29 Ekim 2022 Cumartesi

I Am From Chosun (2021) - Pek çok şey öğreten bir belgesel


 Eylül ayında Kore Kültür Merkezi'nin düzenlediği I.Ankara Kore Film Festivali kapsamında gösterilen ilk film, aslında bir belgesel olan "I Am From Chosun"du. Öncesinde internetten konusuna hiç bakmadan, sürpriz olsun, heyecanlı olur diyerek gidip, izlediğim belgeselde tamamen hiç beklemediğim, hiçbir fikrimin olmadığı ama çok etkilendiğim ve sonrasında kafamda soru işaretleriyle kaldığım bir konu ile karşılaştım.

2002 yılında yönetmen Kim Cheol Min, Kuzey Kore'de yer alan Geumgang Dağı'ndaki bir gençlik festivaline gitmiş. Bu dağ, antik zamanlardan beri oldukça güzel bir manzaraya ve çevreye sahip olduğu için oldukça ünlü. 1989'da güneyden de turistlerin gelip, gezebilmesi için açılmış bir bölge. Gerçi 2008'de bir Güney Koreli turist teyzenin Kuzey Koreli sınır askerlerince vurulmasından sonra sanırım artık güneydekiler oraya gitmiyor ama neyse. 2002 yılında burada iki ülkenin insanları, gençleri falan bir araya gelsin babında böyle bir festival gibi bir şey yapılırken yönetmenimiz orada Japonya'dan gelen Koreliler'le karşılaşıyor. Sohbet muhabbet derken baya hikayelerine ilgi duyunca da atlıyor Japonya'ya gidip, gerçekten bu insanların hikayesini enine boyuna dinleyip, bir belgesel yapmaya. O zamandan bu zamana Japonya'da yaşayan Koreli insanlarla kuşak kuşak röportajlar yapıp, görüntüler çekip, sonunda 2021 yılında pek çok festivalde gösterilen belgeselini oluşturuyor.

Asya tarihini hepimizin sadece Hunlar, Göktürkler, Uygurlar şeklinde bildiğimizin farkında olduğum için en sevdiğim şeyi yapacağım, tarihi anlatacağım. 1800'lerin sonunda Kore'de bağımsızmış gibi görünen bir yönetim var olmasına rağmen hemen yanı başındaki Japon İmparatorluğu bir şekilde savaşlarla, anlaşmalarla habire dürtükleyip duruyordu yarımadayı. 1905'teki bir anlaşmayla Japonlar önce kendilerini Kore İmparatorluğu'nun koruyucusu ilan etti, 1910'da ise tamamen el koydular ülkeye. 1910'dan 1945'te II.Dünya Savaşı'nın bitmesiyle Japonya yenilene kadar Kore'nin bütünü, Japon bir genel vali tarafından yönetildi. İsmine büyük ihtimalle imparatorluktan önce, neredeyse 500 yıl kadar ülkenin tümünü oluşturan Joseon Krallığı'ndan gelen Chosun demişler (Bu yüzden sonradan Japonya'da kalan Korelilere de Chosunlular demişler). Bu 35 yıl boyunca Japonlar, Kore'yi alabildiğine sömürüp, bir yandan da tüm kültürü, dili, tarihi yok etmeye, eritmeye çalıştılar. Eh haliyle, ele geçirdiğin bir yeri tam anlamıyla boyun eğdirip, elinde tutabilmek için kimliği yok edip, kendinden yapmaya çalışırsın. Dünya tarihinde pek çok defa, pek çok yerde gördüğümüz bu yöntem, her iki ülkenin tarihinde ve kültüründe tabiki çok büyük etkiler bırakmış oldu. Bu dönemle ilgili birçok Güney Kore yapımı film ve dizi var, hatta daha geçenlerde Apple'da yayınlanan Pachinko dizisinde de kuşaklara yayılan böyle bir hikaye var. Neyse, 1945'te dünya savaşı bitince Japonya, Kore'den çekilince ortalık gene de çok düzelmedi tabi. Tüm bu seneler boyunca Japonya'ya yerleşmiş olan Koreliler tam o zaman Kore'ye mi dönsek ki diye düşünürlerken malum savaş çıkıp, ülke ikiye ayrıldı.




Şimdi şöyle düşünün, dedeniz doğduğu topraklardan ayrılıp, o topraklara hükmeden ülkenin bir şehrine daha iyi bir iş bulmak için geliyor ve kalıyor. Sonra onun çocuğu, onun da çocuğu, siz doğuyorsunuz. Doğduğunuz ülkenin, doğduğunuz şehri, köklerinizin geldiği şehir değil ama orada büyüyüp bir yandan oranın kültürünü dilini alıyorsunuz, bir yandan da evde dedelerden kalan diğer şehrin kültürünü görüyorsunuz. Sonra siz büyürken köklerinizin geldiği şehir, yaşadığınız ülkeden ayrılıyor. Yaşadığınız ülkede yabancı durumuna düşüyorsunuz. Oralara mı dönsek diyorsunuz, iki ülke bunun için anlaşmalar falan yapıyor. Ama dilini bile konuşamıyorsunuz memleketinizin, bir düşünelim derken pat, bu sefer memleketinizin olduğu yer artık iki ayrı ülke oluyor. Dedenizin doğduğu şehir bir ülkede, büyükannenizin doğduğu şehir bir başka ülkede, bu ikisi de birbiriyle kanlı bıçaklı, sınırlar kapalı falan. E dönelim de nereye dönelim oluyorsunuz. Biz şimdi ailecek kuzeyli miyiz güneyli mi? E bu arada zaten üç dört kuşaktır da şu anda yaşadığınız ülkede yaşamışsınız, dilini konuşuyor, kültürünü yaşıyorsunuz, işiniz gücünüz sosyal çevreniz bir hayatınız var. Kafa karıştırıcı değil mi? Aslında çok saçma. İnsanın insana ettiği, insanın dünyaya ettiği kadar salak saçma bir şey yok. Haa ama saçmalıklar bununla da bitmiyor.


Bu şekilde Japonya'nın bir bölgesinde kalakalan Koreliler, Japonlardan resmen eziyet görmeye başlıyor. Şey olsa gene bir miktar mantıklı gelecek, hani Kore Japonya'yı işgal etmiş, senelerce eziyet etmiş olsa ve sonunda Kore Japonya'dan çekildiğinde orada kaldıkları için Koreliler'den nefret ediyor olsalar. Ama gene saçmalık. Benim dayalı döşeli bir evim var, bahçesindeki bir kulübede de birileri yaşıyor. Sonra gidiyorum başka bir eve, o kulübedekilerin akrabası olan bir eve, içinde yaşayanlar varken çöküyorum, orada yaşarken onları da eziyorum. Sonra o evden çıkmak zorunda kalıyorum, kendi evime dönüyorum. Evim gene rahat, geniş, dayalı döşeli. Ama ben çıkıp, bahçedeki kulübedeki o insanlara bağırıp, çağırıyorum, defolun diyorum. Ne kadar mantıklı şeyler oluyor şu dünya üstünde.


