15 Ocak 2020 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati

Bu, blogda uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi. Her hafta Xena'nın bir bölümünü izleyip, o bölümün konusunda, karakterlerinde, olaylarında mitoloji ile ilgili, mitolojiden, tarihin kendisinden neler varsa hep beraber incelemek. Yine ortasından mı daldım anlatmaya? Tamam, peki başa dönelim.
Xena dediğim tam olarak "Xena:Warrior Princess" ismindeki tv dizisi. 1995'in eylülünde başlayıp, 6 sezon 134 bölüm süren ve 2001'in haziranında biten, benim için aşırı önemli bir tv dizisi. O aşırı önemine girip şimdi kafaları ütülemeyeceğim tabi. Bizde tahminen 1998-2001 arasında yayınlanmış olmalı, çünkü 12-15 yaşlarım arasındaydım diye hatırlıyorum. Kanal D'de yayınlanıyordu, akşamüstü ya da haftasonları gibi hatırlıyorum sanki, çok net olmamakla birlikte. Tabi o zamanlar böyle sezon, bölüm hesabı bildiğimiz şeyler değildi. Cnbc-e bile yeni yeni giriyordu tvmize. O yüzden Kanal D kafasına göre yayınlıyordu bölümleri. Bir o sezondan bir bu sezondan, bir eski bir yeni bölüm gibi. Çok kafam karışıyordu tabi ama başka çarem yoktu, bilgisayar ve internet eve 2000 yılında girecekti ve o internette de şimdiki gibi torrent doğmamıştı. Her neyse, demem o ki o zamanlar bölük pörçük izleyip de kursağımda kalan Xena macerasını yüzyıllardır oturup da şöyle adamakıllı baştan sona, şanına yaraşır şekilde izlemek istiyordum. Başlamak için de hep böyle bir başlangıçlara, başlama dönemine denk getirmeye çalıştıkça olmamıştı. Sonunda 2020 gibi bir yılın ocak ayı, bir şeylere başlamak için iyi gibi göründü gözüme (gerçi yine geç kaldım ama olsun).
Yani şöyle yapacağım. Her hafta (umarım her hafta) en azından bir bölüm izleyip, o bölümün üzerinden mitolojiye - ve belki de tarihe - girişivereceğim. Duruma göre, yani boş olmama göre haftada birkaç bölüm bile yapabilirim ama eminim o kadar boş olmayacağım.
1995'in 4 Eylül'ünde yayınlanan ilk bölümden başlamadan önce Xena hikayesinin temellerinden bahsetmek istiyorum. Asıl olay, Sam Raimi-Rob Tapert-Bruce Campbell üçlüsünden çıkıyor. Bu kafadarlar 1979'da (oha çok mu başa aldım ya!?) "The Evil Dead" filmini yaptıklarında-yapmak için bir prodüksiyon şirketi kuruyorlar mecburen. Irvin Shapiro da el atıyor ve Renaissance Pictures ortaya çıkıyor (Den of Geek'te şöyle bir yazısı var mesela anlarsınız). Önce bizim Herkül diye bildiğimiz Hercules'in maceralarına ilişkin tv filmleri geliyor. 1994'te "Hercules and The Amazon Women" filmi Kevin Sorbo'lu olarak hatta içinde bir adet Anthony Quinn barındırarak geliyor. Bu ilk hikayenin yazarları farklı tabi o zamanlar, dikkat edin efsanevi Xena'mız olacak olan Lucy Lawless ise daha ufak sayılabilecek bir rolde bu filmde. Böylece daha sonra neler olacağına dair önümüze kocaman bir dünya seriliyor. Ardından aynı yıl Hercules: The Legendary Journeys - Hercules and the Lost Kingdom filmi geliyor, diziye dönüşecek kıvama yaklaşıyoruz. Çünkü bu filmin yazarı, diziyi de yaratacak olan Christian Williams. 1994'ün sonuna doğru Hercules: The Legendary Journeys - Hercules and the Circle of FireHercules in the Underworld ve Hercules in the Maze of the Minotaur filmleri tvdeki yerini alıyorlar.
1995'in ocak ayında ise "Hercules:The Legendary Journeys"i patlatıyor ekip. 5 tv filmiyle işi kapan ekip 13 bölümlük başarılı bir ilk sezon koyuyor ortaya. Bu ilk sezonun 6. bölümünde (As Darkness Falls) Lucy Lawless'ı yine başka bir karakter, Lyla olarak izliyoruz. Yine yan rol aslında. Asıl fırtına 9. bölümde kopuyor. Xena ile hem Hercules ve Iolus tanışıyor, hem de biz. Xena'nın hikayesinin tam tepe noktası zamanları bu, kötü mü kötü, güçlü mü güçlü bir savaşçı prenses o sıralarda Xena. Zaten bölümün adı da ona ithaf "The Warrior Princess". Kimse doyamıyor tabi bu prensesin hikayesine, üç bölüm sonra, 12. bölümde (The Gauntlet) ve sezon finalinde 13.bölümde (Unchained Heart) yine geliyor. Bu iki bölümde aslında Xena'nın pişmanlık-tövbe-kurtuluşa giden yolunu izliyoruz. Ki bu iki bölüm bizi asıl hikayeye, altı sezon sürecek efsanede anlatılacak hikayeye hazırlayan bir zemin oluşturuyor.

