“Time to leave now, get out of this room, go somewhere, anywhere; sharpen this feeling of happiness and freedom, stretch your limbs, fill your eyes, be awake, wider awake, vividly awake in every sense and every pore.” diye yazmış Stefan Zweig "Postacı Kız" kitabında (kitap oldukça karanlık ve üzücü bir hikayeyi anlatıyor ama biz bu satırlara odaklanalım). Evin kapısından her çıkışımda bu duyguyla doluyorum sanırım. O eşikten adımımı attığım anda tüm varlığımla alarm durumuna geçiyorum bir yandan da. Yolculuğun yorgunluğunun büyük bir kısmı da aslında bu alarmda olma durumundan geliyor, her an her şeye dikkat kesilme, her an tetikte olma, her şeyi görmeye, her şeye karşı kendini savunmaya çalışma. Bu yüzden de mutluluk benim için her zaman büyük bir panik ve diken üstünde olma hissiyle ele ele geliyor. Evin dışına çıktığımda mutluyum ama hep endişeli ve tetikteyim.
19 Nisan sabahı da aynı panik duygusuyla çıktım evden. 7 ay önce aldığım için biletleri sanırım aklıma getirmemeye çalışmıştım ne kadar uzak ve ne kadar yabancı bir yere doğru yola çıkıyor olduğum gerçeğini. Gitmeme son birkaç gün kala vurdu gerçek, sonsuz bir panik duygusuyla işin içinden sıyrılmaya dair planlar dönmeye başladı kafamın içinde. Biletleri iptal edebilir miydim, oteller zaten ödenmemişti iptal edebilirdim, vize de yoktu zaten masraf yapmamıştım. Her şeyi iptal eder, hiçbir şey olmamış gibi yapabilirdim. Tıpkı biletlerini alıp, sonra akşam olup hava karardığı ve anksiyetem tavan yaptığı için evden çıkamayıp gitmediğim tiyatro oyunlarında olduğu gibi (hay allahım bir de taksitlendirmişim aylarca gitmediğim oyunların biletlerini ödedim). O son birkaç gün, resmen dağın tepesinden itilmiş bir taş parçası gibi serbest düşüşle yuvarlandım yolculuğa doğru.
Çarşamba sabahı aslında işe gitmek üzere çıktım evden görünüşte. İşe gittim zaten. Yine 6'da kalkıp, işe gittim. Tek farkı yanımda bu sefer boyum kadar bavulum vardı. Servise bavulla bindim, tüm gün bavul odada yanı başımda durdu. Planım öğle yemeğinden sonra çıkıp, Aşti'ye gitmekti, oradan Havaş'a binecektim. Ama tabiki işler yoğundu, bir türlü çıkamadım. Bir de odadakiler niye bu kadar erken gidiyorsun, uçağın akşam değil mi, bir saat önceden gitsen yetişirsin diye dırdır etti. Kendimi beğenmişlik yapmak istemiyorum ama gerçekten hislerim iyidir. Bir şeyi nasıl yapmam gerektiği aklımda beliriyorsa, o genellikle doğrudur. Öyle yapmam gerekir. Başka türlü yapmak zorunda kalırsam kesin sorun çıkar. Hele hele İNSANLARI DİNLERSEM KESİN SORUN ÇIKAR. Bunca yıllık hayatımın özeti işte bu: Herkesin hayatıma karışması. Herkesin fikirlerini üstüme üstüme dürtüklemesi. Dedim ki bakın buradan çıkacağım Aşti'ye gideceğim, bu bir. Aşti'de Havaş bulacağım, o kalkmak için bekleyecek, sonra havalimanı 3 günlük mesafede zaten (abartıyorum tabiki, normalde yarım saat kadar sürüyor 40 km yol), önümüz bayram tatili herkes yola çıkıyor. Bavul benim kadar var, iki santim itebilmem bile 10 dakikamı alıyor, tüm o güvenlikleri geçip, teslim edip, kapıyı bulacağım. Beni salın. Yok. İşte burada benim yine people pleaserlığım hortluyor, kimse kolumu bağlamadı, yok yok yetişirsin dur sen dur sen biz bırakırız deyip durdukça durdum. Öğlende çıkarım dediğim ofisten 4'ten sonra ancak çıkabildim. Havaş'ta zar zor yer bulabildiğimde saat 5'e gelmişti (Bu arada Havaş bileti 37 lira. Artık pos cihazıyla geziyor görevli, kartla ödeyebiliyoruz). En son boş koltuğa koşup ben oturdum, hemen arkamdan gelenler ayakta kaldı koridorda. İçerisi tıklım tıkıştı. Yola bir çıktık, arabalar ilerlemiyor, trafik arap saçı olmuş. Saat 6 buçukta havalimanındaydım. Havaş'ta yanımda oturan çocuk uçağını kaçırdı mesela.
Bir de Havaş'ta o kadar vakit geçirirken aklıma saçmasapan bir şey takıldı. Daha önceki yolculuklarımda Havaş, havalimanına gelince önce Dış Hatlar'da inecekleeer diye bağırıyordu sürücü, Dış Hatlar kapısının önünde duruyorduk. Beş dakika daha gidip, bu sefer İç Hatlar diye bağırıyordu, orada da İç Hatlar'a gidecek yolcular iniyordu. En son yurtdışına 2019'da gittim ya, kafamdan tamamen silinmiş. Aklıma takılmasın mı ben hangisinde ineceğim diye. Tamam önce Ankara'dan İstanbul'a giden uçağa bineceğim ama sonuçta biletimi Ankara-Seul olarak aldım. Bazen gerçekten bu dünyada nasıl tek başıma yaşayabildiğime hayret ediyorum. Mucize. Yaşayacak parayı da koskoca bir kurumun tüm bir ağ bağlantısını yöneterek kazanıyorum, bu daha büyük bir sır. Durup, Havaş'ta saatlerce oturduğum yerde hangi kapıda ineceğim diye panik yaptım. Bir zamanlar diferansiyel denklemleri çözmüş bu beynimle, havalimanında iç hattan mı gidiyorum dış hattan mı diye panik içinde çözüme ulaşmaya çalıştım. O arada kızlara mesaj atıp sormuştum, Gönül'ü dinlemeye karar verdim. Sonuçta aramızda gerçek bir çocuk doğurup büyüten tek kişi olarak onun sözü daha bu dünyaya uygun olmalıymış gibime geldi. İç hatlarda inerim pekala dedim. Ama sonra Havaş, bir yerde durdu. Eskisi gibi dış hatlar iç hatlar diye bağırmadı. Herkes indi. Bir baktım, dış hatlar kapısı iki santim ötede, iç hatlar da önümde. Bu dünya benim gibi saflar için çok zor bir yer.
Bavulumu verdiğim check-in kısmında, önce o minik kiosklardan görevlinin yardımıyla - ki çok tatlı bir kızdı - check-in yapmaya çalıştım. Kiosk sapıttı, ekran falan dondu. Panikle asıl bavul verilen kısma koştum. Neyse ki kiosktan koltuk seçme işini yapabilmişim. Normalde hep koridor tarafında otururum, çünkü hem çok tuvalete gidiyorum, hem de zor çıkabildiğim yerleri sevmem. Ama işte o an durumun heyecanıyla Seul uçağında cam kenarı seçtim, görevli kızın da etkisiyle. Bavul teslimindeki görevli diğer kızlar da çok sevimliydi, çok yardımcı oldular, Seul'e gittiğimi görünce bizim yerimize de gez eğlen dediler.