Belgeselde işte yaklaşık bir buçuk saat boyunca ilk kuşaktan 3.-4.kuşaklara kadar Japonya'daki Koreliler'in orada nasıl yaşadıklarını, bu saçmalıklar gibi nasıl eziyetlerle karşılaştıklarını izledik. Japonların onlara gidin buradan pis koreliler şeklinde davranmasının yanında bir de Kore anakarasındaki iki ülkenin de onlara daha saçma davranışlarını öğrenince bende hepten şalter attı. Japonya'da kendilerine ait okulların önünde çocukların korkmasına, ağlamasına yol açacak kadar Japonlar'ın tacizli protestolarına maruz kalmalarının yanında, özellikle 1970ler ve 80lerde Kuzey ve Güney Kore'de karşılaştıkları muameleler inanılır gibi değil. Bu senelerde dünyada bir şeytan büyüsü dolanmış gibi, hep aynı motifi görüyoruz sanki. Japonya'dan anavatanlarına üniversite okumak için gelen bu Chosunlular, bir süre sonra siz kuzeyin ajanısınız diyerek hapse atılmış, senelerce işkence görmüş, idam edilmişler. Bir şekilde idamdan kurtulanlarsa seneler sonra, gençlikleri heba olduktan sonra 90'lar, 2000lerde affedildiniz denilerek salıverilmişler. Kore tarihini en başından bugüne değin okurken hep aklıma aynı düşünce gelip duruyordu. Dönem dönem olan şeyler hep birbirini tutuyor, aynı dönemlerde burada da orada da neredeyse benzer şeyler olmuş gibi görünüyor. Tam da bir 29 Ekim günü, bizim çok büyük bir şansa sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Aynı şeyleri yaşayıp da kilit anlarda onların içine düştüğü zorluklardan sıyrılmamızı sağlamış bir şansa sahipmişiz. Umarım hep böyle şanslı oluruz.

Tarihin gidişatı bakımından benzerliklerin yanında bir belgesel olduğu için gerçek insanların gerçek hikayelerini, kendileri anlatırken dinlediğimiz için insanların da ne kadar benzer olduğunu bir kere daha gördüm. İlk kuşak Chosunlulardan olan filmin başındaki yaşlı amca konuşup, gençliğini anlatırken gözümün önünde, perdede birden bire büyükbabam belirdi mesela (aşağıdaki fragmanda 35.saniyedeki amca). Onun o neşeyle, kendi kendine gülerek, sevimli kahkahalarıyla yaşadıklarını anlatışıyla büyükbabamı yine köydeki evin mutfağında masanın başında evi inlete inlete konuşurken gördüm. Bir belgeselde bu kadar boğazımın düğümlenmesini beklemiyordum ama ardından, dediğim o 70ler 80ler dönemini yaşayan insanların şimdi ne düşündüklerini anlattıkları kısımda yutkunamıyordum artık. Cidden neden yapıyor insan, insana bunu?

O taraflardaki politik ortama pek hakim olmadığından elbette doğru şeyler düşünmüyor olabilirim ama belgeseli izlerken de izledikten hemen sonra da kafamda bir şeyler yerine oturmakta zorlandı. Mesela neden bir türlü Kore'ye dönmüyor, dönmemiş olmamaları konusu. Belgeselde öne sürülen şeyler, çocuklarımızın Korece bilmiyor ya da ülke ikiye ayrılmış durumda gibi argümanlardı. Belgesel, Chosunluların Kore'nin birleşmesi üzerine bir fikre, bir dileğe sahip oldukları yönünde bir bakış açısıyla ilerledi hep. O kadar eziyet görüyor, o kadar dışlanıyorsanız neden Japonya'da kalmaya devam ediyorsunuz diye düşündüm gayet uzaktan ve dışarıdan bakıyor olduğum için. Evet Kore ikiye ayrılmış durumda ama ortalama bir akıl sağlığına sahip bir insan bile Kuzey'de yaşamayı bir saniye düşünmez sonuçta. Özellikle son dönemde tüm dünya Güney Kore'ye akın ediyorken yaşamakta bu kadar zorlandığınız bir yerde kalmanın ne mantığı var bilemedim.

Bir de belgeselde bolca bahsedildi ama dedim ya politik ortam hakkında çok da bir fikrim olmadığı için anlayamadığım bir şeyler vardı. Japonya'da Koreli nüfusu içinde de sanırım politik görüşler bakımından ayrımlar var. Savaştan sonra Kuzey'i tutanlar, Güney'i tutanlar ve birleşmeyi savunanlar olmak üzere gruplar ortaya çıkmış bu küçük toplulukta bile. Her siyasi grup kendi derneğini kurup, toplantılar, kongreler falan yapmış zaman içinde. Güney'in 80lerde bu kadar katı davranmasının sebeplerinden biri de bunlar sanırım yanlış anlamadıysam. Çünkü belgeseli izlerken sanki Chosunluların - ya da yönetmenin görüştüğü ve röportaj yaptığı çevrenin - genel bir Kuzey eğilimi, sempatisi var gibi görünüyordu. Her iki taraf da - güney de kuzey de - Chosunlulara kendi ideolojilerini serpmek için okullar oluşturmuş, yardımlar yapmış gibi geldi bana. Bu yüzden belgeseli izlerken sanki yönetmenin bir miktar olsa da kendi birleşme yanlısı düşüncelerinden ötürü konuya öyle yaklaştığını, anlatımı bunun üzerine kurguladığını düşünür gibi oldum. Dediğim gibi, tarihlerinin o kısmına ve fikirlere, olaylara yeteri kadar hakim olmadığım için bir izleyici hissiydi benimki sadece.

Yine de tamamen şans eseri de olsa böyle bir belgeseli izleme şansı bulduğum ve tarihin böylesi bir parçasını öğrenebildiğim için mutluyum. Gerçi yine evrenin en kötü canlısının insan olduğunu bir kere daha görmüş olduğum için üzgünüm. O yüzden siz siz olun, hazır bir Halloween gecesi gelirken karanlıkta tavandan sarkacak bir örümcekten ya da duvardan fırlayacak bir hayaletten değil, yaşayan düşünen insanların en korkutucu şey olduğunu bilerek kendinizi koruyun.


Bu arada böyle bir festivalde izleyebilmiş olduğum için mutluyum. Filmden önce yönetmen Kim Cheol Min ile fotoğraf çekinebilme, filmden sonra da soru cevaplı söyleşi yapabilme şansımız oldu böylece. Umarım gelecek senelerde de bu festivali görebilme ve yararlanabilme imkanımız olur.

28 Ekim 2022 Cuma

나는 아프다


 Kafamda bir dolu düşünce, dönüp duruyor. O yüzden mantıksal olarak bir arada duran bir şeyler yazamayabilirim. Her gün eve giderken diyorum ki bu akşam bir şeyler yaz. Yazabilirsin. Eve girdikten sonraki ilk bir saat içinde bu his tamamen yok oluyor gerçi. Yazmayı geçtim, hiçbir şey, elimi bile kaldıramıyorum. Sabah evden çıkıp işe gelmek, tüm ruhumu  sömürüyor gibi hissediyorum. Onca yıl okula gittiğim zamanları düşünüyorum. Bir sürü derse gir, çık, bir dolu ödev proje hazırla, oradan oraya koştur, habire çene yarıştır, tüm gün sokaklarda dolan, bazı geceler sabahla. Ama yine de o zamanlar her şeyi nasıl olup da yapabiliyormuşum? İzlediğim dizinin filmin haddi hesabı yoktu. Şimdi sadece sabah çıkıp işe geliyorum ve bilgisayarın başında oturuyorum. Temelde yaptığım bu. Ama ruhum çekiliyor sanki. Yaşlılıkla bir alakası olamaz değil mi? Umudun tükenmesiyle ilgisi var bence. Üniversitedeyken en azından umudum var olmuş olmalı. Tamam şimdi buradayım ama oyunun bu seviyesini atlattıktan sonra yeşil çimenler var diyordum. Oysa şu an olduğum noktadan sonrası yok. Bu nokta en yanlış yer ve buradan sonrası ölüm. Ölmek değil ama öylece yok oluvermek istiyorum. Birden puf diye, hiçbir şey hissetmeden. Bundan sonra bir şey olacağı yok çünkü. Ara ara gelen pollyanna perileri aklımı karıştırdığında heyoo heleloyoo diye geziniyorum ama gerçekte aslında hiçbir şey olmayacağını biliyorum. 35 yaşımı da bitirmek üzereyim, bundan sonra memur olmaktan kurtulabilir miyim? Bu ülkeden kurtulabilir miyim ki?

Kafamın içi böyle olduğu için açıp, şarkılarda cevap arıyorum. Küçüklüğümden beri yaptığım bir şey, içinden çıkamadığımda içinde olduğum durumun, rastgele bir şarkı açıp, ne çıktığına bana ne dediğine bakıyorum. Yazıya başlamadan hemen önce açtığımda da Riptide çıktı. İlk duyduğumda aa ne güzel şarkı demiştim seneler önce. Ama o kadar çaldı, o kadar duydum ki artık böyle her gün yemekhanede çıkan soğumuş yemek gibi geliyor. 2013'te çıkmış. Hakikaten artık zamanı algılayamıyorum. Her gün, elimden kum taneleri gibi etrafa çılgınca savrularak geçiyormuş gibi geliyor. Wikipedia şarkı için coming of age love story diyor. Ne demeye çalışıyor o zaman müzik perileri bana şimdi? Vance Joy benimle yaşıtmış. Başka hiçbir şarkısını bilmiyorum, duymadım bile. Uzun yıllar futbol oynadıktan sonra şarkı söylemeye başlamış. Riptide'ın kendisi mutlu bir şarkı aslında, dinleyen herkese de mutluluk veriyor gibi görünüyor. Ama bana hüzünlü geliyor. Haa hatırladım. Bu hüzün hissi yüzünden dinlemeyi bırakmıştım. Melodisi akarcasına güzel geliyordu ama sözleri beni üzüyordu. Zaten her şey üzüyor beni. Üzgün şeyleri izleyemiyorum çünkü üzücüler. Mutlu şeyleri de izleyemiyorum çünkü o mutluluğa heves ettiğim için daha kötü üzülüyorum. Riptide da böyle. Zaten sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum, yani ne dediklerini biliyorum ama ne demeye çalışıyor, ne anlatıyor anlamıyorum.

Cuma gecesi yine midem ağrıdı. Aslında tee önceki haftasonundan ötürü oldu olan her şey. Önceki hafta cuma akşamı Başkent Kültür Yolu kapsamında sergilenen müzikallerden birine (müzikal mi denir onu da bilemedim de değişik bir şeydi), Elektronika'ya gitmiştim. Her şey güzeldi, eve geç geldim, haftasonu ohh bana kaldı mis gibi evden çıkmam yatarım BTS'in Busan konserini izlerim, kendime gelirim diyordum, çünkü hafta içi yukarıda anlattığım gibi eve gelip ölü gibi bayılıyorum. Ve aylardır bekliyordum bu konseri. Canlı yayınlanacak ve bedava izleyebilecektim. O cuma gecesi mutlulukla, huzurla girdim yatağa. Ama gecenin birinde telefon çaldı. Abim. Büyük yeğenimi hastaneye götürmüşler, küçüğüne bakabilir miyim diye çağırıyor. Şimdi kendimi böyle bedenimden çıkıp, yukarıdan izlediğimde, böyle olaylara bir film izliyormuşum gibi dışarıdan baktığımda, diyorum ki bundan daha doğal ne olabilir? Çok mantıklı, çok normal bir şey bu. Gecenin bir yarısı, zor bir durumdalar ve kardeşleri de yardım ediyor. Gelip de dışarıda hiç tanımadığım biri anlatsa bunu bana, e tabiki onlar yardım isteyecek kardeş de edecek çok normal derim. Ama huup yukarıdan ruhum bedenimin içine geri dönüyor ve durup bakıyorum, olayın içindeyim, ölmek istiyorum. Abimlerle ilgili herhangi bir şeyi duymaya dayanamıyorum. İstemiyorum diye çığlık çığlığa bağırmaya başlıyor içimde bir şeyler. Ellerimle kulaklarımı kapatıp, etrafta çığlık atarak koşturmak istiyorum. İstemiyorum. İs-te-mi-yo-rum. Hiçbir şey. Kötülüklerini istemiyorum hayır, onlara bir şey olsun, üzülsünler ya da mutsuz olsunlar da istemiyorum. Sadece onlar öyle başka bir paralel evrende mutlu mesut yaşasınlar istiyorum. Ama ben hiçbir şekilde var olmamayayım, yok olayım istiyorum. Dayanamıyorum, dayanamadığım için istemediğim için kendime daha çok sinir olup, bu sefer daha da kötü hissediyorum. Sen ne kötü bir insansın niye böyle düşünüyorsun diye.

O gece yataktan fırlayıp pijamalarımla, yağmurlu havada araba sürdüm gece vakti. Tüm gece onların evinde bir de uyuyamadım köpekten ötürü. Sabah 9'da geldiler hastaneden. Gram uyku uyumadım. Tam 12'de konser başlayacaktı. Kahvaltı yapıldı, çocuklar bir türlü bırakmadı derken, o uykusuzlukla ve yorgunlukla yine araba sürdüm öğlen trafiğinde ve tam 11:58'de evden içeri girebildim. Hemen bilgisayarı açtım, ev buz gibi. Üstümde pijama, kafam başım yataktan ve yoldan gelmiş, doğru düzgün kahvaltı edememişim çünkü uykusuzluktan midem bulanıyor. Bir de üstüne canlı yayın uygulaması çöktü. İnternetten kaçak link ararken halının üstünde buz gibi yerlerde aç bilaç süründüm durdum su bile içmeden. Konser bittiğinde ben de bitmiştim, kendim için bir keyif, bir eğlence, bir mutluluk, huzurlu bir zaman geçirme olacak olan şey, sonunda benim dışımdaki nedenler yüzünden kocaman bir eziyete dönüşmüş oldu. Haftalardır evde kendim yemek yapıp yiyorum kuralımı bozmaya karar verip, tamam ulan bu durumda bari kendime bir güzelliği hak ettim dedim. Keşke demeseydim. Yemeğin yanında bulgur pilavı geldi. Yememeliydim. O gün yemedim de. Ama akıl sağlığım o kadar kötü ki iradem daha kötü. Ertesi gün kalan bulgur pilavını önüme alıp, bir kaşık attım ağzıma. Daha ilk kaşıkta nasıl olabilir diyebilirsiniz ama oldu. Film sahnesi gibiydi. Daha ilk kaşık bulgur mideme indiği anda bir yanma hissettim, soluk borum tıkanır gibi oldu, gözlerimi tabaktan kaldırıp dimdik karşıya baktım, yutkundum. Tüm beynim, tüm bedenim o anda bırak tabağı yeme derken, yemeye devam ettim. Çünkü, bilmiyorum. Sadece kötüyüm. Sadece kendime de kötülük yapmak istiyorum. Sadece saçma sapan şeyler yapıyorum. Kocaman bir bulgur pilavını yedim o gün.

Sonraki hafta boyunca boğazımda bir bilye var gibiydi. Karnım yine şişti. Kötüydüm ama en azından midem ağrımıyor diye düşünüyordum. İradem yine kanepenin altına kaçtığı için birkaç gün de üst üste dışarıda yedim. Sonunda en büyük salaklığı da perşembe günü yaptım. Günlerdir dışarıda yediğim için dolapta öylece kalmış olan tavukla taze fasülyeyi yedim eve gelip. Üstüne de birkaç tane incir tatlı gibi olur dedim aldım elime incir tabağını ama dedim ya kendimi yiyerek öldürmeye çalışıyorum. Aldığım incirlerin hepsini yedim tek oturuşta. Perşembeyi cumaya bağlayan gece, üç buçukta ağrıyla uyandım. Daha önceki iki seferde de mide ağrısı çok kötüydü ama bu sefer ölümden daha kötüydü. Tir tir titreyerek, odamla banyo arasında kusarak, öğürerek, ağrıdan ikiye katlanmış olarak, inleyerek ağlayarak saatler geçirdim. O gece, hayatımın en uzun gecelerinden biriydi. Ambulans çağırmaya bile mecalim yoktu, bir ara ağrıdan bayılacağım zannettim. Keşke bayılabilsem de hissetmesem artık diye dua ettim. Ama bayılmadım ve ağrı da geçmedi. Bir yandan lavaboya bir yandan klozete, tüm bir hafta boyunca yediklerimi çıkardım durdum. Bir hafta boyunca içimde kaldıklarını, o gece çıkarırken bütün halinde gördüğüm için hepsini, biliyorum. Geçen senenin sonundan itibaren bende bir şeyler feci bozuldu. Bunu ocaktan beri diyordum ama artık eminim. Yediğim şeyleri öğütmüyorum. Sonunda çıkarabildiğimde ise hepsini çıkaramıyorum, çıkanlar da öğütülmemiş çıkıyor. Karnımda basketbol topuyla yaşamaya devam ediyorum. Midem de ara ara böyle kendini ağrı ile ortaya koyuyor. Ama gelin görün ki gastroentrolog, hiçbir şeyin yok sadece çok yiyorsun diyor.

