Biz kuzey yarım küredekiler için kış uykusu sezonu başladı. Güneşi görünce kaçıveren pek çok dizi eylül ve ekim ayları itibariyle ekranlarımıza geri döndü...de beni - ve sizi de öyle zannediyorum - özellikle bilgisayar ekranıma dönen diziler cezbettiğinden bu sezon yeni başlayanlardan birkaçı hakkında birşeyler söylemek, görmediyseniz ve görmek istiyorsanız birkaç fikir edinmenizi sağlamak istiyorum.
1-Go On : NBC'de salı akşamları yayınlanıyor. Bu demek oluyor ki çarşamba öğlenden itibaren biz netten indirebilir hale gelebiliyoruz. Yeni sezon duyuruları yapıldığında Matthew Perry'nin yeni dizisi olarak lanse edildiğinden dikkatimi çekmişti Go On. Friends'teki en sevdiğim karakterin Chandler olması hatırına bir şans vermeyi uygun buldum. Ve iyki de vermişim o şansı, Go On beklediğimin çok üstünde çıktı. Karısının ölümünün ardından işine ve hayatına geri dönmeye çabalayan radyocu Ryan King'in hikayesini izliyoruz 20 dakikalık bölümlerde. Böyle bir konudan şahane de bir komedi çıkmasını sağlayan şeyler ise Ryan'ın kendini beğenmiş, burnu kaf dağının tepesini aşmış ünlü bir spor programı sunucusu olması, görünürde oldukça iyi durumda olmasından işkillenen iş arkadaşları ve dostlarının onu bir "support" grubunun toplantılarına katılmasını şart koşması ile bu grupta tanıştığımız diğer "birilerini kaybetmiş insanlar". İlerleyen bölümlerde tek tek hepsinin hikayesini öğreneceğimizi düşündüğüm bu insanlar en az Ryan kadar ilginç. 8 ağustosta başlayan dizinin şimdilik 5 bölümü yayınlandı ve çoğunlukla Ryan ile gruptan bir kişinin oluşturduğu dinamikleri izliyoruz. Akıllıca esprileri, yeri geldiğinde ciddiyetle ağlatması ve bir komediden beklenebilecek her şeyi fazlasıyla vermesiyle Go On bu sezon kesinlikle izlenmesi gereken arasında ve tam sezon onayını çoktan aldı bile.
2-Revolution : Yine NBC'de pazartesileri olarak, 17 eylülde başlayan, şimdiye kadar 3 bölümü yayınlanan Revolution da ilk sezon onayını aldı ama bakmayın siz, tam bir fiyasko çıktı dizi. Çok, aşırı büyük umutlarla beklemiştim ben Revolution'ı. Nasıl beklemeyeyim? Bir gün dünya üzerindeki tüm elektriğin, güç kaynaklarının kesilmesinin ardından 15 yıl sonrasında hayatta kalan insanların hikayesini anlatacak deniyordu. Ülkelerin kalmadığı, herkesin kendi yönetimini ilan ettiği, milislerin haraç topladığı, kalan son silahların acayip değere bindiği, kılıç dövüşlerinin yapıldığı, 21.yy.da ortaçağa dönmeye başlamış bir post-apokaliptik dünyada geçen Revolution'dan pekala büyük şeyler bekleyebilirdik değil mi? Ama olmadı, en azından kendi adıma olmadı diyebilirim. Oyunculukların yapaylığının üzerine hikaye bize tatmin edici hiçbir şey sunmuyor. Ha daha 3 bölüm oldu ne bekliyordun diyebilirsiniz. Herşeyi açıklamalarını beklemiyorum tabiki ama bunun için zemin hazırlamalarını, ilgi uyandırmalarını ve her büyükmüş gibi gösterdikleri sahnede "pıh"latmamalarını bekliyorum. İzliyor muyum, izliyorum çünkü en azından iyiye gidip gitmeyeceğini merak ediyorum. Ama korkuyorum, Lost gibi, ta en başından aslında tüm olaya dair bir açıklamaları olmadığını göreceğimizden korkuyorum. Işıklar niye gitti? İşte, gitti. Öyle.
