7 Ekim 2012 Pazar

Bir Kurt Cobain Romanı : Genç Ruh Gibi Kokardı

Neden bu kadar mutsuz olduğumu bilmiyorum. O kadar uzun zamandır mutsuzum ki gerçek anlamda mutlu olmanın nasıl bir şey olduğunu unuttum, hatta hiç bilmiyorum. Ciddiyim, ben her anlamda mutsuz bir insanım. İstediklerime, hayal ettiklerime sahip olamadığım için mutsuz olduğumu bildiğimi hesaba katarsak belki de mutsuzluğumun nedeninin belli olduğunu düşünebiliriz. Ama asıl sorun da orada başlıyor işte : Neden tüm o düşlediklerimi istediğimi, neden onları düşlediğimi dolayısıyla içinde olduğum hayattan neden bir türlü zevk alamadığımı, tüm bunların bana neden yeterli gelmediğini bilmiyorum-ki bu da mutsuzluğumun temelindeki bilinmezliği oluşturuyor.
Gençlikle birlikte gelen paketin hediyesi herhalde bu mutsuzluk. Çocukluk hep bir bekleme, bir "anlamasan da devam et günü gelecek nasıl olsa" durumu. Büyüdüğümüzde, çok değil, şöyle bir 15 hadi olmadı bir 18 olduğumuzda her şeyin bir anda çözüme kavuşacağını sanıyoruz. Bir anda şimşekler çakacak ve tüm cevaplar önümüze konacakmış gibi. Ama o büyük duvara işte orada tosluyoruz, ortada bir cevap olmuyor. Israrla büyütülmeye çalışılıyoruz, itekleniyoruz, son hızla o duvara doğru sürükleniyoruz. Çarpana kadar duvarı göremediğimiz için büyük bir umut içinde oluyoruz, cevaplar var, onları öğreneceğim diye. Çarptığımızda ya bilincimizi kaybediyoruz ki biz onlara şanslı unutkan çoğunluk diyoruz, ya da duvarın dibine yığılıp kalıyoruz yaralanmış, bedbaht olmuş bir halde. O yığılanlar, o azınlık, zamanı orada ayağa bile doğrulamayarak geçiriyor sonra. Unutamadıkları için diğerleri gibi, hiçbir şey olmamış gibi devam edemedikleri için daha da hırpalanıyorlar. Her şey çarpıyor üstlerine, yaralarını daha da kanatıyor, kırıklarını daha da iyileşmez yapıyorlar.
http://www.jamesgreer.net/
Müzik çoğu zaman tek olmasa da en iyi avuntuları oluyor. Çünkü müzik tüm diğer uyuşturucuları barındırıyor içinde, söylemek istedikleri sözleri, bağırmak istediklerini, ciğerlerindeki havanın çıkarken yaydığı sesi, çığlıklarını, gözyaşlarını hepsini. Evet, müzik onları ayağa kaldırmıyor, duvarı yok etmiyor, kırıkları iyileştirmiyor belki ama ondan sonra gelecek diğer tüm darbeleri örtüyor, duyulmaz, dokunulmaz yapıyor.
James Greer'in bu azınlıktan biri olup olmadığını bilmiyorum. Dergide yazarlıktan, rock grubunda çalmaya, albüm yapmaya, turlarda dolaşmaya, film senaryoları yazmaya ve kitapları ile ödüller almaya kadar uzanan birçok şeyi içeren biyografisine baktığımda da anlayamıyorum. Tek bilebildiğim, o duvar dibinde kalmış, sonunda da ayağa kalkabilmiş birini, o azınlıktan birini ve onun hikayesi içinde onun gibi olan diğerlerini anlatmak için yazdığı bu kitabı. Evet, Kurt Cobain ayağa kalkabilmişti. O nisan günü, onun ayağa kalkıp o duvara karşı dikilme şekliydi, kendi yoluyla.
94'te ben 7 yaşındaydım. Diğer pek çok şey gibi, o nisan olan şeyin de farkında değildim. Ortaokul yıllarımda, Blue Jean ve diğer dergilerle tanıştığım gibi radyoyla, mtv ile, albümlerle de tanışmıştım. Anlayabilecek yaşta değildim henüz onu ilk gördüğümde. İlk dinlediğimde. Kafam fazlasıyla Backstreet Boys, Spice Girls, Britney Spears ve diğerleri ile doluydu. En büyük çıkmazlar o çocuk benden hoşlanıyor mu, ah keşke Nick gibi olsalar, şu formayı niye giyiyoruz ki gibi şeylerdi. Hayaller hep vardı o konuda şüpheniz olmasın. Sadece o kadar uzak bir gelecekte olmaları gerekiyor gibi geliyordu ki endişelendirmiyorlardı henüz. Nasıl olsa olacaklardı, herşey umut dolu, herşey olasıydı. Dolayısıyla Kurt'ün bu yaptığını aklım almıyordu, neden diyordum, nasıl, ne için?
