17 Mayıs 2020 Pazar

Kendimize neden bunu yapıyoruz filmlerinden biri: After (2019)

Her şey önceki haftanın başında instagramda bir haber görmemle başladı. Twilight'tan bir fotoğrafın altında Stephenie Meyer'ın Midnight Sun kitabını bitirdiği ve yakında yayınlanacağı gibi bir şeyler yazıyordu. Bazılarınız neyden bahsettiğimi anladı. Ama anlamayan - şanslı - azınlık için şöyle açıklayayım: Bu Twilight filmleri vardı ya hani yüzyıllar önce, hah işte onların uyarlandığı kitap serisinin yazarı bu seriye dair bir kitap daha yazmış. Aslında yeni bir şey değil bu kitap. Seri ilk tamamlandığında, ilk kitaptaki olayları bir de Edward'ın bakış açısından anlatan birkaç bölüm yazmıştı Meyer. Web sitesinde yayınlamıştı o zamanlar, biz de tüm o çılgınlığın içinde vuhaaa olleyy ay ay ay diyerek okuyup, geçmiştik. O dönemde büyük bir istek vardı bunu yazsın da toptan okuyalım diye ama kadında öyle amaan şimdi bunu kim yazacak hali olduğundan üstünde durulmamıştı. Son kitabın yayınlanmasının üstünden 12, son filmin yayınlanmasının üstünden ise 8 sene geçmişken anlaşılan o ki ablamız kazandıklarını tüketmek üzere. En kolay nereden gelir bu paralar bana diye düşünüp, cevabı bulmakta gecikmemiş.
Bakın farkındayım Twilight'tan bahsediyorum burada şu an. Ne kadar gerizekalıca bir durum olduğunun da farkındayım ama bundan daha önce bahsettim diye hatırlıyorum. Yani insan bir yandan seviyor, öte yandansa sevdiği için kendinden nefret ediyor. Dahası böyle bir şeyleri okumuş, izlemiş olduğum için bile kendime saygımı yitiriyorum. Ama daha önce blogda bir yerlerde de dediğim gibi, insanın elinde değil. Daha doğrusu normal bir ruhsal sağlığa sahip bir insan değilseniz. Sigara içiyor da olabilirdim ya da ne bileyim kendime kesikler atıyor falan da olabilirdim. Böyle şeyler yerine böyle gerizekalı şeylere takılıyorum. Bir tür uyuşturucu gibi düşünün. Twilight'ın anlattığı şeyleri veya filmlerinin gösterdiklerini seviyorum diye değil, çok kötü olduğum zamanlardan birinde bana keyifli birer kaçış, çıkış sağladıkları için, o kaçışta hissettiklerimi zaman zaman yine hissetme ihtiyacı duyduğum için. O hisse dört elle sarılıyorum o yüzden gördüğümde. Peşine düşüyorum. O gün de, o haberi, o fotoğrafı görünce peşine düştüm yine.
Gidip kitapların durduğu rafın önünde bir süre dolandım durdum. Sonra bir süre evin içinde elimde kitaplarla gezdim. Birkaç bölüm açıp, okudum. Filmleri mi izlesem diye bu sefer raftan dvdleri çekip, çıkardım. Bir süre de onlar gezdi benimle. Tam o ara bu sefer instagramda takip ettiğim biri bir akşam oturup 5 filmi peş peşe izledi ve her birinde bir dolu story attı. Ulan ne oluyor tek tek gelin derken acaba böyle bir çılgınlık mı yapsam diye birkaç gün manyak gibi dolandım. Ama tabiki böyle bir saçmalığa dayanabilecek yaşı geçtim-çok şükür. Artık hiçbir şeyi ikinci defa izleyemiyorum gerçi, o ayrı mesele de. Neyse. O düşünceden kurtuldum ama o "hisse" ihtiyacım var. Bir şekilde gidermem gerek. Aynı hissi verebilecek filmlerin peşine düştüm bu sefer. IMDb'de bir filmin sayfasını açtığınızda altta bir de o filme dayanarak - benzer - filmler önerdiği bir bölümü var. Oraya hevesle baktım. Ama dedim ya, zaman zaman gelen bu histen ötürü benzer filmleri tüketmişim. Neyi önerdiyse izlemişim. O filmden o filme, sayfalarda ilerlerken After'a denk geldim (https://www.imdb.com/title/tt4126476). Aha dedim tam da o salaklıkta görünüyor. Bu iş görür. Hemen izlemeye oturdum.
Bu tür filmlerdekiler eskiden genç görünürdü, artık çocuk görünüyorlar, neden ÇOCUK bunlar?!