3-Partners : Bunu merak etmenin sebebi çocukluklarından beri sıkı dost olan biri "straight" diğeri "gay" iki erkeğin ne tür maceraları olduğundan çok, One Tree Hill sonrası Sophia Bush'u izlemek istememdi. Onca sene OTH'de deli divane olduktan sonra acaba neler yapacaktı Sophia? Garip bir şekilde bu dizide de Brooke Davis gibi bir modacı, tasarımcı rolünde. Ona en çok bu işi yakıştırıyorlar herhalde (gerçi mesela Rachel Bilson'ın The O.C.'de babası doktordu, Hart of Dixie'de gene doktor sanırsam, öyle garipler işte). David Krumholtz ve Michael Urie ise asıl kahramanlarımız. Joe ve Luois 20 senedir falan arkadaşlar. Mimar olmuş, birlikte bir ofis kurmuşlar. Aynı evde de yaşıyorlar. Joe'nun kız arkadaşı bizim Sophia'nın canlandırdığı Ali. Louis'in de bir erkek arkadaşı var, Brandon Rooth'un canlandırdığı Wyatt. Partners da 20 dakikalık sitcomlarımızdan ve amacı belli, komedi yapmak. Ama bunu neyin üzerinden yaptığı önemli olan. Joe karakteri bir kere Ali'yi elde edebilecek bir tip gibi görünmüyor ilk bölümde. Ama hikaye bu ya, nişanlanıyorlar. Michael Urie'nin gay tiplemesi ise ilk bakışta oldukça rahatsız edici. Şimdiye kadar bildiğimiz ne kadar stereotip varsa kullanıyor. Türkiye'de gayleri nasıl canlandırıyorlarsa öyle yani düşünün artık. Neden bu şekilde yorumlamış karakteri bilmiyorum. Çünkü inanılmaz itici geliyor. Gerçi 20 dakikanın sonunda gözümüz de kulağımız da alışmış oluyor bir derece ama gene de ilerleyen bölümlerde üzerinde çalışması ve mümkünse değiştirmesi gerek. Hikayenin dinamiğini ise Ali'nin ilk bölümün sonundaki sözleri özetliyor : "Çocuklar bu masada 4 kişi ama 3 çift olduğunu anlamanız gerek." diyor Ali. Bakalım bunun üzerinden neler çıkaracaklar? Şimdilik şans veriyorum ben Partners'a. CBS'te pazartesileri.
4-Elementary : Tv ve edebiyat dünyasının yeniden keşfetmesiyle birlikte ben de Sherlock Holmes işine sardım, daha önce yazdım çok defa. Bu da artık en son noktamız. Sevimli ABD tvleri paranın cazibesine dayanamayıp, nasıl olsa bu Sherlock'un her türlü gideri var diyerekten böyle bir işe girişti. Britanya tvleri ne kadar kaliteli iş yaparsa ABD'dekiler de o kadar saçmalıyor. Ha her yıl 3 bölümcük yapıp hevesimizi kursağımızda bırakan İngilizlere nazaran böyle 9 ay boyu 20 küsür bölümle ilaç gibi gelecekler diye seviniyorsanız ona birşey diyemem. Hem nedir bu bir habire yaratıcı olalım, egzantirik olalım sevdası. Bazı şeyler klasiktir, o halde sevilir, o halde klasiktir. Hayır kuralcı değilim o kadar, önyargılı olabilirim gene de bir miktar ama izledim, izlemesem neyse. CBS yapımı bu Holmes-Watson hikayesi tabiki New York'ta geçiyor. Yılların Sherlock'unu pis bir bağımlı yapmışlar. Bir kadın yüzünden Londra'da işleri batırmış ve Amerika'da tedaviye yollanmış-babası tarafından. Üstü başı dövme içinde. Seks için Ejderha Dövmeli Kız modunda kadınlar tutuyor-sapkınca şeyler de cabası. Ve yine babası tarafından tedavi sonrası kendisine eşlik ve kontrol etmesi için bir "bağımlılık yoldaşı" tutuluyor. Daha ne meslekler duyacağım kimbilir (bakınız Once Upon A Time'daki Emma'nın yaptığı iş). Tahmin edin o da kim? Bizim Watson. Ama Joan Watson. Suratı milim oynamayan, hiçbir duygu belirtisi göstermeyen Lucy Liu'nun saçma bir şekilde canlandırdığı Watson versiyonu bu. Gene de azıcık tırsmış olacaklar ki Sherlock olarak bir İngiliz'i oynatmayı tercih etmişler. Mazallah Arthur Conan Doyle çarpar adamı. Neyse, ilk bölümü izledim, muhtemelen birkaç bölüm daha izleyeceğim. Ama siz bilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder