Bu gece bu karanlık yılın en uzun gecesi olacak. Bulunduğum konumda beşi 26 geçe civarında kaybolan güneş, yarın sabah sekizi neredeyse 5-6 geçene kadar görünmeyecek. 1000 yıl önce ya da 2000 yıl önce yaşıyor olsak bu gecenin iki dünya - ya da dünyalar - arasındaki geçidin en açık, perdenin en ince olduğu gece olduğunu düşünüyor olabilirdik. Roma İmparatorluğu'nun şaşaalı günlerinde yaşıyor olsaydık, Saturnalia bayramının son günlerini coşkuyla kutluyor olabilirdik. Oysa hiç hayal bile etmediğim bir yılda, hayal bile etmediğim bir yaşta, aklımın ucuna bile gelmeyecek bir insana dönüşmüş halde, saçmasapan bir hayat yaşıyorken, bir haftadır ilk defa tüm gün kendini gösteren güneşin ışıklarını izlediğim bomboş bir günün içinde, en uzun gecenin karanlığının çökmesini bekliyorum. Bir filmin içinde yaşıyor olsaydım, bu gece sonsuz karanlığın içinde mucizeler olurdu, gecenin bir yarısı yanlışlıkla büyülü bir geçitten yuvarlanıp kendimi 20 yıl öncesinde ya da alternatif bir evrendeki alternatif ama kesinlikle hayallerimdeki gibi bir hayatın içinde veya tarihte çok daha gerilerde, Orta Çağ'da, Antik Mısır'da, Ninova'da falan bulur, tarihi değiştirmek üzere çılgın bir maceraya girişiyor olabilirdim. Tamam tamam, 20 yıl öncesi bile yeter, kendi lanet hayatımı değiştirsem bile yeter. O yüzden Astraea'nın söylediklerini dinliyorum usulca, hayal ederek:
Golden skies calling me from the horizon. But I'm frozen in time, Watching days pass with the Sun. I feel the fire it's burning on my tongue. So what is it holding me back from what I want? Doubt is the enemy stealing my mind, so I'm leaving his promises far, far behind.
Ve,
Tonight I run, for everything that I dream of I'll chase the Sun, Til I run out of breath in my lungs Fear won't catch me alive 'cause I'll be racing time.
"It's Okay to Not Be Okay" isimli dizinin bir sahnesinden bu ekran görüntüsü. Arkadaki dolaba, ekranda belirir belirmez vurulmuştum. Eski, antika, geleneksel olan hemen hemen her şeye çarpılıyorum ya zaten. Ama Güney Kore de biraz burası gibi (belki daha da beteri), hani bizde de son model tv nin üstüne sandıktan çıkardığımız danteli kondururuz ya. Aynı o kafa, bu kadar şahane bir mobilya varken orasına burasına plastik eşya, giysi vb. kutuları doluşturuyorlar renk renk ("doluşturmak" diye bir fiil icat ettim şu an dikkatinizi çekiyorum).
Hikayemiz 1959 Moskova'sında başlıyor. ABD ile Rusya arasındaki Soğuk Savaş'ın en hararetli zamanlarında, muhteşem Sovyetler Birliği idealine inanarak büyümüş Alexander, Dışişleri Bakanlığı'nda 3.seviyeden bir memur olarak işe başlamasının mutluluğu içinde. Bir akşam kız peşindeki arkadaşı Misha ile gittiği bir partide güzeller güzeli Katya ile tanışıyor. İlk birkaç cümlelerinde bile çok farklı bir dünyaya inandıklarını anlamış olsalar da galiba 60 yıl önce hala ilk görüşte aşk diye bir şey var, bir araya gelmeden duramıyorlar. Çok vakit geçmeden evleniyorlar ama Alexander'ın iş yerinde casusluk yapıldığı anlaşılınca Alexander'ın dünyası başına yıkılmaya başlıyor. Çünkü çok sevdiği karısı Katya'nın bir ABD ajanı olduğunu ve onun yüzünden sovyetler çekiçinin ikisinin de kafasına inmek üzere olduğunu öğreniyor. Yapabilecekleri tek şey ABD'ye kaçmak oluyor ve 1961 yılında Alexander'ın kaçmayı başardığını görüyoruz. Sonra 30 yıl geçiyor ve artık saçları beyazlamış bir ihtiyar olan Alexander'ın tıpkı Katya'nın burnundan düşmüş gibi görünen yeğeni Lauren ile tanışıyoruz. Lauren, Katya'nın erkek kardeşinin kızı, 30 yıl önce kaderin işiyle bebek Lauren'ı Alexander sahipleniyor ve ABD'de büyütüyor. Neyse, ne diyorduk? Hah bu Lauren ressam ve sergi için gelin görün ki Moskova'ya gidiveriyor. Oraya gitmişken de eniştesinin 30 yıl önce geride bıraktığı hikayenin peşine düşüyor. Alexander kaçmayı başarırken Katya nasıl oldu da geride kalabildi ve bunca yıl ona ne oldu? Hikaye bizi bir 1959'a, bir 1990lara hoplatarak adım adım Katya'nın peşinde koşturtmaya başlıyor.