Normalde en başta konudan bahsederdim doğru ama yazının burasına geldik hala bir konudan bahsetmedin sen diyorsanız, gene bahsetmeyeceğim diyorum. Çünkü bahsedilecek bir konu yok. Bu tür filmlerde olduğu gibi, bir konu yok. Bir mesaj yok. Bir şey anlatmıyor. Bir şey söylemiyor. Orasına takılmayın. Üniversite yaşındaki bir kız, üniversiteye başlıyor. Tabiki bir ben kötü çocuğum diyen bir erkekle tanışıyor (ay allahım kendimden yine iğrendim anlık olarak aklıma gelince, ben o kitapları da okudum ya, o filmi de izledim, ama o günü ve geceyi de çok net hatırlıyorum ve o gün birilerinden ötürü oturup böyle şeyler araştırmaya başlamış ve sonunda o kitaplara denk gelmiştim, biliyorum).
Film leş, onu söylememe bile gerek olmadığını sanıyorum çocuklar. Hayır bir de bir işime de yaramadı. Çünkü o hissin peşine düşmüştüm ya hani, maalesef. Aslında başroldeki velet olmasa film de hikaye de tam twilightlıktı ama. Kafamı ekrana geçirmek istiyorum ya. Vallahi billahi. İzlemeye başladığımda çocuğu görünce ilk bir şöyle lan?bir dakika bir dakika? oldum. Sonra jeton düştü, keşke düşmeyeydi. Başroldeki tam da o kötü çocuk imajını vermesi, bir buçuk saat bana ıkınan Edward illüzyonu sağlaması gereken çocuğun çocukluğunu biliyordum. Hani azcık daha genç bir Albus Dumbledore, siyah beyaz bir yetimhaneye gidiyor ve orada ürkütücü bir veletle konuşuyor. Pat! Bende ışıklar yandı. O ürkünç velet büyümüş, benden 30 santim daha uzun, bu ekranımdaki genç adama dönüşmüş. Her şey mahvoldu o an. Gözümün önünden Tom Riddle'ın çocukluğu gitmedi (https://www.imdb.com/name/nm2842005). Serseri olmaya çalıştığı her sahnede kendimi daha da yaşlı hissettim. Filmin anlamsızlığıyla kafamı uyuşturması gerektikçe ben daha da çok bunlar velet, bunlar çocuk, ben ne yapıyorum diyerek yaşlılığıma hüzünlendim.
vay başımıza gelenler, alın işte ergen Voldemort

Offf. Yine de birkaç bir anlatayım, neyse. Film, Anna Todd diye bir kızın wattpadde yazdığı bir şeylerden uyarlanmış (https://www.pegasuskitabevi.com/index.php?p=Products&wrt_id=23599). Kız benden çok da küçük değil neyse ki, o konuda da sinirim bozulmayacak. Herhalde 5 kitaplık seri mi öyle bir şey. Bu kızımız bizim, senin benim gibi yani, her gün öylesine "daydream" olarak hülyalara dalarak düşündüklerimizi oturup, internette yazarak para basmış anlayacağınız. One Direction diye bir grup var, hala var mıdır yok herhalde, ben boyband olayında en son BSB'de kaldım biliyorsunuz, İşte o grubun üyelerinden yola çıkarak böyle bir kız, bir de o üyeler falan feşmekan diye hayaller yazmış ve alın size hooop 5 kitaplık seri. Üstüne film hakları. Bir de tutmuş yani, öyle böyle değil, ikinci filmin prodüksiyonu bitmiş durumda.
Off vallahi billahi. Ne olacak benim bu halim? 30lu yaşlarınn başında hala 13 yaşında olacaksın deseler pıskırırdım, geldiğim noktaya bakın.