O yüzden çarşamba gününe yine şansımı denemeye karar verdim. Bu sefer bir devlet hastanesinin dahiliyesinden randevu aldım. Bir de tabi dermatologun roaccutane tedavisi sonrası verdiği merhemi kullanma sürem de bittiği ve hitler bıyıklarımın izleri gene de geçmediği için dermatologumdan da randevu aldım. Çarşamba öğleden sonra işe gitmem, güzelce doktor randevularımı hallederim diyordum. Evrenin benim için çok başka planları varmış. Çarşamba sabahı kalktığımda leyla gibiydim, ateşim vardı. Durup dururken. Öncesinde hiçbir şey yokken. Herkes tişörtle gezerken ben ağustos bittiğinden beri palto giyerken. 3 haftadır kombiyi son gaz yakarken. Sinirden bayılacaktım bu sefer de. O halde arabayı çıkarmayı göze alamadım. Mecburen servise atıp kendimi, işe gittim. İşyerinde öğlene doğru boğazım da acımaya başladı ama gene fena sayılmazdım. Çünkü sabah evde birkaç tane hap içmiştim. Öğlende çıkıp önce dermatologa gittim. Bıyık izlerimin daha yüzeyde göründüğünü söyledi. Bu yüzden önce kremlerle geçirmeye çalışacakmışız. 3 tane krem verdi, her akşam yatmadan bir saat önce sürüp, bekleteceğim. Ocak'ın sonuna kadar deneyeceğiz, bir ilerleme olmazsa...Unuttum yine. Off ya her seferinde doktorun yanına girdiğimde ses kaydı açayım diyorum unutuyorum. Çünkü dediği her şeyi unutuyorum. Kendisine de diyorum, ben unuturum not alayım diyorum, yok ben yazıyorum şimdi buraya kağıda sana vereceğim diyor. Şu an yazdığı kağıda bakıyorum ve Ocak'ın sonu için ne demişti bilmiyorum. Sonra bir de Nisan sonu dedi ama ona ne dedi onu da hatırlamıyorum.

Oradan çıkarken kafam iyice ağırlaşmıştı. Ateşimin yeniden yükseldiğini titreme nöbetlerimden anlayabiliyordum. Ama pes etmeyeceğim diye inat ettim. Hazır şans bulmuşum uzun zaman sonra Korelee'ye gidip, şöyle burnumda tüten lezzetlerinden yiyecektim. Bir çarşamba öğleden sonrası, saat 13:30-14:30 arasında neyseki önünde sıra yoktu. Madem hastayım, menünün yenilerinden tavuk çorbasını deneyeyim dedim. Açgözlülük edip bir de sotteok sotteok istedim. Seottok'un ilk şişi gayet iyiydi, geri kalan iki şişi yememeliydim. Ama üstte de dedim ya, kafamda irade, mantıklı düşünme diye bir şey kalmadı. Tavuk çorbasını bitiremedim. Ateşim iyice yükseldi. Gene de kendime sinirlenerek dahiliye randevuma gitmek için çıktım. Şehrin öbür ucunda, eve gidip arabayı mı alsam dedim. Ama mecalim yoktu. Doğru kararlar veremiyordum. Zombi gibi Güvenpark'a yürüdüm, arada yolun kenarında bulduğum yerlere çöktüm. Kafam o kadar hülyalıydı ki yoldan bir taksi çevirmeyi bile düşünmedim. Doktor randevuma gitmeliyim diye tekrar ederek, yürüdüm. Hastaneye giden dolmuşa bindim. Önce oturdum, zor nefes alıyordum. En azından hastaneye kadar biraz kendime gelirim diye düşünmüştüm. Tabiki hamile biri bindi ve yer verdim. Ayakta bayıldı bayılacak 1 saat yol gittim.

Hakikaten kendime bunları nasıl yapabildiğime inanamıyorum. Sırf bunun için halbuki bu hayata katlanıyorum. Yani öğrenciyken, ailemden harçlık alırken katlandığım sefil hayatı bir daha yaşamamak için sırf bu nefret ettiğim işi yapıyorum. Sırf para için, param olursa artık içine doğduğum sosyal sınıftan kurtulabileceğimi düşündüğüm için bu tiksindiğim hayata tamam diyorum. Ama yine de, ne yaparsam yapayım, kendimi o sefilliğin içinde buluyorum. Tüm gençliğim boyunca her defasında kendime söz vermiştim, bir daha böyle otobüste dolmuşta sürünmeyeceğim, bir daha böyle bir şey yemek istediğimde cebimde para yok diye vazgeçmek zorunda kalmayacağım, bir daha böyle sırf param ucuzuna yettiği için beğendiğim değil de gram hazzetmediğim giysileri giymeyeceğim. Sırf bunlar için her sabahın köründe buz gibi havada kendimi dışarı atıp, o işe gidiyorum. Ama gelin görün ki yine kendimi sefalete düşürüyorum.

Dahiliyeci de pek bir şey bulamadı bu arada. Mide ağrılarım ya da şişen göbeğim için irritabl bağırsak sendromu olabilir dedi, bir şurup ve bir hap verdi. Bunlar 15 gün içinde işe yaramazsa, gastroentrolojiye yeşil kayıt mı ne açıyorum dedi, ona gidebilirmişim. Doktordan çıktıktan sonra asıl sefaletim başladı. Şehir hastanesinden herhangi bir toplu taşıma aracıyla çıkabilmek mümkün değil. Durakta beklemeye başladım herkesle, gelen otobüslerin hepsi dolu geliyor. Nerede dolduklarını bilmiyorum. Ortalık hindistan gibi, herkes birbirini eziyor. Bu arada bir de Tuğba'ya söz vermişim tiyatroya geleceğim diye, ona yetişmem gerekiyor, ayakta duramıyorum, otobüs dolmuşa binemiyorum, taksiler dolu. Yolun ortasına kendimi boylu boyunca atacaktım. Vallahi. Yeter artık bu hayat bana göre değil çıkışımı istiyorum diye bağıracaktım. Ateşten titreye titreye, hastanenin etrafında yürümeye başladım. Bu otobüsler nerede doluyorsa orada bekleyeceğim diye. Her yerim ağrıyor, kafam suyun içinde gibi, yürümeye ve geçen otobüslere bakmaya devam ettim. Gene de bulamadım nerede dolduklarını. Kafam önüme düşmeye başladığı bir yerde bindim bir tanesine. Ama ayakta. Ama salamura vaziyette. İnsanlarla o kadar yapışıktım ki iyi dedim en azından yere düşmem bayılırsam. Gene de Odtü'nün oraya geldiğimde ölecek gibiydim, kendimi attım otobüsten. Metroya binip, Kızılay'a öyle vardım sonunda.

