marion cotillard etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
marion cotillard etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2017 Pazar

Bir muallakta: Assassin's Creed (2016)

Sene 1492. Tapınak Şövalyeleri ile Assassinler (evet suikastçiler olarak çevirebiliriz ama bu kelime ile adlandırmaya devam edeceğim ben) arasında uzun zamandır süregelen mücadele Endülüs topraklarında devam etmektedir. Tapınakçılar, Assassinlerin koruduğu elmayı (ulan ne elmaymış arkadaş, ne mühim meyveymiş! o elma işte, cennetten kovduran elma!) ele geçirebilmek için elmaya sahip olan Sultan XII.Muhammed'in oğlu prens Ahmet'i kaçırır, onu kurtarmaya çalışan assassinleri de kıskıvrak yakalayıp, halka açık yakma töreni gerçekleştirir. Ama iki tanesi, Aguilar ve Maria kaçar ve Sultan elmayı tam tapınakçı üstadı Tomas de Torquemada'ya verirken ortalığı toz duman ederler. Elma yeniden güvendedir, tapınakçılarsa yüzyıllar sürecek arayışlarına devam ederler.

Sene 1986'da Teksas'ın kavruk bir köyünde çatılarda gezen velet Callum Lynch, kapüşonunu kafasına geçirmiş babasının annesini öldürdüğüne tanık olur. Tam bu sırada son model zırhlı arabalarıyla tapınakçıların modern versiyonları eve doluşmaya başlar, babası Cal'e kaç git der. 30 yıl sonra ise çocukluğunda böyle bir travma yaşamış bir insan olarak Cal'in yolu nihayetinde idam sehpasına çıkar. Öldüm sanırken Abstergo Vakfı'nın deney faresi olarak kullanılmak üzere kurtarılır. Tapınakçıların bilim şubesi olan Abstergo'nun başında Alan Rikkin, bilimsel projenin başında da kızı Sofia Rikkin bulunmaktadır. Abstergo'nun geliştirdiği makine, Animus, ona bağlanan deneklerin genetik kodları aracılığıyla önceki atalarının anılarına, yaşamlarına ulaşılmasını sağlamaktadır (keşke bize de gelse, alet şahane). Bahtsız bedevi Cal'in atası ise elmanın en son elinde görüldüğü assassin olan Aguilar'dır.
Baya zamandır böyle uzun uzun "film konusu" yazmamıştım onu fark ettim şu an. Yani uzunluk açısından olmasa da detay açısından abarttım gibi görünebilir ama inanın çok mantıklı bir açıklaması var bunun. Tekrar tekrar kafamda üstünden geçtim filmi izledikten sonra. Anlamaya çalışıyorum nerede sorun, nerede nerede? Yani her şey harika görünürken neden sonunda böyle bir his yaratıyor film?