Bu arada bu blogger tüm düzeni değiştirerek ne yapmaya çalışmaktadır? Blogger çalışanlar karantinada çok mu sıkılmışlardır? Sesimi duyuyor musun eyy blogger? Yeter artık oynama şununla ya! Senelerdir her gün yeni bir düzenleme. Reader'ın içine ettiğiniz, takipçilerin web sitelerini gizlediğiniz yetmiyormuş gibi, şimdi de üç saat bana metni justify etmeyi aratıyorsunuz! Resim koymaya korkuyorum çünkü hiçbir şeyiyle oynayamıyorum şu an resmin. Hayır açıp htmlden düzeltmek zorunda mıyım illaki? Nereye gitti bu butonlar?! Şu aldığınız beddualarımın, ahlarımın haddi hesabı yok, haberiniz olsun!

11 Mayıs 2020 Pazartesi

I'll sing it one last time for you

- Noldu? Neden öyle bakıyorsun?
 - Hiiç..Düşünüyorum da... O gün bana o dediklerini demiş olmana hala şaşırıyorum. Öyle...Aklıma geliyor.
 - Ne yani söyleyemez miydim? Söylememeli miydim?
 - Yoo...Sadece, ne bileyim, sen asla böyle şeyler söylemezdin diye düşünürdüm. Bana bunları söylemez hayatta, derdim.
- ...
- Ne oldu şimdi, neden ağlıyorsun?
 - Bir şey olmadı...Sadece...sadece, ben,...Onları söylemediğim, sana hiçbir şey söylemediğim bir hayatı yaşadım. Her günü pişmanlıkla yaşadığım o hayatı biliyorum ben. O yüzden söyledim. Her gününü, keşke ağzımı açıp da bir şey söyleseydim diyerek geçirdiğim o hayatı yaşadım ben.
 - Lütfen yapma, ağlama. Nereden çıktı öyle bir hayat? Kabus mu gördün? Buradayız işte...burada.

Yazmayacaktım. Ağlamaktan nefes alamaz halde uyandıktan sonra tüm gün kafamda bununla dolaştım. Yazmam gerekiyordu. Ama sonra tuttum kendimi, her şeyde nasıl tutuyordum yine tuttum. Yazmayacaktım. Kendiliğinden giderdi. Artık rüyaların arası çoook açıldı, senede bir kere belki görüyorum. O yüzden her defasında yuvarlayıp, gitsin kendiliğinden diye bakıyorum. Yazmazsam, görmezden gelirsem bu da giderdi diye düşündüm. Ama gitmedi. Günlerdir bununla dolaşıyorum. Rüyamda, uyanıkken yaşadığım hayatın bir kabus olduğunu gördüğüm bir rüyadan uyanıyorum. Söylemem gereken şeyleri, söylemem gereken zamanda söyleyebildiğim için rüyada, her şey olması gerektiği gibi. Ama bu uyandığım kabus o kadar güçlü, o kadar uzun sürmüş ki, aklıma gelince, rüyamda bile tıkanırcasına ağlamaya başlıyorum.
Yazmayacaktım. Sonra habire işaretler çıktı, habire bir iz. Oysa her şeyi attım, on yıllarca biriktirdiğim her şeyi adım adım attım son birkaç sene içinde. Hatırlatacak, beni geri götürecek her şeyi yok etmeye çalıştım. En son geçende kolyeyi ve yüzüğü bile götürüp, çöpe bıraktım. Bırakabildim. Ama bugün bir disket geldi elime dolabın içinden. Varlığını bile unuttuğum bir disket. En başta neden, nasıl bana verdiğini bile unuttuğum bir disket. Üzerinde, gözlerim kapalı bile tanıyabileceğim el yazısı olan disket. Sinirim bozuldu. Son on yıldır çalıştırabileceğim bir bilgisayar bile bulamayacağım bu siyah şey neden bu torbanın dibinde duruyor? Hayır, yazmayacaktım.
Bulaşıkları toplamaya başladım. Rastgele bir şarkı açtım listeden. Hareketli, bağırarak salak saçma eşlik edebileceğim bir şey çıktı diye düşündüm önce. Ama sözleri..."Keşke izin verseydim." Aldırmadım, dans ederek eşlik ettim. Ama sanırım bazen evren inat ediyor.
Çünkü sonra Gary'nin sesi geldi.



