21 Nisan 2019 Pazar

Ufak Bir Giresun Gezisi

Geçen hafta yıllık iznimden beş günü alıp, köye annemlerin yanına gittim. Bir süredir gitmeyi düşünüyordum, sonunda önceki hafta iş yerindeki arızalarla (mecaz değil, hakikaten teknik arızalarla:) ) uğraşıp, yorgun düştükten sonra dedim ben bir kaçayım. Annem de hava günlük güneşlik deyince, atladım gittim. Ama tabi ben gidince geleneğini hiç bozmadı Karadeniz, yağmur-fırtına-rüzgar bir hafta boyunca durmadı.
Havanın nispeten fırtınalar estirmedi bir gün şehre inmişken, dedik bir Giresun'a gidelim madem. Öyle plansız bir geziydi, çok da vaktimiz yoktu. Kent merkezine girmek üzereyken telefondan hemen google'ın seyahat önerilerine şöyle bir bakacak vaktim oldu, elimizdeki zamana göre de ancak iki yere bakabileceğimize karar verdik: Kale ve müze.
Giresun Kalesi şehrin merkezinde, kolaylıkla bulunabiliyor. Kaleye çıkan yol boyunca tabelalar var. Ama o kaleye çıkan yol ne dik o yol be. Böyle taş döşeli, dimdik yokuştan arabalar zar zor çıkıyor. Döne döne artık gökyüzüne çıktım dediğiniz noktada kalenin dış surlarına ulaşıyorsunuz. Orada hemen büfe-hediyelik eşya dükkanının yer aldığı kısımda arabadan inip, dolaşmaya başlayabilirsiniz. Ben o noktada dikildiğimde hakikaten şaşırdığım bir manzarayla karşılaştım. Önümde kocaman ama yarı yıkılmış sur duvarları ve gerisinde yüksek kule yer alırken alabildiğine yeşillik ve çiçeklerin arasında piknik masalarında oturan, atıştıran insanların olduğu manzara hiç beklemediğim bir şeydi. Burası şehrin gayet güzel bir noktasıymış meğer ve gün içinde insanların gelip oturabildiği, vakit geçirebildiği sevimli bir yere dönüşmüş resmen şehrin kalesi (Ankara'dan nefret ediyorum nefret ediyorum çok büyük nefret ediyorum). Zaten hemen sağ tarafta ilerideki merdivenlere yönelip çıkmaya başladığınızda da enfes bir deniz manzarası belirmeye başlıyor ki aman yarabbi nerenin fotoğrafını çeksem nasıl çeksem diye elim ayağıma dolaştı. Merdivenleri tırmanıp, surların içine girince iç kale kısmında da yine çiçekler ağaçlar karşılıyor insanı. Bu kısımda denize doğru uzanan seyir terası gibi bir bölüm var, oraya geçip herkes fotoğraf çektirebiliyor.

Kale burada da hemen her şehirde olduğu gibi kentin etrafında geliştiği, büyüdüğü yer. Tam olarak yapım zamanı ve kimler tarafından yapıldığı belirlenememiş. Bilinen en erken kayıt, M.Ö.190-169 yılları arasını tarih olarak verebildiğimiz Pontus Kralı I.Pharnakes'in zamanında kalenin olduğu bölgeye onun hakim olduğu yönünde. Bu durumda da en azından o tarihlerde kalenin var olduğunu söyleyebiliyoruz. Türkler gelene kadar Miletli koloniciler ve Cenevizli denizciler kalenin sakinleri arasında yer almış. Roma döneminde surlar onarım görmüş, bugünse bir kısmı yıkılmış durumda. 1461'de Fatih Sultan Mehmet Trabzon'u fethedip dönerken bu kale ve şehri de hiç öyle savaş mücadele falan etmeden Osmanlı topraklarına katmış.
kaynak: Türkiye Kültür Portalı
Büfenin olduğu kısımda durduğunuzda sağ tarafınızda ise yüksekçe bir tepecik üstünde bir anıt mezar yer alıyor. Burada Balkan Savaşları'nda ve Kurtuluş Savaşı'nda görev almış Osman Ağa'nın mezarı var. Ufak bir anıt, tepenin en üstünde, dik merdivenlerle ulaşılıyor. Mezar taşındaki özgeçmiş yazısı gayet açıklayıcı ve bilgilendirici. Mezarın yanından aşağıya baktığınızda alabildiğine Giresun gözlerinizin önünde.
İşte müze binası - ön cephe ve arka cephe
Kaleden inince yine merkezden çok uzaklaşmadan müzeye ulaşılabiliyor. Yalnız burası çok hoşuma gitti, gerçi kale de aynı şekilde çok mutlu etmişti ama müzenin binası inanılmaz güzel göründü gözüme o gün. Kentin en eski yerleşim yeri Gogora Mahallesi'ymiş, şimdiki adıyla Zeytinlik. İşte bu mahallenin kilisesiymiş burası. 19.yy.da yapılmış, üç nefli bazilikal planlı. 1924'e kadar aynı böyle kilise olarak hizmet vermiş, o sene mübadele olmuş. 1924-1948 arası boş kalmış, 1948-1967 arasında ise cezaevi olarak kullanılmış ki nasıl olur?! Böylesi güzel bir yapı, dahası içerisi öyle büyük geniş falan da değil, yani mimari olarak da bence uygun değil ama tabi ben ne anlarım. 1988'den beri de şimdiki müze olarak ortaya çıkmış.
Girişte herhangi bir ücret ödenmiyor, görevliye broşür sordum ama yoktu. Sadece genel bir Giresun kitapçığı vardı, onu verdi. Yani müzeyi biraz bodoslama gezdim anlayacağınız. Binadan gözlerimi alamadım ama bahçesi de hoş, sevimli. Sol taraftaki duvarlar boyunca Osmanlı ve Roma dönemlerine ait mezar taşları sıralanmış. Müzenin kapısından girdiğinizde ise ikiye ayrılan bir tabela karşılıyor: Sol tarafa Arkeoloji, sağ tarafa Etnografi demişler. Eserler bu şekilde yerleştirilmiş. Daha çok bağışlanan parçalar var vitrinlerde. Arkeoloji kısmında eserler M.Ö.3000'den Roma dönemine kadar uzanıyor. Etnografi kısmında ise saatlerden tutun da siniler, sofralar, soba, kıyafetler gibi eserler var. Yani Eski Tunç, Hitit, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserleri görebiliyoruz. Sergileme güzel ama ışık biraz yetersiz gibiydi. Bir de tabi çok açıklayıcı bilgiler yok, al işte bu çömlek şu tarihten diye yazıp geçmişler.