İşin kötüsü artık biliyorum. Kitapçıda tamamen öylesine bakınırken raflara, gözlerimin elektrik çarpmışçasına takılıp kalmasına, ellerimin kendiliğinden o kitaba uzanmasına sebep de buydu zaten, biliyor olmam. Yalnız yayınevinin prodüksiyon zekasını da yabana atmamak lazım. Kocaman kırmızı harflerle "Bir Kurt Cobain Romanı" yazıp koyarsanız oraya sadece benim gibileri değil, daha nicelerini mıknatısla çekmek gibi olur. Sadece onunla kalsa gene iyi, arka kapakta da kapağı tamamen kaplayan Kurt'ün yüzüyle karşılaştığınızda iş bitmiş oluyor. Oysaki bu normal kapağın dışına geçirilmiş bir ikinci kapak. Kitabın asıl kapağında daha öznel, daha kişilik sahibi bir durum var : Nevermind'in kapağının biraz eskitilmiş, biraz renkleriyle dokusuyla oynanmış hali üzerinde yazarın ismi, kitabın ismi ve bu "bir kurt cobain romanı" olayı en küçük puntoyla yerleştirilmiş. Esasında kitabın orijinal ismi "Die Verwandlung". Almanca'dan çevrildiğinde dönüşüm gibi bir anlamı var. İngilizce'de ise Artificial Light olarak yayınlanmış. Toplamda 253 sayfa ve Versus Kitap tarafından şubat 2011'de yayınlanmış.
Greer'in anlattığı aslında tam olarak bir Kurt Cobain romanı olmaktan öte 90'ların alternatif ve punk rock ortamına biraz içerden, biraz bir şehrin tarihinden, biraz da kurgu olduklarını bildiğimiz ama o kadar da kurgu olmayabilecek karakterlerin düşüncelerinden bir bakış. Greer'in kurgusu bizi Kurt'ün son günlerini Ohio Dayton'da Albion isimli bir konakta oradaki gençlerle geçirdiği, oralı bir kütüphaneci olan Fiat Lux'tan onu vurmasını istediği alternatif bir gerçeklikle buluşturuyor.
Defterlerden oluşan kitapta Kurt'ün ölüsü yanında eline kağıt kalem alan Fiat asıl anlatıcımız olarak kah kendi hayatından, geçmişinden, arkadaş grubundan ve Kurt'ün gelmesinden beri olanlardan bahsederken kah pek çok konu hakkındaki fikirlerini paylaşıyor. Fiat dışında eski bir rock grubu elemanı olan Trip'in rock müzik ve Kurt'ün ölümü üzerine yazmaya çabaladığı kitaptan bölümler ve uçağın mucidi Wright kardeşlerden Orville'in son günlerine dair kendi ağzından anlattıklarını okuyoruz. Gerçekte ne olmuştu, bunları kim yazdı, kim anlatıyor pek de anlaşılmıyor. Sonuçta hepsinin ortak bir derdi anlatmaya çalıştığını görüyorsunuz, hepsi sorularına cevap arıyor, hepsi kendini söyleyemediklerini anlatmaya çalışıyor.
İnsanların çoğu bizim gibi değil; hayatlarını sağır, sessiz ve mutlu bir şekilde geçiriyorlar. Üstelik bu çoğunluk, müzik dinleyen azınlığı toy ve çocuksu buluyor-ki bu konuda onlara tamamen katılıyoruz. İnsanlarla sohbet etmekte zorlanıyoruz; çünkü bir yanımız sürekli rüyalarımıza giren o mükemmel sesi duymaya çalışıyor; şimdiki şarkıda, olmazsa ondan sonrakinde gelecek diye bekliyor. Aslında o sesi asla duymayacağımızı biliyoruz. Duyarsak ne yapacağımız da meçhul, çünkü (tahmin ettiğiniz gibi) o sesi bulmaya çalışmak, sesin kendisinden daha önemli. Kusurlu bir dünyanın en güzel yanı, bir şekilde umudunuzu koruduğunuz sürece (bunu yapabilmek için umutlu şeyler bulmak gerekiyor, ki hiç de kolay bir iş değil) her şey tam tersini işaret etse de mükemmeli aramayı sürdürüyor oluşunuz.
Biz maalesef hala o duvarın dibinde mükemmeli arıyoruz.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Yeni sezon yeni diziler : Go On, Revolution, Partners ve Elementary