Belki şarkı benim düşündüklerimi bile kast etmiyor. Ama her duyduğumda, her defasında, ağlayarak, bağırarak çağırarak, kendimi parçalarcasına koştuğumu hissettiren bir şarkı bu. Ve hatırlatıyor. Kendime, kendimi hatırlatıyor.
Gün içinde yine "evden çalışıyorken", bir yandan mailden whatsapptan gelenlere cevap verip, telefona laf yetiştirip, logları incelerken yeni bir haber var mı, dünyanın sonu geldi mi diye tv açıktı. "Öykü" diye lafa başladığı an dilimden Sait Faik çıktı, daha kendi kendime neden hemen aklıma o geldi diye şaşıramadan ekrandaki ses de Sait Faik dedi. Ölüm yıl dönümüymüş. "Yazmasam deli olacaktım." dedi bir yerinde. Doğru dedim, öyle yazmıştı. Yıllar yıllar önce okuduğumda. Peki bunu neden bugün yine duyuyordum ben? Neden bugün yine hatırlattın bana? "Yazmasam deli olacaktım."
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Üçgen solosu

Florida Orkestrası'nın ekim 2017'deki bir gösterisinde şöyle bir şey olmuş :



Eheheh:D Tabiki baş perküsyonist ile orkestra şefi anlaşıp, hem orkestranın geri kalanına hem de seyirciye böyle bir şaka yapıyor. Olayın asıl şeyi ise bir reklamdan çıkıyor: https://www.youtube.com/watch?v=VfDb-bFaEIE
Ahh ahh...Yapmam gereken milyon tane şey var ama bunları izliyorum. Kısmet.

5 Mayıs 2020 Salı

Harry Potter ve Felsefe Taşı'nı Bölüm Bölüm Dinliyoruz

Hala böyle şeylere sevinebiliyor olmam güzel. Hala kaybetmemişim demek ki. Neyse sadede geliyorum. Bugün öğlenden sonra youtube'da Wizarding World bir video yayınladı:



Bu kısacık videoyu izlerken önce Eddie Redmayne'i görüp sırıttım. Sonra o sarı kızı görünce bu niye buradaki şimdi dedim. Sonra diğerleri göründü, hee iyi o zaman tamam kitabın audiobook halini bir de böyle yapacaklar herhalde dedim. Şu ara Harry Potter'ın sesli kitaplarını audible'da bedava dinleyebiliyorsunuz sanırım. Ya da ilk kitabı mı ne, hepsini de olmayabilir. Karantina sebebine böyle bir güzellik yapalım dediler. Neyse işte bu oyuncularla da seslendirecekler herhalde derken araya Beckham karıştı. Lan! Yapmayın bana bunu, diyordum ki en sonda Daniel çıktı. Bakın bu çocuk bacak kadarken Harry olduğunda ben liseye başlamıştım. Yani o kadar da ihi ihi ihi olmamam lazım, büyüktüm yani. Ama bu çocuğun suratını görünce - istediği kadar çalı çırpı sakalıyla kaplanmış olsun - Daniel Radcliffe gidiyor, 30lu yaşlarındaki ben gidiyorum, hep beraber eve geri dönmüş oluyoruz. Nerede olursak olalım, kaç yaşında olursak olalım, evimize, Hogwarts'a geri dönüveriyoruz. İşte ekranda durduğu ol 6 saniye boyunca ben yine oraya döndüm.
Anlayacağınız Daniel da dahil böyle değişik değişik oyuncular falan (Stephen Fry, David Beckham, Dakota Fanning, Claudia Kim, Noma Dumezweni ve Eddie Redmayne ilk gördüğümüz isimler) ilk kitabın bölümlerini okuyacaklar tek tek. Video halinde yayınlanacak, Daniel'ın okuduğu ilk bölüm yayında, https://www.wizardingworld.com/chapters/reading-the-boy-who-lived. Ayrıca spotify'da da sadece seslerini dinleyebileceğiz.