Eserleri dolaşa dolaşa arka kapıya geliyorsunuz, buradan arka bahçeye çıkınca bu sefer de mahzene inebiliyorsunuz ayrı bir girişten. Mahzen iki odalı, fazla büyük bir şey canlanmasın gözünüzde. Burada da amforaları dizmişler duvarlar boyunca ama hiçbir şey yazmıyor. Kim niye neden nasıl belli değil.
İşte mahzen
Dediğim gibi benim vaktim azdı, bu yüzden şimdilik böyle şipşak bir gezi oldu ama Giresun'a yolunuz düşerse bir dolu görülecek yer var. Çevre ilçelerindeki sarp kaleleri kastetmiyorum, hemen şehrin merkezinde, kaleden inerken arabanın camına yapışıp aa burası da neymiş vaaay şurası da acayip güzel görünüyor diye diye hayıflanıp durduğum pek çok yer vardı. Hatta bir de meşhur adası var ama biz hiç yeltenemedik bile. Sanırım şu linkte kolayca bulabilirsiniz bu yerleri.
Ben müzede çalışmak istiyorum ya. Müzelerde. Böyle yerlerde. Böyle şeylerle uğraşmak istiyorum. Tüm gün bunları görmek istiyorum. Üniversitede bunları araştırmak istiyorum. Bunları yazmak istiyorum. Bunları arasında nefes aldığımı hissediyorum. Çok mutsuz oldum şu an yine. Aşırı mutsuzum şu an. Yarın o işyerine gidip, tüm gün oturup switchlere routerlara bakmak istemiyorum ben ya. Nefret ediyorum. Tiksiniyorum. Boğuluyorum. Neden kurtulamıyorum?

