3 Eylül 2019 Salı

Mary Queen of Scots (2018)

Tarihi filmler izlemeye bayıldığımı, daha doğrusu içinde "tarih" olan her şeye bayıldığımı artık biliyorsunuz. Ama yine de bu filmin yapıldığı haberi geldiğinde pek de o kadar heveslenmemiştim. Çünkü artık bahtsız İskoçya kraliçesi Mary'nin hikayesinden öylesine gına geldi ki...Evet bazı hikayeler var, bin kere de yorumlansalar, bin kere de izleseniz hep ayrı bir keyif verir, her defasında değişik bir şeyler yapılabilir. Ama Mary'nin hikayesi artık öyle gelmiyor.İster onu odağına alsın anlatılan hikaye ister muhteşem(!) kraliçe Elizabeth'in hikayesinde bir figür olarak gösterilsin, yine de artık bana yetti gibi geliyor.
Bilemiyorum belki de sıkıcı bir film izlediğim içindir daha az önce. 2018 tarihli Mary Queen of Scots filmini demin bitirdim izlemeyi ve giden zamanıma acıyorum (https://www.imdb.com/title/tt2328900/). Hiçbir şey hissettirmedi film, belki düşündürdü çoğu yerde ama onlar da çok ipe sapa gelir düşündürmeler değildi. Bu hikayeyi artık hepimiz ezberledik ama hadi bakalım bir de son dönemin popüler furyası objektifinde ele alalım tam bunluk bir malzeme demişler. İskoçya kraliçesi Mary ile İngiltere kraliçesi Elizabeth'in hikayesini bir erkek dünyasında ayakta kalmaya çalışan iki güçlü kadının hikayesi olarak gösterelim bu sefer de demişler. Tamam mantıklı, bir de bu açıdan yaklaşabiliriz bu hikayeye. Aslında John Guy adındaki bir tarih profesörünün kitabından yola çıkmışlar (http://www.johnguy.co.uk/biography-john-guy.php). Kadın merkezli yaklaşım o kitaptan mı bilmiyorum tabi, ama iki kraliçenin yüz yüze görüşmüş olması fikri oradanmış.
Mary, efenim İskoçların kraliçesi
Ben böyle direkt anlatmaya giriştim ama biliyorsunuz az buçuk neyden bahsettiğimi diye. Hani Mary kim, Elizabeth kim, 1500lerin ortasında Britanya adasında durum ne bu şeyleri bildiğinizi varsayarak konuşuyorum. Hani bir şekilde bir filme, diziye denk gelmişsinizdir yahu. Elimizi sallasak o döneme dair yaptıkları bir şeye çarpıyor zaten. Elizabeth 1558'den 1603'e kadar İngiltere kraliçesi. Şu 7 kocalı hürmüz gibi olan VIII.Henry'nin kızı (hani Tudors'taki). İngiltere'nin altın çağının sebebi. Osmanlı'da tahtta Kanuni varken yani başlıyor dönemi, II.Selim, III.Murat ve III.Mehmet'in hükümranlıkları boyunca kadın tahtta, azme bakın. Mary ise bu Elizabeth'in halasının torunu. Bu şekilde bir akrabalar ayrıca. Neyse Mary de doğduğu andan itibaren aslında İskoçya kraliçesi, çünkü ortada başka varis yok. 1542'den 1567'ye kadar bu ünvana sahip. Yani Osmanlı'da Kanuni ve II.Selim dönemleri. Sonra işte olaylar olaylar, 1587'de Elizabeth, Mary'nin kafasını vurdurtuyor vay bana komplo edenlerle iş birliğine giriştin diye. Bu da Britanya'nın en çok anlatılan hikayelerinden birine dönüşüveriyor. Çünkü o vakte kadar ayrı olan iki krallık bu Mary'nin çocuğuna kaldığı için birleşmiş oluyor.
Film bu hikayeye bir güç savaşından çok iki kadının ayrı ayrı ama birbirlerine göz atarak ayakta kalma çabası olarak yaklaşıyor. Birbirlerine düşman değiller de aslında etraflarında onları kapana kıstırmış erkek dünyasının içinde yollarını bulmaya, birer kadın monark olarak hem yönetmeye hem de yönetilmemeye çalışıyorlar diyor. Ruh olarak çok da farklı iki insan olmasalar da fiziki özelliklerinden ve yetiştikleri ortamlardan ötürü iki farklı şekil almış olduklarını görüyoruz.
