosluğu'nun web sitesi var, onun da linki şurada-->Kore Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu. Tüm buralardan iyice incelediğimde gördüm ki benim gibi 5-10 günlüğüne gidip gezip gelecekler için bir vize başvurusu yapmak, vize almak falan gerekmiyor. İki ülke arasındaki anlaşmalar sayesinde Güney Kore'ye pasaportumuzla gidip, 90 güne kadar kalabiliyoruz. O yüzden önce bir pasaport almak gerekiyor haliyle. Benim en son hatırlıyorsanız (hatırlamayanlar için blog postu-->stupidita)Amsterdam macerasında trende bıraktığım sırt çantasının içinde puff olduğu için pasaportum, birkaç ay sonra da pandemi ile dünya kapandığı için senelerdir bir pasaportum yoktu. Ekim ayının 3'üne pasaport başvurusu için randevu aldım. Normal bordo pasaport başvurusuydu. Bu başvuruları İl veya İlçe nüfus müdürlüklerine yapıyoruz (benim gibi yaşlılar varsa diye özellikle belirtiyorum çünkü mesela ilk pasaportum için emniyete gitmiştim). Başvuru günümde nüfus müdürlüğü manyak kalabalıktı. Bir de sıra alma olayı çok tuhaftı. Çankaya İlçe Nüfus Müdürlüğü'ne gitmiştim. Normalde edevletten belirli bir zamana randevu almış oluyorsunuz, ben de 13:40'a almıştım. Müdürlüğe gidince bir de girişteki kiosktan sıra numarası almak gerekiyormuş. Öyle de saçma bir sistem. Direkt mesela saat 13:40 olunca ekranda ismim yazsa ve içeri girsem daha normal olmaz mı? Devlet kurumlarının her zaman bir değişik mantığı oluyor. Çünkü bir de o içerideki cihazdan sıra numarası almak için sıraya girmek gerekiyor, cihaz da ayrıca randevu saatinize belirli bir süre kalmışsa sıra numarası veriyor daha öncesinde vermiyor. Teyzelerle amcalarla beraber hepimizin kafası yanmıştı tabi. Erken geldiysen sıra numarası alamıyorsun. Ama sıra numarası alabileceğin süre içindeysen de bu sefer cihazın önünde ve binanın girişinde acayip sıra olduğundan dolayı sıra numarası alabildiğinde randevu saatinin üzerinden iki saat geçmiş oluyor. Böyle bir kıyametin içinde o gün orada pasaport başvurusu yapabildim, hala inanamıyorum. Bir yandan da işe geri dönmeye çalışıyordum, neyse.
3 Ekim'de başvurusunu yaptığım pasaport, 26 Ekim'de geldi. Şimdiye kadar en uzun süre beklediğim pasaporttu herhalde. İlk pasaportumun bir hafta içinde geldiğini hatırlayınca...Sanıyorum hep beraber ülkeden dışarı çıkmaya çalışıyoruz diye düşündüm. O tarihte 10 yıllık pasaport ücreti olarak 1478,30 lira, defter bedeli olarak da 225 lira ödemişim. Bugün baktığımda bu ücret 3295,50 lira ve 501 lira olarak görünüyor, iyi almışım (web sitesi şurası).