Ama bitmedi. O çarşamba günü, bitmek bilmedi. Tuğba'yla buluştum, bir saat pizzacıya yürüdük. Yine neden taksiye binmediğimi anlayamıyorum, çünkü yürümeyi geçtim nefes alacak halim yoktu. Pizzacıdan çıktık, bir bardak çay azcık gözlerimin önündeki sis perdesini aralayınca dedim bir kafede bir bardak daha içip, en azından tatlı birşeyler yersem mutlu da olurum. Sonunda tiyatro salonunda koltuğuma oturduğumda sanırım ruhum bedenimden ayrılmıştı. Bir buçuk saat ara vermediler. Burnum tamamen tıkandı, nefes alamıyordum ama başımı dik tutmak zorundaydım. Sonunda ara verdiklerinde çıkmak istedim. Eve gitmek istedim. Yatağıma uzanıp, huzurla ölmek istedim. Oyun da aşırı iyiydi, Tuğba'ya çok mahçup hissettim.

Gene de perşembe sabahı işe gittim. Çünkü önceki cuma da midem ağrıdığı için gitmemişken kendimi ayıp olur diye gaza getiriyordum. Hem de gece yatmadan önce o kadar çok hap yuttum ki sabah ayakta durabiliyordum. Belki de bir günlük bir şeydi, iyileşmiş olabilirdim dedim. Perşembe günü, dün öğle yemeğinden sonra ateşim yeniden fırladı. Ofisteki sandalyemde zangır zangır titreyerek uzandım. Sonra oda arkadaşım gelip, arabayla eve bıraktı. Dün akşam eve geldiğimden beri yataktayım. Ara ara ateşim yükseliyor, titriyorum. İlaçları içiyorum körlemesine, sonra düşüyor. İyi hissedip kalkıp yiyecek bir şeyler alıyorum, yedikten sonra bir süre daha iyi oluyorum. Sonra yine kafam bulanıyor, yatakta baygın yatıyorum. Tüm gece bilgisayar göbeğimin üstünde Run BTS izledim. Arada halüsinasyon görmüş bile olabilirim ateşten. Bir de dün akşam kendimi yatağa attığımda nefes aldıkça kaburgalarım acımaya başladı. Tüm gece böyle azcık derin nefes alsam sağ tarafım boynumdan omzuma oradan kaburgalarıma doğru acıdı. Bugün şimdi gün boyu da hapşıramadım. Tam geliyor, hapşıracağım, birden acıyla kaburgalarımı tutuyorum, o anda hapşırık geri kaçıyor.

Midemin ağrıdığının ertesi günü Kore Kültür Merkezi'nin kuruluş yıldönümü etkinliği vardı. Oraya gittim. Etkinliğin ortasında ağrımaya başlarsa diye korkarak. Orada üşüttüm galiba ya. Duş almam gerekiyordu evden çıkabilmek için, leş durumdayım. Duş alıp, oraya gittim. Etkinlik de bahçedeydi. Gerçi gündüz güneşli bu aralar ama ekim ayında açık hava sonuçta. Baya üşüdüm, en son ısıtıcının dibine yapışıp, konseri oradan izlemeye başladım (Kingdom konseri vardı). Ama o kadar buz gibi olmuştum ki konserin yarısında çıkmak zorunda kaldım. Zaten orada olduğum sürece aklımda devamlı düşüncelerin dolanmasına engel olamamıştım bir de. Gençler ne güzel dedim, yeni nesil nasıl böyle bakımlı, kendine dikkat ediyor diye ağzım açık bakakaldım. Kendi neslimin o yaşlardaki halini gözümün önüne getirdiğimde ne kadar perperişan geziniyormuşum dedim. Bir de tabi yine o geç kalmışlık hissi, ben ne yapıyorum hissi, ben her şeyi kaçırdım hayatım bitti hissi yüreğime gelip çöreklendi. Halbuki oraya da mutlu olmak, keyifli zaman geçirmek için gitmiştim.

Bir şeyler daha anlatacaktım, aklımdaydı. Off her şeyi biriktirince böyle oluyor. Artık hasta olmak istemiyorum ya. Kafaca da bedence de.

16 Ekim 2022 Pazar

내 안에 & 나 밖에

 

Mila Moroko'nun çizimi, kaynak: Saatchi Art

Çözüm bulmam gereken bir diğer özelliğim bu bitirdiğimiz hafta yine önüme çıktı. Tokat gibi yine yüzüme çarptı. Son birkaç senedir biraz yol alabildiğimi düşünüyordum. Alamamışım demek ki. İnsanlara hayır demekte, düşündüklerimi birazcık olsun söyleyebilmekte, duygularımı az da olsa belli edebilmekte daha iyi bir yere geldiğimi düşünüyordum ama işin asıl kısmı hala taş gibi içimde oturmuş duruyorken bu azcık yol almalar pek bir işe de yaramıyor haliyle.

İçimde olduğum, gerçekte olduğum insanı dışarı çıkaramadığım, o dışıma örülen kapkalın örtüyü yırtıp topyekün atamadığım sürece gerçekten hayatı yaşıyor olamayacağım galiba. Gerçekte olduğum insanı hiçbir şekilde dışarı çıkaramıyorum. Bu nasıl, ne menem bir bir örtüymüş, duvarmış ki dışarısı içerisinden tamamen farklı görünüyor. Ben bu dışarıdan görünen sevimli, uyumlu, bazen tuhaf, komik, iyi insan değilim. Bu küçücük bedene hapsolduğum için yanında geliyor bu özellikler maalesef. Ama değilim. Öyle değilim diye iddia etmemin gerekiyor olması bile sinir bozucu. Gurur kırıcı. Küçük eniştenin incecik sesiyle bağırması ve etraftakiler onunla dalga geçmesi gibi. Eskiden ben de gülerdim, şimdi o sahneye gülemiyorum. Çünkü dışarıdan ben de küçük enişte gibi görünüyorum.

Nasıl göstereceğimi bilmiyorum. Çözmem gereken ana sorun bu. Çocukluğumdan beri o kadar baskılandıktan sonra artık nasıl kendim olabilirim bilmiyorum. İnsanlara sevimli davranmayı bırakabilmek istiyorum. İçimde sevimli değilim çünkü. Dışımdaki, herkes onu sevsin diye zararsızmış gibi görünmeye çalışıyorken içimdeki gerçek ben, kendisine saygı duyulmasını isteyen, herkesin ondan korkmasını isteyen, önünde eğilmesini, dediklerini yapmasını, ona karşı çıkamamasını isteyen asıl ben zincirlerini sallıyor. Kurtulamıyorum bu minik tatlı şeyden. Kimse beni tatlı bulsun istemiyorum halbuki. Tehdit olarak görsün istiyorum, korksunlar istiyorum, ulaşamayacaklarını bildikleri için imrenerek baksınlar ve eğdikleri bakışlarını kaldırıp da bakamasınlar istiyorum.

En basiti, adamın biri bana kalkmış tanışalım görüşelim konuşalım diyecek cesareti bulabiliyor bu yüzden kendinde mesela. Sen kimsin diye haykırmak istiyorum ya. Evet küçük görüyorum. Evet küçümsüyorum insanları. Bunu düşündüğüm için dışımdaki o duvara çarpıyorum önce bir ama önemli değil. İnsanları küçümseyebilirim, artık böyle düşünüyorum. Ve bunu düşündüğüm için bana hiçbir şey diyemezler. Çünkü artık kendi değerimi anlamak zorundayım. Pek çoğundan daha fazla şey biliyorum, daha fazla eğitim aldım, birçok ülke şehir gördüm, birçok deneyim edindim, çoğu insanın hayal bile edemediği güzellikler gördüm, deneyimledim, kafam birçok insanınkinden daha iyi çalışıyor, evet birçoğundan da az çalışıyor gibi görünüyor ve bunun da farkında olabildiğim için aslında takdiri hak ediyorum. Evet birçok insanda da çirkinim ama benim de güzel göründüğüm oluyor. Sahip olduklarım var, sahip olabilmeyi başardığım, kendim başardığım şeyler var.