Bu sırada yoldayken o kadar içimden söylenmiş olmalıyım ki evrene delice mesajlar göndermişim, uçağım bir saat rötar yaptı diye ekranlarda yazmaya başladı ben her şeyi halledip, kapıların olduğu kısma girdiğimde. Bir yandan delirdim, İstanbul'da inip, Seul uçağına yetişmem için daha az zaman kalıyor diye. Kendimi sakinleştirmeye çalışıp, önce D&R'da biraz kitap bakındım. İlk defa görünce direkt üstüne atladığım Hilary Wilson'ın "Hiyeroglifleri Anlamak" kitabını aldım (ki ilk defa görmem çok normal aylardır doğru düzgün kitap bakmıyorum, yıllardır da neredeyse yılda bir tane kitap okuyorum). Bir de tam bu yolculuğa denk gelmesi kader gibi olan bir kitap buldum: Hong Gildong'un Hikayesi. Joseon Hanedanlığı döneminden bir halk kahramanı gibi biri, onun yarı masal yarı destan gibi olan halk öyküsü. Havalimanındayken hep böyle çok kitap okuyasım gelir, sanki oturup uçakta bir dolu kitap okuyabilecekmişim gibi bir hisle dolarım ama tabi hiç okuyamam. Bunlara da öyle oldu nitekim. Hong Gildong'un 37 sayfasını ancak okuyabildim. (Bu arada yolculuk masraf sayacımıza eklemek için için: Kitaplar 100 lira)
Rötar bitsin diye beklemek için bir kafenin içine oturdum sonra. Bir çay aldım, 40 lira. Bir su aldım, 27 lira. Oturduğum yerin ismi Bomonti'ydi sanırım. Çantamda önceki günden kalma kandil simitleri vardı, onu açtım yemeye başladım. Bir yandan güneşin batışını izledim. Rötardan dolayı bekledim de bekledim. Genelde kimsenin olmadığı yerleri ararım oturmak için, insanlar burunlarını çekip duruyorlar çünkü (burun çekmek kadar tiksindiren çok az şey var beni). Bu yüzden birkaç kere yer değiştirmek zorunda kaldım. Bazı kafelerde olduğu gibi prizli çalışma masaları tarzında yerler yapmışlar havalimanında da bu arada, onları ilk defa gördüm.
Ramazan paketi |
Ramazan paketinin içindekiler: sandviç, hurma-zeytin, hazır çorba |
Sonunda İstanbul'da havalimanında uçaktan inip, dış hatlara aktarma yaptığımda saat gece yarısına gelmişti. Üç sıralı, kocaman uçakla geldim ilk defa Ankara'dan İstanbul'a. Sanırım zenginlik böyle bir şey diye düşünmeden edemedim, öyle ya normalde hep en ucuz bileti bulmaya çalıştığımdan Anadolu Jet ile ya da Pegasus'la yolculuk ediyorum. THY ile uçunca böyle oluyormuş vay be dedim (kendime sözlerim arasına bir yenisini daha ekliyorum, bir gün kesinlikle businessta da yolculuk edeceğim). Bir de o uçak bile tıklım tıkıştı, tek bir boş yer yoktu. Koridor tarafında oturdum, yanımda ilkokul çağındaki oğluyla bir kadın vardı. Koltukların arkasındaki ekranlarda izleyebilecek, dinleyebilecek çok seçenek vardı (işte yine zenginlik :p ). Evde National Geographic'ten takip ettiğim Antik Mısır'ın Kayıp Hazineleri'ni buldum, bir bölüm ona bakmaya çalıştım.
İndiğimizde uçaktan fırlayıp, geç kalacağım çok kalabalık olur sıra olur diyerek koşturdum. Pasaport kontrolünden geçen bir ben vardım, her yer boştu. Bu arada yurtdışı uçuşuna giderken biliyorsunuzdur inanılmaz derecede saçma bir ayrıntı var: Yurtdışı Çıkış Harcı. Bunun mantığını gerçekten bilen varsa açıklayabilir mi? Hani pasaport alıyoruz tamam, ona bir de vize alıyoruz o da tamam ama bir de kendi ülkemiz bizden son dakikada dur doyamadım azcık daha para kopartacağım senden diyerek bir de bunu alıyor ya. Hah işte, ilk defa ödediğim miktar 15 lira falandı yüzyıllar önce. Şimdiki 150 liraydı. Tabiki ben yine aylar öncesinden internetten ödemiştim, ne olur ne olmaz bunların sistemine güvenmiyorum diye de çıktısını almıştım yanıma. (Şuradaki Harç ve Değerli Kağıt Bedeli linkinden ödeyebiliyorsunuz.)