Pasaportu da aldıktan sonra gördüğüm bir diğer nokta şuydu: K-ETA diye bir şey. Güney Kore tamam bizden vize istemiyordu ama ülkeye girecek bu şekilde vizesiz girecek herkesten bu isimde bir sisteme kaydolmasını istiyor görünüyordu. Resmi web sitesinin linki-->Korea Electronic Travel Organization. Ayrıca cep telefonuna indirilebilen uygulaması da var. Web sitesi Türkiye'den biraz geç açılıyor, yüklenmesi zaman alıyor. Telefon uygulaması da aşırı hızlı çalışmıyor açıkçası. Burada Apply For K-ETA'ya girerek başvurmanız gerekiyor. Ne zaman gelip gideceğinize, nerede kalacağınıza, ne yapacağınıza vb.'ne dair bilgileri doldurmanızı istiyor sistem. Yani aslında tam olarak bir vize başvurusunda belirttiğiniz bilgileri veriyorsunuz. Sonunda da bir ödeme alıyor ki web sitesinde de belirttiği üzere 10000 won bu, 145 lira gibi bir miktar yapıyor bize. Ben başvurup ödediğimde yanlış hatırlamıyorsam 80 lira gibi bir şey ödemiştim. Kendi ülkemden pasaport almak için ödemek zorunda kaldığım miktarların yanında bunu görünce sinirden gülmeye başlamıştım başvuru yaparken. Bu K-ETA başvurusunu uçuşunuza 72 saat kalana kadar yapmanız gerektiğini söylüyor sistem, çünkü başvuruyorsunuz sonra bir de onaylandı veya onaylanmadı diye geri cevap geliyor. Onaylanmazsa ödediğiniz miktarı geri vermiyorlar ve başka bir şeyler yapabilirsiniz sanırım ama onu araştırmanız gerek.
K-ETA'yı da hallettikten sonra bir de Q-code diye bir şeyle karşılaştım. Bu da pandemi döneminden miras kalan kontrollerden biri olarak görünüyordu. Bunu da uçuşa belirli bir gün kalana kadar aşılı, sağlıklı, belirtisiz falan olduğunuza ikna etmek için yapıyorsunuz ancak zorunlu değil, çünkü uçaktayken size bununla ilgili 3 ayrı kağıt verip doldurmanızı istiyorlar. Havalimanında girişte  teslim ediyorsunuz ya da bakıyorlar. Ben tabiki önceden internetteki web sitesinden doldurup, çıktısını yanıma almıştım ama hiç çıkarmaya bile şansım olmadı çantamdan. Uçakta dağıttıkları o kağıtlardan kontrol ettiler (Q-Code'un web sitesi de şurası-->Quarantine Covid19 ).
Uçak bileti, kalacak yer, pasaport, K-ETA. Bu 4 adım ilk yapılacaklar. Ben bunları Kasım ayı dolmadan bitirmiştim. Sonrasında gezi planlamasına geçmeden kendi adıma emin olmam gerekenler arasında gördüğüm bir diğer adımı kontrol ettim: Havalimanında bavulumu aldığım andan, oteldeki odamda kendimi yatağa atana kadarki o ilk akşam için detaylar neler olacaktı?
İlk düşünmem gerekenler tabiki uçak yere inince anneme nasıl haber verebileceğimdi :) Bu adımda tecrübeme dayanarak şunu söyleceğim, THY'nin yurtdışı uçuşlarında wifi'a bağlanabiliyorsunuz. Koltuk numaranız ve miles&smiles bilgilerinizle çok basit bir şekilde bağlantı kurabiliyorsunuz. Gerçi bu seferki beni biraz zorladı, havada uzun saatler boyunca bağlanmadı, açmadı falan ama sonuçta böyle bir şey var, haberiniz olsun. Neyse, Incheon'da havalimanında indiğimde alabileceğim bir telefon hattı araştırdım. Çünkü her ne kadar internet, Kore'de her yerde wifi var, her yerde internet var diyenlerle dolu olsa da gitmeden böyle bir bilgiye güvenip de yola çıkamazdım. Ayrıca Türkiye'de kullandığım hat Vodafone'un Kore'de geçerli olan tarifesi Her Şey Dahil Pasaport Dünya, günlük olarak 199,90 lira fatura kestiği için sanki bir hat almak daha mantıklı olacak gibiydi. Çünkü Vodafone'un da çekip çekmeyeceğinden emin olamazdım (içimdeki başak ve oğlak burçları el ele vermiş koşuyordu). Araştırınca şu üç şirkete ulaşıyorsunuz: SK Telecom, LG, KT. Birçok web sitesinden alınabileceği gibi direkt bu şirketlerin web sitelerinden de önceden satın