Biz kuzey yarım küredekiler için kış uykusu sezonu başladı. Güneşi görünce kaçıveren pek çok dizi eylül ve ekim ayları itibariyle ekranlarımıza geri döndü...de beni - ve sizi de öyle zannediyorum - özellikle bilgisayar ekranıma dönen diziler cezbettiğinden bu sezon yeni başlayanlardan birkaçı hakkında birşeyler söylemek, görmediyseniz ve görmek istiyorsanız birkaç fikir edinmenizi sağlamak istiyorum.

1-Go On : NBC'de salı akşamları yayınlanıyor. Bu demek oluyor ki çarşamba öğlenden itibaren biz netten indirebilir hale gelebiliyoruz. Yeni sezon duyuruları yapıldığında Matthew Perry'nin yeni dizisi olarak lanse edildiğinden dikkatimi çekmişti Go On. Friends'teki en sevdiğim karakterin Chandler olması hatırına bir şans vermeyi uygun buldum. Ve iyki de vermişim o şansı, Go On beklediğimin çok üstünde çıktı. Karısının ölümünün ardından işine ve hayatına geri dönmeye çabalayan radyocu Ryan King'in hikayesini izliyoruz 20 dakikalık bölümlerde. Böyle bir konudan şahane de bir komedi çıkmasını sağlayan şeyler ise Ryan'ın kendini beğenmiş, burnu kaf dağının tepesini aşmış ünlü bir spor programı sunucusu olması, görünürde oldukça iyi durumda olmasından işkillenen iş arkadaşları ve dostlarının onu bir "support" grubunun toplantılarına katılmasını şart koşması ile bu grupta tanıştığımız diğer "birilerini kaybetmiş insanlar". İlerleyen bölümlerde tek tek hepsinin hikayesini öğreneceğimizi düşündüğüm bu insanlar en az Ryan kadar ilginç. 8 ağustosta başlayan dizinin şimdilik 5 bölümü yayınlandı ve çoğunlukla Ryan ile gruptan bir kişinin oluşturduğu dinamikleri izliyoruz. Akıllıca esprileri, yeri geldiğinde ciddiyetle ağlatması ve bir komediden beklenebilecek her şeyi fazlasıyla vermesiyle Go On bu sezon kesinlikle izlenmesi gereken arasında ve tam sezon onayını çoktan aldı bile.
2-Revolution : Yine NBC'de pazartesileri olarak, 17 eylülde başlayan, şimdiye kadar 3 bölümü yayınlanan Revolution da ilk sezon onayını aldı ama bakmayın siz, tam bir fiyasko çıktı dizi. Çok, aşırı büyük umutlarla beklemiştim ben Revolution'ı. Nasıl beklemeyeyim? Bir gün dünya üzerindeki tüm elektriğin, güç kaynaklarının kesilmesinin ardından 15 yıl sonrasında hayatta kalan insanların hikayesini anlatacak deniyordu. Ülkelerin kalmadığı, herkesin kendi yönetimini ilan ettiği, milislerin haraç topladığı, kalan son silahların acayip değere bindiği, kılıç dövüşlerinin yapıldığı, 21.yy.da ortaçağa dönmeye başlamış bir post-apokaliptik dünyada geçen Revolution'dan pekala büyük şeyler bekleyebilirdik değil mi? Ama olmadı, en azından kendi adıma olmadı diyebilirim. Oyunculukların yapaylığının üzerine hikaye bize tatmin edici hiçbir şey sunmuyor. Ha daha 3 bölüm oldu ne bekliyordun diyebilirsiniz. Herşeyi açıklamalarını beklemiyorum tabiki ama bunun için zemin hazırlamalarını, ilgi uyandırmalarını ve her büyükmüş gibi gösterdikleri sahnede "pıh"latmamalarını bekliyorum. İzliyor muyum, izliyorum çünkü en azından iyiye gidip gitmeyeceğini merak ediyorum. Ama korkuyorum, Lost gibi, ta en başından aslında tüm olaya dair bir açıklamaları olmadığını göreceğimizden korkuyorum. Işıklar niye gitti? İşte, gitti. Öyle.