İstanbul inanılmaz kalabalıktı, o saatte o kocaman havalimanında iğne atsam yere düşmüyordu. Kapı numaram da henüz belli olmadığından oturacak yer arayarak dolandım. Bu arada sabah 6'da kalkıp, tüm gün ofiste çalışıp, bir de uçak yolculuğu yaptığım için artık enerjimin son kırıntılarındaydım. Sarhoş gibi dolanıyordum. Ankara-İstanbul uçağında ramazan paketi diye bir kutu vermişlerdi. İçinde sandviç, hurma gibi bir şeyler vardı. Canım istememişti, o çantamda duruyordu. Yorgunluktan ve uykusuzluktan bayılacak gibiyken Starbucks'ın önündeki alanda uyuklayan uzanan insanları gördüm. Direkt oraya yöneldim, normalde Starbucks gitmeyi tercih ettiğim bir yer değil günlük yaşantımın içinde (çünkü kendi ülkesinde uygun bir şekilde kahve alınabilen bir kahveci zinciri, bu ülkeye gelince saray kahvecisi gibi olmuş durumda). Ama bu yolculuğum sırasında yolum hep bir şekilde ona düştü maalesef. Bir boş masa bulup, oturdum. Uyuklarken off aman bir şeyler içeyim ne olacaksa olsun dedim. Bir cesaret kalkıp, bir kahve aldım. Bu arada cüzdanımı ve telefonumu elime almıştım ama çantamı masada bırakmıştım. İki adım ötede bile olsa yine de kahvemi beklerken içim içimi yedi, gözüm hep masadaydı. Çünkü Türkiye'de yaşamak böyle bir şey, bu ülkede büyümek böyle bir şey. Her an o çanta oradan kaybolabilir ve kimse de hesabını soramaz, her an birileri birilerine saldırabilir mesela ve sonra elini kolunu sallaya sallaya gidebilir. Bu ülkede her gün, her an böyle hissederek yaşıyorum.
İşte o mocha :( |
Kahveyi aldım, ama tam 175 lira ödedim. Kasada kartımı uzatırken içimden kendime küfrederken uykum da açıldı birazcık. Kapı numarası belli olunca baktım ki kapıma en uzak noktayı seçmişim oturmak için. Havalimanında bir baştan bir başa yürüdüm gecenin bir yarısı. Her yer ışıl ışıl, her yer insanla dolu. Havalimanında değil de sanki Manhattan'ın en ışıklı caddesinde yürüyorum. Mağazalar, kafeler, her milletten insan...Uçağın olduğu kapıya geldiğimde karşılaştığım manzara, bu yolculuğun gerçekliğini ilk defa bu denli açık bir şekilde yüzüme vurdu. Oturma yerlerindeki herkes Koreli'ydi. Amcalar teyzeler, çocuklar, herkesin Korece konuşmaları kulaklarımdayken orada panik içinde oturdum. Ne yapıyorum ben dedim içimden defalarca. Ne yapıyorum ben?
Uçak yine - tabiki - üç sıralı devasa uçaklardandı. Dedim ya yukarıda, bir heves, sanki kendimi bilmiyormuşum gibi, cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Koridor tarafında Koreli bir amca vardı, ortamız ne büyük şans ki boş kaldı. Amcayla çoğunlukla işaretleşerek anlaştık, ilk başta ortadaki koltuğa ikimiz de eşyalarımızı koymak üzere anlaştık mesela. O koydu, bana işaret etti, ben de koydum. Kulaklığı nereye takacağıma eblek eblek bakarken o gösterdi. Ben bir çok şeyi panikle yapmaya çalışırken, kurcalarken ya da ne bileyim yemeklerle içeceklerle savaşırken hep yardım etti. İnince kontrol edilecek kağıtları dağıttıklarında kalemini verdi ben hiç sormazken, doldurayım diye (ben hala o kalemin nasıl uçakta olduğunu düşünüyorum gerçi, çünkü bildiğim kadarıyla kalem gibi şeyleri sokmuyorlar, hatta ben de o yüzden alamıyorum hep). Aslında yerimiz de çok iyiydi, tam orta kısımda acil çıkış kapılarının olduğu koltukların bir arkasıydı. Hemen önümüzde tuvaletler vardı. Bu amcanın valla hakkını ödeyemem, tüm gece tuvalete gittim. Tüm gece adamı iki dakika uyutmadım. İkide bir omzuna dokunup, uyandırdım. 10 saatlik uçuşu adama eziyete çevirdim. Cidden çok utanıyorum ama yapacak bir şey yok. Salak gibi aklıma da gelmedi, gel amca yer değiştirelim bak ben uyutmayacağım seni demek. Ben zaten uyumuyorum. Mümkün değil. Bu yaşıma kadar hiç bir otobüs yolculuğunda bile uyumadım.
