Yetiştiremedim. Kabul ediyorum. Ama benim suçum değil. Bundan önceki her bir Oscar zamanı gayet boş (tamamen öğrenci) bir insan olduğum için adaylar belli olduktan sonraki 4-5 hafta oturur aheste aheste filmleri izler, düşünür, taşınır, töreni beklerdim. Ama bu sene haftanın 5 günü sabah 7.30'da çıktığım eve akşam 19.30'da geri döndüm. Akşamları yatağa devrilene kadar elimde kalan iki üç saatte ve haftasonları elime geçen güzel günlerde yüksek lisans ödevlerimle, tez önerimle uğraştığımdan 9 adayın ancak 5 tanesini izleyebildim. The Descendants, Moneyball, War Horse ve Extremely Loud&Incredibly Close hakkında hiçbir fikrim yok bu yüzden (var da işte ancak okuduklarımdan, fragmanlardan ve görüntülerden). Üstüne üstlük bu sene önümde bilgisayarım, elimde çikolatalı mısır gevreği kasemle kanepede kıvrılmış, töreni izliyor olamayacağım (her ayın 15'i o maaşı veriyor olmasalardı valla iki dakika durmazdım o işyeri denen yerde.). "Tekrarını veriyorlar ya nasıl olsa." diyor annem, evet tabi. Ertesi akşam veya ondan sonraki akşam ntv veya cnbc-e kırpılmış, kesilmiş, baltalanmış halde bir versiyonunu (bakın versiyonunu diyorum dikkatinizi çekerim, törenin kendisini değil) yayınlıyor, biz de izliyoruz. Tüm önemli anlar, sansasyon olmuş şeyler buhar olmuş oluyor. Neyse ne diyecektim onu söyleyip çekileyim. Hepsini izlememiş olabilirim ama, adaylar bunlarsa ve bunların arasında bir seçim yapmamız gerekiyorsa ben Hugo'yu seçiyorum ama Akademi The Artist diyecek. Bence.
26 Şubat 2012 Pazar
{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 4 - The Tree of Life (2011)
-Söyleyeceklerimi demeden önce hemen belirteyim, izlediğim ilk Terrence Malick filmiydi. Oscar gibi bir sebep olmasa muhtemelen izlemeyecektim de. Sadece, eskiden birkaç kere The Thin Red Line'ı izlemeye niyetlendiğimi hatırlıyorum ama denememiştim.
-Bu adayımız da yine baya eskide, 1950'lerde geçiyor. Bu senenin modası buymuş demek ki.
-O kadar soğuktu ki film, görüntüler, dış sesler, sessizlik...Bu gibiydi.
-Habire bir yerlerin arkasından güneş parlıyor. İnsanın gözünü alıyor. Ve hep bir yerlere gökyüzü ya yansıyor ya da direkt göğe bakıyoruz.
-Bol bol su, okyanus, yüzen insanlar, kumaşlar, dalgalar...Bakın gene üşüdüm.
-Jessica Chastain'a gittikçe ısınıyorum. Hem The Help'de hem de burada mükemmeldi.
-Brad Pitt gibi bir insan, bu filmdeki gibi bir baba olunca hatlar karışıyor yalnız. Düşman başına.
-Herşey ama herşey sembollerden, özlü sözlerden, alıntılardan oluşuyor. Bir adamın, doğması, büyümesi, çocukluğu, iyiyi ve kötüyü keşfedişi, inancı kaybedişi, sorgulayışı..."Anne.Baba.İçimde hep savaş halindesiniz."
-Büyük ihtimalle ben birşey anlamadım.
-En iyi film dışında En iyi sinematografi (sanırsam biz buna görüntü yönetmenliği falan diyoruz) ve En iyi yönetmen dallarında adaylığı var filmin. Sinematografi dışında almaz gibime geliyor. Yok, yok almaz.
-Bu adayımız da yine baya eskide, 1950'lerde geçiyor. Bu senenin modası buymuş demek ki.
-O kadar soğuktu ki film, görüntüler, dış sesler, sessizlik...Bu gibiydi.
-Habire bir yerlerin arkasından güneş parlıyor. İnsanın gözünü alıyor. Ve hep bir yerlere gökyüzü ya yansıyor ya da direkt göğe bakıyoruz.
