younger sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
younger sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

28 Ekim 2017 Cumartesi

genç görünmenin faydaları üzerine bir dizi: Younger

40 yaşına gelmiş Lisa Miller'ın üniversiteye giden boyunca bir kızı ve neredeyse 20 yıllık bir evliliği vardır. New Jersey'de tıpkı onlar gibi üst-orta sınıf ailelerle, karbon kopyası gibi hayatlar sürerek yaşayıp gidiyordur. Ama ne olursa olur, sorumsuz kocası kumarda falan paraları hiç edip, evliliklerini de darmaduman edince, Lisa'nın hayatı tamamen alt üst duruma gelir. Artık ne bir evi ne de kocası vardır, üstüne üniversitedeki kızına bakması ve kendini geçindirebilmesi için bir iş bulması, hayatını yeniden kurması gerekiyordur. Eski dostlarından biri olan ressam Maggie'nin yanına taşınır önce. Brooklyn'de ufak bir apartman dairesinde yaşayan Maggie'ye sığınır daha doğrusu. Kızı Caitlin şimdilik değişim öğrencisi olarak Hindistan'da okuyordur ama sonuçta Lisa'nın bir iş bulması gerektiği için çıkar 20 yıl sonra gerçek dünyaya iş kovalamaya. Evlenip çocuk büyütmek olaylarına daldığından yıllar önce bıraktığı iş dünyasına 40 yaşında geri dönmek elbette kolay olmaz. Onca yıllık deneyimsizliği yüzünden en dipten başlaması gerekir ama yaşından dolayı da o pozisyonlara kabul edilmez bir türlü. Dahası dünya onun bildiğinden çok daha farklı, çok daha manyak bir hale bürünmüştür, internet, sosyal medya, her şey çıldırmış bir haldedir ve Lisa onun jenerasyonundaki herkes gibi bunlara alabildiğine yabancıdır. Aylar süren başvurular ve geri çevrilmelerin ardından bir akşam bir barda tanıştığı Josh ismindeki genç bir dövme sanatçısı Lisa'yı kendisi gibi 26 yaşında zannedip, flört etmeye çalışır. Doğrudur aslında Lisa hiç de yaşını göstermiyordur ve egzantrik dostu Maggie'nin aklına şahane bir fikri getirir bu: Lisa'nın yaşını 26 yapacak ve işlere öyle başvurmasını sağlayacaklardır. Böylece yaşı hakkında yalan söyleyip, görünüşünün verdiği avantajla da Lisa Empirical Yayıncılık'a asistan olarak kabul edilir ve bir yandan hem bir 26 yaşındaki genç bir kadın olmaya çalışırken bir yandan da 40 yaşındaki gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaya başlar.
"Younger" işte bu konusuyla beni tam on ikiden vurdu. Görür görmez izlemeliyim dedim (Herhalde ilk sezonun sonlarıydı benim diziden haberim olduğunda, 2015'te olması gerek. Şu an 4.sezonu bitirdi ve yeni sezonuna kadar arada.). Çünkü neredeyse çocukluktan gençliğe geçtiğinden beri, her yerde ve her durumda yaşından küçük gösteren bir insan olarak, dahası 30 yaşına gelip de hayatının tamamen saçma bir noktasında elinde hiçbir şey olmadan ortada kalmış bir salağı olarak sanki taa okyanusun öte yakalarından bile olsa sesleniyor gibiydi şenlikli şenlikli. Şu an şu halimle çıkıp bir ortaokulun kapısına gitsem, sınıfa girsem otursam ders dinlesem kimse de sen kimsin ne yapıyorsun burada demez mesela. Ama nalet olsun ki kimliğimde 87 yazmaya devam ettiği sürece hayat çok zor hale geliyor benim için. Bu yüzden resmen yüzümde meraklı ve heyecanlı bir gülümseme ile izlemeye oturdum Younger'ı ve Lisa'nın milenyum gençliğine ayak uydurma mücadelesini.
Dizinin hikayesi esasında Amerikalı yazar Pamela Redmond Satran'ın aynı adlı kitabından geliyor. Doğan Kitap'ın ilk baskısını şubat 2016'da yaptığı kitap bizde "Keşke Genç Olsaydım" olarak çevrilip, yayınlanmış durumda. Sırf diziyi sevdiğim için indirdim e-kitabı ama çok da okumak içimden gelmiyor açıkçası. Şöyle bir baktığımda diziden farklı birkaç ufak tefek şey göründü gözüme ama kim bilir kitap da kendi içinde okunması zevklidir. 
Diziyi izlenesi yapan ise sadece bu, kitaptan gelen hikayesi değil elbette. 20'şer dakikalık bölümleri alabildiğine eğlenceli ve hemencecik izleyip, bonibon gibi tüketebiliyorsunuz. Sıkmıyor, kasmıyor. Başrolde neredeyse tüm o 20 dakikalar boyunca ekranda Sutton Foster'ı izliyoruz ve kadın, komedide harbiden iyi. Yanında diğer oyuncular ise hem güzel görüntüler veriyorlar (Hilary Duff'ın o sevimli cazibesi, Debi Mazar'ın nev-i şahsına münhasır bohem çekiciliği, Nico Tortorella'nın gençlik ve libido fışkıran güzelliğiyle yarışan Peter Hermann'ın olgun boyu posu), hem de tadında karakterler ortaya seriyorlar. Arka planda ise rüya şehir New York'un Manhattan'ının Brooklyn'inin tüm o coşkusu, enerjisi, güzelliği varken yayıncılık dünyasının içinde koşturuyoruz. Tüm bu gayet yerinde formüle getirilebilecek birkaç kötü eleştiriden belki de en bahsedilebilecek olanıysa Sutton Foster'ın hiç de 26 gibi göstermiyor olması. Tamam o fizikle ve enerjiyle 40larında da görünmüyor ama en azından 30larında, olgun bir insan olduğu besbelli ve bu biraz insana izlerken ama hadi canım o kadar da değil dedirtebiliyor.