13 Nisan 2019 Cumartesi

Mary Shelley'nin "Mathilda"sı

Bir süredir Mary Shelley'ye takmışım gibi oldu böyle de ama vallahi değil. Önce Frankenstein'ı şöyle doğru düzgün bir okuyayım dememle kitabın yayınlanışının 200.yılı denk geldi. Belirli bir yaşta, artık belirli fikirler edinmiş bir kafayla da Frankenstein inanılmaz bir şeye dönüşüyor. Böyle bir hikayeyi yazan kalemin ardındaki insanla da yüzyılların arasından bir bağ kuruyorsunuz haliyle. Ardından Mary'yle ilgili bir filmin yapıldığı haberi geldi. Filmi izleyince daha da gaza geldim tabii. En nihayetin de kendimi kitap fuarından "Mathilda"yı alırken buldum.
Mathilda'yı 1819'da yazmış Mary Shelley. 3 sene içinde dünyaya getirdiği 3 çocuğunu da kaybettikten sonra 4.çocuğunu da doğurduğu kasım ayında yazmayı bitirmiş. Ama iki yıl sonra hikayenin yazılı olduğu kağıtlar Percy Bysshe Shelley'nin evraklarıyla birlikte onun ailesinin evine gidivermiş. Sonrasında yarısı orada yarısı burada, o akrabadan bu varise geçe geçe keşfedilip yayınlanması 1959'u bulmuş.
Mathilda'nın hikayesi sadece yazıldığı döneme değil sanırım her döneme göre oldukça ilginç kaçabilecek bir konuyu barındırıyor. Kahramanımız Mathilda ölmeye yakın olduğunu hissettiğinden oturuyor, kısacık hayatının hikayesini anlatmaya. Babası, annesiyle komşu evlerde büyümüş, birbirlerine çok da aşık bu iki genç evlenmiş ve çok mutlu olmuşlar. Ta ki Mathilda'yı dünyaya getiren annesi doğum sonrası hemen ölüp, Mathilda'nın babasını büyük bir elemin sardığı bir delilik kuyusuna atana kadar. Yeni doğmuş kızına tüm suçu yükleyen baba, Mathilda'yı halasına bırakıp, öyle avare dünyayı dolaşmaya başlıyor. 16 yıl geçip de içindeki öfke, keder söner gibi olup, kızına geri döndüğünde de bu sefer bakıyor ki kendi kızına aşık olmuş. İyice deliriyor tabii. Baba kendini intihara sürüklerken Mathilda da kendi kendine çıldırmalara giriyor. Ücra bir köşede inzivaya çekiliyor. Orada öyle mahzun mahzun takılırken kendisi gibi inzivaya çekilmiş bir şairle karşılaşıyor ve işte ikisi de genç, güzel-yakışıklı, sohbet muhabbet...derken sonunda yine kader araya giriyor.
Hikayesi hemen hemen böyle Mathilda'nın, hatta sanırım biraz fazla detaylı anlatmış olabilirim. Çünkü ipincecik bir kitap bu ve tek bir cümleyle Mathilda'nın babası ona aşık olluyoooo demek istemedim. Ama asıl söylemek istediklerim çok başka. Ben gerçekten uyuz oldum bu kitaba. Uzun zamandır beni böyle deli eden bir karakter okumamıştım. Hikaye her şeyiyle, karakteriyle olaylarıyla -ki yok - çok uyuz edici. Bakın Mary'nin kalemine hayran kaldım yine bir yandan, her okuduğum cümlede ulan bunu nasıl yazabilirsin nasıl bir yazmadır bu dedim. Esasında bu noktada size o cümlelerden örnekler gösterecektim ama kitabın iç kapağında şöyle bir şey yazıyor: "Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.". O yüzden kanunlara uyuyorum. Neyse, ne diyordum, okuduğum şey bir yandan da öylesine sinir bozucuydu ki. Yani Mathilda kendini oradan oraya atıyor habire, ayılmalar bayılmalar, vay efendim ben ne acılar yaşadımlar, nasıl bir şımarıklık. Ortada hiçbir şey yok. Adamın sana hiçbir etkisi yoktu, kaçtı gitti hayatından çekildi. Ne olmuş aşık olmuşsa. Tüm miras, her şey sana kalıyor zaten, başında engel olacak hiçbir yetişkin de kalmamış, git gez toz eğlen keyfini çıkar. Hayatta hiçbir derdin yokken kendine dert ediniyorsun. Vay efendim neymiş Londra basmış bunu! De git gerizekalı şımarık salak şey. Tüm kitap boyunca yakındı, sızladı, dram yaratmaya çalıştı. Sonra da yeni tanıştığı şaire tripler attı, salak salak oynamaya çalıştı, ergen ergen davrandı. Yeminle içim şişti kitap boyunca.
Kitabın tek iyi yanı, sonunda Hayaller Alemi diye bir ikinci küçük hikayecik gibi bir bölümü olması. Bu yarım kalmış bir hikaye ama Mathilda ile birlikte yer alıyor ve yazılmamış bölümlerine göre bir şekilde Mathilda'nın hikayesine de bağlanabiliyormuş. Yaratım ve düşünce olarak bu hikayecik çok daha iyi ve okunmaya değerdi bence.
Bir de İthaki bunu Karanlık Kitaplık içerisinde basmış. Bunun neresi karanlık - Britanya'nın kasvetli havası dışında - ben bilemedim. Korkutucu desem değil, gerilim desem hiç değil. İç bayıltıcı, bunaltıcı bu resmen. (Artık nasıl uyuz olduğum yeteri kadar anlatabildim mi bilemiyorum:p)

Ben dediğim gibi kitabı fuardan almıştım. İthaki'nin Nagihan Çakır çevirisiyle aralık 2018 tarihli ilk baskısı olan kitap 128 sayfa. Arka kapak fiyatı 16 tl ama fuarda indirimli oluyor ya daha ucuza almış olmalıyım. Ama tabi o indirimler de öyle gerçek indirim değildi fuarda. Taş çatlasın 2-3 lira düşüyordu. İnternette fiyatlar çok daha iyi haliyle. D&R'ın web sitesinde 9,63 tl mesela fiyat.

9 Nisan 2019 Salı

Goldwin Smith'ten "Jane Austen'ın Hayatı"