"Despite The Falling Snow" Shamim Sharif'in aynı adlı romanından yine kendisi tarafından senaryolaştırılıp, bir de yine kendisi tarafından yönetilerek sinemaya uyarlanmış hali. Evet teyze çok azimli. Oturup istediği konu hakkında bir roman yazmış, üstüne hiç çekinmemiş bir de bunu film yapmış. Hiç birinize de ihtiyacım yok diyerek, her işe de el atmış. Hatta ve hatta, kendi kurduğu prodüksiyon şirketi de filmlerini yayınlayabilmek için. O derece. Yaptığı bu film aslında ilk "büyük" oynaması sayılabilir. Beni çeken daha ilk tanıtımlarındaki o havasıydı. Bir kere filmin ismi insana böyle bir gizemli, soğuk karın altında, pırıl pırıl kristallerin arasında nereye olduğunu bilmeden yürüyormuşsunuz havası vermiyor mu? Ayrıca Soğuk Savaş döneminde bir casusluk gerilimini kim sevmez ki? Hele ki o dönem kıyafetleri içinde göz kamaştıran bir Rebecca Ferguson'ı da görünce, ben kendimi direkt filme attım ister istemez (attım dediysem de 4 senelik olmuş film, ancak izleyebildim, neyse bu da başka bir mesele). Bu kadından ilk olarak The White Queen'i anlatırken bahsetmiştim, ilk tanışmamdı kendisiyle. Zaten sonra da Mission Impossible:Rogue Nation'da dibim düşmüş olduğundan, şurada da artık güzelleme düzmüştüm. Onca filmi olmasına ve ben kadına resmen aşık olmama rağmen yine de bu anlatıyor olduğum filmi dışında anca iki Mission Impossibble'da izlemişim, bir de işte dizide 10 bölüm. Artık eskisi kadar o hevesli gençliğim kalmamış herhalde, oturup taktığım bir oyuncunun annesinin karnından çıkmasından beri neyi varsa oturup izlediğim günler tarihe karışmış.