İşte ama, sorun şu ki, bunların hiç birini belli edemiyorum. Şu an arkamdaki duvarda neredeyse 30 yıllık kitap birikimim duruyor, bu raflara sığmayacak kadarını da kütüphanelerden, oradan buradan okudum ama sosyal bir ortamda iki kelimeyi doğru düzgün bir araya getiremiyorum. Doğduğumdan beri nerdeyse tamamen büyük bir şehirde yaşadım ama konuştuğum zaman düzgün bir şehir Türkçesiyle konuşmuyorum. Saçma sapan sesler çıkarıyorum. Yürürken sallana sallana, ayaklarımı sürüye sürüye çoğu zaman kambur bir halde yürüyorum, otururken saçma salak oturuyorum. Saçlarım çalı süpürgesi gibi kafamın etrafında, üstüm başım paspal bir halde dolaşıyorum. Bütün bunların farkındayım ama engel olamıyorum.

Sosyal sınıfların varlığına inanıyorum. Hakikaten. Hani mesela bazı oyuncular vardır, hep böyle zengin bir şirket yöneticisini oynarlar. O roller onlara gelir çünkü aslında rol yapamadıklarından değil, öyle görünürler. O havayla, o aurayla doğmuşlardır. Helene Bonham Carter'ın kendisi mesela gerçekte ülkesinin soylu, zengin ailelerinden birine mensup ve öyle yetişmiş ama kadını hangi rolde görsek bir dağınık, bir böyle kafasında üç beş tahtası eksikmiş gibi duruyor. Kendisinin öyle bir havası var çünkü ve bundan çıkamıyor. Ya da şu hani Burcu Biricik miydi, onun bir dizisi vardı geçenlerde. Ortamda kimsenin dikkatini çekmeyen bir temizlikçiyi oynamıştı sanırım (diziyi izlemedim baştan sona). Dünyanın en iyi oyuncusu olmadığı için haliyle bu kadını öyle bir insan olarak hayal edemiyorsunuz ya. Mümkün değil yani, onda o hava yok. Kendimle ilgili demeye çalıştığım da hemen hemen bunlar gibi bir şey. Ait olduğumu düşündüğüm sosyal sınıftan ya da ait olmayı istediğim sınıftan biri gibi görünmüyorum. Görünemiyorum. Bu insanın içinden gelip, dışında davranışlarına yansıyacak şekilde bir hava oluşturur ya hah işte bende içimde kalıyor, dışarıda en alt tabakadan bir pejmürde var. Öyle davranıyor, öyle görünüyorum. Paradan kaynaklanıyor diye düşünüyordum hep, yıllarca onun suçu dedim, parayı elde etmek için uğraştım ama misal gidip en pahalı giysiyi de geçirsem üstüme olmuyor. Ben giyince o elbise çarşamba pazarından alınmış gibi duruyor. Allahım ya ben alçakgönüllü falan değilim, azcık bile değilim ama öyle görünüyorum. Çoğu insanı küçümsüyorum, beğenmiyorum, kendimi üstün görüyorum ama insanlara öyle davranamıyorum. Bazı şeyleri çok iyi bildiğimi düşünüyorum, birçok şey hakkında iddia edesim geliyor, inat edesim geliyor düşündüklerimin üstüne. Oysa hep susuyorum. Birisi bir şey dediğinde hayır o böyle diyesim geliyor, öyle olduğunu düşünüyorum ve yanlış olabilir ama ben bunu demek istiyorum. Ama diyemiyorum. Karşımdakinin düşüncelerini bu kadar keskin doğrularmış gibi söyleyebiliyor olmasına sinir oluyorum mesela ama bunu söyleyemiyorum. Esasında mutlak güç sahibi olmam gerekiyor. Bunun için doğduğumu biliyorum ama yanlış aileye doğunca hepsini bastırmak zorunda kalmışım gibi oluyor. İnsanların düşüncelerine katılmak veya söyleneni yapmak üzere doğmuş bir ruhum yok ama doğduğumdan beri sadece bunu yapıyorum. İçimdeki bağırıyor, çağırıyor ama zincirler kırılmıyor.

Bunun bir eğitimi falan var mı? Ya da ilacı? Günde 3 kere yemeklerden önce suyla birlikte yutunca 2 hafta içinde iyileştiren falan?

6 Ekim 2022 Perşembe

sushi

 Bu videoya rastladığım için çok mutluyum. Hem tam böyle hap gibi mükemmel bilgi veriyor, hem de amca o kadar eğlenceli ki inanılmaz eğleniyorsunuz.


Bir gün gidip yerinde deneme umuduyla, kenara not alıyorum.

1 Ekim 2022 Cumartesi

“He loved October. Had always loved it. There was something sad and beautiful about it—the ending and beginning of things.”

 Eskiler derler ki eğer Ekim ayı güçlü don ve rüzgarları getirirse, Ocak ve Şubat ılık geçecek demektir. Ekim'in ilk gününü şort ve tişörtle geçirdiğimiz için sanıyorum bu durumda kışı buz gibi geçireceğiz. Gerçi Ekim deyince artık nedense bir "spooky" havası sarıyor herkesi, böyle bir hava birden soğuyacak, etrafı gizemli bir sis kaplayacak, gökyüzünde süpürgelerinde cadılar uçuşacakmış gibi. İşte bunlar hep çılgınca globalleşen dünyanın ayak uyduramadığımız dönüşü. Marketlerde birden bire doluşan minik, sevimli, süslü kabaklara ne yapacağız ki biz bunları diye bakıyoruz mecburen.

Oysa orasına burasına yamalar yapılıp, sırasıyla oynanmadan önce takvimin, sekizinci ay olarak Ekim'in özelliği ekinlerin artık biçilip, kaldırıldığı, dolunayıyla birlikte kışın gelişinin anlaşıldığı zaman olmasıydı. Benim için iç karartıcıymış eskiden, öyle yazmışım. Ama taa eskiden bile bu günlere uygun havaya giriyormuşum. Neverland'e ilk geldiğim sene Ekim ayını cadılı bir diziye başlayarak açmışım: "The Secret Circle" Vampire Doyan Bünyeye Cadı Merhemi Olsun Madem 'de bahsettiğimde daha 3 bölüm mü ne izlemişim ama şimdi bile gayet mutlu bir şekilde hatırlıyorum o diziyi. Ve ardından gelen hüzünle, çünkü devam ettirmemişlerdi. 22 bölümlük tek bir sezonda bırakıp, gitmişlerdi. Oysa çok eğleniyordum ve hala öyle diziler yapmıyorlar. 2012'deki Ekim ayına da yine büyülü, büyücülü bir video ile başlamışım: Always...Until The End 'deki Harry Potter videosunu şimdi gene izleyince tüylerim diken diken oldu yarabbim. Görüldüğü gibi bu spooky season olayına tüm dünyadan önce kapılmışım ama tabi doğduğum zamanın handikapı gene. Tam orta bir noktada doğmuş olmamızın sevgili Y jenerasyonu kardeşlerim, bize ettikleri. İnternet ve sosyal medyadan hemen önceki dünyayı hatırlayan son nesiliz biz. Ve bu yeni dünyanın ilk ortaya çıkışına şahit olan da ilk nesiliz. Küçük ekranlarımızda, her ay başında çıkan dergilerimizdeki sayfalarda görüp de özendiğimiz o cıvıl cıvıl, ilginç gelen cadılar bayramlarını, oyunları, filmleri ilk biz sevdik, ilk biz heves edip kafamızda yaşadık ama şimdi tüm dünyayı ele geçirdi. Harry Potter'ın dünyasında zaman geçirip, Amerika'daki tüm o lisanslı ürünlere, oyuncaklara, asalara, tüylü kalemlere iç geçirerek baktığımız, filmleri korsan cdlerde sinema çekimi izleyerek bile musmutlu olduğumuz zamanlardan iç çamaşırı mağazalarının camlarında Harry Potter yazılı zamanlara geldik. Pencereden baksam Harry Potter yazılı poşet göreceğim o derece. Tabi böyle olunca hiçbir kıymeti, hiçbir güzelliği kalmamış gibi geliyor insana. Tarihin çok saçma bir noktasında, aşırı vizyonsuz olarak doğmuşuz. Neyse.