Jane ile aramdaki münasebeti, Jane'in ve yazdıklarının benim için ne ifade ettiğini anlatmayacağım şimdi bu yazıda. Çünkü sanırım, yok eminim, daha önce çeşitli yazılarda bin kere yaptım bunu. Dahası yukarıda kocaman bir başlık var: Hocamız Jane Austen. Orada Jane ile ilgili yazdığım her şey var. Oturup, uzun uzun 6 kitabın çeşitli uyarlamalarını incelediğim bir seri bile yapmıştım. O yüzden bugün şimdi direkt konuya gireceğim.
Goldwin Smith,
adeta zaman yolculuğuna düşmüşüz gibi
Konumuz Jane'in biyografisi (Goodreads'te kitap-->şuradan). Biyografisini yazma girişimine soyunmuş bir kitap. 1887 gibi bir tarihte yazılmış hem de. Goldwin Smith amcamız o zamanlar gayet saygın bir Britanyalı tarihçi/gazeteciymiş. Üniversitelerde dersler falan veriyormuş. Adamın adını taşıyan derslik var ya Cornell'de! (Goldwin Smith kimdir-->burada) Ama Jane'e de eserlerine de belli bir ilgi duyduğunu düşünemedim ben okurken yazdığı biyografiyi. Daha çok, bu eline verilmiş bir görevmiş gibi yapmış. Zaten kitap da bir ilginç olmuş bu yüzden. Önce ilk bölümde bir doğdu etti, kardeşleri anası babası diye anlatmaya çalışmış. Ama belki bundan 200 yıl önce bizim şimdi bildiklerimizi bile bilemiyor olabildiklerinden midir nedir, ne öyle detaylı ne de pek bir şey vaadediyor bu ilk bölüm. Aslında biyografinin özünü oluşturması gereken bu bölümden hiçbir şey elde edemiyoruz. Sonrasında başlıyor bölüm bölüm Jane'in kitaplarını anlatmaya. Bakın buradaki "anlatmaya" kelimesini tamamen gerçek anlamında kullandım dikkatinizi çekerim. Çünkü hakikaten de anlatıyor. Satır satır kitapta ne olmuş yazıyor. Hatta yetinmiyor, kitaplardan sayfalarca metni olduğu gibi biyografi olması gereken bu kitaba koyuyor. Koymuş yani vakt-i zamanında. Başlamış mesela Emma'yı anlatacak ya tek tek Miss Taylor buraya gitti, Miss Bates şunu dedi diye yazıyor. Yani Jane'in kitaplarını hiç okumamış, hiç haberi olmayan bir tembel ilkokul öğrencisi için özet çıkarır gibi yazmış. Böyle olan ilk bölümün sonlarına doğru ben hala umutluydum, okuyorum bir yandan ama bir yandan da diyorum ki içimden herhalde böyle kitapta olanları yazdıktan sonra en sonda kitapla ilgili yorumlar yapacak, Jane'in yazımıyla ilgili bir şeyler söyleyecek, bu kitabın Jane'in hayatıyla ilgisini bağlantısını kuracak falan. Ah ne kadar da iyimserim. Yoktu. Kitapları böyle satır satır yazdığı sayfaların sonunda hiçbir yorum yoktu. Ek bir bilgi yoktu. Hiçbir şey. Darcy bunu dedi, Wenthworth şöyle yaptı. Bitti. Biyografi anlayışları 19.yy.da aşırı derecede farklı olsa gerek.
Bir de aralara bol bol o zamanın bilindik edebiyatçılarını sıkıştırmış. Bir dolu bilmediğimiz isim, duymadığımız eserleri ve Jane'in yazdıklarıyla hayatıyla şimdi bunun ne alakası var da bu amca lafın burasında bundan bahsetmiş dediğimiz bir dolu alıntısı var. 
Sonuç olarak tamamen para ve vakit kaybı bu kitap. Biyografi desem değil, kitapları anlatan bir derleme desem, yorumlamıyor ki kitapları aynen yazıyor. O da değil. Hayır anlamıyorum son dönemde, 21.yy.da falan yazılmış bir biyografisi yok mudur Jane'in şöyle adamakıllı? Neden gidip böyle bir şeyi çevirmeyi uygun gördünüz? Bizi böyle önce sevinçle ve umutla havalara uçurmaya, ardından da büyük düş kırıklığıyla yere çakmaya ne hakkınız var? (Sinirli okumuyoruz bu cümleyi, böyle ince hıçkırıklarla, kafamız yana eğik, "i am half agony, half hope" der gibi okuyoruz.)


Ben kitapla Remzi Kitabevi'nde karşılaştım. Maya Yayınları'nın Cansel Yavuzoğlu çevirisiyle şubat 2019 tarihli ilk baskısı. 183 sayfa, arka kapağında yayıncısından basılı fiyatı 24 tl görünüyor ama üstüne bir daha etiket yapıştırılmıştı 22,22 tl diye.


  • Haa bir de ne diyeceğim, kitapta şöyle bir kısım var: "Diğer ağabeyi ile erkek kardeşi denizciydi, I.Dünya Savaşı'nda ülkelerine hizmet etmişlerdi." Bu cümleyi okudum. Sonra kafamı kaldırıp, etrafıma bakındım. Sonra kitabı önüne arkasına baktım. Kafamı salladım, hala yerinde mi diye. Fibonacci dizisini saymaya çalıştım içimden. Ama işin içinden çıkamadım. Katil pek saygıdeğer Goldwin Smith amca mıydı, günahını almak istemediğim çevirmen miydi, yoksa baskıda pek hınzır biri şaka mı yapmak istemişti?

4 Nisan 2019 Perşembe

16 bölümlük "Touch Your Heart"