3-Partners : Bunu merak etmenin sebebi çocukluklarından beri sıkı dost olan biri "straight" diğeri "gay" iki erkeğin ne tür maceraları olduğundan çok, One Tree Hill sonrası Sophia Bush'u izlemek istememdi. Onca sene OTH'de deli divane olduktan sonra acaba neler yapacaktı Sophia? Garip bir şekilde bu dizide de Brooke Davis gibi bir modacı, tasarımcı rolünde. Ona en çok bu işi yakıştırıyorlar herhalde (gerçi mesela Rachel Bilson'ın The O.C.'de babası doktordu, Hart of Dixie'de gene doktor sanırsam, öyle garipler işte). David Krumholtz ve Michael Urie ise asıl kahramanlarımız. Joe ve Luois 20 senedir falan arkadaşlar. Mimar olmuş, birlikte bir ofis kurmuşlar. Aynı evde de yaşıyorlar. Joe'nun kız arkadaşı bizim Sophia'nın canlandırdığı Ali. Louis'in de bir erkek arkadaşı var, Brandon Rooth'un canlandırdığı Wyatt. Partners da 20 dakikalık sitcomlarımızdan ve amacı belli, komedi yapmak. Ama bunu neyin üzerinden yaptığı önemli olan. Joe karakteri bir kere Ali'yi elde edebilecek bir tip gibi görünmüyor ilk bölümde. Ama hikaye bu ya, nişanlanıyorlar. Michael Urie'nin gay tiplemesi ise ilk bakışta oldukça rahatsız edici. Şimdiye kadar bildiğimiz ne kadar stereotip varsa kullanıyor. Türkiye'de gayleri nasıl canlandırıyorlarsa öyle yani düşünün artık. Neden bu şekilde yorumlamış karakteri bilmiyorum. Çünkü inanılmaz itici geliyor. Gerçi 20 dakikanın sonunda gözümüz de kulağımız da alışmış oluyor bir derece ama gene de ilerleyen bölümlerde üzerinde çalışması ve mümkünse değiştirmesi gerek. Hikayenin dinamiğini ise Ali'nin ilk bölümün sonundaki sözleri özetliyor : "Çocuklar bu masada 4 kişi ama 3 çift olduğunu anlamanız gerek." diyor Ali. Bakalım bunun üzerinden neler çıkaracaklar? Şimdilik şans veriyorum ben Partners'a. CBS'te pazartesileri.
4-Elementary : Tv ve edebiyat dünyasının yeniden keşfetmesiyle birlikte ben de Sherlock Holmes işine sardım, daha önce yazdım çok defa. Bu da artık en son noktamız. Sevimli ABD tvleri paranın cazibesine dayanamayıp, nasıl olsa bu Sherlock'un her türlü gideri var diyerekten böyle bir işe girişti. Britanya tvleri ne kadar kaliteli iş yaparsa ABD'dekiler de o kadar saçmalıyor. Ha her yıl 3 bölümcük yapıp hevesimizi kursağımızda bırakan İngilizlere nazaran böyle 9 ay boyu 20 küsür bölümle ilaç gibi gelecekler diye seviniyorsanız ona birşey diyemem. Hem nedir bu bir habire yaratıcı olalım, egzantirik olalım sevdası. Bazı şeyler klasiktir, o halde sevilir, o halde klasiktir. Hayır kuralcı değilim o kadar, önyargılı olabilirim gene de bir miktar ama izledim, izlemesem neyse. CBS yapımı bu Holmes-Watson hikayesi tabiki New York'ta geçiyor. Yılların Sherlock'unu pis bir bağımlı yapmışlar. Bir kadın yüzünden Londra'da işleri batırmış ve Amerika'da tedaviye yollanmış-babası tarafından. Üstü başı dövme içinde. Seks için Ejderha Dövmeli Kız modunda kadınlar tutuyor-sapkınca şeyler de cabası. Ve yine babası tarafından tedavi sonrası kendisine eşlik ve kontrol etmesi için bir "bağımlılık yoldaşı" tutuluyor. Daha ne meslekler duyacağım kimbilir (bakınız Once Upon A Time'daki Emma'nın yaptığı iş). Tahmin edin o da kim? Bizim Watson. Ama Joan Watson. Suratı milim oynamayan, hiçbir duygu belirtisi göstermeyen Lucy Liu'nun saçma bir şekilde canlandırdığı Watson versiyonu bu. Gene de azıcık tırsmış olacaklar ki Sherlock olarak bir İngiliz'i oynatmayı tercih etmişler. Mazallah Arthur Conan Doyle çarpar adamı. Neyse, ilk bölümü izledim, muhtemelen birkaç bölüm daha izleyeceğim. Ama siz bilirsiniz.