Yanisi, izleyin. Gayet eğlenceli ve 4 sezon 49 bölüm bir çırpıda bitiverecek şekilde.

27 Kasım 2020 Cuma

Herşeyi unutup, amaçsızca izlemelik: 10 Bölümde "Emily in Paris"


Emily Cooper ABD'denin orta batısından pek sevimli, işinde de çok başarılı bıcır bıcır bir genç kadın. Çalıştığı şirketin Paris'te satın aldığı daha ufak bir şirkete de temsilcisi olarak gönderiliyor. Paris'e gitmek için hazırlanan aslında Emily'nin amiri gibi bir pozisyonda olan kişi ama kaderin cilvesiyle Emily'ye vuruyor şans. Böyle olunca biraz fazla hazırlıksız ve bodoslama gidiyor Paris'e Emily. Ama o kadar Amerikan, o kadar o kafada ki hiçbir şeyi takmıyor. Ne tek kelime Fransızca bilmemesini önemsiyor, ne yol yordam bilmeden insanlara fikirlerini haldır huldur açıklamakta sakınca görüyor. Aman yarabbi, ne kadar sinir olmuşum ben izlerken meğerse bu Emily'ye? Şöyle kafamı rahatlatsın, iki salak saçma eğleneyim diye açtığım dizinin her bölümünde ayrı bir sövmüşüm gibi geliyor şu an düşününce. Neyse. (IMDb'de Emily in Paris)



