11 Mayıs 2020 Pazartesi

I'll sing it one last time for you

- Noldu? Neden öyle bakıyorsun?
 - Hiiç..Düşünüyorum da... O gün bana o dediklerini demiş olmana hala şaşırıyorum. Öyle...Aklıma geliyor.
 - Ne yani söyleyemez miydim? Söylememeli miydim?
 - Yoo...Sadece, ne bileyim, sen asla böyle şeyler söylemezdin diye düşünürdüm. Bana bunları söylemez hayatta, derdim.
- ...
- Ne oldu şimdi, neden ağlıyorsun?
 - Bir şey olmadı...Sadece...sadece, ben,...Onları söylemediğim, sana hiçbir şey söylemediğim bir hayatı yaşadım. Her günü pişmanlıkla yaşadığım o hayatı biliyorum ben. O yüzden söyledim. Her gününü, keşke ağzımı açıp da bir şey söyleseydim diyerek geçirdiğim o hayatı yaşadım ben.
 - Lütfen yapma, ağlama. Nereden çıktı öyle bir hayat? Kabus mu gördün? Buradayız işte...burada.

Yazmayacaktım. Ağlamaktan nefes alamaz halde uyandıktan sonra tüm gün kafamda bununla dolaştım. Yazmam gerekiyordu. Ama sonra tuttum kendimi, her şeyde nasıl tutuyordum yine tuttum. Yazmayacaktım. Kendiliğinden giderdi. Artık rüyaların arası çoook açıldı, senede bir kere belki görüyorum. O yüzden her defasında yuvarlayıp, gitsin kendiliğinden diye bakıyorum. Yazmazsam, görmezden gelirsem bu da giderdi diye düşündüm. Ama gitmedi. Günlerdir bununla dolaşıyorum. Rüyamda, uyanıkken yaşadığım hayatın bir kabus olduğunu gördüğüm bir rüyadan uyanıyorum. Söylemem gereken şeyleri, söylemem gereken zamanda söyleyebildiğim için rüyada, her şey olması gerektiği gibi. Ama bu uyandığım kabus o kadar güçlü, o kadar uzun sürmüş ki, aklıma gelince, rüyamda bile tıkanırcasına ağlamaya başlıyorum.
Yazmayacaktım. Sonra habire işaretler çıktı, habire bir iz. Oysa her şeyi attım, on yıllarca biriktirdiğim her şeyi adım adım attım son birkaç sene içinde. Hatırlatacak, beni geri götürecek her şeyi yok etmeye çalıştım. En son geçende kolyeyi ve yüzüğü bile götürüp, çöpe bıraktım. Bırakabildim. Ama bugün bir disket geldi elime dolabın içinden. Varlığını bile unuttuğum bir disket. En başta neden, nasıl bana verdiğini bile unuttuğum bir disket. Üzerinde, gözlerim kapalı bile tanıyabileceğim el yazısı olan disket. Sinirim bozuldu. Son on yıldır çalıştırabileceğim bir bilgisayar bile bulamayacağım bu siyah şey neden bu torbanın dibinde duruyor? Hayır, yazmayacaktım.
Bulaşıkları toplamaya başladım. Rastgele bir şarkı açtım listeden. Hareketli, bağırarak salak saçma eşlik edebileceğim bir şey çıktı diye düşündüm önce. Ama sözleri..."Keşke izin verseydim." Aldırmadım, dans ederek eşlik ettim. Ama sanırım bazen evren inat ediyor.
Çünkü sonra Gary'nin sesi geldi.



Belki şarkı benim düşündüklerimi bile kast etmiyor. Ama her duyduğumda, her defasında, ağlayarak, bağırarak çağırarak, kendimi parçalarcasına koştuğumu hissettiren bir şarkı bu. Ve hatırlatıyor. Kendime, kendimi hatırlatıyor.
Gün içinde yine "evden çalışıyorken", bir yandan mailden whatsapptan gelenlere cevap verip, telefona laf yetiştirip, logları incelerken yeni bir haber var mı, dünyanın sonu geldi mi diye tv açıktı. "Öykü" diye lafa başladığı an dilimden Sait Faik çıktı, daha kendi kendime neden hemen aklıma o geldi diye şaşıramadan ekrandaki ses de Sait Faik dedi. Ölüm yıl dönümüymüş. "Yazmasam deli olacaktım." dedi bir yerinde. Doğru dedim, öyle yazmıştı. Yıllar yıllar önce okuduğumda. Peki bunu neden bugün yine duyuyordum ben? Neden bugün yine hatırlattın bana? "Yazmasam deli olacaktım."
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...