Filme gelirsek açıkçası ben tüm o görüntülerden, atmosferden, oyunculardan ve hikayeden çok daha fazla şeyler bekliyordum. O hevesle açmıştım yani filmi. İlk başta yavaş da olsa bir şeyler olacak gibiydi. Hikayenin içine pek çekemiyordu, soğuktu hikaye ama herhalde biraz daha ilerlemek gerekiyor diye sabrettim. Ama dakikalar ilerledikçe baktım ki sadece boş gerilim veriyor film. Gerilim de vermiyor gerçi, gerilim olacakmış diye beklenti veriyor. Hep bir daha fazla bir şeyler olacak gibi oluyor içinizde, böyle hep bir hah tamam şimdi hızını almış bir casusluk hikayesine girivereceğiz dedirtiyor ama olmuyor. Her an böyle bir etkilenecekmişsiniz, vovvv dedirtecekmişiniz gibi hissettiriyor ama bakıyorsunuz bir şey yok. Tüm bir film, sanki çok daha etkileyici ve çarpıcı bir hikayenin üstünden şöyle bir teğet geçmişiz hissi veriyor. Çok lezzetli bir kaymaklı yoğurt varmış önümüzde ama bizi sarkıttıkları ipler bir türlü gevşemediği için kaymağa şöyle bir burnumuzu yanaştırıp, koklayıp geri çekiliyormuşuz gibi oluyor. Oyuncuların oyunu da bu hissi veriyor. Hiçbir şey olmayan bir hikayede sanki her an bir şey olmuş gibi bir derinlik içinde görünüyorlar, bizim görmediğimiz bir sahnede bir şeyler olmuş gibi, sanki bu özet sahneleri izliyormuşuz gibi. Müzikler bile böyle hissettiriyor, çok etkileyici, çok duygu yoğunluğu yaratıyor ama sahnede bir şey yok. Tüm bir film boyunca, bir buçuk saat, kaymak önümdeyken bir türlü yiyememiş gibi oldum. Sonra film bitti. Bitişi de ayrı bir zarar ziyan.
Yani pek de öneremiyorum "Despite The Falling Snow"u. Oysa hem etkilenmek istemiştim çok, hem de izleyin mutlaka izleyin diyebilmek. Öyle olacağına emin gibiydim filmi açtığımda çünkü. Oysa sadece Rebecca Ferguson'ın o muhteşem varlığıyla keyif alıp, yoluma devam ettim.
1996 yılında azılı suçlu Simon Phoenix ile onun peşindeki kural tanımaz polis John Spartan arasında kedi-fare oyunu son adımına gelmiştir. John Spartan sonunda bu psikopatı yakalar ve hapse tıkar. O dönemde dondurarak hapse koyma yöntemi çıktığı için de Simon Phoenix buz kalıbı olarak buz hapishanesine konur. Ancak polis Spartan'ın suçluların peşindeyken kullandığı değişik yöntemler ve her defasında ortalığa, sağladığı yarardan çok zarar vermesi sonunda pahalıya patlar. İşlemediği bir suç üstüne kalır ve onu da buz hapishanesine yollarlar.
Aradan yıllar geçer ve takvimler 2032'yi gösterdiğinde manyak suçlu Simon Phoenix ne olduysa olur, eriyiverir ve hapishaneden kaçar. Etrafta yeniden terör estirmeye başladığında onunla ne yapacağını bilemeyen 21.yy.ın tontiş polisleri, çareyi onu son defasında yakalayan adamı da buz kalıbından çıkarıp, peşine salmakta bulurlar. Buzun içinde geçen 36 yıldan sonra John Spartan'ın uyandığı dünya artık eskisinden çok farklı olsa da yaptığı şey değişmez. Simon Phoenix'in peşine takılıp, ortalığı dağıtmak.
Demolition Man, 93'te Slyvester Stallone'nin yarışa geri dönüşünün filmi. 80'lerde ortalığı Rambolarla Rockylerle kasıp kavurduktan sonra bir duraklamaya giren kariyerini 90ların aksiyon macera ortamına son sürat daldırdığı iki filmden biri. Diğeri de aynı sene gelen Cliffhanger(1993) ki dağları, buzları, karları, tırmanmayı hiç sevmeyen benim bile manyak sevdiğim bir film.