alabiliyorsunuz sim cardları. Ben KT'den yani Korea Telecom'un kendi web sitesinden prepaid yani ön ödemeli, 10 günlük sim card aldım. Bunu alırken hangi terminalden, hangi gün ne zaman teslim alacağınızı seçiyorsunuz. Bu sebeple de önce hangi terminale ineceğimi buldum. Incheon Havalimanı'nın resmi web sitesi şurada. Siteden yakın zamandaki İstanbul uçuşlarına bakınca hepsinin Terminal 1'e indiğini de gördüm. Böylece Terminal 1 olarak seçtim sim kartı teslim alma noktamı. Yine bu havalimanının web sitesinden haritaya bakınca da  KT'nin teslim alma yerlerini buldum. 10 günlük sınırsız internetli ve sadece ülke için aramalar dahil olan sim kart kendi web sitesinde 34600 won tuttu. Diğer, turistler için olan web sitelerindeki fiyatların hepsi bundan fazlaya geliyordu. Yani şu an 504,58 lira ediyor, günlük 50 liraya sınırsız ve de çok iyi çeken internetim olmuş oldu (Vodafone ile günlük 200 liraya gelecekti). Bu hat alma işini havalimanında da yapabilirsiniz ki hemen hemen herkes öyle yapıyordu gördüğüm kadarıyla. Ama dediğim gibi bu benim fazla planlılığım. Bir de tabi hat almak istiyorsanız yani. Yoksa açık wifi'lara güvenip de işinizi halledebilirsiniz. Mesela Incheon'daki wifi'ya direkt bir şey sormadan istemeden bağlanabiliyorsunuz, çok da iş görüyor ama tabi o kadar yıllık firewallcu olarak böyle açık ağlara da amaan bağlanın be dememem gerek sanırım :D Benim aldığım KT'nin web sitesi şurası.
Tamam bavulu aldım, hattı aldım, annemi aradım diyelim. Sonra otele nasıl gideceğim sorusu vardı. Incheon havalimanından şehir merkezine birkaç yolla gidilebiliyor. Hemen hemen her ülkede olan şeyler bunlar. Tren var, otobüs var, taksi var. Araştırdığımda, daha önceki seyahatlerimden edindiğim tecrübelere de dayanarak (JFK'de iner inmez ne idüğü belirsiz adamın arabasına taksi diye atlamak da buna dahil:p ) benim için en mantıklı ve rahat yolun tren olduğunu düşündüm. Tren dediğim AREX ismindeki hızlı tren. Bunun da iki çeşidi var yalnız, biri pek çok durakta duran, diğeri direkt merkeze giden durmadan giden. Aralarında az bir fiyat farkı var. Bir de tabi gitme süresi. AREX'in web sitesi burada. Web sitesinden bineceğiniz tarihe ve saate göre biletinizi satın alabiliyorsunuz, yerinde almaktan az biraz daha ucuza geliyor ama yine telefon hattı gibi bunu da havalimanında AREX kiosklarından kolaylıkla alabilirsiniz. Yani demeye çalıştığım benim gibi her şeyi 7 ay önceden internetten halletmenize gerek yok. Her şey kolay. İnternetten satın aldığınız biletin QR'ını telefondaki mailden cihazlara taratıp da trene binebiliyorsunuz ya da benim gibi çıktısını da alabilirsiniz garanticiyseniz. Bilet bu express tren için 9500 won. Express Train 43 dakika, all stop train 59 dakika sürüyor. İnternette bazı yerlerde bu express trene de toplu taşıma kartı ile binilebildiği yazıyordu ama yerinde görevlilere kaç kere sordum, böyle bir şey olmadığını, sadece bu tren için alınmış biletle binilebiliyor dediler.
Bu arada aklıma nakit para konusu geldi. İlk bakışta havalimanından otele gidene kadar paraya ihtiyacım olmayacak gibi göründüğünden düşünmemiştim ama olur ya şehir merkezinde bulamam edemem dedim. Şu havalimanında exchange yerleri var mı diye kontrol ettim. Tabiki var da, neresinde kolay yerde mi becerebilir miyim diye gene de emin olmak istedim. Gitmeden havalimanı haritasında yerlerine baktım ama gittiğimde de gördüğüm kadarıyla gayet kolaylıkla ortalıktalar. Bu yüzden ne olur ne olmaz diyerek yanıma bir 300 dolar aldım nakit, havalimanında 100'ünü won'a çeviririm, acil bir şey olursa dursun diyerek.