Hercules'in ikinci sezonunun başladığı gün Xena : Warrior Princess dizisi de başlıyor. Tarihler 4 Eylül 1995. Eski kötü, acımasız savaşçı günlerini geride bırakmaya çalışan Xena'nın yolculuğunu izlemeye başlıyoruz böylece. Bu iki dizinin hikayeleri ve karakterleri daha sonra pek çok sezonda ve bölümde bir araya geliyor tabi. Bu yüzden ben bu projemizde o bölümleri de ele almaya çalışacağım. Yalnız çocuklar, bunlar çook aşırı eski sayılan şeyler ya artık, bulması, izlemesi pek öyle kolay değil. Bakalım nasıl olacak?
Bizi çok eğlenceli bir yolculuk bekliyor bence.

14 Ocak 2020 Salı

Jumanji : Welcome to The Jungle (2017)

Aynı lisede okuyan 4 genç Spencer, Fridge, Bethany ve Martha aynı gün okuldan sonra cezaya kalır. Ceza olarak ise okuldaki eski depo gibi bir odayı elden geçirmeleri gerekmektedir. Birbirinden oldukça farklı olan bu gençler, bu bir sürü ıvır zıvırla dolu odada eski bir video oyunu bulur ve meraktan açıp oynamaya çalışırlar. Oysa bu oyun bildikleri hiçbir oyun gibi değildir, sihirlidir ve dördünü de içine çeker. Kendilerini birden bire oyunun içinde ve dahası seçtikleri avatarların görüntüsünde bulan gençler Jumanji'nin dehşetli ormanlarında hayatta kalıp, eve dönmek üzere heyecanlı bir maceraya çıkarlar.
Bu konuyu hepimiz biliyoruz değil mi? 1995'teki efsanevi filmde Jumanji'nin dünyasına dalanlarımız çok iyi biliyor. O filmin yeri bende çok ayrı. Daha önce hiç bahsetmemişim, şimdi farkına vardım. Halbuki yukarıda "Ben Masumum" sayfasından da bulabileceğiniz gibi benim için böyle olan filmleri falan oturup, uzun uzun yazmıştım (tamam öyle uzun değil de işte bahsetmiştim). O film öyle değişik ama sempatik, eğlenceli ama dehşetengiz, içe dokunan, hem insanın böğrüne oturup, hem de kahkahalara boğan öylesine sevimli bir filmdi ki bu yenisinin haberini ilk gördüğümde beynimden alevler fışkırdı haliyle. Yapmamalılardı. Böylesine içimde olan bir filmi, bir hikayeyi, Robin Williams'tan bize kalan güzelliklerden bir tanesini daha mahvetmemelilerdi. Bakın Dwayne Johnson'ı da çok severim, biliyorsunuz. Ama hep aynı şeyi yaptığı, hep aynı şeyi olduğu filmler çok ve bunu da onlardan birine çevirecek kesin diye öylesine emindim ki. Yapay bir saçmalıklar silsilesine dönüştürecekler işte kahretsin diye düşündüm. Bir yandan görmeyi çok istedim, bir yandan da hiç istemedim. Sonunda tam da böyle bir şey yaptıklarını unutacaktım ki geçen sene bir tane daha yaptılar. Olamazdı. Bu kadar da olamazdı. Belki de Rock'tan artık nefret etme vaktim gelmişti.
Oysa geçen akşam tvde denk geldim. Tam açtığımda yeni başlıyordu. Yoo dedim, izleyemem. Gittim geldim, evin içinde dolandım, yine başına oturdum. Bakmaya başladım. Daha ben ne olduğunu anlamadan sarmıştı film, deli gibi izliyordum. Neyse ki reklam oldu, ben de gözlerimi ekrandan ayırabildim ve kapattım tvyi. Kararlıydım, izlemeyecektim.
Ama her hikayenin bir vakti var işte ve o vakit gelince ne olursa olsun önünüze çıkıyor. Ertesi sabah, tam da kahvaltıyı masaya getirmiş, oturmuş ve tvyi açmıştım ki yine o! Tam da akşam kaldığım yerden hem de devam ediyordu. Artık bu kadarına Simyacı bile kader diyeceği için izlemeye devam ettim. Ve ne kadar salaklık ettiğimi anladım. Film müthişti. Tamam tamam abartıyorum ama hakikaten çok iyi ya. Hikayesi özenilerek yazılmış, oyuncular özenerek oynamışlar, görüntüler, sesler, atmosferi, hissettirdikleri her şeyi öylesine iyi bir araya getirilmiş ki. Ya da ben o kadar rezil leş bir şey bekliyordum da beklentimin üzerinde çıktı diye mi böyle hissettim. Bu film gerçekten çok iyi. Oturup 120 dakika boyunca güzel anlatılmış, eğlenceli bir film izliyorsunuz. Her şeyi kendi içinde mantıklı. Dahası mahvedeceklerinden emin olduğum oyuncular, harika bir şey ortaya çıkarmışlar. Dwayne Johnson kendi dışında bir şeyler yapıyor. Karen Gillan ve Jack Black sevimli bir şekilde genç oyuncuların ruhuna bürünüyorlar. Bir zayıf halka bence Kevin Hart ve onun karakterinin hikayesiydi ama olsun, toplamda tüm bir hikaye çok iyi şeyler başarıyor.
Ama tüm bunlara rağmen bu bizim bildiğimiz Jumanji değil. Daha doğrusu bu, Jumanji değil. Çok eğlenceli, keyifli, iyi yazılmış, oynanmış, çekilmiş bir film ama başka bir film. Bu başka filmin geçen sene de Jumanji : Next Level diye bir devamını daha yaptılar işte. Neyse en azından batırmadıkları için affedebilirim belki. Ama ne bileyim yaa, keşke Jumanji demeselerdi.