İlk fragmanlarla birlikte kendimden geçmiştim halbuki. Aylarca bekledim gelmesini, geri geldiğinde izleyemedim hemen ama gayet de heyecanlıydım. İzlemeye başladığımda da süperdi her şey, yerimde zor oturdum, harika gidiyordu, hiç bitmesin istedim. Bakın ciddiyim, film hiç bitmesin istedim. Sanki o "leap of faith"i ben yapıyordum, filmin başında kulenin kenarında dikilip, başlayınca atladım ve film boyunca süzüldüm süzüldüm süzüldüm...Ama sonra film bitti ve aslında hep kulenin dibinde yerde öylece bağdaş kurmuş oturuyor halde olduğumu fark ettim. Atlayış yalandı. Sonunda hiç bir yere düşmüyordum. Film öylece saçma sapan bir halde bitti. Sadece sonunu kastetmiyorum, sonu ayrı bir saçmalık da zaten, filmin tamamının insanı devamlı bir gaza getirme çabası ile birlikte aslında hiçbir duygunun içine bir türlü girememenizi kastediyorum. Ulan halbuki filmin muhteşem olması için her şey var önümde; bilim kurgusu var, geçmişe yolculuk var, 15.yy.İspanya'sına ait harikulade görüntüler var, kovalama sahneleri süper, dövüş sahneleri bale resitali gibi, kostümlere ölmüşüm zaten, tarih var komplo teorileri var, Marion Cotillard var - bakmalara doyulamayacak bir kadın, bir oyuncu, o ne gözler allahım, o gözlerle ne dese yaparım, o ne zariflik, o kıyafetlerin hepsi mi üstünde o kadar güzel durur, Michael Fassbender var - FASSBENDER diyorum!, ölümcül karışım Fassbender var, müzikleri var Jed Kurzel'in ki beğenmemişler ama o Leap of Faith temasıyla Young Cal teması gibi bir şey yok bu dünya üstünde,...Ama işte. Tüm film boyunca heyecanlanıp heyecanlanıp, gaza gelip, ortada kalıyorsunuz. Kimsenin motivasyonuna tav olamıyorsunuz. Elma neden o kadar önemli mesela, akıl alır gibi değil. Ne tapınakçıların amacı belli adamakıllı, ne assassinlerin gücü heybeti nasıl işliyor belli değil. Yani kim besliyor sizi, nereden çıkıyorsunuz, siz hangi tarafsınız aga? Marioncuğumun tüm film boyunca sanki bir buzlu camın ardındaymışçasına rol yapmasına ne demeli hele? Tamam karaktere çizdiği yön öyle, o yüzden bir tutuk falan filan oynamayı seçmiştir ben uzman değilim metot oyunculuğu karaktere girme şu bu nedir bilmem ama, bir tuhaf bir insanın ağzında tuhaf bir tat bırakan bir hali vardı hep. Callum'un kişiliğine dair hiç doğru düzgün bir fikrimiz oluşmuyor mesela sonra. Neden yalnız değilsin cümlesi bu kadar önemli bir motto onun için, anlayamıyoruz. Hareketlerinin arkasındaki motivasyonunun içine bir türlü giremiyoruz. Bu mücadele neden bu kadar ölümcül yaşamsal, bu insanlar, assassinler neden bu kadar kararlı, motive olmuş ya da çok önemliler...bilemiyoruz. Hani süre yetmedi, yetiştiremedik, hızlı hızlı geçmemiz gerekti olayı da değil bu. Bu kadar sürede de pekala anlatılamaz mıydı? "Sinema" sanatının püf noktası bu değil mi?
Halbuki çok mutluydum izlerken be. Müzikle de gaza gelmiş, ulan yüklesem mi oyunu acaba, oynayabilir miyim ki, hobaaa hiç bitmesin hiç bitmesin diye çıldırıp duruyordum. Anlamadım ki ben niye böyle oldu?

(Bir de oyunu hiç oynamadım, bilgisayarda oyun beceremiyorum, dikkatim sıfır ve algım da çok yavaş olduğundan ancak mal mal bakıyorum ben oyunlara ama yıllardır fragmanlarını, tanıtımlarını falan takip ediyorum. Bir onu yapabiliyorum yani. Demem o ki film için oyunun evreni içinde yeni baştan bir hikaye yazılmış durumda. Oyunun şimdiye kadarki versiyonları Haçlı Seferleri, Rönesans, Koloni Dönemi, Fransız İhtilali, Çin İmparatorluğu, Victoria Dönemi, Sikh İmparatorluğu ve Ekim Devrimi[Bolşevik] dönemlerinde geçiyor. Filmin Animus'taki dönemi ise İspanyol Engizisyonu dönemi, Granada savaşları adı verilen  dönemde İspanya'daki İslam yönetimine son verilmesi zamanına denk geliyor. - Aman yarabbi tarihe bayılıyorum resmen, hep okusam, durmadan onu bunu araştırsam tarihin sayfaları arasında kaybolsam, ahh kader ahh kadeeerr)