2013'te iyice bayık müzikler dinlediğim bir zamanmış gene. The Civil Wars'tan yeni bir video-şarkıyı sizlere dinletmeyi-izletmeyi bir borç bilirim : "Dust to Dust" ile Paris sokaklarında'da yazdığım cümleler pek yaşam sevinciyle dolu görünüyor gerçi. Sanki o senenin sonunda bunalımla kendimi tabuta sokmamışım gibi. 2014'te yine Korkunç Ekim'e girişmişim, ne kadar azimliymişim gençken. teşrin-i evvel'den ziyade Korkunç Ekim'e hoşgeldik'te o ay izleyeceğim 4 filmden sadece 3'ünü izleyebilmiştim tabiki. Hatta o Constantine var ya, hala izleyemedim, ikincisini ya yapıyorlar ya yapacaklar. 2015'in Ekim'ini ise Ilsa Faust ile açmışım. Rebecca Fergusan'a o günden beri aşığım.

2016 Ekim'inde kendini gittiğin her yere taşımak'ta yıllar boyu fark edemediğim gerçeğin yüzüme çarpışıyla açmışım Ekim ayını. Roma'da geçirdiğim bir ayın sonunda yazdıklarım bugün bile içimi acıtıyor. Ekim 2017'de ise işsiz, beş parasız ve tek başına evden çıkmadan geçirdiğim koca bir senenin sonuna geliyorken, tüm o sene boyunca yapmakta olduğum şeyi gösteriyor paylaştığım: dizi anneleri'nde o ara gözümü kırpmadan izlediğim Güney Kore dizisi While You Were Sleeping(2017)'den bir sahneyi göstermişim. Bu diziyi de pek sevmiştim, ama anlatmamışım burada. Allah allah.

2018'in Ekim ayına yine bu aya yaraşabilecek bir konuya sahip bir kitabı anlatarak başlamışım: Oliver Bowden'dan bir kitap olarak Assasin's Creed-->Suikastçının İnancı: Rönesans. Sonra ikincisini de okuyup vazgeçmiştim. Keşke yeni ve güzel bir filmini daha yapsalar. Ya da böyle bu konuda güzel bir şeyler çekseler. 

2019'da ise Ekim ayına kabusla başladığım için stupidita'yı yazmışım. Malum Amsterdam dönüşüydü ve hayatım o noktadan sonra cidden beni de değiştirerek değişti. 2020'de Babaannem ve Dolunay'ı yazdığımı görünce şimdi Ekim başlarken, içim yine kötü oldu. Hatırladım. Neredeyse unutuyormuşum. Ahh kötü ben. Babaannemin ölüm yıldönümü. Ekim onunla başlıyor.

Geçen sene Ekim'e başlayışıma, 자동차 'ya bakınca da son 3 yıldır beni içine katmış hortum gibi dönüp duran değişimin bir başka noktasını görüyorum. Araba sürüyor olmanın verdiği coşku, sonunda nihayet iyileşebilmek için psikiyatra gitmiş olmanın heyecanıyla karışmış. Oysa bir yılın sonunda şimdi yine başladığım yerde gibiyim. Ağlamalar geri geleli birkaç ay oluyor, bir önceki yazıda da dediğim gibi son günlerde panik ve endişe de ağına taktı yine. 2011, 2012 ve 2014'te yapmaya çabaladığım Korkunç Ekim günlerine de bakınca şimdi gülesim geliyor. Artık korku filmi izleyemiyorum çünkü. Alessia Cara'nın dediği gibi "I hope we never see October" demiyorum o halde, "days flying by, every sunrise healing me and we’re okay, we’ll live this way till it’s done" diyorum.


공황

 Gene öyle oldum. Gene hiçbir sebebi yokken. Gerçekten "hasta" olmak böyle bir şey demek ki. Çarşamba akşamıydı herhalde. İçimde sebepsizce yükselen bir panik duygusuyla evin içinde bir oraya bir buraya gitmeye başladım. F. ile konuşmuştum, The Golden Spoon(2022) diye bir dizi başlamıştı, onun ilk bölümünü açıp izlemiştim. Ve öyle birden birde artan bir yoğunlukla panik oturdu içime. Evden çıkmayı zerrece istemiyordum. İstemiyorum. O andan itibaren nasıl evden çıkmam diye panikle dolanıyorum. Mesela Başkent Kültür Yolu Festivali var gene, taa önceki hafta biletler almıştım hevesle. Bu akşam, tam bir saat sonra Mevlevihane'de bir etkinlik var, biletim var ve bugün kalktığımdan beri evin içinde gitmek istemiyorum diye sızlanarak dolaşıyorum. Sanki biri beni zorla oraya göndermeye çalışıyor gibi hissediyorum. İçimdeki o panikli kısım panik içinde hiçbir yere gitmek istemiyor. Diğer kısım ise manyak mısın ne güzel havalar bunlar çıksana dışarı biletin var biletin yanacak gitsene be kızım diye sinirle tokatlar atıyor. Çarşambadan beri festival için aldığım biletleri açığa almakla almamak arasında panikle dolanıyorum. Hele bir de Nisan'a, taa Nisan'a Seul bileti almıştım (bu konudan böyle bahsetmek istemiyordum, güzelce anlatacaktım ama gelenler geldi bana). Oraya da gidemem paniği içindeyim. Yapamam, iptal etmeliyim, napıyorum ben diye dolanıyorum. Demin kendimi kapıdan resmen fırlatarak markete gitmeyi başardım. Almam gereken bazı şeyleri ancak bir yerden isteyebiliyorum ve günlerdir bir türlü uygulamada müsait zaman çıkmıyor (evet migros senden bahsediyorum). Zar zor gidip, alışverişimi yapıp eve döndüm. Bu duyguyu tam açıklayabildim mi? İçimdeki iki ayrı kişiden o panikli olan kontrolü ele geçirdi. Diğeri içeride kızıp bağırıp duruyor. Bir yanım hiçbir şey yapamıyor, hiçbir şey yapamıyorum. Hayatla ilgili hiçbir şey yapmak istemiyorum. Dışarı çıkmak istemiyorum, konuşmak istemiyorum, planlar yapmak istemiyorum, düşünmek istemiyorum, giyinmek istemiyorum, yüzümü yıkamak istemiyorum, yorganın altında kaybolmak istiyorum. Diğer yanım da bir dolu plan yapmış, oraya gidecektim buraya gidecektim, onu yapacaktım bunu yapacaktım. Birisi zorla diğerine bunları yaptırmaya çalışıyor gibi panikliyorum.

Geçmesi gerek. Geçmesi gerek. Geçmesi gerek.

Ekim başladı. Ona odaklan. Ekim ayı. Ona odaklan.