13 Ocak 2020 Pazartesi

Albert Espinosa'dan "Gel Dersen Her Şeyi Bırakıp Gelirim...Yeter Ki Gel De"

Çok uzun yıllardır birlikte olduğu sevgilisiyle büyük bir kavganın ardından daha yeni ayrılan Dani, tam da ne yapacağını bilemez halde dururken çocuğu kaybolmuş bir babadan telefon alır. Dani'nin işi budur, kaybolan çocukları bulan bir dedektiftir. Tesadüf gibi gelen bu telefonla, neredeyse 40 yıllık hayatının tüm mihenk taşlarını sorgulamasına sebep olan adaya, Capri Adası'na doğru yola çıkar. 
Bakın normalde böyle bir konusu olan ve dahası böyle bir ismi olan bir kitabı elime almazdım ben. Dönüp de bakmazdım bile. Çünkü ismini okusam, pöhh herhalde ağlak muğlak bir aşk hikayesi gene herhalde derdim. Konusunu özetleyen cümleleri okusam, ayy aman aman yine acıklı yine dramlaaar ah allahım bu ne dramlaaar diyerek geri bırakırdım. Ama böyle olmadı. İlk olarak şu cümleleri okudum ben:
Her açıdan seni tatmin edecek bir hayat istemez miydin? Sevmediğin hiçbir şeyi kabullenmen gerekmese? 23 numaralı vagonda sürüklenip gidiyormuş gibi hissetmesen kendini, hayatının kontrolü senin ellerinde olsa?"
Yanıt vermedim… Sonra bana baktı ve hayatım boyunca unutamayacağım o iki soruyu sordu.
"Dizginleri eline almak istiyor musun, istemiyor musun? Yaşadığın anların kontrolünün sende olmasını istiyor musun, istemiyor musun?"
"Evet!" dedim sonunda, kırk yıllık hayatımın en coşku dolu "evet"iydi bu.
Tarihler ekim 2016'yı gösteriyordu ve bu cümleleri yazan kesinlikle beni etkilemek için çaba sarf ediyor gibi görünmüştü gözüme. Aman yarabbi, bu kitap bana gerçekten bunun cevabını verebilir miydi? Neydi ki bu kitap? Kimdi ki? Konusunu bile okumadım, Dani'den falan haberim bile olmadı. Direkt okunacaklara-alınacaklara ekledim. Sonra da her denk geldiğimde o cümleleri içim dola dola okuyup, geçtim. Bekledim, her kitabın bir zamanı var. Sonunda yıl sonu indirimleri kapsamında Kitap Yurdu'nda Pegasus Yayınları'nın kitapları yüzde 50 indirime girdi ve uzun zamandır alınacaklarda beklettiğim kitapları sipariş ettim. Yalan yok, yine de bu isimli bir kitabı elime alıp gezdirmekten utanmadım değil. İspanyolcası'ndan Zeynep Heyzen Ateş çevirmiş. Nisan 2014 tarihli ilk basımı, 238 sayfa. Dış kapağının dışında yarım şekilde bir ince dekoratif kapak daha yapmışlar. Arka kapakta 25 tl etiketi yapıştırılmış, ben 16,21 tl'ye almışım. Şimdi KitapYurdu'ndan 17,82 tl'ye yükselmiş görünüyor fiyatı.
Yazarımız Albert Espinosa
Yazarı Albert Espinosa 1974'te Barselona'da doğmuş, endüstri mühendisliği eğitimi almış aslında. Ama gitmiş oyun yazar, senaryo yazarı, roman yazarı, oyuncu ve film yönetmeni olmuş. Bu kadar azmin sebebi ne peki derseniz, 14 yaşında kanser teşhisi konduktan sonra senelerce hastanelerde geçmiş ömrü. Bir bacağını, akciğerinden karaciğerinden parçayı kaybetmiş. Haliyle tüm bunlardan sonra hayata bu kadar iştahla saldırmış olmalı.
Peki beklediğim şey mi çıktı kitap? Bana vaat ettiği cevapları verdi mi Albert Espinosa? Aslında o konuda baya bir hayal kırıklığı yaşattı. Çünkü sanırım henüz bana istediğim cevapları verebilecek biri yok. Her neyse. Bunun dışında ise çok bildik bir hikayeyi, hiç bilmediğimiz bir yoldan anlatıyor Espinosa. Belki birazcık bir kişisel gelişim kitabı gibi, kahramanımız Dani aracılığıyla, hayatla ilgili bir şeyler söylemeye, öğretmeye çalışıyor. Sevgilisinden ayrılmasından, adaya gidip kayıp çocuğu aramasına kadar her bir adımında Dani ile birlikte bir geçmişe, bir geleceğe gidip geliyoruz. Tüm hayatını tanıtıyor bize Dani. O hikayeden bu hikayeye hopluyoruz, hayatının her bir taşını birbirine bağlaya bağlaya ilerliyoruz, ilerlediğimizi bile fark etmeden. Bu açıdan benim için oldukça taze bir okumaydı, böyle bir anlatım yöntemine çok sık rastlamıyoruz. Ama konusu açısından ya da söyledikleri, söylemeye çalıştıkları açısından çok bilindikti. Ben yine bunları duymak istemiyorum dedim sık sık kitaba. Ben artık habire herkesin bunları söyleyip, hayatını yoluna koymak, hayatta yolunu bulmak çok kolaymış gibi göstermesinden bıktım usandım dedim. Kolaymış gibi de göstermiyor da, hani evet çok zorluklar var ama aşacaksın, başaracaksın gibi şeyler söylüyor en nihayetinde hepsi. Oysa gördüğünüz gibi 2011'den beri burada, hiçbir şey düzelmiyor. Ben de hiçbir şeyi başaramıyorum.