Netflix'te 2 Ekim'de yayınlanan dizinin yaratıcısı Darren Star. Zaten en büyük izleme nedenim oydu. Kendisi daha önce Sex and The City, Beverly Hills 90210 ve Younger dizilerini yazmış bir insan çünkü. Sex and The City'den pek hoşlandığım söylenemez de diğer iki dizisini hakikaten çok severim. Younger'ın ilk 4 sezonu sonunda şurada da anlatmıştım zaten, şimdi 7.sezonunu bekliyoruz. İşte böyle bir kalemden yine hoş bir şeyler çıkar diye düşünmüştüm. Bir de Paris, gidip de doyamadığım, dolanırken buz gibi eylülünde soğuğuna neredeyse ruhumu teslim ettiğim Paris vardı. Görüntüler de güzeldi zaten ilk izlemeye başladığımda. İnsanlar güzel-yakışıklı, ortamlar şahane, her şey rüya gibi aslında. Ama işte zaten kafanız bozuksa benim gibi, önünüze gelen her şeye sinir olmaya dünden hazır oluyorsunuz. Bir de hakikaten çok Amerikan. Yani küçüklüğümdeki eğlenceli, keyifli gençlik-çocuk filmleri ya da ilk gençliğimde ekrana yapışarak izlediğim tv dizilerindeki gibi tolere edebileceğim -  daha doğrusu farkına bile varmayacağım seviyedeki gibi bir Amerikalılık değil bu. O kadar çiğ, o kadar kaba bir hali ki her bölüm Emily'nin söylediklerine, davranışlarına,  her bir hareketine höh artık deyip durdum.




Bir de ben Paris'teyken diye başlayan cümlelerle görmemişlik yapmak istemiyorum ama çocuklar, bir yandan da dizinin çok doğru tespitleri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğimi nasıl anlataacağımı bilemiyorum. Fransızlar hakikaten de öyle. Dizideki gibi yani. 4 günde hemen nesini tanıdın da bildin diyebilirsiniz ama o kısacık sürede bile etkileşime geçtiğim, kafede kahve istediğim, metroda birlikte yolculuk ettiğim, dükkanlarından bir şeyler satın aldığım, sokakta yol sorduğum, katedral merdivenlerinde hep beraber şarkı söyleyip içtiğim insanlardan bile gördüğüm şeylerdi bunlar. Cidden dillerine takmış durumdalar. Sizi dinleyip, anlıyorlar ve Fransızca cevap veriyorlar. Böyle karşılıklı saçma ötesi diyaloglara (monologlara?!) girişiyorsunuz. Bir de herkes çok güzel. Yani böyle plastik anlamda bir güzellik değil, sokaktaki hemen hemen herkes, her yaştan Fransız kendine özen gösterip de çıkmış evden.



Dizinin doğru bildiklerinin yanında tabi her bölümde hemen her erkeğin, her yaştan ve işten erkeğin Emily'ye yazması, Emily'ye düşmesi de ayrı bir sinir bozuculuktu benim için izlerken. Yani evet bir hayal izliyoruz, eğlenmek için izliyoruz ve ilk birkaç adamla birlikte ehehe ehehe de oluyoruz ama bir noktada öhhh dedirtiyor. Bu kadarı da yeter diyorsunuz. Uçan kuş, yerde giden karınca bile gücü yetse Emily ile flört edecek. Baygınlık getiriyor artık. Lütfen ekrana bir erkek girmesin de azcık normal gitsin şu hikaye dedirtiyor. Bir de bu kız nasıl büyük oluyor ya? Yani 20li yaşlarında mı oluyor nasıl oluyor bu ya? Yani bana küçük gelmesinin dışında, karaktere hayat vermesi de çok çocukça. Gayet saçma sapan çocuksu bir şapalak var Emily olarak karşımızda ve işte böyle bir ortamda bir de uçan kaçan her erkek ile işi pişirdiğini izleyip durdukça hakikaten absürdlüğün seviyesi uzayda dolanmaya başlıyor. Hani gözünüzün önündeki görüntü ile olan şeyler uymuyor. En saçma hikayenin bile kendi içinde bir mantığı olması gerekir ya, bize hikayeleri dinleten, okutan, izleten budur ya hani, işte o olmuyor. Gözümüzden sinirlerle iletilen görüntüleri beynimiz işleyip de bir çerçeveye oturtamıyor.

Aynen böyle diyorum

Ulan dandik vakit geçirmelik bir diziden bile ne çıkarımlar yaptın, ne bilenmişsin oyuncuya da diziye de dediğinizi duyar gibiyim ama ben en başta söyledim. Kafam bozuk. Az önce haberlerde bir adamın dediği gibi "dışarı çıksam corona, içeri girsem deprem". Uzmanlık tezimi yazmaya çalışıyorum bir yandan da. İnadına her gün tam motive olup yazmaya oturduğumda alt kattakiler tüm Ankara'yı yeni baştan inşa edercesine seslerle temizlik yapmaya başlıyorlar. Kafam çok bozuk.