45 yıl bu adamların arasında hüküm süren  Elizabeth
Görünüşleri, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada yollarını çizerken hem en büyük anahtarları hem de en büyük engelleri oluyor.
Yine de film pek bir şey başaramamış durumda. Hikaye sizi sürükleyecekmiş gibi duruyor ama sürüklenmiyorsunuz, merak etmiyorsunuz. Çoğu yerde hop hop hop şeklinde atlamalar var, fark ediliyor. Ben hikayeden çok Saoirse Ronan'ın tüm film boyunca kulağında duran ve illa da göstermeye çalışıp durdukları 21.yy. rock dinleyen ergen küpesine takılıp durdum. Bir de vay be Margot Robbie'yi nasıl da çirkinleştirebilmişler, demek ki işte görünüş nasıl değiştiriyor insanı diye onun suratına dalarken buldum kendimi.
Film tam 2 saat sürüyor. Hikayesi dediğim gibi. Görüntülerine takılıp duruyor aklınız. Müzikleri desem, öyle akılda kalıcı, olmuş diyebileceğimiz bir yanı yok. Oyunculuklar deseniz, böyle bir tarihi-dramada olması gereken gibi. Ama o kadar da dikkat çekmiyor. Kostümlerin, mekanların göz alıcı bir bir farklılığı da yok. Yani 2 saatlik bir boşluk bu film. Bir fikrin peşinde kaynakları seferber etmişler o kadar.

2 Eylül 2019 Pazartesi

“Autumn seemed to arrive suddenly that year. The morning of the first September was crisp and golden as an apple.”

Eylül gelmiş. Yaz bitiyor. Eskiden mevsimlerin doğuşunu, yavaş yavaş bitişini, ayın evrelerini, yağmurun yağışını, böyle şeyleri işte takip ederdim. Takip etmek doğru tabir mi oldu emin değilim, "farkında olurdum" olmalı bence doğrusu. Yaşadığımın farkında olurdum. Zamanın geçtiğinin. Bakardım, düşünürdüm. Üstüne bir şeyler okurdum. Gökyüzüne bakardım. Farkında olmaya çalışırdım.
Dün gece birden bire bakıp da eylülün birinin bile bittiğini görünce ne kadar zamandır farkında olmadığımı düşündüm. Ne kadar zamandır böyleyim acaba dedim. İpin ucunu kaçırmışım gibi. Nerede olduğumu bile bilmiyorum. Ne yapıyorum bilmiyorum. Yazmıyorum. Zaten sanırım kimse de yazmıyor. Buralar böyle görünüyor artık. Herkes instagrama gitti herhalde. Uzun uzun bir şeyler yazmak, düşünerek yazmak, okumak, birinin yazdığı cümleleri okumak hepimize zor geliyor gibi. Burası o kadar renkli de değil. Değil mi? Parıltılı değil, çabuk tepkimeye girmiyor. Her şeyin bir ömrü var gibi.
Ne diyordum? Her şey geçip duruyor ve ben koşturuyorum sanki. Artık mevsimleri göremiyorum, ayların değişmesini yakalayamıyorum. Rüya görmüyorum. Bomboş. Düşünmüyorum. Eskiden en çok yemek yerken hayal kurardım. Mutfak masasında hayallere dalardım. Birçok hikayeyi orada yaşardım. Şimdi bir şeyler yerken mutlaka bir şeyler izliyorum. Hatta bir şey izleyeceksem mutlaka yiyecek içecek bir şeyler almam gerekiyormuş gibi geliyor önüme. Yatarken de bir şeyler izliyorum. Öyle televizyonun karşısında uyuyakalmaktan bahsetmiyorum. Yatmaya karar veriyorum, uykum geliyor, öyleyse diş fırçalamak gibi, pijama giymek gibi, bir bölüm dizi açıyorum. Çünkü bir şey izlemeden yatarsam o yatağa, karanlıkta boş tavana bakarken kafamın bomboşluğunun içinde öylece kalakalmaktan korkuyorum. Evin sessiz olması, etraftan çıt çıkmaması çoğu insana korkutucu gelebilir, bana gelmiyor, ona alışalı çok oldu. Ama o sessizlikte kafamda da hiç ses olmaması korkutuyor beni. Boş. Bomboş. Hiçbir şey düşünmüyorum. Korkutucu olan bu.