Yine bir kitap üzerinden bile konuyu kendime getirip, kendime yeteri kadar acımayı başarabildiğime göre dağılabiliriz çocuklar. Bu kitabı okuyun bu arada, kötü değil, değişik bir anlatım, sempatik bir hikaye ve kim bilir belki size bir yerinden seslenebilir.

Albert Espinosa'nın web sitesi-->http://www.albertespinosa.com/
Albert Espinosa'nın instagramı-->@albertespinosapuig

10 Ocak 2020 Cuma

Nina Blazon'dan Kristal Kan

Babası ile Larimar isimli eski püskü ama ihtişamlı oteli işleten, hem de bu otel evi olan 17 yaşındaki Jade, bizimkinden çok farklı bir dünyada yaşıyor. Şehir devletlerinden oluşuyor gibi görünen bu dünyada sihirli Wila nehrinin kıyısında kurulmuş şehrini gizemli bir maskenin ardındaki Leydi Mar yönetiyor. Tüccarları taşıyan Nehir Adamları'nın, Leydi'nin yanında şehrin gücünü oluşturan 12 tane kontun ve kimseye göz açtırmayan polislerin, karaborsacıların ve bir dolu işinde gücünde halkın yaşadığı bu şehirde gizemler ve sihirler bir arada var oluyor aslında. Çünkü eski zamanların efsanesi Ekolar yavaş yavaş şehrin kıyısında görülmeye başlıyor. İnsanları yiyen canavarlar olduklarına dair hikayeler nesilden nesile anlatılan Ekolardan biri bir gün Jade'in gözleri önünde Leydi'nin polisleri tarafından öldürülünce, Jade'in içinde bir şeyler uyanıyor. Bunun ardından, otellerine Leydi'nin misafiri olarak gelen gizemli kuzeyliler - özellikle Faun - ile karşılaştıktan sonra da Jade artık içinde yaşadığı, büyüdüğü tüm dünyayı sorgulamaya başlıyor.
Kristal Kan, Alman yazar Nina Blazon'un 2008'de yayınlanan kitabı, orijinal adı Faunblut. "blut" Almanca'da kan demek, bizim çevirideki kan kelimesini anlayabiliyoruz bu durumda ama kristali içerikten giderek koyalım demişler herhalde. Direkt Almanca'dan Firuzan Gürbüz tarafından çevrilmiş (bir kitabın orijinal dilinden çevrilmiş olması çok önemli çocuklar, önce İngilizce'ye oradan bize çevrildiği durumları fark edebilirsiniz çünkü). Benim okuduğum bu çeviri, Pegasus Yayınları'nın ağustos 2011 tarihli ilk baskısı. 360 sayfa. Ama bu kadar sayfa olmasının bir önemi yok, oldukça hafif bir okumalık olduğu için oturup iki gün içinde, bir haftasonu bile okunabilir. Nina Blazon 1969 yılında doğmuş, Slav Dilleri ve Alman Dili alanlarında eğitim görmüş. Çeşitli üniversitelerde ders vermiş, reklam ajansında falan çalışmış. Ama sonra kendini gazeteciliğe ve gençlik kitapları yazmaya vermiş. Anlayacağınız büyülü gibi görünen güzel bir ormanın kıyısında, rahat bir evde, eşiyle birlikte oturup, tüm gün canı ne isterse onu yapıyor ve içinden geldiği gibi yazıyor Blazon. Dert yok, tasa yok, geçim sıkıntısı yok. Neyse ne diyordum?
Nina Blazon (bu kadar bedavadan
yazar yaftası edinmiş olsam ben de böyle
 32 diş sırıtırım nina ablacığım)