Gezi planlamasını da yavaş yavaş yaparım zaten önümde dünyanın zamanı var dedim. Gün içinde internette gezinirken, instada bakınırken falan rastgeldiğim şeyleri defterime kaydetmeye devam ettim. Geziyi 10 günlük yaparım diyerek gidiş dönüş biletlerimi almıştım ama o 10 güne ne sığdıracağımı, nasıl bir gezi olacağını hiç düşünmemiştim. Yukarıda anlattığım ön hazırlık olarak sayılabilecek şeyleri bitirip, gitme zamanını beklemeye başladığım günlerde - ki bu gidiş günümden neredeyse 4 ay öncesine denk geliyor - aklımda sadece tek bir düşünce vardı: Mutlu olmak istiyorum. Sadece mutlu hissetmek istiyordum. İlk kez yurtdışı gezimi yaptığımda 21 yaşındaydım. O zamandan bu zamana geçen 15 yılda 22 şehir gezdim ve çoğunda harçlıkla yaşayan bir öğrenciydim. Türk Lirası'nın nispeten değerli olduğu zamanlarda bile cebimde doğru düzgün para yoktu. Bu gezilerimi hatırladığımda anladım ki hep her şeyi görmeliyim çünkü kısıtlı zamanım var, her şeyi yapmalıyım çünkü bir daha şansım olmayacak kafasıyla kendimi heder etmişim. O kadar çok şeyi görmek ve yapmak istiyordum ki bu gezileri aslında neden yaptığımı tamamen gözardı etmişim. Mutlu olmak içindi. Aslında temeldeki en birinci güdüm mutlu olmaktı. How I Met Your Mother'ın ilhamı olan bara gitmek istiyordum mesela çünkü diziyi izlerken hissettiğim o mutluluğu, o keyfi orada da hissetmeyi umuyordum. Versailles Sarayı'nın koridorlarında koşuşturmak istiyordum, çünkü okuduğum onca kitapta, izlediğim onca filmde o koridorlarda hayal edip kendimi mutlu hissetmiştim, aynısını yaşamak istiyordum. Oysa bir geziye çıkınca bu mutluluk hissinden tamamen vazgeçip, sadece başarmaya odaklanıyordum. Orayı da görmeliyim, buraya da gitmeliyim, bu elimdeki listenin hepsinin üzerini tek tek çizebilmeliyim diye gezdiğim şehirlerin hemen hemen hepsinde aç bilaç, sersefil koşturup durdum. Yağmurlarda ıslandım, kar fırtınalarında yolumu zor buldum. Gezideyim, tek hedefim listemi tamamlamak diye kendimden tiksinecek hale gelene kadar saçım başım dağılmış, üstüm kokarcaya dönmüş, yüzüm gözüm görünmez halde dolandım. Oysa hiçbir zaman istediğim bu değildi. Kendimi mutlu hissetmemin en üst sıralardaki şartlarından biri de kendimi beğeniyor olmamdı sonuçta (benim bunu fark etmem uzun yıllarımı aldığı için tabi). Yavaş yavaş olmasa da kendi hızımda gezmek istiyorum dedim bu sefer. Yataktan kalktığım gibi gözlerimde çapaklar müze gezmeye gitmek istemiyorum dedim. Saçıma fön çekip, makyaj yapıp çıkmak istiyordum otelden ya hayatımda bir defa. Ütülü şeyler gitmek istiyordum gezerken. Öyle ya yeni bir şehir görüyorum, hiç tanımadığım insanların arasına giriyorum. Bu sefer de sırt çantamla, kot pantolonumla dolanmak istemiyorum dedim. Gerçekten, gerçek anlamda, o şehirlere gitme sebebimin provasını yapmak istiyordum. Aslında her birinde yaşamak, oradaki hayatı solumak,  birkaç günlüğüne de olsa hayatım bambaşkaymış, ben bambaşka bir insanmışım gibi yürümek istiyordum gezdiğim şehirlerde.