Hani bir dizi izlersiniz de orada bir çift olur, birkaç çift olur çoğu zaman da işte bunların arasında bir tanesi özellikle, kaderin işi ya müthiş bir kimya yakalar. Böyle herşey daha bir gerçek gelir izlerken, daha bir hissedersiniz, böyle taa içinizde. Ama senarist yapacağını yapar, dizi biter, onların hikayesi bitebilemez.
İşte böyle çiftlerden biri, Goblin dizisinin Sunny'si ile Grim Reaper'i idi (Yani kadın oyuncumuz Yoo In Na ile erkek oyuncumuz Lee Dong Wook oluyor kendileri). İzleyen herkesin, istisnasız herkesin bayıldığı ve dahası hikayelerinin bitmediğini düşündüğü bir çiftti onlar. Hakikaten öyleydi. Ayrı ayrı iki karaktere de yazılan replikler, her bir oyuncunun tek başına ve karşılıklı döktürmesine sebep olmuştu. Çok ama çok iyi yazılmış ve oynanmış karakterlerdi onlar. Üstüne bir de oynayan oyuncular bu karakterlere çok iyi oturunca ve kimyaları tutunca müthiş bir şey ortaya çıkmıştı.
Ama gelin görün ki o kimya büyük oranda karakterlerin kimyasıymış. İki oyuncunun yeni bir romantik komedide nihayet kavuşan bir çifti canlandıracak olması şahane haberdi ancak izleyip, bitirdikten sonra aynen böyle düşündüm. Bu dizideki karakterleri de iyiydi evet, çifti de izlemesi keyifliydi. Ama Goblin'de hissettirdikleri hiçbir şey yok ortada. Sanki ikisi de o kadar eğlencesine, o kadar sevimliliğine orada olduklarını düşünüyorlardı ki yana yakıla aradığımız, hikayelerini güzel bir nihayete erdirmek için tutuştuğumuz çiftten eser yoktu ortada.
Ama dizi aşırı sevimliydi ona diyecek laf yok. Bir zengin aile-şirket veliahtı adamla yaşadığı bir skandaldan sonra kariyeri sona erme seviyesine gelen oyuncu Oh Yoon Seo (yani bizim Yoo In Na'mız), ekranlara dönebilmek için uğraşmakta. Bu sırada bir senaryo görüyor ve bitiyor, ben bunun başrolünde olmalıyım diye senaristine yalvarıyor. Senarist de diyor ki senin oyunculuğun zaten felaket, o yüzden eğer bu rolü istiyorsan 3 ay bir avukatlık bürosunda çalışacak, azıcık tüyo kapacaksın. Böylece Always avukatlık bürosunda işe başlıyor Oh Yoon Seo ve biz de müthiş keyifli, sevimli bir ekibi izlemeye başlıyoruz. Güney Kore'nin tvN kanalında 6 şubattan 28 marta kadar 16 bölüm olarak yayınlandı dizi (Her bölüm 1'er saat.). Ben de haftalık olarak, yayınlandığı sürede izledim.
Avukatlık bürosundaki karakterler izlemesi en mutluluk verici tarafıydı dizinin bence. Keşke çok daha uzun süre çalışsaydı orada ya da hikaye daha farklı gelişseydi ve sırf orayı, onları izleseydik dedim. Adliyedeki savcılar falan izlemek en başta pek sıkıcıydı, özellikle erkek başrolümüz Kwon Jun Rok karakterinin arkadaşı olan erkek ve kadın savcıyı izlerken sinirim bozuluyordu. Ama onlar bile dizi ilerledikçe sevimlileşti, alıştım, gülmeye bile başladım.
Başroldeki çiftimiz oyuncu ile avukat ise en başta çok eğlenceli başladılar. Özellikle Yoo In Na, şahaneydi karakteri oynarken. Senaristin de büyük payı var bence, dengeyi süper tutturmuştu karakterin özellikleri için. Ama avukat rolünde Kwon Jung Rok hemen hemen hiçbir şey yapmadı dizi boyunca. Herhalde en az yorulacak oynadığı karakterdir.
Haa bir de avukatlık bürosunun başkanı ile oyunculuk ajansının sahibi adam arasındaki sahneler özellikle mutluluk sebebiydi. Büro başkanı tek başına bile ortalığı yıkıp geçiriyordu gerçi.
Sonuçta büyük bir umutla başlayıp, en başta ama bu çok sıkıcı gibi görünüyor dediğim, ardından beklemediğim şekilde kahkahalar attığım eğlendiğim, sonunda ise beklediğim şeylerin hiçbirisi olarak çıkmayan, hafif mi hafif, sevimli mi sevimli bir dizi oldu Touch Your Heart. Always avukatlık bürosunu ve ekibini alıp, başka bir dizi yapın lütfen, olur mu?

31 Mart 2019 Pazar

Yuval Noah Harari'den "Sapiens"