Ben ilk bölümü, 25 dakikalık okumasını Daniel'ın bitirdim birkaç saat önce. İlk başta ahh bu çocuk nasıl okuyacak şimdi bunu ne anlar bu kitap okumasından diye başlamıştım dinlemeye. İlk birkaç dakika hölölölö hölölöl diye başladı o da zaten, bir heyecanla çabuk çabuk okuyordu ki sonra rahatladı. O kadar kendini vererek okumaya başladı ki eli kolu durmadı, canlandırdı, karakterlere büründü, gülümsedi, ezberden okudu...Mutlu oldum be. Valla. Offf.

24 Bölümlük İnsana Dönüşen Kedi Hikayesi--> Welcome ya da Meow: The Secret Boy (2020)

20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere falan işte logo vs bir şeyler tasarlıyorlar şirkettekilerle. Kendisi insanları ikiye ayırıyor: Kedi gibi olanlar ve köpek gibi olanlar. Köpek gibi olan insanlar sadık, devamlı insanın peşinden gelen, ne dersen yapan tipler. Kedi gibi olan insanlarsa eh işte bildiğiniz kedi gibi, kafasına göre takılan, açıklama yapmadan kaybolan ortaya çıkan, kendini düşünen, peşinden koşturtan. Bu yüzden kedileri sevmediği gibi kedi gibi olan insanları da sevmiyor esas kızımız.
Liseden beri kankası olan Ko Doo Shik de aynı şirkette bu arada (bu ikinci çift denilen çiftin erkek tarafı). Bu ikisi acayip böyle geveze, hareketli, hopur hopur iki tip. Ayrıca bir de sessiz mi sessiz Eun Ji Eun diye bir kız daha var aynı şirkette, öyle (bu da ikinci çiftin kız tarafı). Onlar dışında 3 elemanı ve bir de sahibi var buranın tabi, Nalsaem Design ismi.
Kim Sol Ah ile Ko Doo Shik'in liseden bir arkadaşları daha var ortada, Lee Jae Sun (ikinci erkek kontenjanı). Esas kızımız bu ikinci erkeğimize liseden beri aşık. Tam böyle çıkmaya başlayacaklarken artık sebebi sonradan ortaya çıkacak bir şeyler oluyor, ikinci erkeğimiz esas kızımızı bırakıp gidiyor. Senelerce başka kızlarla falan çıkıyor, yurtdışlarında dolanıyor. Sonunda memlekete geri dönüş yapıyor, bir kafe açıyor. Tam da en son sevgilisinden ayrılmış. Esas kızımızda heyecan doruk noktasında. 3 eski lise arkadaşı tabi bir araya geliyor. Ama ikinci erkeğimizin elinde bir kedi. Eski sevgilisine hediye ettiği bu kediyi, cırtlak eski sevgili getirip geri vermiş. İkinci erkeğimizin kedi alerjisi de olunca, eh hadi buna yeni bir ev bulalım diye bakınıyorlar. Sonunda bu bahtsız kedi, kedileri hiiç mi hiç sevmeyen esas kızımızın başına kalıyor. Eve götürüyor kediyi Kim Sol Ah ama bilmediği bir şey var, bu bembeyaz kedi durup dururken bembeyaz örgü kazaklı bir genç adama dönüşebiliyor.