Bir Tolkien derlemesi : Hurin'in Çocukları

Biraz da yaşımdan olsa gerek, ben Tolkien'le ve Orta Dünya'yla çok geç tanıştım. Peter Jackson o filmleri yapmasa çok daha sonralara kalabilirdi tanışmam. Ama malum, sene 2001'de Yüzük Kardeşliği büyük sansasyonla sinemalara ulaştı, ben de liseye yeni başlamış bir ergen olarak koştura koştura gittim gördüm.
İlk filmle birlikte Orta Dünya'ya adım atmış oldum. Bulabildiğim her türlü şeyi okumaya, öğrenmeye çalıştım o dönemde. İkinci film bir sene sonra vizyona girene dek ben, herkes kar üstünde dolanırken Uludağ'da otelin internet kafesinde oturup İki Kule'yi okuyup bitirmekle meşguldüm. Evet, ilk filmi gördüğümden ben o zamanlar için hikayenin gerisinde ne olduğu ilgilendiriyordu, o yüzden ikinci ve üçüncü ciltleri alıp okumakla meşguldüm. Birinci cildi üniversiteyi bitirene kadar okumayı akıl edememiştim.
Bu arada tabi Tolkien'in diğer yazdıklarından, toparlayamadan bu dünyadan göçüp gittiği kısımlardan, oğlu Christopher Tolkien'in titizlikle çalışıp bir araya getirdiklerinden haberim vardı, ilk başta vardı esasında ama el atamamıştım. Arada Silmarillion'a rastlayıp şöyle birkaç sayfa elime almıştım ama üniversite zordu, kötüydü, devam etmemiştim. Taki geçenlerde Idefix bu neredeyse her hafta farklı bir kitap setine uyguladığı indirim kampanyasını uygulayana dek. İndirimin de gazıyla siparişi verdim hemen, Yüzüklerin Efendisi olmasa bile aralarında, 6 Tolkien kitabı elime ulaştı.
Idefix'in kampanyası bitti tabi önceki hafta. Setin içinde Hobbit, Hurin'in Çocukları, Silmarillion, Tehlikeli  Diyardan Öyküler, Sigurd ile Gudrun Efsanesi, Roverandom yer alıyor. Hobbit'i önceki sene üniversitenin kütüphanesinde bulup okuyabilmiştim. Bu set elime ulaşmadan hemen önce de işyerinin kütüphanesinde Hurin'in Çocukları'nı buldum. Artık vaktidir deyip okumaya başladım. İlk etapta Yüzüklerin Efendisi'nde de hissettiğim şeyi yaşadım, kolay kolay okuduğumu anlayamıyordum. Tolkien en sevdiğim yazarlar listemin ilk 5'inde bir isimdir her zaman (evet beşinde çünkü öncesinde bir Jules Verne, bir Rowling, bir Austen gibi isimler var) ama nedense Hobbit dışında okuduğum kitapları - ki sanırım bu durumda çok da değil sadece Yüzüklerin Efendisi ciltleri ve işte bu Hurin'in Çocukları - beni ilk başta zorladı hep. Kolay kolay neredeyim, kiminleyim algılayamıyorum kitabın içinde. Olayları birbirine zor bağlıyorum, hafızam hakikaten kötüdür zaten. Onun üzerine bir de cahilliğim ekleniyor sanırım. Orta Dünya cahilliğim. Bildiklerimin ne kadar sınırlı ve üstünkörü olduğunu düşünürsek bu kadar zorlanmam normal aslında. Kitap ancak ilerledikçe, ben karakterlerin omzuna konup dünyayı net görebildikçe anlamaya başlıyorum. Hurin'in Çocukları'nda da aynı şekilde ilerledim. Önce kim, kimin akrabası, kim nerden gelmiş, nereye gidiyor, iyi kim kötü kim, insan kim elf kim onları kafamda netleştirdim. Sonra yola koyuldum Hurin oğlu Turin ile.
Oğlu Tolkien de belki benim gibi kafası karışıkları düşünmüş olacak ki kitabın hem başına hem de sonuna en az bir kitaplık daha açıklama koymuş. Bu kitabı oluşturan hikayeler şuradaydı, babam onları şu zaman yazdı şuraya götürdü, bir kısmı öbür taraftaydı, ben hepsini şuna göre topladım, şu kısımları şöyle birleştirdim diye uzun uzun anlatıyor. Her yerde 1917-18 civarında Tolkien'in bunu yazmaya başladığı ama yarım bıraktığı yazıyor mesela ama oğlu Tolkien daha iyi açıklıyor durumu. Baba Tolkien'imiz dönem dönem çeşitli şekillerde yazmaya, oluşturmaya devam etmiş aslında Hurin'in ve çocuklarının hikayesini. Diğer kitaplarda da geçen pek çok bölümü varmış zaten bu hikayenin. Oğul Tolkien'in örneklerle gösterdiği üzere, karakterlerin pek çok kitapta karşılaşıyor esasında, içiçe geçiyor öyküler.