Esas kızımız Jade'in peşinde takip ediyoruz hikayesini kitabın. Onunla birlikte bu değişik şehri ve kültürü keşfetmeye çalışıyoruz. Zaman olarak tam bir yere yerleştirilebilir mi emin değilim bu dünya. Önümüzde, savaşarak kazandığı bir şehri yöneten bir Leydi'nin otoritesi altında hemen hemen bir Ortaçağ derebeylik görüntüsünde bir şehir var. Leydi'nin polis gücü var, ateşli silahlar kullanıyorlar. Binalarda ve çeşitli işlerde elektrik kullanılıyor, elektriğin üretimi biliniyor. Ama bir yandan da canavarlar var. Hayvanlarla konuşan, onları istediği gibi kullanabilen insanlar var. Canlanan gölgeler var, başkasının büyüsü altında canavara dönüşen insanlar var. Bu anlamda sihir de var bu dünyada.
Değişik bir dünya kurmaya çalışmış Nina Blazon bu şekilde. Ama kurduğu dünyayı ilginçleştiren ayrıntıları, tarihini, mitolojisini anlatma şekli pek de ilginç gelmiyor. Karakterleri tamamen stereotip, isim vermeden konuşmalarını yazsak tek bir kişi konuşuyor gibi gelecek şekilde yazılmış. Hikaye de aslında oldukça klişelere göre ilerliyor. Hatta o dayandığı klişeleri bile etkili kullanamadan böyle hafif hafif, derinliksiz geçiyor. Kitapta insanı vuran bir nokta yok, her olan şeye "meehh..." diyerek, okumaya devam ettim ben. Aşırı klişe bir "fantastic-young-adult" yazdığının farkında değilmiş gibi bir de yazarımız yönetim şekli, özgürlük, eşitlik gibi konularda mesaj vermeye çalışıyor. Vermesin demiyorum, versin (hobi olarak yine versin, yok yok şaka yapıyorum ahaha). Zaten özellikle bu tür kitapların hitap ettiği kitleye söylenmesi gereken şeyler bunlar ama o kadar kör göze parmak şeklinde yazmış ki hikayenin ortalık yerlerinde sırıtıyor. Karakterlere söyletme şekli, anlattırma şekli insana çiğ gelen gerçi.
Çok ilginç bir hikaye anlatacakmış gibi başlayan kitap, heyecanlı da gidiyor aslında. Ama sonra bakıyorsunuz karakterlerin derinliği yok, ilginçliği yok, aralarında olan her şey aşırı klişe, konuşmaları bile bir şey ifade etmiyor. Yine de azimle okumaya devam ettim ben. Dedim şu gizem çok değişik bir şey çıkacak, şu konu acayip bir yere bağlanacak. Kesin. Öyle olmalı, yazar olan insan öyle yapar. Ama hiçbir şey beklediğim gibi çıkmadı. Aslında hikayelerde hiçbir şeyin beklediğimiz gibi çıkmaması güzel bir durumdur, vaaay hiç aklımın ucundan bile geçmemişti manyak olmuş dersiniz böyle durumlarda. Bu hikayede öyle olmuyor, beklediğimiz gibi sonuçlanmayan şeylere pöff oluyoruz.
Tüm bunlardan anlayacağınız, şöyle kafanızı boşaltmak için ne yapsam ne yapsam diye bakındığınız yersiz boş vaktiniz varsa, alıp elinize okuyabileceğiniz bir kitap olduğu. Ya da böyle belki bana olduğu gibi size de oluyordur; arada böyle çay içmek istemek gibi, cips çekmesi gibi insanın canının, belirli hikayeler ister benim canım. Bazen böyle hikayeler çeker mesela, her ne kadar gömsek de Twilight'ı yaşarken hissettiğim o uyuşturucu, o belirli duygulara geri dönmek isterim belki de bu gibi zamanlarda. İşte sizde de böyle zamanlar oluyorsa, kitap fena değil. Yoksa vallahi bedavadan para ve şöhret kazanmış Nina Blazon hanımabla, eğer diğer kitapları da böyleyse.