Kendiliğinden oldu bu durum sanırım. Off anlatacak bir sürü şey var hem. Ama anlatmıyorum. Kafamın içinde sesler olmadığı için bir şeyler de anlatamıyorum herhalde. Tam iki hafta sonra son 7 aydır planladığım Barcelona-Paris-Amsterdam gezisine gideceğim. Bu iki hafta iş yerindeki odamda tek olacağım (yay!). Ekim'de nihayet lazer ameliyatı olabileceğim. Son 3 aydır öğle aralarında spora gidiyorum (spor dediğim şu a-b-c fitler var ya onlardan birinde hopla zıpla sporu). Yeni eve taşındığımdan beri eski evimden dolayı yapamadığımı söyleyip çemkirdiğim hiçbir şeyi yapmaya yeltenmedim mesela. Böyle böyle şeyler var. Aslında dünyanın zamanına sahipmişim gibi ama hiçbir şey yapmıyorum gibi. Keşke yapsam.
valla ben gördüğümden hiç böyle bir şey hatırlamıyorum ama yeniledilerse demek ki
ehem neyse, efenim bu Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Circus Maximus Tapınağı imiş.
Eylül ayı sembolizmde enerjiyi yeniden odaklamak anlamına geliyor. Romalılarımız eskiden eylülün 13'üne denk gelen zamanda Ludi Romani diye festival yaparlarmış. MÖ 366'da başlayan bu gelenekte ilk başlarda 12'si ile 16'sı arasında olurmuş festival. Atletizm oyunları, araba yarışları falan baya bir eğlenceli geçermiş. "Ludi" oyun demek oluyor. MÖ 204'ten itibarense 5'i ile 19'u arasına genişletmişler eğlenceyi. Festivalin ilk başta ortaya çıkışı ise çoook eski bir zaferin anısına kutlamalar yapmak amaçlı. Roma'nın ilk kurucuları olan 7 kral (9 muydu yoksa?) var. Bunlardan beşincisi olan Tarquinius Priscus'un Latinlere karşı kazanılan ilk zaferi, Apiolae zaferinin kutlaması olarak başlamış. Bu Tarquinius aynı zamanda Capitoline Tepesi ve Circus Maximus'u da kuran-belirleyen artık ne denirse o adam olduğu için festival alayı Capitoline Tepesi'ndeki Jupiter Optimus Maximus Tapınağı'nda başlıyormuş.
Yine aynı tarihlerde, Eylül'ün ortasında bir de böyle ziyafet günü gibi bir şeyleri var Romalı dostlarımızın. Şimdiki Şükran Günü tarzında, Minerva, Juno ve Jüpiter'e adaklar adayarak ziyafet çekiyorlar. Buna da Epulum Jovis deniyor. Tanrıların heykellerini de masaya koyuyorlar ve onlara yemekler sunuyorlar. Bir yandan da verdikleri her şey için bu tanrılara şükranlarını sunuyorlar. Ne kadar tanıdık geldi değil mi?
Bunun yanında yine aynı dostlarımız eylül ayının tanrısının, demircilik ve ateş tanrısı olan Vulcan olduğuna inandıklarından bu ay içinde yangınlar, volkanik patlamalar, depremler falan bekliyorlarmış. 
Anglo-Sakson kültüründe ise hasat mevsimi bu ay. Bundan da tam dizi ismi oluyor ha, Hasat Mevsimi, 9 eylül pazartesi başlıyor :) Britanya'da ise 29'u Michaelmas günü. Saint Michael the Archangel'ın günü (şimdi bunu size nasıl çevireyim, aziz maykıl mı diyeyim, melek maykıl mı diyeyim, acaba bizdeki mikail'e denk mi gelir bilemedim ki). Şeytanı cennetten kovarken bu aziz, şeytan böğürtlen çalılarına düşmüş. O yüzden de ayın 29'undan sonra böğürtlen yemek günah, lanetli, mazallah sonra.
Çin Ay Tanrıçası - Chang'e
Çin ve Vietnam'da kutlanan Zhong Qiu Jie var bir de bu ay. Onların ay takvimine göre hesaplanıyor, mid-autumn festivali oluyor. Bu sene mesela 13 eylül görünüyor. Ay takviminin 8.ayının 15.günü sonbahar hasadının bitişini simgeliyor. Ay festivali bir diğer adı. Dolunay en parlak günündeyken kutlanıyor çünkü. Çin mitolojisindeki ay tanrıçası Chang'e nin onuruna bu festival. Off aslında onun hikayesi de çok ilginç ama başları şişirmeyeyim şimdi. Geçen sene Huawei'den gelen ekip bu festivali için yapılan keklerden getirmişti, şahane bir şey, keşke her sene bu tarihte oralara gidebilsem.