Bu kitabı okumayan bir ben kalmış olabilirdim elime aldığımda bu senenin başında. 2012'de yurtdışında, 2015'te de burada yayınlanan kitabı instagramına koymayan kalmamış gibime geliyor. Ben de aşırı merak etmiştim tabi, zaten direkt bana hitap ediyordu ("Sapiens", "insan türünün kısa bir tarihi", TARİH). Ama tam da ilk işimden istifa ettiğim yıl çevrilmişti Türkçe'ye, nette pdflerini buldum tabi ama inat ettim, yeniden param olacaktı ve bu kitabı satın alarak, elimde tutarak, üzerine notlar alarak satırlarını çizerek okuyacaktım. Çünkü emindim, öyle bir kitaptı bu. (Goodreads'te Sapiens-->şurada)
Bir yandan çok doğru tahmin etmiştim, bol bol çiziktirecek yerleri vardı kitabın ama öte yandan aşırı derecede başka bir şey çıktı bu kitap. Bir tarih kitabı değil bence. Yani direkt hedefi o değil. Harari'nin amacı insan ne, psikoloji ne, sosyoloji ne, ekonomi ne, geleceğimizle ilgili ne yapabiliriz, şu an ne haldeyiz, vay arkadaş halimiz nice olacak gibi sorulara cevap vermekmiş bence. Cevap vermek de değil, bunlar hakkında konuşmak istemiş, içinde çok birikmiş, o da valla ben tarih eğitimi aldım, tarihin içinde cebelleştim durdum ama aslında böyle salon salon gezip insanlara ne olacak bu ekonominin hali, aç mı kalacağız diye konuşmak istiyorum demiş. Bu sebepten de önce oturmuş, bir kitap yazayım da hiç değilse lafı oradan açarım hem insanlar da beni tanır diye düşünmüş. (Yuval Noah Harari'nin web sitesi-->burada)
uyuz şey
İlk başlarda hakikaten insanın tarihinden giriyor olaya. Hani yeryüzünde ne vakit canlılar gözlerini açmaya başladı, sonunda bu halimize evrilecek olan canlılar nasıl ortaya çıktı falan oradan başlıyor lafa ama daha ilk sayfalarda Harari'nin nasıl bir tarza sahip olduğunu anlıyorsunuz. Ayrıca aslında bahsetmek istediği şeylerin başka olduğunu da anlıyorsunuz. Hele bu kadar çok insanın bu kitaptan bu kadar fazla şey paylaşmış olmasının nedenini daha iyi anlıyorsunuz. Hepimizin bir şekilde düşündüğü, aklımıza gelen bir çok şeyi bu konsept içinde rahatlıkla sunuyor. Sunabiliyor çünkü sonuçta o ciddiye alınan biri ve "akademik" ya, kimse dalga geçemez. Oysa diyor ki basitçe, dedikodu yapabildiğimiz için "insan" olduk. Hikayeler uydurup, birbirimize anlatabildiğimiz için tüm doğayı, tüm canlıları ele geçiren biz olduk.
Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens hiç görmediği, dokunmadığı veya koklamadığı varlıklar hakkında konuşabiliyor.

Kurgular hakkında konuşabilme becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır.

Tarım devrimini veya tarih kitaplarında bazen yazdığı haliyle Neolitik devrimi ilk öğrendiğimizde aklımıza geliveren sorulara dair de mantıklı açıklamalar getiriyor mesela. Ulan hastalıklar, salgınlar, savaşlar, her türlü kölelik bu toprağı ekip biçmeye, sabit bir yerlere yerleşmeye başlamamızdan sonra ortaya çıktıysa ne demeye zahmet edip de taşlarla sopalarla hayvanları avlamaktan vazgeçtik? diye sorduğumuz noktada Harari diyor ki;
İnsanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? Tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. İnsanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. Ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse - örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi - insanlar, "Evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! Verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. Çocuklarımız aç yatmayacak," diye düşünüyorlardı. Aslında mantıklıydı. Daha çok çalışırsanız daha iyi bir yaşamınız olur. Onların planı da buydu.
Ama tüm bu doğru gibi görünen yanlış kararlarımızda hep ısrar ediyor oluşumuza da sonra bir açıklama getiriyor. Getirdiği açıklamayı biz de biliyoruz, farkındayız ama farkında oluşumuz kendimize engel olabilmemizi sağlamıyor. Dahası bunun onbinlerce yıldır aynı olduğunu vuruyor yüzümüze Harari;
Daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. Bugün aynı durum bizim için de geçerli.Kim bilir ka üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? Öte yandan, bu yaşa gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşına gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurtdışında tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor. Ne yapabilirler? Geri dönüp kök bitkilerini mi eşelesinler? Elbette öyle yapmayıp daha da büyük bir çabayla köle gibi çalışıyorlar.
Tamam böyle böyle satırlarla kitap kendini büyük bir hızla okuttu ilk başta. Vaay, evet doğru, işte ben de tam bunu diyordum vay arkadaş! diyerek son hızla ilerledim kitabın içinde. Ama bir noktada baymaya başladı yazdıkları. Lafı kendi istediği gibi dolandırıp duruyordu, sadece kendi istediklerinden bahsediyordu. İyiydi hoştu bilmediğim - ekonomik gibi - konularda bir şeyler söylemesi ve bunlar hakkında fikirler edinmem ama ben bir tarih kitabı okumak istiyordum, ne olmuş onu öğrenmek istiyordum ki olanlara göre kendi fikirlerimi oluşturayım, üstüne düşüneyim. Bu yüzden ortalardan sonra sıkıldım, kendimi devam etmek için zorladım. Kitap eziyete dönüştü. Dahası Harari'ye de yavaştan kıskançlıktan ötürü uyuz olmaya başlamıştım. Sırf gerekli imkanlara sahip olduğu için o bu kitabı yazabilmişti, tüm gün böyle konular hakkında kafa yorabilecek lükse sahipti. Tüm gün oturup, bunları düşünebilecek lüksü vardı. Gençliğinin o en güzel yıllarında Oxford gibi yerde tarih doktorası yapabilecek imkanı olmuştu. Oysa yazdıklarının hepsini düşünebiliyordum, yazmadıklarını da öğrenmek için can atıyordum, resmen kırıntılardan bilgi toplamaya çalışıyordum açlıkla ama ben yine de bu kitabı alabilmek için tamamen alakasız bir şekilde tüm günümü switchlere konfigürasyon girmekle, güvenlik duvarına kural yazmakla geçirmek zorunda kalıyordum. Bu ülkede değil de başka bir ülkede doğmuş olsam bu kitabı yazan kişi olabilecekken, şimdi bu kitabı okuyabilmek için sabahın köründe bindiğim serviste geçirdiğim yarım saate (bir de akşam dönüşteki yarım saate) sahiptim. Yani dalga geçiyor gibiydi Harari benimle. Hem salakça bir şekilde köle oluyor insan diyordu, hem de kendisi bu köleliğin dışında zevkini sürüyordu. Kitabı bitirdim evet, ama o an karşımda olsa adamın o incecik boynunu koparıverecektim. Kıskançlık böyle bir şey çocuklar. Çok kuvvetli bir duygu.
Daha mutlu muyuz peki? İnsanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? Tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi?(...) Ayak izi rüzgarın olmadığı ayda bozulmamış halde duran Neil Armstrong, 30 bin yıl önce Chauvet Mağarası'nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? Eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi?