Bu uçuşta da yine zengin hissettiğim anlar vardı tabi. Önce bir menü kağıdı dağıttılar mesela. Oradan yemek tercihimizi yaptık, ona göre yemek aldık. Fotoğraflarını çekmeye çalıştım ama çok karanlıktı. Tepemde ışık olduğu, ekranda fener olduğu falan hiç aklıma gelmedi tabiki. Ne yediğimi hatırlayamıyorum. Sabaha doğru da kahvaltı servisi olduğunu hayal meyal hatırlıyorum çünkü uykusuzluğum neredeyse 30 saate doğru koşturuyordu. Tüm uçuş boyunca böyle hayalle gerçek arasındaki çizgide dolandım durdum. Hiçbir şey izleyemedim, bir 37 sayfa kitapta okuyabildim o kadar. Açıkçası tam bir eziyetti Çok uykum var ama uyuyamıyorum. Hiçbir şeyle oyalanamıyorum. Koltuktayım, rahat edemiyorum. İçerisi havalandırmadan dolayı buz gibi, bulduğum her şeyi üstüme giydim. Neyse ki bu üşüme huyumu bildiğimden yanıma üç tane ceket mont gibi şey almıştım. Hepsini giydim. Bir de bu uçuşlarda THY battaniye ve yastık veriyor. Onlar biraz teselli oluyor neyse ki. Daha önce New York'a uçarken çok güzel bir metal kutuda verdikleri malzeme setini ise bu sefer makyaj çantası tarzında bez bir torbada verdiler. İçinde çorap, göz bandı, diş fırçası macunu, dudak balmı vardı.
Uçaktan indiğimde artık tam sarhoştum. Uykusuzluk, yorgunluk, evin dışında alarm halinde geçirilmiş 30 saat. Seul saatiyle akşam 6, buraya göre 20 Nisan öğlen 12 civarındaydı. Uçaktan inip, kocaman koridorda herkesle birlikte yürümeye başladım. O ilk koridorda yer yer görevliler durmuş, elimizdeki, uçakta doldurmamız için verdikleri kağıtlardan bir tanesine, sanırım covid ile ilgili olana bakıyorlardı. Bavulda bulamadığıma göre o noktada o kağıdı bizden almış olmalılar, hiç hatırlamıyorum çünkü verdim mi. Şu an bakınca kağıt yığınına masamın üstündeki, bir tek Arrival Card yazan küçük sarı kağıt benimle geri gelmiş. Oradaki görevlilere yaklaşırken Amerikalı olduğunu düşündüğüm bir amca bu iş bitti bitti pandemi sona erdi diye anlatmaya çalıştı görevlilere, eşi de yok dur aman ne yapıyorsun diyerek kolundan çekiştirdi.
O adımı atlatınca sanırım pasaport kontrolüne girdim. Nispeten sıra beklemedim fazla, orada pasaportu ve K-ETA'yı gösterdim, bu kısımda hiç sorun yaşamadım. Bavulumu biraz fazla bekledim, bir de gelmeyecek kesin karıştı başka şehre gitti ya da Ankara'da kaldı diye panik yaptım. Bavulu alıp, nihayet çıkış kapısına geldiğimde bu sefer başka bir görevli sırası daha vardı. Orada da başka bir kağıda bakıyorlardı sanırım. Doldurduğum kağıtları çantamdan çıkarırken hepsini yere saçtım, eşyalarımı da saçtım, görevli aman aman yeter ki geç de boşver diye yol etti beni. Bu sırada yerden neleri toplamışsam artık, şu an kağıtların arasında Benjamin Meltzer diye birinin American Airlines bileti ve bavul etiketi var. Dallas'tan Incheon'a gelmiş görünüyor :)