Tüm bunlara bakarak aslında denebilir ki Eylül biraz da bir tür değerlendirme zamanı. Kış boyu uykusundan uyanıp hazırlandığı yazda insan neler başardı, neler yaptı, hangi noktaya geldi diye bakma zamanı. O kadar koşturduktan sonra durup da elimde ne var diye muhakeme etme zamanı. Kış karanlık örtüsünü bir kez daha örtmeden önce, tüm yaz boyu biriktirdiklerini biçme zamanı.
Haa bir de 22'si Hobbit Günü. Biliyoruz değil mi?
Aslında eylül ne güzel ay.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Roman Holiday (1953)

Avrupa turunda şehir şehir dolaşan Prenses Anne, artık üstündeki tüm kraliyet sorumluluklarından ve dakika dakika belirlenmiş programa dayalı yaşamından o kadar sıkılır ki bir gece gizlice kaçar. Gece iyi uyusun diye doktorunun verdiği ilaç da etkisini gösterince bir yol kenarında uyuklarken, Joe Bradley ile karşılaşmış olur. Sonraki gün bu ikisi (ve bir de Joe'nin arkadaşı Irving Radovich) beraberce muhteşem şehir Roma'nın altının üstüne getirir, maceradan maceraya yol alarak unutamayacakları bir gün geçirirler.
Aslında artık bize çok tanıdık bir hikaye gibi geliyor değil mi? Bu hikayenin yazılışının üstünden geçen neredeyse 70 yıl boyunca pek çok benzerini gördük tabi. Ama 1953'te bu film yapıldığında o kadar da alışıldık bir senaryo olmasa gerek. Yine de hemen işe yarayacağı belli, sevimli mi sevimli bir hikaye bu. Henüz yolun başında, hiç tanınmayan peri kızı misali bir Audrey Hepburn'ü dünyalar tatlısı bir prenses olarak izletiyor. Karizma timsali Gregory Peck'inse sanırım altın çağları (içimizdeki yara Atticus Finch olmasına daha 9 yıl var). 30larının sonunda, ışık saçıyor. Onları bir de alıp caaanım Roma'ya koyuyorlar. Tüm film boyunca tek tek her bir sokağını, bildik tanıdık noktalarını mı seyredeyim yoksa ikisine mi bakayım diye telaşa düşüyor insan.
Çok uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi Roman Holiday bu yüzden. Taa Roma'dayken görmem gerek diye düşünüyordum, belki böyle bir film temalı gezerim bir de diye. Ama siyah beyaz film, bir de 50lerin filmlerini pek sevemediğimi düşündüğümden içimden gelmiyordu bir türlü. Oysa çok yanlış yapmışım. Nasıl da yanılmışım, nasıl da gitti hoşuma. Hem beklediğimden çok daha eğlenceli, sürükleyici ve akıcı çıktı hikaye hem de siyah beyaz oluşu hiçbir türlü eksik gelmedi gözüme. Hakikaten de tüm film boyunca şahane bir şehir turu eşliğinde, kahkahalar atıyor, eğleniyorsunuz. Herşey o kadar sade ama bir o kadar da doğru ve kolay görünüyor ki o zamanı izlerken bir yandan. Cep telefonları yok, bilgisayar internet yok, kıvırcık kablolarını çekerek uzattıkları çevirmeli telefonlardan ulaşıyor arkadaşlar birbirine. Gazeteler var, kağıt üzerinde, herkes oradan alıyor haberleri. Fotoğrafları banyo etmek gerekiyor, zahmetli bir iş fotoğrafa kavuşmak. Ülke ülke gezen bir prensesi sokakta kimse tanımıyor mesela, kimse hemen fotoğrafını çekip, instagrama yükleyip, tweetleyip tt'ye sokmuyor bu haberi. İstediği gibi gezebiliyor Prenses Anne, güzel yılların teknolojisiz özgürlüğünün tadını çıkarabiliyor.