-Bol bol su, okyanus, yüzen insanlar, kumaşlar, dalgalar...Bakın gene üşüdüm.
-Jessica Chastain'a gittikçe ısınıyorum. Hem The Help'de hem de burada mükemmeldi.
-Brad Pitt gibi bir insan, bu filmdeki gibi bir baba olunca hatlar karışıyor yalnız. Düşman başına.
-Herşey ama herşey sembollerden, özlü sözlerden, alıntılardan oluşuyor. Bir adamın, doğması, büyümesi, çocukluğu, iyiyi ve kötüyü keşfedişi, inancı kaybedişi, sorgulayışı..."Anne.Baba.İçimde hep savaş halindesiniz."
-Büyük ihtimalle ben birşey anlamadım.
-En iyi film dışında En iyi sinematografi (sanırsam biz buna görüntü yönetmenliği falan diyoruz) ve En iyi yönetmen dallarında adaylığı var filmin. Sinematografi dışında almaz gibime geliyor. Yok, yok almaz.
23 Şubat 2012 Perşembe
{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 3 - The Help (2011)
-ABD'nin bu siyahilerle ilgili maceralarını neredeyse onlardan daha iyi bilir hale geldik bu filmlerle, dizilerle.Bu filmde de konuya diğer bir açıdan,beyaz zenginlerin evlerinde her işi yapan, evi resmen ayakta tutan, çocuklara annelik yapan yardımcıların hikayesinden dalıyoruz.
-Romantik-komedi ya da komedi-kadın filmi gibi görünüp (o renklerde, o atmosferde) okkalı bir hayat-dram-gerçeklik filmi bu.Yani görüntüyle hikaye farklı gibi geliyor insana, kafamız karışıyor, gözlerimizden yaşlar dökülürken gülümsüyoruz.
-Ha evet deli gibi ağlıyoruz.
-Bir de artık devamlı dejavu yaşamaya başladım.Her hikayeyi başka bir yerde yaşamışım gibi.Mesela Aibie'nin oğlunun ölüm hikayesini dinlerken aynısını daha önce yaşadığıma eminim.Belki başka bir filmde, belki başka bir dizide.Ama tıpatıp aynı görüntü Aibie anlatırken gözümde canlandı.Hayal etmiş olamam herhalde.
-Hikaye Emma Stone'un karakteri Skeeter'ın hikayesiymiş ya da o anlatıyormuş gibi başlıyor ama değil.Yardımcıları yine yardımcıların anlatımından dinliyormuşuz aslında.
-En iyi film dışında 3 oscar adaylığı daha var filmin:En iyi kadın oyuncu ve iki tane en iyi yardımcı kadın oyuncu.Viloa Davis, Octavia Spencer ve Jessica Chastain daha birçok yerde ödüle adaydı ve aldı.
-Benim en iyi filmim değil,sanki yapı itibariyle Akademi'nin de olmayabilir.Hala The Artist'i seçebilirlermiş gibi geliyor.Hem daha The Tree of Life'ı ve Extremely Loud & Incredibly Close'ı görmem lazım.
19 Şubat 2012 Pazar
Neverland'den Akademi'ye Selam 2 - The Artist
-Çok ilginç, pek değişik...olmuş biz 80-90-2000'ler izleyicileri için.
-Sadece bir sessiz film yok karşımızda. Daha farklı bir çalışma bu.
-İlk başta ne oluyor, nereye düştüm ben, böyle olamaz dedirtiyor kabul. Ama sonra fark ettirmeden içine düşüyorsunuz filmin, insanın gerilmesi-heyecanlanması-meraklanması-duygulanması için illaki insan seslerine, diyaloglara ihtiyacı yokmuş demek ki. O şahane müzikler de aynı işlevi görebilirmiş.
-En güzel gülüşlü adam mı bilemem de, film boyunca sayısız 32 diş gördüğüme eminim.
-Siyah beyaz olunca herkes güzel görünebilirmiş. Bir denemek lazım.
-Hakikaten hazır aklımıza gelmişken bir ara oturup şöyle güzelce bir 20'ler 30'lar filmleri maratonu yapmak şart oldu.
-Ve o 20'lerde 30'larda giysiler neden bu kadar güzel? Demiş miydim?
-O değil de köpek cidden yetenek abidesi (ya da o rolde görülen 3 ayrı köpek).