25 Eylül 2022 Pazar

Partner Track (2022) ---> Valla insan yoklukta izliyor


6 senedir çalıştığı koskocaman hukuk şirketinin "junior partner"ı, yani bir çeşit minik ortağımsısı olabilmek için amansız bir yarışın içindeyken tanıştığımız ve 20'li yaşlarının sonunda olduğunu düşündüğümüz Ingrid Yun, son derece çalışkan, başarılı, azimli, zehir gibi bir avukat olarak New York'un tozunu attırıyor. Aynı şirketteki yakın arkadaşları Rachel Friedman ve Tyler Robinson'ın ondan aşağı kalır yanı yok. Tabi bir de şirketin onlar gibi diğer genç ve başarılı junior partner adayları var, gıcık olanı, salak olanı, iyi kalpli olanı ile. Bu mücadele ortamına Londra'dan bir transfer daha geliyor pattadanak, prince charming ama azıcık emotional baggage'li olanından (aman yarabbi Türkçe değil şu an yazdıklarım lütfen yargılamayın beni, İngilizce de değil, böyle saçma sapan bir şey işte, dizinin etkisi). Davalar ardı ardına geliyor, herkes yarışta biraz daha öne geçebilmek için ortalığı yakıyor.

10 bölümlük bir Netflix dizisi olan Partner Track'in konusu böyle, Tayvanlı-Amerikalı yazar ve avukat(hah) olan Helen Wan'ın 2013'te yayınlanmış olan aynı adlı romanından uyarlanmış. Ortaklıklı falan gibi görüp de değişik gelmesin. Çünkü aslında tamamen aynı, o bildiğimiz hikayenin bir de böyle anlatalım versiyonu. Genç ve başarılı, henüz 30lu yaşlara erişmemiş ama onun gölgesinde titreyen, jiks gökdelenlerdeki ofislerinde takım elbiselerle topuklularla dolaşan, elinde kahve bardağı Manhattan sokaklarında taksilere el kaldıran bu seferki hikayede avukatların oluşturduğu ama her seferinde başka bir ortamda geçen (tıpkı bizim yaz dizileri gibi, ortada hep bir holding şirket var ama ne iş yaptığı değişiyor, ayakkabı tasarlayanından güneş gözlüğü tasarlayanına estetik merkezi olanından yazılım şirketi bile olanına kadar çeşitlenebiliyor biliyorsunuz), aslında saf ve iyilik dolu bir aile kültüründen gelip de başarı için burada çok çalışan, bu dünyaya ayak uydurmakla kendi olmak arasında bocalayıp, sonunda o dünyayı alt eden çok iyi kahramanın hikayesi. Yani aslında Hollywood etkisi altında 90larda ve 2000lerin başında büyüyen hepimizin bir gün içinde olacağımızı düşündüğümüz, bilinçaltımızdaki hikaye. Hepimiz fark etmesek de bir gün o Manhattan gökdelenleri arasında elimizde kahvemizle yürüyecekmişiz gibi düşünüyorduk, hadi kabul edelim. Sobanın çıtırtılarının geldiği evlerimizin her daim açık tvlerinde izlerken farkında olmadan o hikayelerdeki genç ve başarılı, kankalarıyla iş çıkışı barda takılan, patronunun bir aramasıyla sabahlara karşı çalışıp kocaman işler başaran, Noel tatilinde ailesinin ışıklı süsler takılmış evine gidip family drama'lara bulaşan o insanlar olacağımızı düşünüyorduk. Siz belki yapabildiniz, bilemiyorum. Belki zaten Y jenerasyonundan değilsiniz ve bunları hiç hayal etmediniz. Ama benimkisi kesinlikle o izlediklerimden çok aşırı farklı bir hayat oldu. Hem 20'lerimde hem de şimdi 30'larımda.