Hikayesi böyle başlayan dizi, 25 Mart-30 Nisan arasında yarımşar saatlik 24 bölüm (yani bildiğiniz 12 bölüm) olarak Güney Kore'nin KBS2 kanalında yayınlandı. Orijinal dilindeki ismi "어서와" (osova gibi telaffuz ettiler dizide). Bunu tam çevirince google bize "come on" diyor ama koreliler hoşgeldin gibi bir anlamda kullanıyor sanırım. Dizideki kullanımı da böyle ve dahası hikayenin vermek istediği de bu gibi. Bir tür hoşgeldin hayatıma (melek misin sen canım mısın sen hoşgeldin meleeek sefalar getirdiiiin diye aklına gelen bir ben olamam çocuklar:p ). Peki tıpkı dizinin esas kızı gibi kedilerden zerre hazzetmeyen ben niye böyle bir diziyi izledim? Cevap Kim Myung Soo denilen adam. Daha önce anlattığım Angel's Last Mission:Love dizisinde tanıştıktan ve izledikten sonra ulan bu ne güzel adam böyle diye bakakaldığım Kim Myung Soo gene bir romantik-komedi gibi bir şeyler yapıyor olunca izlemeye attım kendimi tabiki. Ama ortada çok vasat bir iş var. Vasat olacağını da biliyordum niyeyse. Belliydi çünkü ne bileyim. Daha ilk bölümde bile anladım bu iş böyle salak saçma, vasat bir şekilde ilerleyecek. Ama elimde değildi, adam çok güzeldi, çok sevimliydi (92li'ye adam diyorum allahım ben ne diyorum ne ara büyüdü bunlar ne ara yaşlandım ben böyle).
Hikaye zaten en başından pek bir şey vaat ediyor gibi durmuyor. İlerledikçe de yan hikayelerle birlikte ne ciddi bir şeyler söylüyor, ne iyice bırakıp da absürtleşeyim bari durumu öyle kurtarayım diyor. Tamamen ortalama devam ediyor. Başrolleri oluşturan 5 oyuncu bile son bölümlere geldiğimizde sanki aha tam da artık böyle birbirlerini tanımış, birbirlerine yeni ısınmış gibi oluyorlar dediğimiz noktada hikaye bitiyor. Yani sanki tam bir şeyler anlatabilirmiş gibi olacakken bitiyor. Oysa 12 saat boyunca öyle ortalarda geziniyor hikaye. Ne böyle tam çok üzülüp ağlayabildiğiniz şeyler oluyor, ne de öyle çok güldüğünüz eğlendiğiniz şeyler. Çok büyük hayat dersleri de vermiyor, önemli bir şeyler de söylemiyor. Sadece öyle böyle işte. Eh. Bazı anlar sevimli oluyor, bazı tepkiler güldürüyor. Kore dizilerinin - bence - en büyük artısı, özelliği olan yan hikayeler ve yan karakterler bile çok yok. İkinci erkeğin geçmiş kırıklıkları, travmaları öff be adam dedirtiyor. İkinci çiftimizin bir araya gelişi sevimli oluyor ama olması gerektiği için olmuş gibi oluyor. Esas kızımız ile erkeğe dönüşen kedimizin aşık olması ise insanı ortada bırakıyor. Kızım kedin o senin kedin nassı yani? diye bir sevsem mi göz mü devirsem bilemiyorsunuz. Zaten esas kız o kadar itici geldi ki bana. Böyle sinir bozucu vıcır vıcır. Tüm dizideki tek başarılı şey, ikinci çiftin kızının yani Eun Ji Eun karakterinin karakteriydi sanırım. İzlediğim en başarılı oluşturulmuş içe dönük karakter olabilir. Ya da daha uygun ifade şöyle olacaktı, izlediklerim arasında, içe dönük bir karakteri en iyi anlatan karakter hikayesi bu dizideki yan hikaye olabilir.