Ama Demolition Man'i tam 90ların klasik filmlerinden biri haline getiren sadece Stallone değil. 90ların sonu 2000lerin başında Blade(1998) ile efsane olacak bir Wesley Snipes'ın kültleşmiş bir psikopat kötüye (Simon diyor ki:) ) çılgınca hayat vermesi de var ortada. Ama en dikkat çekeni, en safından, en temizinden bir bilim kurgu olması karşımızda. Hem de 90ların çiğliği içinde. Şu an bulunduğumuz noktadan 12 yıl sonrasını, 1993 yılında bu kadar isabetli tahminlerle hayal etmesinin yanında film, aslında kendinden beklenmeyecek derecede fikirlerle, eleştirilerle, felsefeyle, sosyolojiyle dolu. Yıkıcı bir deprem sonra Los Angeles ve San Francisco şehirler birleşiyor, San Angeles diye yeni bir şehir kuruluyor ve bu şehirde de adeta zen kafasıyla yeni bir yaşam, toplum anlayışı ortaya çıkıyor. Japon kültürüne azcık orasından şurasından benzer bir görünüş içindeki bu yeni toplum düzeninin bir kurucusu da var. Bu toplum artık zararlı şeyler tüketmiyor, alkol sigara yok, yağlar karbonhidratlar şekerler tuz yok. İnsanlar birbirine dokunmuyor bile, "vücut sıvısı" alışverişi yok. Kötü söz söylemek yok, tüm gün şeker gibi dolanıyorlar. Ortada anarşi yok, suç yok. Kameralar var, izleme çipleri var, refah var, temizlik var. Ama tabi her güzel görünen şeyin altında bir bit yeniği olması, her temiz görünen evdeki kanepelerin altında tozların uçuşması gibi bu düzende de bir şeyler var. Bu "bir şeyler"i katman katman çözdükçe Stallone, hem eğleniyoruz hem izliyoruz.
Bir de Sandra Bullock var, onu unutmayalım. Henüz kariyerinin başında. Bir sonraki sene Speed(1994) ile parlayacak ve nasıl olduysa oradan keskin bir dönüşle kendini 90ların romantik komedi sevimli başrolü olarak bulacak. Haa bir de o 3 deniz kabuğu meselesi var. Filmi ilk defa izlememin üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş olsa da geç oldu güç olmadı, nasıl kullanıldıklarını öğrendim bu ikinci sefer izlememin şerefine.
Bu sene başında Stallone, sinsi sinsi ikincisini yapıyoruz diye açıkladı bu arada. Ortada, damaklarımıza bu kadar güzel bir tat bırakmış bir film varken neden illa aklımızdaki hatırasının da içine etmeye çalışırlar, hala anlayabilmiş değilim.
Emily Cooper ABD'denin orta batısından pek sevimli, işinde de çok başarılı bıcır bıcır bir genç kadın. Çalıştığı şirketin Paris'te satın aldığı daha ufak bir şirkete de temsilcisi olarak gönderiliyor. Paris'e gitmek için hazırlanan aslında Emily'nin amiri gibi bir pozisyonda olan kişi ama kaderin cilvesiyle Emily'ye vuruyor şans. Böyle olunca biraz fazla hazırlıksız ve bodoslama gidiyor Paris'e Emily. Ama o kadar Amerikan, o kadar o kafada ki hiçbir şeyi takmıyor. Ne tek kelime Fransızca bilmemesini önemsiyor, ne yol yordam bilmeden insanlara fikirlerini haldır huldur açıklamakta sakınca görüyor. Aman yarabbi, ne kadar sinir olmuşum ben izlerken meğerse bu Emily'ye? Şöyle kafamı rahatlatsın, iki salak saçma eğleneyim diye açtığım dizinin her bölümünde ayrı bir sövmüşüm gibi geliyor şu an düşününce. Neyse. (IMDb'de Emily in Paris)
Netflix'te 2 Ekim'de yayınlanan dizinin yaratıcısı Darren Star. Zaten en büyük izleme nedenim oydu. Kendisi daha önce Sex and The City, Beverly Hills 90210 ve Younger dizilerini yazmış bir insan çünkü. Sex and The City'den pek hoşlandığım söylenemez de diğer iki dizisini hakikaten çok severim. Younger'ın ilk 4 sezonu sonunda şurada da anlatmıştım zaten, şimdi 7.sezonunu bekliyoruz. İşte böyle bir kalemden yine hoş bir şeyler çıkar diye düşünmüştüm. Bir de Paris, gidip de doyamadığım, dolanırken buz gibi eylülünde soğuğuna neredeyse ruhumu teslim ettiğim Paris vardı. Görüntüler de güzeldi zaten ilk izlemeye başladığımda. İnsanlar güzel-yakışıklı, ortamlar şahane, her şey rüya gibi aslında. Ama işte zaten kafanız bozuksa benim gibi, önünüze gelen her şeye sinir olmaya dünden hazır oluyorsunuz. Bir de hakikaten çok Amerikan. Yani küçüklüğümdeki eğlenceli, keyifli gençlik-çocuk filmleri ya da ilk gençliğimde ekrana yapışarak izlediğim tv dizilerindeki gibi tolere edebileceğim - daha doğrusu farkına bile varmayacağım seviyedeki gibi bir Amerikalılık değil bu. O kadar çiğ, o kadar kaba bir hali ki her bölüm Emily'nin söylediklerine, davranışlarına, her bir hareketine höh artık deyip durdum.