Nina Blazon'un resmi web sitesi-->http://www.ninablazon.de/

5 Ocak 2020 Pazar

wabi-sabi

Sanırım artık bir şeyler yazmanın zamanı geldi. Hepiniz oturup bir güzel bir 2019'a veda yazısı hazırlamışsınız ama ben yılın son günlerinde atladım gittim arada bir kaçtığım yere. Artık köydeki eve gitmek bir tür nefes alma kaçışı gibi bir şey olmaya başladı bana. Çocukken nefret ettiğim yer artık dünyadan kaçabildiğim bir tür dolap içi geçidi. Arada bir, gidiyorum ve tepenin başındaki, ormanın içindeki o evin verandasına oturup, her şeyi unutuyorum. O evdeyken, o ağaçların arasındayken sanki zaman duruyor, tüm dünyadan, tüm kötülüklerden muafmışım gibi oluyor. Hiçbir şeyin gerçekliği kalmıyor. Telefon doğru düzgün çekmiyor, tvde üç beş kanal izlenebiliyor ve dünya çoook uzağımda kalıyor. Bu hissi anlayabiliyor musunuz?
Neyse, diyeceğim şu ki 2019 çok fenaydı. Hemen hemen her sene benim için öyle, biliyorsunuz artık. Acaba hangisi berbatlıkta tepeye oynayacak diye karar vermeye çalışıyorum. Ama en azından adım atabildiğim bir yıl olduğunu düşünüyorum, öncekilerden farklı olarak. Mutsuzluğuma karşı, kendime karşı adımlar atabildiğim. Onca yıldır kendimden nefret etmekle meşguldüm. Kendimden kurtulmaya çalışmakla meşguldüm. Ama bir türlü elimden bir şey gelmiyordu. Sonunda tanıdığım çoğu insandan kurtulmakla başladım işe. Yeni bir şey olacaksam, yok hayır yeni değil aslında "gerçek ben" olacaksam, bu saçma sapan-ezik-gerizekalı ben'i tanıyan herkesten kurtulmalıydım. Onlar oldukça etrafımda, o "ben" olmaktan sıyrılamıyordum çünkü. Ben de herkesle görüşmeyi kestim. Telefonları engelledim. Sadece ateş hattında, çamurla dolu siperde birlikte debelendiklerim kaldı. Sanırım toplamda 4 arkadaşım var şu an düzenli konuştuğum. Böyle yaptıktan sonra acayip de rahatladığımı fark ettim bir de. İnsanlarla görüşmenin beni mutsuz ettiğini bayadır keşfetmiştim ama hayatımı bu kadar basitleştirmenin, sadeleştirmenin bu derece nefis bir his olacağını düşünememiştim. Çok kötüydüm çünkü. Yazdıklarımdan, bahsettiklerimden anlaşılmıyordu büyük ihtimalle ama aşırı kötüydüm. Gün geçtikçe içinin zehirle dolduğunu ve bunu maskelemek için her gün daha da fazla çaba göstermem gerektiğini görüyordum ve daha da kendimden nefret ediyordum. İnsanlardan nefret ediyordum. Arkadaşlarımdan nefret ediyordum. İnsanların mutluluğu her an daha da deli ediyordu beni. Ve böyle hissettiğim için dönüp yine kendime kızıyordum. Kendimden nefret ediyordum. Oysa hiçbir şey için suçluluk duymamalıyım artık diye düşündüm. Doğduğumdan beri kendimi suçluyorum. Doğduğum için bile kendimi suçluyorum. Mutlu olamadığım için kendimi suçluyorum. Başarılı olamadığım için kendimi suçluyorum. Habire salaklık yapıyorum, kendimi boğmaya devam ediyorum. İşte buna son vermek istedim. Artık kendimi suçlamayacağım dedim. Buna insanlar sebep oluyor. O yüzden önce onlardan kurtulmalıydım. Her şey bir yarışa dönüşüyor. Hepsi yorum yapıyor. Habire kıyaslanıyorum, kıyaslıyorum. Herkes bir araya gelmiş farklı olanı eritmeye çalışıyor gibi oluyor. Hiçbiri bana kötülük yapmaya çalışmıyor biliyorum, ama yaptıklarını fark da etmiyorlar. İnsanlar bana kötülük yapıyor. Başarılı, mutlu insan görmeye dayanamıyorum. Üzgünüm ama böyle bir insan oldum. Ya da hep böyle kötüydü içim bilmiyorum, o kadar fazla baskılamıştım ki belki fark edememişim. Hep herkes beni sevsin diye uğraştım, hep sevimli olmaya çalıştım, hep zararsız olmaya çalıştım. Bundan kurtulmaya çalışıyorum artık. Kendime habire sevimli olmaya çalışma diye telkin ediyorum. Bakkala giderken, dışarıda yürürken, serviste, otobüste, iş yerinde...sevimli olmaya çalışma. Kendini sevdirmeye çalışma. "Cool" dur, olduğun yaşta dur, olduğun burcun özelliklerini göster (Voldemort'la aynı burçtanım, lütfen yani). İşte buna giriştiğim bir yıl oldu bu.

Neverland'i bol bol boşladığım bir yıl oldu, onu da biliyorum. 47 post girmişim bu sene. Geziyle başlamıştım yeni yıla, yıllardır yapmak istediğim gibi doğum günümde seyahat ederek. 10 tane film yazmışım, herhalde 20 tane falan izlemişimdir toplamda. 7 kitap anlatmışım, Goodreads'e göre 30 kitap okumuşum halbuki. Utanarak söylüyorum ama acayip kitap bıraktım bu sene. Geçen sene yani. Off, utanmıyorum tamam. Resmen öff bunu okumak istemiyorum diye bir dolu kitabı bıraktım. Yani o 30 kitap aslında okunmadı tamamen. İçinden herhalde 10-20 tanesini falan okumuşumdur baştan sona. 2019 bu açıdan da adım attığım bir yıl oldu. İçimden okumak gelmiyorsa bırakabilirim dedim kendime. Hiçbir şeye zorunlu değilim. Sırf okumuş olmak için değil, paşa gönlüm istediği için okuyacağım. Paşa gönlüm beş para etmez fantastik-young adult zırvalıkları okumak istiyorsa okurum. Kimden utanacağım? Herkesin çok beğendiği, edebiyatın zirvesi olan bir kitabı leş buluyorsam ben haklıyım, kimsenin edebiyattan anladığı yok. Bu kadar. Sevimli olmaya çalışma, kendine değer ver, sen haklısın, diğer herkes haksız.
Yeni yıla sakin sakin, dediğim gibi köydeki evde voltajı düşük elektrik ışığında, yağmurlu puslu bir havada girdim. Ailem yanımdaydı, kafamda bir dolu dert vardı evet ama o evin duvarları içinde bana hiçbir şey dokunamazdı. Zaten yeni yılın ilk günlerinde de en azından bir tane güzel gelişmenin haberini aldım. Evet bence 2020'den umutlu olabiliriz.

15 Aralık 2019 Pazar

Keşke hiç bitmese bu hikaye: Downton Abbey (2019)