12 Şubat 2012 Pazar

Neverland'den Akademi'ye Selam 1 - Midnight In Paris


-Cole Porter şarkıları şahanedir.
-Owen Wilson'ı hiç bu şekilde görmemiş, bu şekilde bakmamıştım. Ses tonu, konuşması, o yüz ifadelerini yapabilmesi...Önyargılı olmamak lazımmış.
-Esas adamımız Gil, film boyunca kendimi mi izliyorum hissi yarattı bende. Yaşadığı dönemden, zamandan, hayattan bir türlü mutlu olamama, hep geride bir zamanda yaşasa daha güzel olacağı düşüncesi, hep bir nostalji havası, eskiye özlem...Woody'nin bir yerlerde benimle görüşmüş olması ihtimali var mı, bilemiyorum.
-Marion Cotillard hep böyle güzel, zarif, pırıl pırıl olmaya devam edecek. Hiç gitmesin, bizi hiç bırakmasın. Ve de film boyunca giydiği her bir şeyi çok sevdim, biz de öyle gezsek ya.
-Gil ile Inez'in nasıl bir alaka sonucu bir araya gelmiş iki insan olduğunu anlayabilmek çok güç. Bu kadar farklı iki insanı - tamam senaryonun gelişmesiyle ayıracaksınız bu belli de - neden en baştan bir arada olduklarına dair tatmin edici bir açıklama yapmadan sunmak, akıl karı değil. Hayır aşık da olmuş olamazlar, sadece inanılmaz bir çekimle birbirlerini bulmuşlar desem. Inez iki saniye durup da Gil'i dinleyen, suratına bakan, onun varlığından hoşnut bir insan değil ki. Ben anlamadım. Ama senaryoya böyle bir ilişki gerekiyordu, yapmışlar.
-Hemingway, Fitzgerald, Picasso, Dali, T.S.Eliot, Matisse ve Degas'la karşı karşıya gelip, aynı ortama düşüp, muhabbet etseyim Gil kadar bile kendime hakim olabilir miydim, aklımı koruyabilir miydim bilmiyorum.
-Ama o Adrien Brody'nin Dali'si ne manyak olmuş :)
-Paris nasıl bir şehirdir böyle. Neden bu kadar güzeldir.
-Inez ve ailesini de anlıyorum bir parça. Yani tamamen Gil kafalı olsam da, onların şimdiki zamandan, içinde oldukları hayattan, bu zamanın sağladıklarından memnun olmaları da anlaşılabilir sonuçta.
-Mutlu olmak için, düşünmek için, gülmek için, tablo gibi sahneler izlemek için ve içten yüzler görmek için bir Woody Allen filmi izlenebilir. Bir kere daha görmüş oldum.
***Midnight In Paris En İyi Film dışında 3 adaylığa daha sahip : En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Yönetmen ve En İyi Orijinal Senaryo. Bu üçünü bilmem ama - bence çok güzel bir film olmasına rağmen - en iyi film değil.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

NINE (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


7 inanılmaz kadın ve bir serseri adam...Devasa müzikler, parıldayan kostümler ve tenler, hepsinin ortasında bir adet "Be Italian". Rob Marshall'ın Chicago'dan sonra önümüze ve kulaklarımıza sunduğu ikinci müzikal Nine'ın bir nevi özetini böyle düşünebiliriz.
Müzikal-filmimiz 1960larda İtalya'da geçiyor. Kah bir Roma sokakları görüntüsü kah bir Milano manzarası eşliğinde kısır dönemine girmiş yönetmen Guido Contini'nin kadınlarla ve iniş-çıkışlarla dolu hayal dünyasına adım atıyoruz. Hayatı ve hayal dünyası her an içiçe geçerken, gözlerimizin önünde bir adamın aslında kendinin bile farkında olmadan nasıl ufaldığını, ezildiğini, yanlışlara saplandığını izliyoruz. Maestro Contini, vakti zamanında müthiş filmler yapmış ancak son yıllarında büyük fiyaskolara imza atmış bir yönetmen. Üstüne bir de yapımcısına ve tüm ekibine yeni bir film yapmakta olduğunu söylemiş, tek bir kelime senaryosu bile olmadan elinde. Basın konferansları yapılıyor, kostümler hazırlanıyor, setler inşa ediliyor ama Maestro'nun elinde aslında bir film yok. Tek bir fikri bile yok.
Tabi bu sırada karısı (Marion Cotillard), metresi (Penelope Cruz), ilham perisi olan başrol oyuncusu (Nicole Kidman), kostümcüsü ve dert çanağı (Judi Dench), Amerikan Vogue'undan bir moda yazarı (Kate Hudson), çocukluğunun bir anısı olan sahildeki fahişe (Fergie) ve annesinin hayaleti (Sophia Loren) ile uğraşıyor. Tabi bizler de izlerken aynı derde düşüyoruz bunca muhteşem kadının arasında. Hepsi zamanı gelince kendi şarkısını söylüyor sahneyi devralıp. Hikaye Guido'nun gibi görünse de o aslında sadece hikayesini oluşturan kadınların elinden tutup sahneye çıkmalarına eşlik ediyor. Bunlar olurken Guido'nun kadınlar arasında harabeye dönen ama sonra yine aynı şekilde kendi benliğini bulmasını sağlayan akli gelgitlerini Daniel Day Lewis pek yerinde bir şekilde yansıtıyor. O hafif yandan yürüyüşü, o çiroz silueti ve hiç sekteye uğramadan yalan söyleyebilen yüzüyle izleyicisi olan her kadını da kendinden tiksindirmeyi başarıyor.
En kıpır kıpır danslar ve şarkı Kate Hudson'ın. En şahane dans-müzik sahnesi de Fergie'nin, bence. Marion Cotillard'a insan bir kez daha aşık olurken, Nicole Kidman'ın parıltısı gözleri acıtıyor. Penelope Cruz'u ise sokakta görsem o incecik boynunu çıttadanak kırmak hissi bir kez daha kuvvetlendi bende.

Nine tümden güzel bir müzikal işte.
Bu da dans-şarkı'lardan bence en kayda değer olanı:

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...