Bir de ben Paris'teyken diye başlayan cümlelerle görmemişlik yapmak istemiyorum ama çocuklar, bir yandan da dizinin çok doğru tespitleri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğimi nasıl anlataacağımı bilemiyorum. Fransızlar hakikaten de öyle. Dizideki gibi yani. 4 günde hemen nesini tanıdın da bildin diyebilirsiniz ama o kısacık sürede bile etkileşime geçtiğim, kafede kahve istediğim, metroda birlikte yolculuk ettiğim, dükkanlarından bir şeyler satın aldığım, sokakta yol sorduğum, katedral merdivenlerinde hep beraber şarkı söyleyip içtiğim insanlardan bile gördüğüm şeylerdi bunlar. Cidden dillerine takmış durumdalar. Sizi dinleyip, anlıyorlar ve Fransızca cevap veriyorlar. Böyle karşılıklı saçma ötesi diyaloglara (monologlara?!) girişiyorsunuz. Bir de herkes çok güzel. Yani böyle plastik anlamda bir güzellik değil, sokaktaki hemen hemen herkes, her yaştan Fransız kendine özen gösterip de çıkmış evden.
Dizinin doğru bildiklerinin yanında tabi her bölümde hemen her erkeğin, her yaştan ve işten erkeğin Emily'ye yazması, Emily'ye düşmesi de ayrı bir sinir bozuculuktu benim için izlerken. Yani evet bir hayal izliyoruz, eğlenmek için izliyoruz ve ilk birkaç adamla birlikte ehehe ehehe de oluyoruz ama bir noktada öhhh dedirtiyor. Bu kadarı da yeter diyorsunuz. Uçan kuş, yerde giden karınca bile gücü yetse Emily ile flört edecek. Baygınlık getiriyor artık. Lütfen ekrana bir erkek girmesin de azcık normal gitsin şu hikaye dedirtiyor. Bir de bu kız nasıl büyük oluyor ya? Yani 20li yaşlarında mı oluyor nasıl oluyor bu ya? Yani bana küçük gelmesinin dışında, karaktere hayat vermesi de çok çocukça. Gayet saçma sapan çocuksu bir şapalak var Emily olarak karşımızda ve işte böyle bir ortamda bir de uçan kaçan her erkek ile işi pişirdiğini izleyip durdukça hakikaten absürdlüğün seviyesi uzayda dolanmaya başlıyor. Hani gözünüzün önündeki görüntü ile olan şeyler uymuyor. En saçma hikayenin bile kendi içinde bir mantığı olması gerekir ya, bize hikayeleri dinleten, okutan, izleten budur ya hani, işte o olmuyor. Gözümüzden sinirlerle iletilen görüntüleri beynimiz işleyip de bir çerçeveye oturtamıyor.
Aynen böyle diyorum
Ulan dandik vakit geçirmelik bir diziden bile ne çıkarımlar yaptın, ne bilenmişsin oyuncuya da diziye de dediğinizi duyar gibiyim ama ben en başta söyledim. Kafam bozuk. Az önce haberlerde bir adamın dediği gibi "dışarı çıksam corona, içeri girsem deprem". Uzmanlık tezimi yazmaya çalışıyorum bir yandan da. İnadına her gün tam motive olup yazmaya oturduğumda alt kattakiler tüm Ankara'yı yeni baştan inşa edercesine seslerle temizlik yapmaya başlıyorlar. Kafam çok bozuk.