Çok öyle büyük bir dersi, anlattığı bir derdi falan yok aslında. Ama insanın içinde hoş bir tebessüm bırakıyor. Sonunda her şeyin sonuca varması için sanırım gördüğüm en naif, en gözleri dolu dolu tebessüm ettiren bitiş sahnelerinden biriydi diyebilirim.
Geçen gün içim Roma çektiği bir anda, bir tabak makarna pişirip hemen, dolaptaki ricotta e noci sosumu katıp, bir bakayım bakalım ne kadar merhem olacak yarama diye açtığım bir filmdi Roman Holiday. Oldu da, çok güzel oldu. Çok sevdim. Siz benim kadar geç kalmayın.

4 Ağustos 2019 Pazar

32 Bölümde Angel's Last Mission : Love

Lee Yeon Seo (yani esas kızımız - bundan sonra ondan LYS diye bahsedeceğim) alabildiğine küstah, kendini beğenmiş bir balerin. Eski bir balerin daha doğrusu, çünkü 3 yıl önce geçirdiği bir kaza sonucu kör olduğundan beri hem kendine hem de etrafındakilere eziyet eden bir baş ağrısına dönüşmüş durumda. LYS öte yandan anne ve babasının kurucusu olduğu Fantasia bale-tiyatro şirketinin varisi. (valla çevirmen arkadaşlar bale tiyatrosu diye çevirmişlerdi artık tam ne deniyor bilmiyorum, bir tane özel şirket düşünün. Bu şirket bale gösterilerinin sergilendiği bir binanın sahibi ve burada sergilenen bu bale gösterilerini de bu şirket yapıyor. Kendi bünyesinde balerinler, baletler, yönetmen, prodüktör falan filan çalıştırıyor. Öyle bir şey yani.). Ama tabi durumundan ötürü şirketi şimdilik halası, eniştesi ve onun büyük kızı yönetiyor. Ayrıca LYS gibi balerin olan bir de diğer kızları daha var bu hala ailesinin.
Melek Kim Dan ise (esas oğlanımız yani) ölen hayvanları huzurlu bir şekilde cennete havale etmekle görevli, sevimli mi sevimli bir meleğimiz. Yeryüzünde yerine getirmesi gereken son görevinden sonra cennete yükselecek artık vakti gelmiş. Ama kaderin oyunu devreye giriyor, Kim Dan görevi bitince cennete gitmesi gereken saati kaçırıyor. Çünkü bizim LYS ile karşılaşıyor, birtakım olaylar falan derken kalıyor mu Kim Dan yeryüzünde. Neyse ki ondan sorumlu başmelek abisi, bir son görev daha başarınca cennete gidebilme şansı olduğunu iletiyor Kim Dan'a. Son görevi en zoru. LYS'nin birine aşık olmasını sağlayacak. Bunu sağlarsa tamam. Bunun için Kim Dan'a geçici bir insan bedeni veriliyor ve LYS'nin yanında işe başlıyor.
Böyle başlıyor işte melekle dırdırcının hikayesi. Bu şekilde umut vaat eden bir hikayeden bekleyebileceğimiz gibi acayip eğlenceli ve komik de başlıyor aslında. Esas kızımızın sinir bozucu katılığı ve gıcıklığı karşısında ona boyun eğmeyen ama deli olan meleğimizin maceraları her sahnesinde kahkahalar attıran bir hikaye oluşturdu ilk başlarda. Esas kötülerimizin yan hikayeleri de iyi başladı, motivasyonlar iyiydi, yöntemler böyle eğlenceli görünen bir hikayeye göre yer yer anlamsızca büyük dursa da olaylar gelişiyordu. Aşk üçgenimiz için de ilginç, gizemli bir ikinci adam karakteri de girmişti olayın içine. Ama sonra, herhalde bir 6., 7. bölümlerden sonra hikaye yavaşladı. Senaryonun bizi oyalamaya giriştiği belli oluyordu, kahkahalarla bir tempoda koşarken birden oturup, kendi etrafımızda  yuvarlanmaya başladık. Bir de üstüne iyice drama bağladı, ilk bölümlerdeki tonunu tamamen değiştirdi ve bambaşka bir hikayeye dönüşmeye çabaladı. Sonunda da artık yeter bitsin bari dediğim noktada birçok şeyi havada (tam havada olmasa da böyle kursakta diyeyim) bırakarak cumborlop bitti. Herhalde 10-11.bölüm diyebileceğim bölümlerden sonra ben bir süre izlemeyi bıraktım. Normalde haftalık izliyordum ama baktım içimden gelmiyor öyle bir duruma girmiş dizi. Sonunda geçen hafta, dizi biteli baya olduktan sonra açtım da geri kalan bölümleri atlaya atlaya izledim de içimde kalmasın, bitireyim dedim.