Bir de dizideki kediyi daha önce de benim için çook ayrı bir yeri olan "Because This Is My First Life" dizisinde de izlemişim. Evet kedileri sevmiyorum ama bu kedi ne bakıyor arkadaş! O nasıl kafa oynatmalar, nasıl oynamalar. Hikayesinin bir yere varmaması dışında görüntüleri çok güzel dizinin. Her bir karesine özenildiği çok belli oluyor. Ama yine de...Neyse, diziyi izlemenize gerek yok. Onu söyleyeyim dedim.


28 Nisan 2020 Salı

16 Bölümlük Sımsıcak Bir Dizi: When The Weather Is Fine

Günün birinde artık canına tak eder Mok Hae Won'un (esas kızımız). Seul'de cello öğretmeni olarak çalıştığı yalnız ve mutsuz hayatından, büyük şehrin ikiyüzlü ve çıkarcı insanlarından kaçıp, bavulunu toplar, cep telefonunu bir çukura gömer ve yıllardır doğru dürüst görmediği köyüne/kasabasına gelir. Kışın ortasıdır, tıpkı Mok Hae Won'un kalbi gibi tüm doğa da buz tutmuş haldedir. Dağlarının arasından deresi akan, herkesin birbirini tanıdığı, haberlerin öğlen olmadan bir uçtan öbür uca herkes tarafından öğrenildiği, çocukların bisikletle tarlalar arasından yol alarak okula gittiği, hava buz gibi olsa da bir araya geldiklerinde ortamı soba yanmışçasına sımsıcak yapan insanların olduğu kendi halinde bir köydür burası. Oysa Mok Hae Won'un burada yaşadığı dönemden çok da güzel hatıraları yoktur aklında. Sorunlu geçmişinin yükünü taşımıştır hep. Şimdi de azıcık deli, yıllardır kendi içine kapanmış, eski-yazar teyzesinin yaşadığı eve geri döner. Üşüyen ruhunun bu kış günlerinde, bu sımsıcak kasabada buzlarının çözüleceğini tahmin bile etmez.
Mok Hae Won'un dönüşü ile bu küçük kasabadaki bir yalnız ruh daha kabuğundan çıkmaya başlar. Im Eun Seob (esas oğlanımız), kendini bildi bileli esas kızımıza aşıktır. Ama hiç sesi çıkmamış, hiç gık dememiş, senelerce onun 3-5 gün gelip, gitmesini izlemiştir. Artık bir kitapçısı vardır Lim Eun Seob'un, kendi halinde, uykusuzluğuna çare kitaplarıyla birlikte yaşamaktadır. Ama bu kış, her şey değişmeye başlar. Bahar gelene, havalar güzelleşene kadar hem esas kızımız ve oğlanımız, hem de bu sevimli köyün sevimli insanları güzel bir hikayeye başlarlar.
Allahıııım ben ne izledim? Ben böyle ne güzel bir şey izledim? Böyle bir hikayeyi kim yazdı, kimin aklına geldi, hangi akıllar böyle cümleler kurdu, hangi eller böyle güzel görüntüler çekti, o oyuncular nasıl o kadar şahane şeyler yapabildiler? Nasıl anlatacağımı bilemedim. Şurayı açıp, yeni post sayfasına "çok sevdim çok güzel" yazıp, kaldım bir süre. Ne diyeceğimi, ne yazacağımı bilemedim. Çünkü 8 hafta boyunca ben böyle öyle bir hikaye izledim ki...
Ama ayıptır böyle güzel kitapçı mı olur?
Ama sizi yerim kitap kulübü
Dizinin tam ismi, Hangul ile yazımından birebir çevirmeye çalışırsak "If the weather is good, I will go" oluyor. Yani hikayenin ilk başta söz verdiği giriş-gelişme-sonucu çok açık bir şekilde söylüyor. Esas kızımız havaların en kötü, kışın bastırmaya başladığı bir dönemde hikayemize düşüyor ve bahar geldiğinde, havalar düzeldiğinde geri dönecek, hikayesi bitecek. Bu şekilde 24 Şubat'ta başlayıp, 21 Nisan'da biten dizi Güney Kore'nin jTBC kanalında yayınlandı. Lee Do Woo Yi isimli Güney Koreli bir yazarın 2018 tarihli aynı isimli romanından uyarlanmış. Dizinin de kKonusunu iyileşme, affetme gibi gibi şeyler yazıyorlar hep web sitelerinde ama o iyileşme ya da affetme, kabullenme gibi temalarından çok gösterdiği, anlattığı karakterler için, onların birbirlerine ifade ettikleri şeyler için, bir araya geldiklerinde oluşan o şahane mutluluk hissi