30 Eylül 2022 Cuma

Law School(2021) ---> Yaşayarak öğretme deneyiminde seviye atlarken

 


Hankuk Üniversitesi hukuk fakültesinin, uygulama sınıfı gibi bir sınıfında ders işlenirken fakültenin en deneyimli hocalarından biri arka odada ölü bulunuyor. Neredeyse tüm öğrenciler ve hocalar bu uygulama sınıfındayken nasıl böyle bir şeyin meydana geldiği konusunda herkes şaşkın tabi. Bu arada bu uygulama sınıfı dediğimiz şey, zengin ve nüfuzlu siyasetçilerin iş adamlarının falan okula bağış yapmaları sonucunda, bir mahkeme salonu gibi dizayn edilmiş bir amfi. Burada öğrencilere bir örnek dava veriliyor, sonra öğrencilerin hepsine bir tiyatro oyunu gibi roller biçiliyor. Biri hakim, bazıları savcı, bazıları avukat, bazıları suçlanan kişi falan oluyor. Ellerindeki delillere ve dava dosyasına göre gerçek bir mahkemedelermiş gibi çıkıp, oynuyorlar. Böylece uygulamalı ders işlenmiş gibi bir şey oluyor. Tam da böyle bir ortamda profesörlerden biri arka odada ölü bulununca tabi, ortalık karışıyor. Hem de ne karışma...Bu olayla birlikte soruşturma başlıyor ve o soruşturmaya adeta biz de dahil oluyoruz. Her bölüm bir başka karakteri şüpheli olarak görüp, onu araştırıyoruz. Her bölüm bir başka ipucunun peşinden karakterden karaktere, yaşamdan yaşama savruluyoruz. Bu sırada bolca geçmişe dönüşlerle hem her bir karakterin hayatını, kişiliğini, onu o mahkeme salonu temalı sınıfa kadar getiren şeyleri izliyoruz, hem de genel olarak hikayenin geçmişindeki adımları takip ediyoruz.

Law School, orijinal adıyla 로스쿨 bu yazılışı da aslında lou sıkul diye okunuyor, 14 Nisan - 9 Haziran 2021 arasında Güney Kore'nin jTBC kanalında hemen hemen birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Bunu da yayınlanırken hafta hafta izlemiştim ve resmen bayıla bayıla, keşke daha çok bölümü olsa da daha çok izlesem diyerek izlemiştim ama bunca zaman sonra ancak yazabiliyorum. Güney Kore drama dünyasının sevdiği konulardan biri bu hukuk, mahkeme, davalar ortamı. Fantastiğinden, romantiklisine, dövüş ustası savcılarından hafıza kayıplısına kadar ne kadar buton varsa hepsine basarak anlattıkları konulardan biri. Hukuk benim için ekonomi gibi, bu yüzden hani filmlerde hacker diye bir karakter oturturlar önümüze ve böyle gelişigüzel klavyeye basarken o ekranda manyak şeyler olur ve hani vooo dersiniz ya. Hah işte, hukuk konulu dizilerde ben de böyle oluyorum. En mantıksız şeyleri bile yapıyor olsalar, zerre anlamadığım için bana inanılmaz zekice şeyler yapıyorlarmış gibi geliyor ve mutlulukla, keyifle, böyle ağzım beş karış açık izliyorum. Bunları önden söyledim, çünkü dizi ile ilgili söyleyeceklerimi okurken göz önünde bulundurun istiyorum. Yani ben çok bayılmış olabilirim, bu illaki aşırı mantıklı bir senaryo izlediğim anlamına gelmiyor. Benim hukuka bakışım öyle :)

Dedim ya fantastik ortamlılarını bile gördüğümüz bu türde, Law School aslında oldukça ayakları yere basan bir konu sunuyor. Yolsuzlukların alıp götürdüğü siyasetçilerin kampanyalarını görüyoruz, ilerleme ve itibar için yoldan çıkan profesörleri izliyoruz, toplumdaki eşitsizliğe maruz kalıyoruz. Ve hepsinin bir şekilde adaletin şaşmaz terazisinde ölçülüp, gerekenin yapılışına şahit olarak bitiriyoruz hikayemizi. Bu açıdan aslında sonunu tahmin edebildiğimiz bir genel hikaye çıkıyor ortaya. Yarı yolda bir yerlerde asıl suçlunun kim olduğunu da anlıyoruz kolayca. Ama bunlar sorun yaratmıyor izleme zevki açısından. Sonuçta bunları ifşa etmeye giden yol daha eğlenceli. O yolun yolculuğu için buradayız zaten. Ama profesörün ölü bulunmasına dair daha en başta gösterdikleri bir sahne var ki orada resmen en kör insan bile hocam burada şu kişi ahanda gelmiş bunu kimse görmüyor mu diyor yani. Daha ilk bölümden aslında kimin yaptığını gösteriyorlar, ama son 5 bölüme kadar karakterlerimiz bir türlü o konuya gelmiyor. İşte bu kısmı biraz insanın canını sıkıyor.


Hikayenin genel anlatımı dışında en önemlisi aslında karakterlerin hikayesi olması, dizinin toptan bakıldığında. Her bölüm, aşırı başarılı ve karizmatik hocamız Yang Jong Hoon'un susarak, bakarak veya saçma sapan bir tepki vererek öğrencilerine bir konu hakkında bir şeyler öğrettiğini görüyoruz. Her bölüm sonunda o kadar tatmin olmuş bir hisle bakakalıyoruz ki ekrana, bölüm boyunca o öğrencilerle birlikte fakültenin adalet sarayının içinde oradan oraya koşturmuş, saç baş yolmuş olmamızın hiçbir ehemmiyeti kalmıyor. Bu roldeki deneyimli oyuncu Kim Myung Min'i ilk defa izleme şansım oldu, o yüzden çok bir karşılaştırma imkanım yok. Buradaki haliyle mükemmeldi ama, karakterin iyi yazılmış olmasından da olabilir.



Öğrencileri demişken, onlardan bahsede bahsede bitirebilir miyim bilemedim. Zaten hikayenin asıl önemli ve keyif veren kısmı onlar. Her biri bir başka hayattan gelmiş, her biri bambaşka kişiliklere, motivasyona, derde sahip bu gençlerin dava boyunca yaşadıkları zaten bu koskocaman diziyi oluşturuyor. Hemen hemen hepsini bu dizide ilk defa görmüştüm. Hiç çalışmadan kendiliğinden zeka küpünü oynayan Kim Bum'ı da o kadar rastlamış olmama rağmen ilk defa izlemiştim bu dizide. Sonradan hatırlarsanız Ghost Doctor(2022)'da izlemiştim. Üstünde ilginç bir sinir bozucu ama sevimli bir hava var. Dağınık ama azimli ve heyecanlı öğrenciyi oynayan Ryu Hye Young'ı da burada ilk kez izlemiş, ardından Reply 1988(2015)'de gördüğümde tanıyamamıştım. Burada ve orada inanılmaz farklı insanlara hayat veriyor. 





Bu öğrencilerin oluşturduğu ekibin birbirleriyle yer yer uyumlu, çoğunlukla uyumsuz çalışmaları, birbirlerine kazık atmaları, yardım etmeleri, kendi olaylarını çözmeleri dizinin aslında en güzel kısımlarını oluşturuyor. Zaten Güney Kore dizilerinin en sevdiğim yönü bu, olaylardan çok insanları anlatması ve o insanları anlatırken bunu o kadar içten, o kadar hissederek yapması ki...Çoğu zaman burada dizileri anlatırken diyorum ya, bunları nasıl yazmışlar, böyle bir karakteri nasıl oluşturmuşlar, böyle nasıl anlatabiliyorlar nasıl hissettirebiliyorlar diye. Hah işte, tam da bu aslında bu dizide de olan. Evet bitmeyen cümlelerle dolu, ulan burada ne dediler şimdi dedirten hukuksal terimlerle bezeli mahkeme sahneleri de var, gençlerin dava dosyaları arasında kaybolup çılgın hukuksal muhabbet etmeleri de var, at hırsızı suratlı adamların peşinde kovalamaca oynamalar, adam kaçırmalar, insan dövmeler, gerilimli aksiyonlar da var ama esasında bu insanların hikayeleri var. Belki az buçuk da romantizmin kokusu var ama kendisi yok. Olsun, onu da biz hayal ederek çıkabiliriz işin içinden.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...