-Evet, insanın canı fena halde dans etmek istiyor.
-Hollywood bu sene kesinlikle bir nostalji-kendi kendini takdir etme-kendine değer verme döneminden geçiyor, bu da doruk noktası.
-En İyi Film dışında 9 adaylığı daha var The Artist'in. Bence evet, güzel film. Pek iyi film. Acayip bir emek. Bir sürü yerden de bu ödülü aldı ve daha nicelerini aldı zaten. Ama benim en iyi filmim değil.
-Siz gene de izleyin bir. Çok klasik bir hikayeyi, günümüzde nasıl bu kadar değişik bir biçimde anlatırlarmış görün.
-Sadece bir sessiz film yok karşımızda. Daha farklı bir çalışma bu.
-İlk başta ne oluyor, nereye düştüm ben, böyle olamaz dedirtiyor kabul. Ama sonra fark ettirmeden içine düşüyorsunuz filmin, insanın gerilmesi-heyecanlanması-meraklanması-duygulanması için illaki insan seslerine, diyaloglara ihtiyacı yokmuş demek ki. O şahane müzikler de aynı işlevi görebilirmiş.
-En güzel gülüşlü adam mı bilemem de, film boyunca sayısız 32 diş gördüğüme eminim.
-Siyah beyaz olunca herkes güzel görünebilirmiş. Bir denemek lazım.
-Hakikaten hazır aklımıza gelmişken bir ara oturup şöyle güzelce bir 20'ler 30'lar filmleri maratonu yapmak şart oldu.
-Ve o 20'lerde 30'larda giysiler neden bu kadar güzel? Demiş miydim?
-O değil de köpek cidden yetenek abidesi (ya da o rolde görülen 3 ayrı köpek).
-Evet, insanın canı fena halde dans etmek istiyor.
-Hollywood bu sene kesinlikle bir nostalji-kendi kendini takdir etme-kendine değer verme döneminden geçiyor, bu da doruk noktası.
-En İyi Film dışında 9 adaylığı daha var The Artist'in. Bence evet, güzel film. Pek iyi film. Acayip bir emek. Bir sürü yerden de bu ödülü aldı ve daha nicelerini aldı zaten. Ama benim en iyi filmim değil.
-Siz gene de izleyin bir. Çok klasik bir hikayeyi, günümüzde nasıl bu kadar değişik bir biçimde anlatırlarmış görün.
17 Şubat 2012 Cuma
YAŞ ETTİ...1
Yaşamlarımıza tanıklık edecek birine ihtiyacımız var. Bu gezegende milyarlarca insan var. Söylemek istediğim şu, hangimizin hayatının gerçek bir anlamı var? [Shall We Dance-2004]
Neverland'de Hikayeler anlatmaya başlayalı tam bir yıldı oldu bugün. Bir yıl önce bugün, artık içimde anlatılmak için duran onca şeyin patladığı bir saatte oturup, Johnny Angel'ı yazmıştım.
Hiçbir zaman derdini konuşarak anlatan bir insan olmadım. Yazmayı öğrendiğim andan itibaren evde bulduğum defterlere önce çocuk dergilerindeki şiirleri, Ayşegül kitaplarındaki yemek tariflerini, gazetedeki tv yayın akışlarını, aralarına bol bol "bugün kalktım, kahvaltı yaptım, yüzümü yıkadım, okula gittim."ler serpiştirerek yazmakla başlayan bir şeydi bu benim için.
En iyi yapabildiğim şey hep bu oldu. Kendimi anlatabildiğim tek şey bu oldu. Yazdım hep, önce defterlere, sonra günlüklere, en sonunda da bloglara.
En başından beri burada olanlar, hikayeleri dinleyenler var. Yolda yakalayanlar, duyup gelenler, son zamanlarda katılanlar var.
Teşekkür ederim. Hayatıma tanıklık ediyorsunuz. En önemlisi anlattıklarımı dinliyorsunuz, yaşadığımı hissetmeme katkı sağlıyorsunuz.
12 Şubat 2012 Pazar
Neverland'den Akademi'ye Selam 1 - Midnight In Paris

-Cole Porter şarkıları şahanedir.