için izledim ben. Zaman zaman Northern Exposure hissi verdi, ara ara fonda çalan melodileri bile Cicely sokaklarında dolaşıyormuşum gibiydi. Böyle küçük bir kasabada, dağların arasında sıcacık bir kitapçıda olmayı sevdim ben dizi boyunca. Lim Eun Seob gibi bir karakterin oluşunu sevdim. Sıcak değil ama böyle tam da ılık hissi veren o karakteri. Böyle çok üşümüşüm de, ikimizin üstünde de buz tutmuş montlar var ama sarılıp, onun montuna gömüldüğümde hoş bir ılıklık kaplıyor içimi gibi. Aslında "ılık" kelimesini kullanınca hiç de anlatmaya çalıştığım hissi vermiyor. "Warm" demek istiyorum, warm tam olarak bu duygunun hali. Hani çıplak elle kartopu oynadıktan sonra eve koşturur, musluğu açarsınız da o su, o kışın buz gibi aktığını bildiğiniz su ılık ılık gelir ya elinize. Hah işte o his. O hiçbir şey beklemeksizin kendi kendine sevmesini, değişik yaşlardan değişik karakterlerde insanlardan bir kitap kulübü oluşturup, her hafta o kahve kokulu kitapçıda birbirlerine güzel hikayeler anlatmalarını, şiirler okumalarını sevdim. Minik Seung Ho ile büyükbabasını sevdim, annesinin eczanesinden büyükbabaya malzeme aşıran Hyun Ji'yi sevdim, küçük bir kasabada hiç mutsuz olmadan dünyayı düşleyen Soo Jung'u sevdim, her bir duygusunu kocaman kocaman bağıra çağıra yaşayan şıpsevdi Lim Hwi'yi sevdim, sevimli ama ısrarlı satıcı Tae Hyung'u sevdim. Ve bizimki gibi bir dünyada, böylesi bir çağda herkesin burun kıvırdığı bir hayatı kendisinin asıl mutluluğu olduğu için tercih etmiş olan ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile yaşayan Jang Woo'yu sevdim.
Ahh bu sahne...
Sessiz sessiz, yavaş yavaş ilerleyen bir hikayeydi bu. Önce batıran fırtınalı yağmurlarla başlayan, sonra her yeri kaplayan karların altında devam eden, adım adım ısınan hava ile çözülen bir hikaye. Normalde kış mevsiminin soğukluğu ile karakterlerin soğukluğunu özdeşleştiriyor gibi görünse de aslında bu hikayede kış mevsimi içinden hiç çıkmak istemeyeceğimiz bir masal diyarına dönüşüyor. Kış bastırmışken, kar lapa lapa yağarken hep birlikte sobanın üstünde bir şeyler pişirip, birbirimize hikayeler anlatıyoruz. Aslında en ısındığımız zaman oluyor böylece kış mevsimi bu hikayede. Baharın gelişi diğer hikayelerde mutluluk gibi görünürken, bu hikayede havanın ısınması, baharın geliyor olması üzücü bir şeye dönüşüyor, en başta bize söz verilen bu çünkü, bahar gelince her şey bitecek. O yüzden kış hiç bitmesin, hava hiç ısınmasın istiyoruz.
Dizi boyunca bu şahane hikayelerin içinde güzelim alıntılar da yer aldı hep. Kitaplardan cümleler, eski halk öyküleri, şiirler hikayeyle bütünleşip, önümüzden akıp gitti. Bir de her bölümün sonunda esas oğlanımızın geceleri gizli gizli yazdığı blog postları vardı. Çoğu zaman o bölümün içinde izlediğimiz şeyleri bir de karakterin gözünden dinliyor olduğumuz için tebessüm ettiriyordu ama bazen de içimizi acıtıyordu. Bu kitap ve şiir alıntılarını KoreanDramaland'de bir güzel toparlamışlar mesela, bakabilirsiniz. Bölüm isimleri bile pek güzel ya (wikide var).
Off şimdi de yazıyı nasıl bitireceğimi bilmiyorum.



Eh bir de o güzelim müzikleri de bırakayım şuraya da.

Stravinsky'nin Firebird'ü

Bugün bu videoyu hatırladım yine iyi güldüm bunca saçmalığın içinde.


Ama çok güzel ya! Tüm orkestranın yüzlerine dikkat edin, ortam çok güzel.
(Bu arada tam bu yukarıdaki videoda yeni başlayan kısmı Stravinsky'nin 1960'da kendi yönettiği halini şuradan dinleyebilir/izleyebilirsiniz.)

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...