Çocukluğumun filmlerini ne kadar kötü veya absürd olurlarsa olsunlar bu kadar seviyor olmamı sanırım sadece nostalji duygusu ile açıklamak saçmalık olur. İnsan nerede güvende hissederse ruhu oraya kaçıveriyor bence. Çok güzel bir çocukluk geçirdiğimi söylemiyorum, aksine şu yaşımda ne zorluk çekiyor, ne sıkıntılar yaşıyorsam büyük ihtimalle hepsi o dönemlerde hissedip, beynime kazıdıklarımdan. Ama ne kadar kötü olursa olsun, bir şekilde güvende hissettirmiş olmalı. Bu güveni de sadece ailemle aynı evin içinde yaşıyor olmama, çocuk olmama falan bağlayamayız herhalde. Daha çok o dönemde içinde bulunduğum hayatı, ailemi algılayışımla alakalı bir his bu. Çocukken hiçbir şey, hiç kimse size zarar veremez gibi geliyor. Annem babam kocaman, etrafımda her şeyden beni koruyabilecek birer duvar gibi geliyordu. Abim herkesi dövebilirdi ve ben her akşam tvnin karşısındaki kanepeye geçtiğimde dışarısı kaç derece olursa olsun sıcacık olurdum. Tabiki böyle değildi gerçekte ama hissettirdiği şey bu. O yüzden o zaman o tvde izlediğim her şey içimde bu hissi geri getiriyor artık. Çünkü artık kirasını kendim ödediğim kocaman bomboş evde tek başıma dolaşırken biliyorum ki annem de babam da korumam gereken güçsüz insanlar ve abimin kavgalarda önceliği uzun yıllardır ben değilim.
İşte o dönemlerden bir şekilde aklıma kazınmış o filmlerden biri 1996 tarihli The Quest. İzlediğim zaman tabiki farkında olmadığım ama hayatım boyunca kişiliğimi, hayallerimi, sevdiğim şeyleri şekillendiren pek çok elementi içinde barındırıyor. Christopher Dubois adındaki NY'lu bir adam, silah kaçakçıları tarafından kaçırılıyor ve kendini okyanusta bir yerlerde buluyor. Sene 1925 çünkü, gerçi 100 yıl sonra da olmaz mı böyle bir şey, olur. Dünya aynı dünya. Herneyse. Oradan evine dönebilmek için uğraşırken bu sefer cin fikirli korsanlara rast geliyor ve onlar da fark ettirmeden Chris'i yerlilerin yaşadığı bir adaya satıyor. Chris orada önce Amerika'ya dönebileceği bir gemi gelecek zannediyor ama durumu yavaş yavaş anlıyor ve yerlilerin arasında yaşamaya başlıyor. Burası Güney Pasifik'te bir yer bu arada, yerliler kendi aralarında Muay Thai yapıyor. Chris de iyi bir dövüşçü geldiği yerde de ünü var zaten. Onları izliyor, öğreniyor. Yeri geliyor öğretiyor. Bu sırada kadim gizli bir şehirde dünya dövüşçülerinin arasından en iyisinin seçileceği bir turnuvanın düzenleneceği haberini alıyor. Turnuvanın ödülü altın ejderi çalıp, evine dönebilmek istediği için kendisini daha önce satan dolandırıcı korsanlar Lord Edgar Dobbs ve yardımcısı Harry Smythe ile bir anlaşma yapıyor. Chris turnuvaya katılıp, etrafı oyalarken, korsanlar ejderi çalmasına yardım edecekler. Tabi bu turnuva pek mistik, yeri gizli, seçilmiş katılımcılara özel olarak yollanan haritalı davetiyesi falan var. Turnuva yerini öğrenebilmek için de tesadüfen tanıştıkları güzeller güzeli (ama harbiden rüya gibi görünüyor burada Janet Gunn) gazeteci Carrie Newton ile işbirliği yapıyorlar. Onun yardımıyla turnuvaya Amerika'dan katılacak olan boks şampiyonu Maxie Devine'ı kandırıyorlar ve kaderin bir araya getirdiği iki dolandırıcı, bir dövüşçü, bir gazeteci, bir eski boksör gizemli bir turnuvaya yol alıyorlar.