Downton Abbey'ye olan aşkımı, tutkumu biliyorsunuz, daha önce burada ilan etmiştim. Burada, şurada ve şurada, hatta bir de böyle anlatmaya çabalamışım. 2010 yılının eylülünde başlayıp, 6 sezon sürdükten sonra 2015'in aralık ayında final yapan dizi benim için bir efsane, bir klasik, bir başucu nesnesi, hayattaki tarzımı bulmamı sağlayan bir umut kaynağı (tabiki geçtiği dönemin tarzında giyinip dolaşamıyorum ya da evimi öyle dekore edemiyorum ama içimde öyle yaşatıyorum). Hani böyle Grace Kelly gibi bu dizi, bu hikaye. Hani bazı insanlar ne yaparsa yapsın dağınık, pasaklı, varoş duramaz ya, öyle (ya da bazıları da ne yaparsa yapsın hep Helena Bonham Carter gibi olmaktan kurtulamaz ya mesela). (https://www.imdb.com/title/tt1606375)
İşte böyle bir hikaye bittiğinde nasıl karalar bağlamışsam, filmini yapacaklarını öğrendiğimde de o kadar havalara uçmuştum. Biliyordum devam edeceğini, böyle bırakıp gidemezlerdi bizi. Çünkü biz kocaman bir nostaljik aileydik, nefret edilesi hayatlarımızdan kaçıp, Downton Abbey'nin yemek salonunda, kütüphanesinde, mutfağında, koridorlarında saklanan bir dolu mesut insandık. Bizi duydular, 4 yıldır ne halde olduğumuzu gördüler ve bir film ile de olsa, iki saatliğine de olsa bizi yeniden gülümsetmeye karar verdiler.
2 saat 2 dakikalık film adeta iki bölüm peşpeşe koymuş, izliyormuşuz hissi veriyor (https://www.imdb.com/title/tt6398184). Çünkü zaten dizinin de her bir bölümü film gibiydi yayınlanırken. Dizi bizi 1926'nın yılbaşı günü bırakmıştı, filmde bunun üzerinden çok zaman geçmeden 1927 yılında karşılıyor. Britanya kralı V.George ve kraliçe Mary'nin o sene böyle ülkeyi dolaştıkları bir kraliyet turu var. Gerçek, tarihi bir olay bu. (Bu kral, şimdiki Elizabeth ninenin dedesi oluyor bu arada.) Bizim kurgu Downton Abbey'nin bulunduğu Yorkshire'a da gelip, orada bir yerlerde kalmaları da gerçek. Ama tabi Downton'ımız ve ailemiz kurgu. Her neyse, film kraliyet ailesinin Downton'a gelip, bir gece kalacağı haberiyle açılıyor. Tabi ortalık karışıyor, üst kattakiler de alt kattakiler de panik. Hummalı hazırlıklara girişiliyor. Gerçi artık tanıdığımız herkesin yerleşmiş bir hayatı, düzene soktuğu bir hikayesi var ama bakıyoruz ki aslında hayat her zaman karmaşıklıklara ve yeni düzenlere, olasılıklara gebe. Her bir karakterimizin yollarının nerelere uzandığını görmeye başlıyoruz aslında böylece.

Film gibiydi dedim dizinin bölümleri için ama yine de bir tv dizisine aitti o bölümler ve bir tv dizisini oluşturacak bir hikaye oluşturuyorlardı hep beraber. Oysa burada önümüze gelen ne bir film ne de bir dizi. Yani bir sinema filmi diye baksak, değil. Çünkü elindeki bu kadar karakterle ve bunca hikayeyle iki saatte kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir hikaye anlatmıyor. Ondan biraz, şundan azcık, ne dediği belli değil. Ortaya koyamıyor derdini, eğer varsa. Dizinin sonraki sezonunun ilk iki bölümü desek, değil. Çünkü bir sezon boyunca anlatacağı şeyleri iki bölüme sığdırmaya çalışarak, tam bir karmaşa oluşturmuş. Tüm tanıdıklarımızı, eski dostlarımızı sırf görmemiz için şöyle bir ekranın önüne çıkarıveriyorlar. Onların yanında birden bire yepyeni karakterlerle tanışıyoruz. Ama onların hikayeleri de cumburlop oluşuyor. Kim ne için, nasıl burada bilemiyoruz. Yani sebebi neydi ki diye bakıp duruyoruz. Tüm bir filmi sanki hem onlar böyle bir araya gelip, azıcık eğlensinler hem de biz onları izleyip sebepsiz mutlu olalım, hasret giderelim diye yapmışlar gibi.

Sonundaysa verdiği mesajlarla ağzımıza bir parmak bal çalmayı ihmal etmiyor tabi Downton. 6 sezon boyunca bir sürü karakterin gelip geçtiğini, arazinin ve kasabanın ve insanların her bir çağa nasıl yeniden ve yeniden ayak uydurduğunu izledikten sonra 1927 yılının baharında diyor ki ayrı ayrı her bir karakterimiz; eskiler yavaş yavaş göç etse de bu hikayeden, yeniler onların yerlerini alacak ve hepimiz gitsek bile Downton Abbey bir kalp gibi burada atmaya devam edecek.
Yani bence daha hikayeler gelecek Downton Abbey'den. Ama nasıl, orasını bilemiyorum.

14 Aralık 2019 Cumartesi

Always Be My Maybe (2019)