Oysaki çok ama çok iyi başlamıştı. Melek rolündeki Kim Myung Soo'yu ilk defa gördüm ve izlemiş oldum ama hem çok iyiydi en başlarda, hem de ben bu adamı nasıl kaçırmışım diye bakakalmamı sağladı (harbiden çok iyiymiş ama - görüntü olarak yani). Balerin LYS'yi oynayan Shin Hye Sun ise izleme sebebimdi zaten. Bir önceki dizisi Thirty But Seventeen benim için çok özel dizilerden biriydi, o yüzden burada görünce o ne oynuyorsa bakmalıyım demiştim. Hakikaten burada da hem çok farklı hem de çok iyiyi oynayışı. Çok iyi demek pek yeterli olmadı aslında. O kadar incecik, o kadar zarif ama bir o kadar gıcık olmayı başarması takdire şayan. Ayrıca bir balerini böylesine su gibi canlandırması inanılmaz. Bir insan nasıl böyle durabilir, nasıl böyle görünebilir bilemiyorum (Shin Hye Sun'ı güzel bulmam, yüzü değil çünkü ama topyekün duruşu, bedeni, zerafeti etkileyici). Duyguları bu kadar iyi yansıtan ama saçmalamayan başka çok az koreli oyuncu var bence. Ayrıca tüm giysileri dizi boyunca başka bir oyuncu onun gibi taşıyamazdı. Hiç beğenmediğim giysilerdi bu arada. Ama karaktere uygun bir gardroptu.
Bu iki esas karakterimiz kendi başlarına ve bir aradayken çok iyiydi. Romantizm olana dek. Çünkü karakterlerinin çarpışması ve mücadeleleri şahaneyken romantik açıdan kimyaları sıfırdı. Tamam sıfır demeyeyim de yok gibi yani. Ama öbür türlü bir arada gayet iyiler.
Esas karakterlerimiz dışında kötülerimiz, yan karakterlerimiz de iyi çizilmişti aslında ama işte senaryoyu nasıl becerdilerse hikayenin ikinci yarısında olabilecek en kötü hale soktular ve dizi o süper başlangıcına rağmen koca bir hayalkırıklığına dönüştü. Romantizm olmadı, kötülerin hikayeleri saçma bir twiste sokuldu. Keşke 8 bölüm falan yapıp bitirselermiş.
(Bu arada 32 bölüm ama yarımşar saatten. Yani aslında 16 bölüm diye düşünün ve benim dediğim bölüm sayıları da 16lık olarak düşünerek dediğim sayılar. 22 Mayıstan 11 Temmuza kadar Güney Kore'nin KBS2 kanalında yayınlandı dizi. Haftada yarımşar saatlik dört bölüm yayınlanıyordu.)

30 Temmuz 2019 Salı

The Queen (2006)

Yeni eve taşındığımdan beri deli gibi tv izliyorum demiştim ya, hah işte neye denk gelirsem hepsini izlemeye çalışma çabam içinde baştan yakalayıp da tümünü izleyebildiğim tek film bu oldu şimdilik. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Stephen Frears'ın 2006 yapımı filmi "The Queen". Senaristi ve yönetmeni özellikle belirtiyorum ki filmin ne menem bir şey olduğu anlaşılabilsin. Senaristimizin izlediğim işleri The Crown, Bohemian Rhapsody, Rush, The Other Boleyn Girl. Hatta bu anlatacağım filmle aynı yıl The Last King of Scotland'ı da yazmış bir insan kendisi. Ki o filmi anlatmış mıydım ben size ya? (şimdi kontrol ettim anlatmamışım) James McAvoy'un tüm filmlerini izleyeceğim diye çabaladığım dönemde izlediğim ve hala aklıma geldiğinde tüylerimi ürpertecek kadar etkili bir filmdi o. Bohemian Rhapsody'yi hepimiz izledik sanırım :) The Crown ise...muazzam bir dizi açıkçası. Gerçi devamı nasıl olacak bilmiyorum ama.