Not gibi olsun (yazının içine yerleştiremedim çemkirirken konu bütünlüğüne girmedi:p) : Kitabın orijinal ismi "Sapiens: A Brief History of Humankind". Türkçe çevirinin kapağında insan türünün kısa bir tarihi diye de yazıyor evet ama bizimkiler bir de "Hayvanlardan Tanrılara" diye bir başlık eklemişler. Belki tüm kitabı okuyup çıkarılabilecek mecazi sonuç bu olabilir ama illa ki Sweet November olayına niye giriyoruz ya? Bu başlığın hiçbir gereği yokmuş bence. Normal orijinalini çevir yaz işte. Böyle ufak şeylere takılıyorum işte. Bir de Harari her ülkeye göre kitaptaki örnekleri falan değiştirmiş. Bizim için olan versiyonda işte ne bileyim İstanbul'dan örnekler var gibi diyeyim öyle şeyler. Ne kadar da böyle kendini beğenmişlik, nasıl da bir kendini beğendirmeye çalışmalar, nasıl bir popülizmler...Evet adama her türlü uyuz olacağım.

Ben kitabın Kolektif Kitap tarafından yayınlanan Ertuğrul Genç çevirisi, ekim 2018 tarihli 47.baskısını netten almıştım. Idefix'ten 21,74 tl'ye, kasımın sonunda. Şu an 25 tl görünüyor aynı yerde. Kitapçıya gidip almaya kalksanız 40 liranın üstünde görünüyor. Diyecek söz yok.

30 Mart 2019 Cumartesi

Walk Invisible : The Bronte Sisters (2016)