-Owen Wilson'ı hiç bu şekilde görmemiş, bu şekilde bakmamıştım. Ses tonu, konuşması, o yüz ifadelerini yapabilmesi...Önyargılı olmamak lazımmış.
-Esas adamımız Gil, film boyunca kendimi mi izliyorum hissi yarattı bende. Yaşadığı dönemden, zamandan, hayattan bir türlü mutlu olamama, hep geride bir zamanda yaşasa daha güzel olacağı düşüncesi, hep bir nostalji havası, eskiye özlem...Woody'nin bir yerlerde benimle görüşmüş olması ihtimali var mı, bilemiyorum.
-Marion Cotillard hep böyle güzel, zarif, pırıl pırıl olmaya devam edecek. Hiç gitmesin, bizi hiç bırakmasın. Ve de film boyunca giydiği her bir şeyi çok sevdim, biz de öyle gezsek ya.
-Gil ile Inez'in nasıl bir alaka sonucu bir araya gelmiş iki insan olduğunu anlayabilmek çok güç. Bu kadar farklı iki insanı - tamam senaryonun gelişmesiyle ayıracaksınız bu belli de - neden en baştan bir arada olduklarına dair tatmin edici bir açıklama yapmadan sunmak, akıl karı değil. Hayır aşık da olmuş olamazlar, sadece inanılmaz bir çekimle birbirlerini bulmuşlar desem. Inez iki saniye durup da Gil'i dinleyen, suratına bakan, onun varlığından hoşnut bir insan değil ki. Ben anlamadım. Ama senaryoya böyle bir ilişki gerekiyordu, yapmışlar.
-Hemingway, Fitzgerald, Picasso, Dali, T.S.Eliot, Matisse ve Degas'la karşı karşıya gelip, aynı ortama düşüp, muhabbet etseyim Gil kadar bile kendime hakim olabilir miydim, aklımı koruyabilir miydim bilmiyorum.
-Ama o Adrien Brody'nin Dali'si ne manyak olmuş :)
-Paris nasıl bir şehirdir böyle. Neden bu kadar güzeldir.
-Inez ve ailesini de anlıyorum bir parça. Yani tamamen Gil kafalı olsam da, onların şimdiki zamandan, içinde oldukları hayattan, bu zamanın sağladıklarından memnun olmaları da anlaşılabilir sonuçta.
-Mutlu olmak için, düşünmek için, gülmek için, tablo gibi sahneler izlemek için ve içten yüzler görmek için bir Woody Allen filmi izlenebilir. Bir kere daha görmüş oldum.
***Midnight In Paris En İyi Film dışında 3 adaylığa daha sahip : En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Yönetmen ve En İyi Orijinal Senaryo. Bu üçünü bilmem ama - bence çok güzel bir film olmasına rağmen - en iyi film değil.
7 Şubat 2012 Salı
Şurada, "Tek Kişilik Konuşmalar"da okudum az önce.
-artık onun bana bir şeyler anlatmasını istemiyorum.
-Neden?
-çünkü o anlatınca dinliyorum. dinleyince onu çok özlüyorum. kurduğu her cümle beynime kazınıyor ve her birini tek tek hatırlamak beni çok mutsuz ediyor.
-Ne olacak peki?
-keşke benimle konuşmayı sonsuza kadar kesse, kendiliğinden. birden yok olsa ortadan sanki hiç varolmamış gibi.
-O zaman sen onu arayıp bulmaz mısın?
-büyük ihtimalle ararım. belki bulurum. o benimle konuşmasa da ben yine gider ona gülümserim, kaçamak kaçamak bakarım. onu severim.
-Neden böylesin, neden kendini üzmeye bu kadar meyillisin?
-ne bileyim. bi sorun var bende. bak yine hep bende. halbuki anlatan o, neden suçlu hep ben oluyorum?
-Belki o da sadece sana anlatmak istiyordur. sana bir şeyler anlatmayı seviyordur.
-ne kadar iyimsersin. ne zaman senin istediğin şeyle gerçekte olan şey bir olmuştur ki. ben pek görmedim.
-Belki dedim zaten, belki'nin muğlaklığına inanıyorsundur herhalde.
-ben hiçbir şeye inanmıyorum, sen de bunu çok iyi biliyorsun.
Bunun üstesinden gelebilen var mı? Bir yolu, bir çözümü var mı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...