Bu yüzden diziyi ilk açtığımda tamamen o günlerin hatrına, o hayalleri hayal ederken hissettiğim ruh haline girebilmek adına izliyordum. Son zamanlarda Emily in Paris'in de etkisi bu yöndeydi bir anlamda benim için. Zamanında izlediğimiz HIMYM'dan biraz, Friends'tan çok az, azcık Younger'dan, biraz da ne bileyim Gossip Girl'den mesela tatlar alabilmek, New York havasını biraz soluyabilmek falandı amacım. 


Yoksa başroldeki Arden Cho'dan hiç hazzetmiyorum, Teen Wolf'ta hakikaten dayanılmazdı. Belki orada gençti, yeni başlıyordu dizi film işine falan demiştim (ki yeni de başlamıyormuş). Ama değilmiş. Kızda gerçekten hiç iş yokmuş. Çünkü aslında Netflix dizisi olmasının ve türlü zorlamalarla dolu olmasının hepsinden sıyırırsak, aslında gayet eğlenceli ve akıcı bir senaryosu var. Karakterlere yazılan diyaloglar, çözülen davalar, işlenen alt metinler aslında mantıklı, çoğu yerde eğlenceli, kendini izletir cinsten. Ama işte genel olarak bu dizi aslında bir Asyalı-Amerikalı genç kadının işteki çabalamaları ve romantik ilişkileri üzerine kurulu olduğu için ve o karakteri de dünyanın en yapay oyuncularından biri oynadığı için bina ortadan yıkık dökük oluyor. Ingrid Yun karakterini ve onun karşındaki Jeff Murphy karakterini oynayan iki oyuncuyu insan kürekle kovalamak istiyor. 


Onlar dışında herkes keyifle izleniyor, böyle bir şey olabilir mi? Hem de hangi tür bir dizi ortaya koymak istedikleri baştan belli olduğu için hiçbir şeyin çok abartılmadığı bir ortamda bu ikisi kasılarak, bayık bayık durarak, adeta evin bahçesinde evcilik oynarmış gibi sinirlerle oynuyorlar. Biliyorum çok bir oyunculuk ya da mantıklı bir senaryonun bekleneceği bir dizi değil önümüzdeki, öyle düşünerek izlemedim zaten. Ama tüm bunlara rağmen mesela Rachel'ın, Tyler'ın ve diğer gereksiz avukatların bile sahneleri tıkır tıkır akarken bu ikisinin ekranda daha fazla yer alması, zaten diziyi yemek yerken izlemek için açan bize, alacağımız o ufacık keyfe bir güzel ediyor.


Dedim ya hiç başka bir şey bekleyerek açmamıştım diziyi, tamamen o basic ergen hayallerimin hislerini geri yakalayabilmekti amacım. Ama buna rağmen sonlara doğru Rachel ile Tyler'ın ayrı ayrı yan hikayelerinde bile jenerasyonuma dokunan, doğru mesajlar içeren şeyler ortaya çıkmaya başladı. Dizinin tüm yüzeyselliğinin içinde bile, birileri böyle şeyler yazmayı başarabilmişti. 





Dizi, içerdiği davaları tek tek her bölüm bir davayı alıp, işleyip, çözüme kavuşturma yoluyla anlatmayı seçmemiş olması ile de önce bir hımm sevmem herhalde dedirtti. Sonra sonra bölümler ilerledikçe, en başta alınan davaların ve onları oluşturan insanların genel konuya dahil olmalarını çok organik bir şekilde ayarlayabilmeleriyle takdiri kazanmadı değil. Yani aslında ortadaki büyük bir ana konuyu, yan konularla birbirine geçire geçire, destekleye destekleye son bölüme kadar geldiler ki bu aslında hikaye yazımında oldukça iyi şeyler yaptıklarını gösteriyor. En nihayetinde hemen hemen beklediğimiz şeyler olsa da, son bölümde tavan gibi görünebilen bir noktada bırakıp, ikinci bir sezon için hikayenin hem önünü açmış oldular hem de olur ya, yeni sezon onayı gelmezse iyi bir yerde bırakmış oluruz dediler. (2.sezon için henüz hiçbir şey söylenmedi bu arada)

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...