Yalan yok, Keanu Reeves için izledim bu filmi. Filmi açarkenki düşüncem bu değildi ama eninde sonunda, ekranda o böyle azıcık bile belirdiği anda, öyle oluverdi. Ama bu durum bence tamamen filmin suçu. Filmi yazan Michael Golamco, Randall Park ve Ali Wong'un başarısızlığı. Tabi bence. Övünmek istemiyorum ama (zaten bu övünülecek de bir şey mi emin değilim) hemen hemen bir romantik-komedi uzmanı sayılırım artık. Çok uzun yıllarımı verdim bu işe (tüm gençliğimi, ergenliğimi diyelim :D). Bu yüzden de eğer bir romantik komedi beni ekranın başında sabit oturtamıyor, kalkıp kulağım filmde ellerim ev işlerini yapmakla uğraşıyor hale getiriyorsa bir sorun vardır diyebilirim rahatlıkla o senaryoda. Filmi ilk gördüğümde ooo bir tane daha (rom-com) diyerek listeme atmıştım mesela. Aman yarabbi Keanu da var, demiştim hatta. Sonra ertelemeye başladım (bu çocukluk kankaları-ilk aşk-uzun yıllar görüşmeme falan konsepti bana zararlı çocuklar, fellik fellik kaçıyorum artık ne travması derseniz) ama oradan buradan habire karşıma çıktı. Tamam artık izleyeyim dedim en sonunda. İzlerken ve izledikten sonra da filmle ilgili tek iyi şeyin Keanu olduğunu söylüyorsam, evet sorun var.
Halbuki gayet güzel bir şekilde yola çıkmış Ali Wong isimli ablamız. Kendisi baya meşhur bir stand-upçı, komedyen falan Amerika'da. Bu son yıllarda yükselen trendlerden biri olan "şahlanan Asyalılar" olayına kaptırıp, San Francisco'dan bir Asyalı-Amerikalı mahalle hikayesi yaratmış gibi duruyor bu filmde. Yanlış bilmiyorsam dünyanın en büyük/kalabalık Çin mahallesi de San Francisco'da zaten. Bitişik iki evde yaşayan Sasha ve Marcus, lise bitene kadar hep birlikteler. Önceleri çok iyi birer dost olan bu ikiliden Sasha'nın ailesi tüm vakitlerini dükkanda geçirdiği için Sasha da aslında Marcusların evinde büyüyor. Marcus'u annesi babası daha çok ebeveynlik ediyor yani bir anlamda Sasha'ya. Hep kanka olarak takılan bu ikili en son liseyi bitirirlerken olaylar gelişiyor ve bir gece birlikte oluyorlar, ardından da birbirlerine çok ağır laflar edip, kavga ediyorlar. Sonrasında 16 yıl bir daha hiç görüşmüyorlar. Bunca yılın ardından iş için Sasha mahalleye geri dönüyor ve defterler yeniden açılıyor.
Başrollerimiz Sasha ve Marcus'u oynayan iki oyuncu aynı zamanda senaryoyu da yazan üç kişiden ikisi. Bu yüzden bu iki karakter arasındaki tüm sahneler, diyaloglar, her şeyleri çok doğal ve çok iyiydi, su gibi akıp aynı zamanda acayip de eğlendiriyordu. İkisinin ailesi de çok iyi yazılmıştı (zaten Asya dizisi falan izlediyseniz bilirsiniz, her şey çöp olsa bile hikayelerin insanlarını, karakterlerin insaniliklerini çok iyi anlatır, çok iyi aktarır Asyalılar. Amerika'da doğmuş, büyümüş olsalar da bunlar da öyle yapmış görünüyor). Ama hikaye ilginç görünmesine rağmen, filmin daha ilk 10 dakikasında sıkıldım. Bu Netflix filmlerinin hemen hemen hepsinde böyle oluyorum ben ya. Böyle bir sessizlik, bir durağanlık var. En aksiyonlusu da olsa bir ses problemi var. Çoğunu 10-15 dakikadan fazla izleyemedim. Bu filmde de kapatmak yerine dedim Keanu gelene kadar sabret, açık bırakıp iş yapmaya koyuldum, çamaşırları astım, etrafı topladım, yemek yaptım. Neyse ki Keanu çabuk geliyor. Baya da duruyor, öyle bir görünüp kaybolma da değil. O gelince oturdum önüne, hakikaten de çok eğlendim. O kısımları da iyi yazmışlar, haklarını teslim etmem gerek. Gerçi Keanu baya bir doğaçlamaya girişmiş ama olsun.
Şuna nasıl katılıyorum, filmle ilgili hislerimi özetliyor.
Ama işte, film bir şekilde habire sıkıcılaşıyor. En azından bana öyle geldi. Belki siz izleyip bayılmış da olabilirsiniz. Ama sıkıcı ya. Öyle parladığı, sürüklediği, tam bir rom-com olarak eğlendirdiği, keyif verdiği çok az yer var. Genelde baktığınızda vakit kaybı gibi görünüyor insana. Halbuki yeni bir şey söyleme amacı gütmese bile yeni bir bakış açısı sağlama vaadiyle ortaya çıkıyor gibi duruyor. Asyalı bir kültürden, daha 21.yy. bir bakışı. Böyle klişe bir durumda - çocukluk kankaları-aşkları, birbirine açılamama, ayrı dünyalara doğru büyüme - bile o klişeleri son on yılın kültürüyle ters yüz ederek ilerliyor. Filmin sonunda ikisini de anlayabiliyoruz, ikisinin de kişiliklerine hak verebiliyoruz. İnsanın her zaman bir "maybe"sinin olmasının nasıl olduğunu biliyoruz, özellikle günün birinde artık o "maybe"nin bile kalmadığını fark ettiğimiz derin kuyumuzda yaşıyorsak. Ama bunları sadece travmalarımız olduğu için anlayabiliyoruz. Çünkü film o kadar da veremiyor bunları. Aslında durduğu tek bir yer bile yok gibi görünüyor ama kocaman bir karnaval gibi de gelmiyor düşündüğünüzde.
Ne bileyim belki artık benden geçmiştir romantik komedicilik. Hiçbir şeyi beğenmiyorumdur. En iyisi gidip bininci kez Point Break izleyeyim ben.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...