Anlattığı ise basitçe, hobbitlerin Orta Dünya'ya gelmelerinden önce ilk kötülüklerden olan Morgoth'un kendisine karşı savaşan insanlardan Hurin'i tutsak edişi ve onun lanetinin ailesini paramparça edişi. Yaklaşık 400 sayfa boyunca hem oğul Tolkien'in yazım süreci üzerine açıklamalarını hem de Hurin'in çocukları Turin, Urwen ve Nienor'un akıbetlerini okuyoruz. Ki benim diyen Türk filmine, küçük emrah senaryosuna taş çıkarır cinsten, öyle diyeyim.
Hador Altınbaş bir Edain beyiydi ve Eldar tarafından çok sevilirdi. Ömrünün sonuna dek, ona Hithlum'un Dor-lómin denen bölgesinde geniş topraklar veren Fingolfin'in beyliği altında yaşadı. Kızı Glóredhel , Brethil İnsanları'nın beyi olan Halmir oğlu Haldir ile evlendi; ve aynı düğünde, oğlu Uzun Galdor, Halmir'in kızı Hareth ile evlendi.
Galdor ile Hareth'in iki oğlu oldu: Húrin ile Huor. Húrin üç yaş büyüktü, ama boyca, akrabaları arasındaki diğer erkeklerden daha kısaydı; bu konuda annesinin halkına çekmişti, ama başka her konuda dedesi Hador'a benziyordu, vücudu güçlü, mizacı ateşliydi. Ama onun içindeki ateş istikrarlı yanıyordu ve iradesi son derece sağlamdı. Kuzey İnsanları arasında, Noldor öğütlerini en iyi bilen oydu. Erkek kardeşi Huor uzun boyluydu; kendi oğlu Tuor dışında, Edain içindeki en uzun boylu kişiydi ve hızlı koşardı; ama yarış uzun ve zorluysa, eve ilk varan Húrin olurdu, çünkü o, yarışın sonunda da, başındaki kadar hızlı koşardı. İki kardeş birbirini çok severdi ve gençliklerinde birbirlerinden nadiren ayrıldılar.
Húrin, Bëor Evi'nden Bregolas'ın oğlu Baragund'un kızı Morwen ile evlendi; yani Morwen Tek-Elli Beren'in yakın akrabasıydı. Morwen siyah saçlı ve uzun boyluydu, ve bakışlarındaki ışıltı, yüzündeki güzellik yüzünden insanlar ona Eledhwen, Elf-ışıltısı lakabını vermişti; ama mizacı sert ve gururluydu. Bëor Evi'nin hüzünleri Morwen'in yüreğini kederlendirmişti; çünkü o, Bragollach'ın yıkılmasının ardından, Dorthonion'dan Dor-lómin'e sürgün olarak gelmişti..
Yalnız basımlar üzerine birkaç şey söylemem gerek. Şimdi ben kitabı kütüphanedeki basımdan okudum ya, şu an elimde Idefix'tn sipariş ettiğim eylül 2007 basımı var ve ufak da olsa farklılıkları var. Kütüphanedekinde ki bundan eski olması imkansız - basım olarak - sonunda soy ağaçları var. Idefixten aldığımda yok. Diğer 5 kitapsa - kitapçıda bakıp incelemedim ama - sanki aynı düz beyaz kapağa isimleri aynı altın rengi mürekkeple basılıp yollanmış gibi. 5'i de sanki korsan basım kitaplar gibi, ben sipariş verdiğimde o an basıp, kapaklarını da hepsinin aynı olacak şekilde gelişigüzel yapıp yollamışlar gibi. Çok mu titizleniyorum bilmiyorum ama tuhafıma gitti. Zaten kapakların üstündeki yazılar da kurumadan paketlenmiş gibi, kapağın üzerine bulaşmış, dağılmış.
Neyse, demem o ki siz de henüz benim gibi Tolkien cahiliyseniz bir an önce başlamanızda yarar var. Pişman olmayacağınız kadar incelikle bezenmiş bir aklın ürünü bir dünya çünkü.

