10 Ocak 2020 Cuma

Nina Blazon'dan Kristal Kan

Babası ile Larimar isimli eski püskü ama ihtişamlı oteli işleten, hem de bu otel evi olan 17 yaşındaki Jade, bizimkinden çok farklı bir dünyada yaşıyor. Şehir devletlerinden oluşuyor gibi görünen bu dünyada sihirli Wila nehrinin kıyısında kurulmuş şehrini gizemli bir maskenin ardındaki Leydi Mar yönetiyor. Tüccarları taşıyan Nehir Adamları'nın, Leydi'nin yanında şehrin gücünü oluşturan 12 tane kontun ve kimseye göz açtırmayan polislerin, karaborsacıların ve bir dolu işinde gücünde halkın yaşadığı bu şehirde gizemler ve sihirler bir arada var oluyor aslında. Çünkü eski zamanların efsanesi Ekolar yavaş yavaş şehrin kıyısında görülmeye başlıyor. İnsanları yiyen canavarlar olduklarına dair hikayeler nesilden nesile anlatılan Ekolardan biri bir gün Jade'in gözleri önünde Leydi'nin polisleri tarafından öldürülünce, Jade'in içinde bir şeyler uyanıyor. Bunun ardından, otellerine Leydi'nin misafiri olarak gelen gizemli kuzeyliler - özellikle Faun - ile karşılaştıktan sonra da Jade artık içinde yaşadığı, büyüdüğü tüm dünyayı sorgulamaya başlıyor.
Kristal Kan, Alman yazar Nina Blazon'un 2008'de yayınlanan kitabı, orijinal adı Faunblut. "blut" Almanca'da kan demek, bizim çevirideki kan kelimesini anlayabiliyoruz bu durumda ama kristali içerikten giderek koyalım demişler herhalde. Direkt Almanca'dan Firuzan Gürbüz tarafından çevrilmiş (bir kitabın orijinal dilinden çevrilmiş olması çok önemli çocuklar, önce İngilizce'ye oradan bize çevrildiği durumları fark edebilirsiniz çünkü). Benim okuduğum bu çeviri, Pegasus Yayınları'nın ağustos 2011 tarihli ilk baskısı. 360 sayfa. Ama bu kadar sayfa olmasının bir önemi yok, oldukça hafif bir okumalık olduğu için oturup iki gün içinde, bir haftasonu bile okunabilir. Nina Blazon 1969 yılında doğmuş, Slav Dilleri ve Alman Dili alanlarında eğitim görmüş. Çeşitli üniversitelerde ders vermiş, reklam ajansında falan çalışmış. Ama sonra kendini gazeteciliğe ve gençlik kitapları yazmaya vermiş. Anlayacağınız büyülü gibi görünen güzel bir ormanın kıyısında, rahat bir evde, eşiyle birlikte oturup, tüm gün canı ne isterse onu yapıyor ve içinden geldiği gibi yazıyor Blazon. Dert yok, tasa yok, geçim sıkıntısı yok. Neyse ne diyordum?
Nina Blazon (bu kadar bedavadan
yazar yaftası edinmiş olsam ben de böyle
 32 diş sırıtırım nina ablacığım)
Esas kızımız Jade'in peşinde takip ediyoruz hikayesini kitabın. Onunla birlikte bu değişik şehri ve kültürü keşfetmeye çalışıyoruz. Zaman olarak tam bir yere yerleştirilebilir mi emin değilim bu dünya. Önümüzde, savaşarak kazandığı bir şehri yöneten bir Leydi'nin otoritesi altında hemen hemen bir Ortaçağ derebeylik görüntüsünde bir şehir var. Leydi'nin polis gücü var, ateşli silahlar kullanıyorlar. Binalarda ve çeşitli işlerde elektrik kullanılıyor, elektriğin üretimi biliniyor. Ama bir yandan da canavarlar var. Hayvanlarla konuşan, onları istediği gibi kullanabilen insanlar var. Canlanan gölgeler var, başkasının büyüsü altında canavara dönüşen insanlar var. Bu anlamda sihir de var bu dünyada.
Değişik bir dünya kurmaya çalışmış Nina Blazon bu şekilde. Ama kurduğu dünyayı ilginçleştiren ayrıntıları, tarihini, mitolojisini anlatma şekli pek de ilginç gelmiyor. Karakterleri tamamen stereotip, isim vermeden konuşmalarını yazsak tek bir kişi konuşuyor gibi gelecek şekilde yazılmış. Hikaye de aslında oldukça klişelere göre ilerliyor. Hatta o dayandığı klişeleri bile etkili kullanamadan böyle hafif hafif, derinliksiz geçiyor. Kitapta insanı vuran bir nokta yok, her olan şeye "meehh..." diyerek, okumaya devam ettim ben. Aşırı klişe bir "fantastic-young-adult" yazdığının farkında değilmiş gibi bir de yazarımız yönetim şekli, özgürlük, eşitlik gibi konularda mesaj vermeye çalışıyor. Vermesin demiyorum, versin (hobi olarak yine versin, yok yok şaka yapıyorum ahaha). Zaten özellikle bu tür kitapların hitap ettiği kitleye söylenmesi gereken şeyler bunlar ama o kadar kör göze parmak şeklinde yazmış ki hikayenin ortalık yerlerinde sırıtıyor. Karakterlere söyletme şekli, anlattırma şekli insana çiğ gelen gerçi.
Çok ilginç bir hikaye anlatacakmış gibi başlayan kitap, heyecanlı da gidiyor aslında. Ama sonra bakıyorsunuz karakterlerin derinliği yok, ilginçliği yok, aralarında olan her şey aşırı klişe, konuşmaları bile bir şey ifade etmiyor. Yine de azimle okumaya devam ettim ben. Dedim şu gizem çok değişik bir şey çıkacak, şu konu acayip bir yere bağlanacak. Kesin. Öyle olmalı, yazar olan insan öyle yapar. Ama hiçbir şey beklediğim gibi çıkmadı. Aslında hikayelerde hiçbir şeyin beklediğimiz gibi çıkmaması güzel bir durumdur, vaaay hiç aklımın ucundan bile geçmemişti manyak olmuş dersiniz böyle durumlarda. Bu hikayede öyle olmuyor, beklediğimiz gibi sonuçlanmayan şeylere pöff oluyoruz.
Tüm bunlardan anlayacağınız, şöyle kafanızı boşaltmak için ne yapsam ne yapsam diye bakındığınız yersiz boş vaktiniz varsa, alıp elinize okuyabileceğiniz bir kitap olduğu. Ya da böyle belki bana olduğu gibi size de oluyordur; arada böyle çay içmek istemek gibi, cips çekmesi gibi insanın canının, belirli hikayeler ister benim canım. Bazen böyle hikayeler çeker mesela, her ne kadar gömsek de Twilight'ı yaşarken hissettiğim o uyuşturucu, o belirli duygulara geri dönmek isterim belki de bu gibi zamanlarda. İşte sizde de böyle zamanlar oluyorsa, kitap fena değil. Yoksa vallahi bedavadan para ve şöhret kazanmış Nina Blazon hanımabla, eğer diğer kitapları da böyleyse.

Nina Blazon'un resmi web sitesi-->http://www.ninablazon.de/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...