"The Queen" tam da izlemeye bayıldığım tipte bir film. İngiliz, fazlasıyla İngiliz. Monarşisini anlatıyor, oh oh en bir sevdiğim. Öyle aksiyon, büyük büyük hareketler, dünyayı yerinden oynatan şeyler falan yok. Ufak ufak ama insana dong diye vuran "durumlar"ı ve dibine kadar oyunculukları izliyoruz. Tüm bir Britanya tarihine hakim olabileceğim kadar çok film ve dizi çekmelerine rağmen yine de bu konuda anlatacak şeyleri bitmiyor ya, bence sorun yok. "The Queen"de de bu sefer 1997 yılının yazında, o birkaç aylık süre zarfında Tony Blair'ın başbakan olmasından başlayarak Lady Diana'nın kazası ve ardından kraliyet ailesinin ne yaşadığı, nasıl tepki verdiği üzerine bir hikaye izliyoruz. Filmin isminden de ipucu alabileceğimiz gibi daha çok kraliçemizin etrafında dönüyor, onun tepkilerini izliyoruz. Helen Mirren'ın bu roldeki performansıyla Oscar aldığı bir film bu. Tüm film boyunca hakikaten de ona kitlenmiş halde buluyorsunuz kendinizi. Gerçi zaman zaman insana tuhaf gelmiyor mu diye düşündürüyor, yaşayan birinin yaşadığı kötü bir zamana dair bir hikayeyi tüm dünyanın önüne seriyorlar ve bu insanlar da kendilerine tüm dünyanın önünde böyle şeyler denmesini izleyebiliyor. Hakikaten de tuhaf aslında.
Dahası ben o günleri de hatırladığımı fark ettim filmi izlerken. 97'nin ağustosunda lojmandaki evimizin salonunda haberlerde bir gece vakti Diana'nın kaza geçirdiği haberini duyduğumu hatırlıyorum. O zamanlar lojmanın uydu yayını vardı, böyle tv izleyebildiğimiz bir dolu platformun, internetin falan olmadığı zamanlardı ve yurtdışından kanalları izleyebiliyor olmak acayip bir lükstü benim için. Gençlik dergilerinin altın çağları başlıyordu, gazetelerin bile ufak gençlik dergileri bastığı yıllardı. Magazin manyaktı, her şeyi yeni keşfediyorduk. Ve Diana bu ortamın en konuşulan konularından biriydi. Alışık olmadığımız bir şey olmuştu o akşam haliyle. Çok tanıdığımız insanların tvden ölüm haberlerini almaya alışık değildik. Oysa iki sene sonra Barış Manço'nunkini de, ondan bir sene sonra da Kemal Sunal'ınkini de yine aynı evde, aynı salondaki tvnin başında alacaktım.
Yine bitmek tükenmeyen hatıralarıma daldım. O kısmı geçiyoruz. Filme geliyoruz. Film oldukça düzgün, kaliteli bir seyirlik. Baştan sona kaptırıp izleniyor. İnce ince detaylarda güzelliklere sahne olmayı da ihmal etmiyor. Tüm bu anlattığı olaylara yaklaşımı ise ne şiş yansın ne kebap. Bu böyle yaptı evet kötü görünüyor ama sor bir niye yaptı diyerek bakıyor her karakterine. Yani hemen hemen her karakterine. Prens Charles'ı resmen karikatürize etmeyi seçmişler ama herhalde oralarda böyle şeyler için kimse kimseye dava açacak kadar egoist değil (Bir de onu oynayan Alex Jennings'i herhalde tüm kraliyet temalı şeylerde izlemişimdir. Bir prens, kral, dük birşey rolü yazıldığında direkt akıllara o geliyor herhalde. Adam bir ailedeki tüm erkek akrabaları tek tek oynadı yahu. Çok kraliyet ailesi tipi varsa demek ki). Ya da Prens Philip'in hep aynı şeyleri ve davranışları tekrarlaması bu konulara - kraliyet ailesine dair hikayelere - yeteri kadar hakim olmayanlar için oldukça saçma ve anlamsız gelebilir. Ama yine de bir açıklama getirmeye çabalamamış film onun karakteri için de. Tony Blair olarak Michael Sheen ise temiz bir oyun çıkarmış görünüyor, ne eksik ne fazla.
"The Crown" işten geldiğiniz bir akşam ya da boş bir haftasonu öğleden sonrası şöyle kanepeye yerleşip de baştan sona keyifle izleyebileceğiniz, iyi bir film.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...