Film aslında o kadar saçma sapan şeylere sahne oluyor ki bu hikayeyi anlatırken, şimdiki zamanın anlayabileceği bir halde değil. Yani 96 yılında, altın çağını yaşayan bir Van Damme'ın klasik hareketlerini görebileceğimiz dövüş sahnelerini şimdi çekseniz, o zamanki gibi bir etki yaratması mümkün değil tabiki. Turnuvanın olduğu sahneler hele evlere şenlik. Dünyanın her bir köşesinden bir klasik görüyorsunuz. Bir kenardan boyunlarında halkalar olan bu Afrika'daki bir kabile vardı ya hani, onlar el sallıyor, Güneydoğu Asya'da bunların ne işi var diyorsunuz. Ya da turnuvaya gelmiş kocaman bir Nazi zeplini, kalabalığın ortasına park etmiş, salınıyor (1925'te Nazi kavramı bu kadar belirgin miydi bilemedim yani, hani parti vardı Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi 1920'de kuruldu ama direkt böyle gamalı haçlı zeplin de yani). Japonya'yı temsilen bir sumo güreşçisi turnuvada dövüşüyor (sumo Japonya'yı temsil eder ona bir şey demiyorum ama sumo güreşçisi de uçan kaçan zıplayanların olduğu bir dövüş turnuvasında tuhaf geliyor yani). Ya da çok çılgın karşılaşmalar izleyebiliyoruz. Alman, Japon, İskoç, hatta bir de Türk de var da oraya hiç girmeyeyim. Youtube'da hemen hemen tüm karşılaşmaları bulabilirsiniz. Hatta tüm filmi de. Neyse. Ama beni en şaşırtanı bu yaşımda izlediğimde çok daha farklı gelen son dövüş. Küçükken bu izbandut herifle Van Damme'ın dövüşü sırasında sadece adamın ürkünçlüğüne ve Van Damme'ın onu klas hareketlerle nasıl yeneceğine odaklanmışım. Oysa şimdi izlediğimde çok çok daha değişik geldi dövüş. Bir kere adam kocaman ama gayet hareketliymiş. Kolay yenilecek, yutulacak akılsız bir kas yığını değilmiş. Aslında sahnenin göstermeye çalıştığının aksine oldukça zor bir mücadele bu Christopher Dubois için ama filmin dediği şekilde zor değil. Bu izbandut kılıklı herif her hareketini düşünerek, planlayarak da yapıyor aslında. Bir de çok ilginç, onu canlandıran Abdel Qissi boş boş ortada dolanmıyor. Yüzüne zoom yapılan her sahnede bir duygu gösteriyor. En şaşırdığım buydu. Adam oynamış. Cüssesi için kameranın önüne konmuş bir adam resmen rol yaparak oynuyor. Kim olduğuna, nereden geldiğine bakınca daha iyi anladım bunun nasıl olabileceğini, alakasız bir yardımcı oyuncunun neden boş boş bakmadığını. Qissi ile Van Damme, Brüksel'de büyümüş, aynı spor merkezinde eğitim almışlar. Ve sonrasında Qissi'nin kardeşi de dahil, üçlü birlikte soluğu filmlerde oynamak için Los Angeles'ta almış.
Diyeceğim o ki bu bence çok güzel bir film. 90ların her şeyi var içinde. Tüm önyargıları, tüm dünya görüşü, katıksız gözü kapalılığı, klişeleri, uçan tekme atan Van Damme'ı,... Aklımdan tamamen çıkmışken, önceki hafta tvde sinema kanalları arasında dolanırken tesadüfen rastlayınca olduğum yere mıhlanmama sebep olan keyifli bir film. Yeniden o kadar güvende hissettirdi o pazar günü bu film, o vakitten beridir oturup bir Van Damme maratonu mu yapsam diyorum ciddi ciddi. Bir Legionnaire(1998), bir Timecop(1994), bir Universal Soldier(1992), bir Bloodsport(1988) izlesem...Sanki dünya yeniden eskisi gibi olmaz mı....