Bond'culuk oynayıp Londra seyahati kazanmaca

Böyle birşey gördüm, bakın bakalım. Denemek isterseniz de hep birlikte 5 kasımda ne olacak görelim.

2 Ekim 2012 Salı

tiramisu kahveyle yapılır...da hangi kahveyle

Tamam bir Lorelai-Rory ilişkisine sahip olabileceğim bir annem yok ama benimkisi de dünyanın en ilginç annelerinden biri bence.
Bunu niye söylüyorum, çünkü hala düşündükçe güldüğüm bir şeyi anlatacağım size. Gülmemim sebebi hem sinir hem de işin komikliği.
Bu tatlılara düşkünlüğüm, habire yeni bir tanesini deneme isteğim falan gayet bilindik. Ara ara Oetker doktorun ve diğerlerinin ne kadar hazırcılık işi paketi varsa alır gelirim eve (Hatta şu an tezgahın üstünü görmeyin bence). Tiramisu da üniversite dönemimde keşfedip sevdiğim, bayıldığım tatlılardan biri. Hem de ilk etapta insanda merak uyandırıyor ya ismiyle, kim ki bu nerden gelmişti kim yapmış ki dedirtiyor. Tadı da - bildiğinizi biliyorum - yeme de koy önüne izle dur. Neyse, ben de bu yüzden ara sıra bu Saviordi'nin kedi dilleri paketi var ya, ondan alır gelirim.
Annemin tiramisu ile imtihanı da bundan birkaç sene önce başladı bu yüzden. İlk denemesinde hazır pasta keki tabanı vardı elinde, onu kullandı. Ben ona anlatmıştım tiramisunun nelerden yapıldığını, nasıl bir araya getirildiğini, gerçeğinin yalancısının nasıl olduğunu falan. Denemek istemişti, denedi. O ilk denemede güzel güzel labne peynirli kremasını yaptı. Ben de yardım olsun diye keki ıslatmıştım kahveli sütle. Sonra çıktım gittim mutfaktan. Keşke gitmeseymişim. Çayın yanında önümüze gelen tiramisuda bir gariplik olduğunu yiyene kadar anlamıştım açıkçası. Niye, çünkü dolabı açtığımda kesif bir "Türk kahvesi" kokusu geliyordu burnuma. Anlam verememiştim, ta ki ağzıma bir lokma atana dek. Annem gördüklerinden yola çıkarak tiramisunun üstündeki koyu kahverengi tozu Türk kahvesi zannetmişti. Bir de ben anlatırken "çok güzel böyle anne kahveli bir tatlı" dediğimden bağlantıyı kendince böyle kurmuştu. O zaman baya söylenmiştim üstünü her defasında kazıyarak yemek zorunda kaldığımız için. Anneme gerekli açıklamaları yaptığımı, öğrendiğini düşünmüştüm haliyle.
Yanlış düşünmüşüm. Bu sefer de bu dediğim Saviordi paketi duruyordu evde. İşten vaktim kalırsa bir ara yaparım diye almıştım. Annem aslında iyilik etmek istemiş, gündüz yapıp tiramisuyu akşama ben hazır yiyeyim diye. Ve önceki gibi bir felaket yaşamamak için bu kez paketin üstündekini okuyup aynen uygulamaya çalışmış. Ama tabi elinde labne yok, normal krema yapmış tariftekinden. Üstüne de kakao eleyeceğini önceden tecrübeyle sabit ettiğinden onu da yapmış. Şahane görünüyor tiramisu. Hiçbir problem yok bu sefer. Oh yaşasın diyorum ben, ne güzel tiramisu yiyeceğiz. Bir güzel aldım önüme, attım ağzıma. Krema peynirsiz falan ama şahane, o derece. Ama bir tuhaflık var. Büyük bir tuhaflık. Sanki böyle ağzı açık kapta uzun günler dolapta kalmış, buzdolabının kokusunu almış gibi diyorum ama değil, olamaz. Daha o gün yapıldı. Birkaç parça daha attım ağzıma. Yok, olacak gibi değil. Yenilmiyor, biraz daha zorlasam kusacağım o kadar kötü. Anne nesi var bunun dedim. Sesi çıkmıyor. Anne bunda bir gariplik yok mu sen nasıl yiyorsun dedim. Aynen paketin üstünde yazdığı gibi yaptım dedi. Ama olamaz anne niye böyle bu dedim ben, hala çözemiyorum ne olduğunu. O ise ısrarla  pakette ne yazıyorsa öyle yaptım dedi. Sonunda hafiften açıldı aklım, anne dedim bisküvileri nasıl ıslattın? Kahveyle yazıyordu paketin üstünde dedi annem. Türk kahvesiyle mi ıslattın dedim. Kahveyle ıslatın yazıyordu ben de kahveyle ıslattım dedi. Anne onlar kahve diyor normal filtre falan ne bileyim bizim şu nescafeden işte dedim. Annem ama kahve yazıyordu dedi.
İnsan susarak, kendi içinden delirir ya, aynen o halde kaldım ben. Yiyemedik tabi tiramisuyu, çiğ Türk kahvesi yenir mi öyle.
Gördünüz mü, benim annem Lorelai'dan daha süper.

Pixar'ın İskoçya Güzellemesi : Brave (2012)