İşte bu düşüncelerle plan yapmaya çalıştım. 20-30 Nisan arasında 10 günüm vardı elimde. Bir de kocaman olmasa da pek çok güzel şeyle dolu bir ülke. Önce ilk elim tabiki trenle otobüsle falan hangi şehirlere gidebilirim, 10 güne ne kadar şehir sığdırabilirim'e gitti. Sonra sarstım kendimi, ne yapıyordum yine? Belki şansım olurdu olmazdı bilemiyordum ama sanki bir tek hakkım varmış gibi davranmayacaktım bu sefer. Seul'e gidecektim, sadece Seul'de, hayal ettiğim gibi, sanki orada yaşıyormuşum gibi 10 gün gezecektim. Buna karar verdim. Belki sıkılırdım, görecek şey kalmazdı, olabilirdi. Olsundu. Bu sefer kendimi hissederek, şehri dinleyerek, insanların arasına karışarak yaşayacaktım. Planlamaya başladığım andan Ankara'da geri dönüş uçağından inene kadar aklımda bu düşünceyle hareket ettim.
O kadar beklettim, yine de ancak giriş yapabildim hikayeme ama söz, gerisini daha çabuk getireceğim.

5 yorum:

  1. "Kendimi mutlu hissetmemin en üst sıralardaki şartlarından biri de kendimi beğeniyor olmamdı sonuçta (benim bunu fark etmem uzun yıllarımı aldığı için tabi)". Hocam nasıl fark ettin "kendini beğenmiş" olduğunu :b ve neden uzun yıllarını aldı? Son söz. Bizleri bekletmeden çabucak tecrübelerinizi yazıp paylaştığınız için sonsuz teşekkür ederim. Her daim fevkinde oluyor. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kendimi beğenmiş olduğumu fark etmemden kastım, kendimi görünüş olarak beğendiğimde daha iyi hissettiğimi, hayatımdan keyif alabildiğimi fark etmemdi. Dünyanın en güzel yerinde de olsam, ne bileyim dünyayı yönetiyor da olsam (ki bu beni gerçekten mükemmel hissettirebilecek bir şey :p) o an saçımdan başımdan memnun değilsem, göbeğimi azcık önüme sığıştıramıyorsam gene de mutlu olmuyorum. Bu biraz böyle yüzeysel, böyle dış görünüş odaklı bir kafa olarak görünebilir ama temelinde aslında nasıl göründüğüm değil sorunum. Kendimi bir bütün olarak hissetmekle, dışarı bir türlü çıkamayan gerçek ben'i hissetmekle alakalı.
      Ben teşekkür ederin beğendiğiniz için :)

      Sil
  2. Ekrandan uzun yazıları hiç okuyamam, normalde ilk birkaç cümlede bırakırdım ama o kadar sürükleyici, detaylı insanı sıkmadan yazmışsınız ki sonuna nasıl geldim bilemedim elinize sağlık çok iyiydi. Umarım geziniz çok güzel geçmiştir devamını merakla bekliyorum:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Off mutlu oldum :D Bekletmeden yazmaya çalışıyorum ama malum nefret ettiğim bir işte tüm gün çalışmak zorunda olmak :p

      Sil
    2. Nefret ettiğiniz bir işte çalışmak zorunda kalmak nasıl bir şeydir pek bilemedim şimdi. Umarım düzelir. Bu nefret ettiğiniz işin, serotonin salgılarını azda olsa harekete geçiren iyi bir tarafı yokmu hocam ? Ben mutluluğun çalışmakla direk ilişkili olduğunu yani sevmediği bir işte bile olsa çalışan birinin, çalışmayan birine göre daha mutlu olacağını düşünüyorum. Gene de bir an evvel nefret ettiğiniz bu işinizden kurtulmanızı dilerim.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...