Bavulla birlikte kapıdan çıkmadan hemen iki adım ötede Exchange yazısını gördüm o anda. Planım o aşamada çevirmek değildi ama yazıyı görünce ani karar verdim. Görevli kız bezgindi, önce 100 doları uzattım. Çevirip verdi, 126900 won. Sonra ne olur ne olmaz dedim diğer 100 doları da uzattım. Böylece cebimde 253800 won ile havalimanının ortasına çıktım. Çıkar çıkmaz da bu sefer telefon hattı yerleriyle yüz yüze geldim. Daha önceki yazıda bahsettiğim o hatların hepsi yan yanaydı. Önü ana baba günü gibiydi. Zar zor yanaşıp, benimkinin görevlisine kırık İngilizcemle ama ben internetten almıştım ben de mi sıra bekleyeceğim dedim (çünkü Türk kafası, bir yerde sıraya girersem kesin beni ezerler, kesin herkes önüme geçer, kesin ortamın tek salağı ben olurum). Kız bana soğukça yandaki kiosktan numara alacaksınız dedi (herkes bana gülümseyemez ama değil mi). Bu ilk edindiğim izlenimin Koreliler hakkında yanılmama sebep olduğunu daha sonraki günlerde anladım. Bana soğuk gelen bu ilk halleri, aslında konuşmaya ve yardım istemeye başlayınca ne kadar sıcak oldukları gerçeğiyle değişiyor. O kızda da mesela, sıram gelip hattımı verirken aynı şey oldu. Aslında o ilk konuşması soğuk değildi, sadece ben biraz fazla hassasım.
Kiosktan sıra numarası alıp, bekledim. Beklerken havalimanının wifi'ına baktım, bağlandım, gayet de güzel çalışıyordu. Bir minik poşeti içinde sim kart, telefonu açmak için bu iphoneların falan minik iğnesi oluyor ya ondan, bir de hediyelik Seul magneti geldi sıram gelince. Kız tarif etti, bunu böyle tak, iki kere kapat aç telefonu, hemen burada dene ki sorun çıkarsa bakalım. Zar zor anladım. Yeminle. Ben İngilizce'yi de unutmuşum. Kenara geçip, telefona takıp denedim. Bu aşamada şunu söylemem gerekiyor, telefonunuzun yurtdışında kullanım için olan ayarlarını açmanız gerekiyor. Kızın dediği gibi iki kere yeniden başlatmadan kart kendine gelmedi. Sonra gayet güzel çekti ve 10 gün boyunca işimi çok iyi gördü.
Sim kartı da aldıktan sonra tek iş AREX'i bulmak kalmıştı. Hızlı treni yani. İşaretleri aradım, yazılara baktım. 31 saat olmuştu uykusuzluk. Aslında çok da açık olan yolu zor buldum. Alt kata iniyorsunuz temelde. Bu alt kata inince ilk defa Seul'de olduğumu hissettim, duvarlardaki ekranlarda K-pop idollerinin ışıltılı videoları dönüyordu, ağzım açık bakarak bavulumu sürükledim. Sonunda AREX yazan yeri bulduğumda saate baktım, akşam 7 civarıydı. Ben internetten 21:48'deki trene bilet almıştım. Çünkü pasaportta falan saatlerce bekleyeceğimi, havalimanının içinde yolumu bulamayacağımı düşünüyordum. Güvenlik gibi olan bir görevliye nereden bineceğimi sordum, sonra da bileti nasıl değiştirebileceğimi. Önce kiosklardan yapabileceğimi anlatmaya çalıştı, sonra baktı ki ben çok perişandım, beni kendisi bilet görevlisinin olduğu yere götürdü. Görevlinin yeri boştu, güvenlik gitti onu da buldu. Bilet görevlisi telefondaki maile baktı (biletin olduğu), iki saniye içinde yeni bilet çıkarıp, verdi. Hemen 10 dakika sonrasına olan tren için. Haydi koş koş diye yol etti beni. Biletimdeki QR kodunu bilet cihazına okutup, turnikeden geçtim, alt kata indim. 19:28 treni bekliyordu, bindim. Bavulu vagonların girişindeki yerlere bırakıyorsunuz. Sonra yerimi bulup, oturdum. AREX'te de wifi vardı bu arada ama tabiki benim süper hattım takılıydı. 