İskoçya'yı ne kadar çok sevdiğimi ve neden bu kadar sevdiğimi bilmediğimi söylediğime ara ara denk gelmişsinizdir. Elimde değil, hakikaten anlamsız. Hiç gitmedim, hiç görmedim kendi gözlerimle, hiç tanışmadım oradan biriyle. Ama burada işte, içimde, anlamsız bir İskoçya sevgisi.
Bazı zamanlar çocukluğuma dair ufak tefek şeylerde görüp belli belirsiz işaretlerinin farkına varıyorum aslında. Daha geçenlerde yeni farkettim mesela, bu Şeker Kız Candy o yatılı okulun yaz tatilinde böyle yaz okulu gibi bir şeye gitmişti ya bizim diğer tüm elemanlarla birlikte. İşte o yaz gittikleri yer de İskoçya'ymış, ben o vakitler hiç farkına varmamıştım. Çocukluk işte, Candy ile Terry'nin ilk öpücüklerini gerçekleştirdikleri yer İskoçya olunca bilinçaltıma kazınmış demek ki :p
Bilemiyorum planladığım vakitte gittiğimde umarım olağanüstü bir hayalkırıklığı yaşamam. Ciddi ciddi ondan korkuyorum. Neyse asıl meselemiz, geçen sene ilk haberlerini aldığımdan beri takip ettiğim Pixar'ın adeta bir İskoçya güzellemesi olan "Brave". Tamamen İskoçya üzerine, İskoçya kültüründen ve İskoç oyuncuların seslendirdiği animasyonu gözden kaçırmam mümkün değildi tabiki. Çizer grubunun öncesinde İskoçya'nın en karakteristik güzelliklerini, tüm doğasını, havasını suyunu görüp inceleyip tek tek, birebir ona göre çizdikleri görüntülerin içine mitolojik bir öykü gibi görünen ama olabilecek en "bugün"ün öyküsünü yerleştirdiği film Merida'nın öyküsü olarak anlatılsa da aslında bir kendini bulma, kim olduğuna ve hayatına karar verme, yön çizme öyküsü.
Çizimlerinin anlatılan öykü ve anlatılma biçiminden dolayı adeta canlanmasının yanında bir de şahane bir İskoç oyuncular geçidi gibi Brave. İskoçya'nın çıkardığı en yetenekli oyuncular da bu yaptıkları işten, bu hayat verdikleri karakterlerden o kadar keyif almış o kadar kendilerinden bulmuş olmalılar ki film bildiğiniz festivale dönmüş durumda. Ha bu festivale nasıl mı katılırsınız, Türkiye'deki sinemalarda izlemeyerek.
Ki ben öyle yapıp bu festivalin, şenliğin yarısını görebildim ilk başta. Aylarca haberleri, görüntüleri kollayıp bekledikten sonra ilk gösterime girdiği cuma gene de tuttum kendimi. Ne de olsa animasyon, bu bizim pis şeytan veletler basar kesin sinemayı, tut kendini dedim. Tam bir hafta bekledim. Usul usul, tam bir hafta sonraki cumartesi günü atladım gittim sinemaya. Ama başaramamıştım, tüm şeytanlar oradaydı, kundaktakinden kendini üniversiteye gidiyor sanan kıkırdaklarına kadar.
Yapacak birşey yoktu, benim İskoçya'mı görmem gerekiyordu, bekleyemezdim daha fazla. Film boyunca 3-5 yaşındaki veletlerin habire konuşmalarını dinledim, hemen yan koltuğumdaki iki bücürün her 10 dakikada bir çıkıp geri gelmelerine katlandım. Bir de o çocukların hepsini koltuğuna oturtup kenarda film başlayana kadar bekleyen anne babalar yok mu! Hey Allahım! Ya siz de girin onlarla sahip çıkın, ya da bırakmayın o şeytanları o salonda. Ne biçim bir manyaklık bu ben bilmiyorum. Sırf bir film animasyon diye bir insana bu kadar eziyet edilmez ki. O gün ciddi ciddi 18 yaşından küçüklerin şehirlerin dışındaki kapalı toplama alanlarında tutulmaları gerektiğini düşündüm. Ben artık katlanamıyorum sokakta, sinemada, orada burada bu pervasız, zerre eğitim terbiye adap almamış şeytanlara. Kendiniz gibi kültürsüz, ukala veletler yetiştireceksiniz yapmayın arkadaşım çocuk mocuk. Ben zaten cehennem olan hayatımın içinde bir de sizin veletlerinizi çekmek zorunda değilim.
Anlattıkça kendimi dolduruyorum fark ettim, sıyrılıyorum bu konudan. Halbuki çok güzel bir nedenle buradaydık, "Brave". Evet ne diyordum, sinemalarımızda mecburen o güzelim İskoç namelerini duyamadık. Onun yerine niyeyse ısrarla gözümüze sokulan Beren Saat'in sesini dinledik. Severim öyle bir gıcıklığım yok da ona, sadece istediğim sesleri duyamamanın üstüne onun sesini duyunca haliyle ona patladı. Lütfen yapmasınlar artık böyle her gördükleri animasyona, renkli eğlenceli filme dublaj. Hayır dublajda dünyanın en iyisiyiz bence, ona bir diyeceğim yok (valla bakın o tek bir kalın sesli abinin tüm pembe dizi karakterlerini seslendirdiği ülkelerin yayınlarına da görün gününüzü). Ama bir film her bir parçasıyla sanattır, sessiz filmlerde de bu böyleydi renksiz filmlerde de. Çocuklar için diyorsanız yok altyazı okuyamazlar falan diye, gerek yok ki okumalarına. Şimdiki çocuklar anne karnında İngilizce öğreniyor zaten, benden sizden kat be kat iyi biliyorlar. Zaten okumalarına etmelerine gerek yok ki. Anlar o şeytanların hepsi o filmleri.
En iyisi Brave'i siz netten indirip izleyin (hayır illegal yollara saptırmayın yok öyle birşey, hem zaten kaç hafta oldu belki kaldırmışlardır gösterimden değil mi). Şöyle mis gibi bir İskoç festivalinin keyfine varın. Ama izleyin ha, kesinlikle izleyin. Belki siz de benim gibi aşıkların arasına katılırsınız, olur mu olur.
Böyle bir şey de var : Discover The Sites that inspired Brave

Always...until the end

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...