1847 senesinin sonunda 3 kitap yayınlanır Britanya'da. Jane Eyre, Wuthering Heights ve Agnes Grey. Son ikisi bu ilk yayınlanmalarında, üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra yaratacakları etkiyi oluşturamazlar pek ama ilki ortalığı kasıp kavurur. Currer, Ellis ve Acton Bell imzalarını taşıyan bu kitapların yazarlarını o zamanlar kimse tanımaz, pek bilen de olmaz ama daha o zamanlardan yazdıkları bu hikayeleri okuyanlarda kim olabileceklerine dair bir dolu merak oluştururlar. Merak da hayalgüçlerini harekete geçiriyor tabi.
Oysa 3 kız kardeş onlar. Charlotte 1816'da, Emily 1818'de, Anne de 1820'de doğmuş. Charlotte 38 yaşına kadar ulaşabilmiş hiç değilse ama Emily ve Anne 30 ve 29 yaşlarında veda etmişler hayata. Hayatları boyunca yazmışlar ama yazdıklarının yayınlanmasının üzerinden neredeyse bir iki sene geçmeden ölmüşler. Bir tek Charlotte bir yazar olarak yaşarken hak ettiği ilgiyi görebilmiş bir miktar. Kitapların yayınlanmasının üzerinden neredeyse 200 sene geçmiş olmasına rağmen Bronte kardeşler hala merakımızı uyandırıyor yine de. Çünkü "bilinmeyen" olarak kalmaya devam ediyorlar, ne kadar öğrenmeye çalışılsa da 200 yıl önceki hayatlarına dair pek az şey söylenebiliyor. Oysa yaşadıkları ev orada, müzeye falan çevrilmiş durumda. Üç beş tane de olsa çizilmiş portreleri de var yaşadıkları zamandan kalma. Charlotte'un arkadaşı Ellen Nussey'ye yazdığı mektuplar var, Elizabeth Gaskell'in yazdığı Charlotte'un biyografisi var ki dolayısıyla Emily ve Anne hakkında da bir şeyler barındırıyor. Sene sene üç kardeşin de nerede ne yaptığına dair bilgiler de var. Ne zaman okula gittiler, nerede eğitim gördüler, nerede ne kadar özel öğretmenlik yaptılar vs. biliyoruz. Ama yine de bir şeyler oldukça gizemli geliyor. Victoria dönemi Britanyası'nın o koyu, kapalı ama bir o kadar da yenilikle dolu dünyasında uzak bir köyün kilisesinde papaz olan babalarıyla ve bir erkek kardeşleriyle birlikte yaşayan bu 3 kız kardeşin kalemlerinden, düş güçlerinden nasıl böyle kitaplar çıkabildiği merak uyandırıyor mesela. 200 yıl sonra bile hala uğruna savaşmak zorunda kaldığımız hakları sorgulayan bir kadın karakteri nasıl yaratabiliyor mesela? Ya da böylesine kendi halinde yaşamış, evinden köyünden çok da uzaklara gitmemiş, pek fazla insan tanımamış genç bir kadın nasıl oluyor da Heathcliff gibi bir karakterin tüm o tutkusunu, hıncını, duygularını hissedebiliyor ve ifade edebiliyor? Belki hala cevaplayamadığımız bir sorudan kaynaklanıyor bu diğer sorular da. Bir insan hiç hissetmediği, yaşamadığı şeyleri yazabilir mi? Ya da hiç görmediği, içinde bulunmadığı durumları, duyguları hayal edebilir mi? Mesela Jane Austen'ın yazdıkları içinde hiç iki erkek yalnız kalmaz odada. Ortamda en azından bir kadının olmadığı hiç bir sahneyi, sohbeti okumayız Austen'da. Bilmediğini düşündüğü şeyi yazmaya çalışmaz mesela Jane. Oysa bir papaz evinde hastalıklarla, ölümle, sıkıntılarla bir arada büyüyen 3 kız kardeş feminizmi, hırsı, kıskançlığı, ihaneti, kötülüğü, tutkuyu, aşkı yazar sayfalarında (Yine de yanlış anlaşılmasın ben hep Janeci'yim:D ).
Film işte bu merak denizine alabildiğine ferah bir yorum getiriyor (IMDb linki burada). Filmin hikayesi 1844-1845 civarında başlıyor. Tarih bize ne söylüyorsa onu anlatıyor çoğunlukla. Erkek kardeş Branwell'in lüzumsuzluğu etrafında kızların var olma mücadelelerini görüyoruz. Yaşlı babalarından devamlı (olmayan) parasını sızdırmaya çalışan, orada burada içip sızan, bir türlü doğru düzgün iş bulup çalışmayan, şımarık, gereksiz bir kişilik Branwell ve kızlar da bu ortamda haliyle babalarını kaybederlerse kendilerine nasıl bakacaklarını düşünüyorlar kara kara. Hayatlarının girdiği bu çıkmazdan nasıl kurtulabileceklerine dair düşünürlerken Charlotte, Emily'nin şiirlerini okuyor ve üçü de yazdıklarını yayınlatarak hayatlarını kazanabileceklerini anlıyorlar. En azından bir umut ışığı doğuyor. Film bu noktadan ilerleyerek 1847'de üçünün de kitaplarının yayınlanmasına doğru gidiyor ve 1848 eylülünde Branwell'in ölümüne kadar olanların etrafında kardeşlerin kişiliklerine dair ufak ufak dokunuşlar görüyoruz. Alabildiğine kasvetli, alabildiğine düşüncelerle boğulmuş bir hikaye izliyoruz. Hemen hemen her bir kitabın hikayesinin nasıl ortaya çıkmış olabileceğine dair detayları veriyor film. Karakteri Jane'in yaptığı tüm sorgulamaları görüyoruz Charlotte'un suratında. Wuthering Heights'ın hikayesinin bir benzerini dinliyoruz Emily'den, dışarıdan sessiz görünen kişiliğinin altında o kasvetli evde sadece ailesine görünen o hırçın tutkusunu hissebiliyoruz. Tıpkı Agnes Grey gibi yumuşak ama mantıklı, hiç vazgeçmeyen anlayışına şahit oluyoruz Anne'in.
[Anne'in Agnes Grey'ini tee 2013'te anlatmışım-->burada, Charlotte'un Jane Eyre'sinin de en son uyarlamasını yazmışım 2017'de-->şurada]
Sally Wainwright'ın hem senaryosunu yazdığı hem yönettiği bu televizyon için çekilmiş filmde 3 kız kardeşi de oynayan oyuncular sanırım artık kafamdaki Bronte kardeşler resmine tamamen yerleşti. O kadar boşlukları doldurdular ve karakterlere oturdular ki en başta Charlotte'u oynayan oyuncuya ama yeaa olmaz ki bu kadar da böyle bir tip yapılmaz ki dememe rağmen film biterken benim için Jane Eyre'yi yazan o olmuştu bile. Bu arada Branwell'i öyle bir yazıp, göstermişler ki ekrana dalıp, saçını başını yolasım defol git be köpeeek diye bağırasım geldi tüm film boyunca.
Film aslında çok çok büyük şeyler vaat etmeden başlıyor. Aynı dinginlikte de devam ediyor. Görüntüleri olağanüstü. Çok az az yerlerde çıkışlar yapıyor ama genelinde hızını, seviyesini koruyor. Bu yüzden öyle herkesin izleyip de keyif alabileceği bir film değil onu söyleyeyim. Böyle Bronte kardeşlerle, yazdıklarıyla, yarattıkları karakterlerle gönül bağınız oluştuysa yıllar içinde, o zaman izlemeniz gerekir diye düşünüyorum. Bir de bu derece dingin, kasvetli giden bir hikayenin sonunda o çorak tepede dikilip üç güneşe baktıkları, dönüştükleri sahneyle birlikte yavaşça günümüze atlayıp, müzenin bahçesine doğru süzülmemiz çok güzel düşünülmüş bir şey olmuş. Tüm film boyunca içimde anlamadan biriktirdiğim, hissettiğimi düşünmediğim bir şeyler hissettiğim film biterken.


Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...