20:11 civarında Seul merkezindeki istasyona varmıştım. İstasyonda gerçekten bocaladım. Trenden inince herkesin gittiği çıkış yönüne doğru gitmeye çalıştım. Önce istasyon binasının tam ortasına çıktım. Sonra Naver Maps'i açtım, otele gidişe baktım. Çok kısa bir yürüme mesafesi, zaten oteli bunun için seçmiştim. Ama bir saat istasyondan çıkamadım. Elimde harita, bir oraya bir buraya yürüdüm. Ortada bir information desk vardı, oradaki görevliye sordum haritayı göstererek, oteli göstererek. Güzelce anlattı ama o İngilizce kelimeler bana Çince gibi geldi, adamın suratına bakıp durdum. Bir daha bir daha tekrar eder misiniz dedim her defasında, hiçbirinde de anlamadım. Sonunda ayıp olmasın diye anlamış gibi yapıp, çıkışların birine yöneldim. Saat artık akşam 9'a gelmişti. Naver Maps'i sonraki günlerde anlayacaktım. Aslında çok da açık, çok da basit şekilde her şeyi gösteriyor tarif ediyor. Ama o ilk akşamda bunları anlamaktan acizdim. İstasyondan çıktım, hava kararmıştı. Kafamı kaldırıp, etrafıma baktım. İşte o an, Dorothy'nin sesi kafamın içinde yankılandı, Toto we are not kansas anymore...Bir bilim kurgu filminin, bir ütopik hikayenin içine düşmüş gibiydim. Şehir kocamandı, gökdelenler ışıltılar içinde karşımdaydı. Bir dolu insan koşturuyordu, yürüyen merdivenlerden inenler çıkanlar, mağazalara girenler çıkanlar ve o kocaman binalar, gecenin kopkoyu karanlığı içinde ışıl ışıl. Bavulu durdurdum, olduğum yerde çakılı kaldım. İlk defa ve sanırım son defa, korktum.
Kendimi toparlayıp, oteli bulmaya zorladım. Ne yöne gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. İleride iki görevli amca gördüm yine, onlara yanaşıp, sormaya çalıştım. Tek kelime İngilizce bilmiyorlardı, gerçi zaten İngilizce anlatan görevlininkini de anlamamıştım ya. Bu iki amca konuşamamalarına rağmen bana tarif etmeye, yardımcı olmaya çalıştılar. Asansöre binip, aşağı inmem gerektiğini anladım. İstasyondan çıkmıştım, metronun altına girmem gerekiyordu. Gerekiyormuş yani, bir türlü algılayamıyordum. Otel hemen şurada görünüyordu haritaya göre, neden gidemiyordum? Aşağı inince, yürümeye başlayınca fark ettim metronun altına girdiğimi. Çok karmaşık geldi o akşam, bir ton yol yürüdüm bavulu sürükleye sürükleye. Meğerse metronun altından direkt otelin olduğu gökdelene aşağıdan bağlanan bir giriş varmış. Bir dolu yerden geçip, sonunda otelin ismini gördüm bir tabelada. Birkaç tabela ve birkaç kalın cam kapı, bir dolu koridor, koridorlar boyunca sıralanmış restaurant kafe ve mini golf oyunu alanı sonrası otele çıkan asansörlere ulaştım. Lobiye çıktığımda artık tükenmiştim. Lobideki görevlilerden biri kız, biri erkekti. İkisi de çok şık, çok özenli görünüyordu. Erkek olan görevli işlemimi yaptı, halime gülümsedi, bana her şeyi tane tane anlatmaya çalıştı. Gene anlamadım. Yani böyle ruhum bedenimden çıkmış, iki milim havada duruyor, konuşulan şeyin İngilizce olduğunu ve ne söylendiğini anlıyor ama yerde duran bedenime anlamsız geliyordu. Aslında onu dinlemiş ve anlamış olsaydım ya da en azından verdiği kağıda bakmak aklıma gelseydi, oteldeki 5 günüm çok daha anlamlı geçebilirdi. Neyse. Oda kartımla birlikte hediye olarak iki minik yakwha da verdi, tadına bayılıyorum bu bisküvilerin.
Bu yazınızı da sonuna kadar güzelce okudum ama sanki ben gidiyormuşum gibi panik oldum :)) neyse ki otele ulaştınız:) çok iyiydi elinize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkürler, böyle sıkı sıkı takip etmeniz çok mutluluk verici :)
Sil